Cevriye ile şu aralar ilişkimiz hem var, hem yok gibi. Kendisini fazla dürtüklemez, aşırı yormazsan sindiği köşede sessizce oturuyor, arada bir, özellikle geceleri "Ben buradayım, bir yere gitmedim ha!" diye dürtmüyor değil ama idare ediyoruz artık. Lakin dün gece Cevriye'yi kıskanan Adviye (kendisi kronik kolik ağrım olur) "Tam mevsimidir" diyerek çıktı geldi. Sabaha kadar hem beni, hem Cevriye'yi taciz ederek yerleşmeye çabaladı. Öyle zorladı ki ortamı uyumak mümkün değil, "Hep mi Cevriye, biraz da Adviye" diyerek sabahı buldurdu bana. Yetmezmiş gibi 15 gün önce arkadaşın bahçesinde üstüne bastığım atkestanesi kabuğunun topuğumu mesken edinmiş dikenlerinden biri de "Ben buradayım, hu huu!" demesin mi? Oysa hepsini çıkardım sanıyordum, meğer minicik bir tanesi gözümden kaçmış. Bakmayın boyuna bosuna, nasıl bir acı veriyor anlatamam. Bir yandan Adviye, bir yandan topuktaki diken, arada bir hallenen Cevriye deli olmak işten değil. Gece vakti, ulaşılamayan bir bölgedeki, üstelik toz zerresi görünümündeki bir kıymığı çıkarmak mümkün olmayacağına göre tek yapabildiğim yumuşatsın diye topuğuma kantaron yağı sürüp sabahı beklemek oldu. Ey mübarek atkestanesi, oysa seninle nasıl şahane bir geçmişimiz, nasıl güzel bir ilişkimiz vardı, daha minik bir bebekken evi vuran sel baskınından annemle birlikte senin dallarına çıkarak kurtulmadık mı? Bir nevi canımı kurtaransın. Öylesine severim seni ama seviyorum diye gelip de topuğumun derinliklerine bir parçanı yerleştirmen mi lazımdı yani, Hannibal miyim ben sevdiğimi gövdeye indireyim. Nitekim sabah kocamın cerrahlığında, ucu ateşte yakılıp sterilize edilmiş bir yorgan iğnesi ve cımbız marifetiyle ayırdık bünyeden. Öyle minikti ki neredeyse göremeyecektik ama verdiği acı boyuyla gerçek anlamda ters orantılı idi. Bu duruma biraz üzülmüş ve hissikablelvuku yardımıyla zihnine girmiş olacak ki öğleden sonra buluştuğum arkadaşım dizime iyi gelir diye atkestanesi jeli getirdi. Yani kaçarı yok, bir şekilde bünyeye dahil olacak sebeb-i hayatım :)
Ankara'daki günlerimiz yavaş yavaş tükeniyor, Antalya yolları ufukta görünse de bu yıl kaderde film festivalini kaçırmak varmış. Neden bu kadar erkene almışlar anlamadım ama kısmet değilmiş. Zaten ulusal yarışma kalktığından beri eski tadı da kalmamıştı diyerek avunayım bari :)
Hiçbir zaman kışlık hazırlayan biri olmadım, ne dipfriz doldurmak, ne domates kaynatmak, ne turşu kurmak alışkanlıklarım arasına girmedi. Tek yaptığım nane kurutmak, o da dışarda satılanlara güvenmediğim için, ha bir de zamanı geldiğinde zeytin yaparız ki o da kocamın ilgi alanına girer. İşi tembelliğe vurunca destek atan çok oluyor sağolsunlar; sarmalık yaprağım arkadaştan, eş-dosttan, turşularım yiğenlerden, tarhanam görümceden derken kış geçip gidiyor zaten. Sebzeye gelince, yemiyorum ki yaz gelene kadar özleyeyim fasulyeyi, bamyayı, patlıcanı. Barbunya dersen al kurusunu pişir. Ne yorulacağım yahu, aşure bile yapmayacağım bu sene, zira yaparsam hepsini kendim yiyorum :) Aşure demişken bu sabah instagramdan biri hatırlattı, 6 yıl önce daha hamaratmışım, aşure yapmış, yapmakla kalmamış bir de masalını yazmışım. Şuraya bırakayım da okumayan varsa okusun, zira unutmuşum ne kadar güzel yazdığımı (övündü :).
"Bir varmış, bir yokmuş, bir değil birçok ülkede komşu tarlalarda büyüyen
buğdaylar, nohutlar, fasulyeler varmış. Birbirlerine uzaktan uzağa
bakar iç geçirirlermiş. Sonra bir gün içlerinden en görmüş geçirmişi
olan buğday komşularına seslenmiş: "Bre kardeşler, şu uçsuz bucaksız
tarlalarda, bahçelerde yıllardır rüzgarın müziğiyle kendi başımıza
danseder dururuz, neden biraraya gelip de bir etkinlik yapmıyoruz?"
"Makul" demiş nohut, "Takla atma yarışması yapalım", kısa boyu, tombul
gövdesiyle yuvarlanarak. "Boşver sportif faaliyeti" demiş buğday,
"yemeli, içmeli birşeyler olsun". "Altın günü yapalım" demiş içlerinde
en evcimen olan fasulye, sırtını kamburlaştırıp göbeğini içeriye
çekerek. Kısa bir an düşünmüşler buğdayla nohut, "İyi fikir, başka
arkadaşlar da buluruz bize katılacak, yapalım yapalım" diye
çığrınmışlar. Hemen organizasyon yapılıp tertip komitesi seçilmiş.
Buğday başkan, fasulye başkan yardımcısı, nohut da yazman olmuş.
Etkinlik mekanı olarak kalaylı, büyük boy bir bakır tencere seçilmiş.
Zaman olarak da yılda bir gün tesbit edilmiş ama eğer canları isterlerse
arada bir yine toplanmaya karar vermişler. Altın son günlerde çok
pahalandığı için herkesin şık bir porselen kase getirmesi şart koşulmuş
ve sıra gelmiş etkinliğe katılacak başka arkadaşlar bulmaya. Buğday
demiş ki: "Şu ilerideki sulak arazide benim uzaktan bir akrabam ikamet
ediyor, asıl sülalesi Uzak Doğu'da ama göç yoluyla buraya da gelmişler,
pirinç diyoruz aile arasında biz onlara. Kalabalık katılamazlarsa da
küçük bir grup olarak dahil olurlar aramıza. Nitekim pirinç sevinerek
kabul etmiş bu daveti ve demiş ki, "ben sulak mekanlara alışkınım,
etkinliğimiz de sulu bir yerde olsun". Diğerleri de uygun bulunca Altın
gününü bakır tencerenin içine su doldurarak bir nevi havuz içerisinde
yapmaya karar vermişler. Ardından da "Altın günümüze katılacak yeni
dostlar aranıyor" diye yerel gazetelere ilan, yerel TV'lere reklam
vermişler. Başvurular gelene kadar da havuz sefası yapmaya karar verip
tencereye dalmışlar. Onlar suyun içinde şişedursun bu durum şeker
pancarının kulağına gitmiş, "Ben de katılmak isterim, tatlı
yiyelim-tatlı konuşalım" diyerek gruba dahil olmuş. Buğday, nohut,
fasulye, şeker bir muhabbet içinde hemhal olurken ardarda konuklar
kapıya dizilmiş. Kayısı ağaçtan atlamış, üzüm asmadan zıplamış, incir
"ben de varım" demiş, portakal bile "benim neyim eksik, yer açın
dostlar" diyerek kabuğuyla dalmış havuza yani tencereye. Karışmışlar,
kaynaşmışlar, fokur fokur kaynamışlar, kakır kakır gülmüşler, bir
muhabbet bir muhabbet. Derken kuru ahali görünmüş Altın Günü kıvamını
bulduğunda, ceviz önde fındık arkada, fıstık en sonda serilmişler
muhabbetin orta yerine. Ardından nefes nefese susam yetişmiş, eteğine
hindistan cevizi yapışmış, dolmalık fıstık "beni de alın aranıza" diye
seslenmiş. Nar durur mu, hasetinden çatlamış, tencereye atlamış. Rüzgar
esmiş, toz bulutu gibi bir tarçın bulutu getirip Altın gününü
yaldızlamış. Sonra Dedem Korkut görünmüş, boy boylamış soy soylamış,
görelim ne soylamış: Ey katılımcılar, görürüm ki biraraya gelmiş,
karışmış kaynaşmış bir güzel lezzet çıkarmışsınız ortaya. Adınız
"Aşure", ömrünüz uzun olsun, bir yiyen bir daha yesin, biraraya
getirenlere "eline sağlık" desin" demiş ve eteklerini savururak yürümüş
gitmiş. Bu masal da burada bitmiş. Gökten üç tas aşure düşmüş; biri
pişirene, biri komşulara, biri de sabırla okuyan sizlere..."
Bu arada, Çatlak Zemin isimli internet sitesinde Ayten Kaya ile "Mutfağın Hatıra Defteri" hakkında yaptığımız bir söyleşi yayınlandı. Okumak isteyen olursa linki aşağıda:
Tamam tatlı diliniz güçlü kaleminiz var da ınsan hastalığını ağrılarını da bu kadar tatlı yazmaz ki canım.
YanıtlaSilOfff cevriyeden ne zamandır ses yoktu, sessiz kalsaydı keşke...
YanıtlaSil