Sitenin henüz çevresi bakir olan, önünde uzanan ana caddeden bile tek tük otomobilin geçtiği kocaman bahçesindeyim. Yakınlarda bulunan köyün adından hareketle "İvedik" olarak isimlendirilen caddeden arada bir geçen ve apartmanımızı heyecana boğan en önemli taşıt arkasına takılmış koruma otosuyla Cemal Gürsel'in makam arabası. Söylentiye göre mahallemizin biraz ötesindeki Karşıyaka'da bir akrabası oturuyormuş 27 Mayıs İhtilali'nden sonra Cumhurbaşkanı olan Cemal Gürsel'in. Mini konvoy görününce komşular birbirine haber veriyor ve telaşla balkonlara üşüşüyoruz. Cemal Gürsel'in bizden haberi bile yok. Bazen de biri "Başkan geliyor!" diye bağırıyor telaşla, hepimiz yine balkonlara hücum ediyoruz, gelen başkansa apartmanın yöneticisi Fethi? Amca 😀
Serpil'in yokluğunda sıkıldığım zaman annemle anneannemden zor bela izin koparıp bahçeye iniyorum yukarıda yazdığım gibi. Bahçe büyük ama henüz boş, Nejla'ların kapısının önündeki vişne ağacı ve yıllar içinde anneannemin balkonuna kadar uzanan gözbebeği kavak henüz dikilmemiş, yanlarından her geçişimde büyük bir zevkle tohumlarını cebime doldurduğum akşam sefaları da görünürde yok. Yer yer hudayinabit otların bittiği boz bir topraktan ibaret olsa da oynamak için iyi bir alan. Dikildiğim yerde sıkkın sıkkın duruyorum, birkaç çocuk var yaşıtım ama henüz ahbaplığı koyultmamışım, davet bekliyorum. Derken "Elizabet" diye bir ses duyuyorum. Sesin yöneldiği yerde ben yaşlarda, esmer bir kız çocuğu duruyor, büyülenmiş gibi bakıyorum, kıza değil, kucağındaki bebeğe. Kendimi bildim bileli sahip olmak istediğim nesne "Elizabet" diye seslenilen kızın kollarının arasında sarı at kuyruğu, uzun kirpikli mavi gözleri ile yatıyor, saçları olan oyuncak bir bebek, ah! Peki kızın adı niye Ayşe, Fatma, Ayla, Nazan değil de Elizabet? Elizabeth Taylor'u seviyor galiba, kendine takma isim yapmış diye akıl yürütüyorum kendimce. Henüz 5 yıllık ömrüm farklı bir ulus, farklı bir ırk ve din tanımıyor, Elizabet'in ve bazı komşularımızın Ermeni olduğunu kısa sürede öğrensem de değişen ne çıkaramıyorum. Bana göre anneannemle aralarındaki tek fark yan dairede oturan Ağavni Tantik'in mutfak penceresinde sıra sıra dizili şarap şişeleri.
Çok geçmiyor Elizabet'le şimdinin deyimiyle kanka oluyoruz. Yeni taşınmışlar köşedeki daireye, babası kuyumcu ustası, annesi Valentin Teyze, dünya tatlısı bir kadın, ben Elizabet'le kankayım, annem de Valentin Teyze ile. Neredeyse her gün fırsat buldum mu soluğu Valentin Teyzelerin aydınlık salonunda alıyorum. Elizabet ile kendimizi girişteki somyaya atıyor yorgun düşene kadar evcilik oynuyoruz, başrolde sarışın bebek. En sevdiğimiz oyun Kraliçelik. Kraliçe saçlı bebek durumundan daima Elizabet, haliyle bebek de prenses, bana ancak nedimelik düşüyor ama şikayetim yok, arzu nesnem yanımda olduktan sonra oda hizmetçiliğine de razıyım. Bazen yalvar yakar Elizabet'in abisi Numan'ı da dahil ediyoruz oyuna kral kontenjanından. Lakin Numan çok çabuk sıkılıyor, bir süre sonra "Salak kızlar" deyip tacından vaz geçiyor.
Valentin teyze sürekli likör yapıyor, vişne likörü. Likör kavanozlarını arka balkonun güneş alan duvarına diziyor kıvama gelsin diye. Olgunlaşan likörleri süzüyor, alkole bulanmış vişne tanelerinin birazını yememiz için bazen bize veriyor. Laf aramızda çok lezzetliler, lüp lüp yutuyoruz Elizabet'le. Derken Kraliçe, Prenses ve Nedimesi yüz sene olmasa da uykuya dalıyor, daha doğrusu hafiften esriyor. Uyandığımızda aceleyle eve koşturuyorum, alkollü vişne yediğimi anneannem duysa asla Elizabet'lere yollamaz, sır olarak saklıyorum bunu.
Dayım görevli olarak Finlandiya'ya gidecek, yaşasın, bana saçlı bebek getirir. Siparişi veriyor ve dayım dönene kadar günleri sayıyorum. Önüme gelen herkese dayımın getireceğini umduğum saçlı bebeği anlatıyorum. Derken dayım geliyor, Emel Sayın o zamanlar ünlü olsaydı bana şu şarkıyı söylerdi: "Hiicraaan, hiicraan, sana Finlandiya'dan kalaaan". Bebek yok, güya bulamamış. Gele gele organze bir elbise geliyor, pembe çiçek desenli. Bir de anneme iki sıra, bana bir sıra kristal taşlı kolye. İkisini de fırlatıp atıyor, odaya ağlamaya gidiyorum. Anneannemin durumu daha vahim, ona ahşap bir duvar termometresi gelmiş, üzerinde "Lahti Finland" yazan. "Nidiyim anam ben bunu?" diyerek bozulduğunu belli ediyor. Babam alıp duvara asıyor termometreyi. Anneannem ölüp ev boşaltılana kadar yerinden milim kıpırdamıyor. Söz konusu bebek birkaç yıl sonra İtalya'dan geliyor, simsiyah saçlı, masmavi gözlü, çizgili tişörtlü, kırmızı şortlu. Kutusunun üstünde, "Bambola per tutti, bambino del mon" yazıyor. Kendimce besteliyor, sürekli söylüyorum, mutluyum: "Bambola per tutti, bambino del mon". Annem bebeği küçük dayımın kayınvalidesine benzetip adını "Hadiye" koysa da ben ona o yıllardaki favori ismim olan "Meltem" diye hitap ediyorum.
Bebeğin gelmesine daha çok var, ne yazık ki Elizabet'le oyun arkadaşlığı yapamıyor Hadiye Meltem. Elizabet'in babası İstanbul'da daha verimli iş kuracağını düşünüyor, kısa süre sonra İstanbul'a göçüyorlar, bir daha haber alamıyorum onlardan, benim tatlı oyun arkadaşımla fedakar, yardımsever annesi Valentin Teyze'den...
Haftaya Çarşamba görüşmek üzere...
Çocukluğumuz , hep beklerdik isteklerimiz gerçekleşsin diye.
YanıtlaSilYine çok güzel bir yazı olmuş
YanıtlaSilBenim de zenci bebek tutkum vardı. :))) Teyzem İsviçre'den getirirdi.
YanıtlaSilElbise güzelmiş, hem de yakışmış. :)
YanıtlaSilAma sen gel de bunu taş bebek bekleyen küçük kıza inandır. :))
“Yorgun düşene dek evcilik oynuyoruz” çocukluğumuzun özeti değil midir :) bayılıyorum bu seriye, karakterlerine! Keşke bulunsa Elizabet bunca yıl sonra..
YanıtlaSilYine yüzüme yayılan tebessüm eşliğinde okudum. Elinize sağlık :)
YanıtlaSilPek çoğumuzun çocukluk hayali idi 'saçlı' bebek. Ben de her sokağa çıkışımda soluğu komşuda alır, komşu kızının tek kollu ve saçlı bebeğini kapıp gelirdim. Yatırınca gözünü kapatan bebekler ne kadar mucizevi gelirdi bana :)
YanıtlaSilHihihihi, Hadiye Meltem ismi bile beni çok güldürdü. :) Elbise de güzelmiş aslında ama bebek yerine elbise bulmanın hüznünden hiç kurtulmak mümkün olmadı sanırım.
YanıtlaSilElibise çok güzelmiş.
YanıtlaSil