.

.
.

2 Kasım 2019 Cumartesi

2 KASIM (ALTIN PORTAKAL 2)

Bir festivale daha elveda dedik dün akşam, temennimiz 57. sinde daha da iyi bir organizasyonla yeniden buluşabilmek. "Öze dönüş" mottosuyla gerçekleştirilen festival ulusal yarışma ve portakalı tekrar adına almakla özüne döndü, umarım bir dahakine eski canlılığına da döner. Festival başlamadan 19 bilet almıştım, bazı nedenlerle iki filmi izleyemedim, 17 filmle bu yılı kapatmış oldum. Oyuncularla çok içiçe bir festival değildi sanki ya da bana öyle geldi. Eskiden salonda yanyana oturur, festival alanında karşılaşır, aynı cafede çay kahve içerdik. Bu yıl ya yeterince katılım yoktu ya da bana denk gelmediler. Jüri bile bu yıl AKM salonunun balkonunda eda etti görevini, onların çalışmaları açısından daha uygun, halka karışma açısından biraz uzak bir durum oldu. Yine de herşeye rağmen verimli bir festivaldi, filmlere doyduk. 

İzlediğim 17 filmden 4'ü Ulusal Yarışma, 6'sı Uluslararası Yarışma, 7'si de "Dünya Sinemalarından" kuşağındandı. Maalesef Ulusal Yarışma'da ödül çalışmadığımız yerden çıktı. Altın Portakal heykelciğine doyamayan "Bozkır" filmini es geçmişiz, neden geçmişiz onu da bilemedim. Muhtemel ki saatleri çakışmış ya da ters bir zamana denk gelmiştir. Kısmet diyelim ve önümüzdeki filmlere bakalım. Uluslararası Yarışma'da ise epeyce balık soru yakaladık :) Çok beğendiğimiz İran filmi "Şirin'in Kalesi" "En iyi Yönetmen" ve "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü kaptı. Yine "Üç Yaz" filminde oyunculuğuna bayıldığımız Regina Case "En İyi Kadın Oyuncu" kategırisinde Altın Portakal'ı götürdü. 

Üstüste 17 film izleyip sinemaya doyduktan sonra gündelik hayata geri döndüm. Bir haftalık entellektüalite ve sanatsal, kültürel koşuşturma bugün yerini domestikliğe bıraktı. İki makine çamaşır yıkadıktan sonra "Kominsky Method" dizisinin 2. sezonu ve bel ağrısı eşliğinde 5 kilo yeşil zeytin kırıp tatlanmak üzere bidona doldurdum. Ayrıca 3 kilo siyah zeytini de salamuraya yatırdım. Daha evin elden geçirilmesi gerek ama o da yarına kalsın, zira festival yorgunluğunu hala atamadım üzerimden. Ayrıca bir haftadır tek satır kitap okuyamadım, rafta bekleyenlerin de hatırını almam lazım. 

Şimdi, son izlediğim filmlere dönecek olursam Topal Şükran'ın saçmasapan maceralarından sonra izlediğimiz ilk film olan "Şirin'in Kalesi" "Film dediğin böyle olur" dedirtti. İran sinemasını her zaman sevmişimdir ve izlediğim hiçbir yapım beni yanıltmamıştır. 


Annelerinin ölümü üzerine hayatını bir türlü yoluna koyamamış, sorumsuz bir baba yıllardır görmediği çocuklarının bakımını zorla üstlenmek zorunda kalır.  Çocukların yıkılan hayalleri, babanın değişmeye başlayan düşünceleri bir yol hikayesi boyunca verilmiş. Baba rolündeki Hamed Behdad "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü aldı ama ben filmde en çok, afişte, sağ yanda ağlayan küçük kızın oyunculuğuna hayran kaldım. Vizyona girerse ya da bir şekilde izleme şansı doğarsa kesinlikle kaçırmayın derim. Filmin yönetmeni Reza Mirkarimi de bu filmle "En iyi Yönetmen" ödülünü aldı. Zaten kendisi de Antalya'da idi, film sonrası salonda bir söyleşi gerçekleştirildi. 


Bu güzel yapımdan sonra Ulusal Yarışma filmlerinden birini, yönetmenliğini Ali Aydın'ın yaptığı "Kronoloji"yi izledik. Başrollerini Cemre Ebuzziya ile Birkan Sokullu paylaşmaktaydılar.  


Ben filmden ziyade afişe bayıldım. Heykelin göbeğindeki hamamböceği filmde önemli bir metafor olarak kullanılmıştı. Heykel de filmin vermek istediği mesaj ile çok uyumluydu ama açarsam spoiler vermiş olacağım için genel anlamda bahsetmek istiyorum. İlk bakışta uyumlu bir evlilikleri varmış duygusu uyandıran Nihal ile Hakan çocuklarının olmayacağını öğrenirler. Ve ardından Nihal ortadan kaybolur, Hakan karısını dört bir yanda aramaya başlar. Filmin ikinci yarısında tersköşe olurken aslında bazı açık noktalar kalmasa, meramını daha iyi anlatsa ne güzel olurmuş duygusuna kapılmadım desem yalan olur. Yine de iyi niyetle kotarılmış bir filmdi, izlenebilir. Film ekibi de salonda idi ve gösterim sonrası bir sohbet gerçekleşti. 


Cuma günü festivalin son günü idi, günlerdir film izlemekten yorgun son bir gayretle salondaki yerimizi aldık ve "Dünya Sinemalarından" kuşağından iki filmle festivali kapattık. 



Hirokazu Kore-eda tuhaf isimli yönetmenin senaryosunu da yazdığı "The Truth" ya da Türkçe adıyla "Saklı Gerçekler" başrollerini yılların eskitemediği güzel Catherine Deneuve ile çok sevdiğim Juliette Binoche'nin paylaştığı bir Fransız filmi. İtiraf etmem gerekirse filmi seçme sebebim bu iki kadının varlığı idi ama Ethan Hawke da işin bonusu oldu. Catherine Denevue ünlü bir oyuncu-bir nevi kendini oynamış-cami yıkılsa da mihrap yerinde, aynı şekilde egosu da. Yaşamını anlatan bir kitap yazıyor. Amerika'da yaşayan kızı da bu kitabın çıkışını kutlamak üzere eşi ve küçük kızıyla Paris'e geliyor. Anne-kız arasında yıllardır konuşulmayan, üstü örtülü kalan bazı şeyler de bu kitap ve oyuncunun o sıra oynadığı film nedeniyle saklandıkları yerlerden çıkıp ortaya dökülüyorlar. Fazla beklentiye girmeden izlenecek hoş bir filmdi, zaten oyuncular izlemek için yeterli bir sebep.



Günün ve festivalin son filmi ise tam anlamıyla bir altın vuruş oldu. Yönetmenliğini Karim Ainouz'un yaptığı film aynı zamanda Brezilya'nın önümüzdeki yıl Oscar adayı. Bende bir Marquez romanı okuyorum intibası uyandıran film yaklaşık 2,5 saat sürse de bir saniye sıkılmadan izledim. Hayattan beklentileri birbirinden farklı iki kızkardeşin bu hayallerin peşinde koşarken yaşadıkları hayal kırıklıkları, birbirlerini kaybetmeleri ve arama çabalarının konu edildiği filmi kimi zaman gülerek, çoğunlukla da ince bir hüzünle izliyorsunuz. Vizyona girerse mutlaka izleyin derim...

Yeni festivallere, yeni filmlere diyor ve güzel bir hafta sonu diliyorum...

2 yorum:

  1. Pek güzel filmler izledin Leylakcığım, artık Başka Sinema filan, nerede yakalarsam izleyeceğim.:)

    YanıtlaSil
  2. Ne güzel filmler seyretmişsiniz.Ancak ben üst üste 17 film seyretsem beynim sürmenaj olurdu.

    YanıtlaSil