.

.
.

16 Eylül 2024 Pazartesi

ADIM ADIM ANKARA 5 (SARAÇOĞLU MAHALLESİ) / 16 EYLÜL

Geçtiğimiz hafta Cuma günü yeni bir keşif turuna çıktık Ankara'da. Cumhuriyet döneminin ilk lojmanları olarak inşa edilmiş olan Saraçoğlu Evleri'nin son halini görmek amacıyla yola düştük. Saraçoğlu Mahallesi ismini yapımına başlandığı yıl başbakan olan Şükrü Saraçoğlu'ndan alıyor. 1940 yılında üst düzey bürokratların konut sorununa çözüm olarak bir proje geliştirilmesine karar verilmiş ancak proje 1944 yılında hayata geçebilmiş. Projenin sorumluluğunu Nazi zulmünden kaçarak Ankara'ya gelen Alman mimar Paul Bonatz üstlenmiş ve evlerin temeli 29 Ekim 1944'de Şükrü Saraçoğlu tarafından atılmış, 1946 yılında bitirilip devlet görevlilerine tahsis edilmiş. Kızılay gibi şehrin kalbinin attığı, kalabalık, gürültülü bir lokasyonun çok yakınında yıllarca sakin ve yeşil bir mahalle olarak varlığını sürdürmeye devam etmiş.

Üniversitenin son yıllarında yakınlardaki bir devlet kurumunda çalışıyordum. Mesai bitiminde nişanlım beni almaya gelirdi ve Saraçoğlu Mahallesi'nin sakin, yemyeşil caddelerinden geçerek giderdik eve. Sonbaharda ayrı güzel olurdu. Devasa çınarlar ve meşe ağaçlarının yaprakları renk değiştirir, bazıları dökülür, hüzünlü ama güzel bir manzara sunardı. Öyle sessiz ve sakin olurdu ki sokaklar Ankara'da yaşadığınıza inanamazdınız. Yıllar içinde artan nüfusla o sessizlik ve sakinlik sona erdi ne yazık ki. Minibüsler o sokaklardan geçmeye, park yeri bulamayan sürücüler araçlarını caddelerine, sokaklarına park etmeye başladılar. Mahallenin eski havası kalmadı. Sonra evler boşaltılmaya başlandı, mahallenin istimlak edileceği söylentileri çıktı. Mimarlar Odası ile bir hukuk savaşı başladı. Bu süreçte boşalan evlerin pencereleri kör gözler gibi karanlık, bahçeleri ıssız, çökecekleri zamanı beklemeye başladılar. Ve sonra güzel bir şey oldu, dava kazanıldı ve esasen "Korunması gereken kültür ve tabiat varlığı" ilan edilmiş mahalle ve ağaçlar statülerini kesinleştirdiler ve bir restorasyon faaliyeti başladı. Ankaralılar olarak etrafı perdelenmiş mahallenin sonunun nasıl olacağını heyecanla beklemeye başladık. Bu yıl çalışmalar neredeyse bitirildi ve artık gidip görebilme imkanımız doğdu.

Kumrular Caddesi'ndeki asırlık çınarların gölgelerinden yürüyerek eskiden Namık Kemal Ortaokulu olan binanın yanından sola kıvrıldık ve önümüze yemyeşil bir mahalle serildi:

Aşağıdaki fotoğrafları Mustafa Taşkın'ın sitesinden aldım, Ankaralı olmayanlar için mahallenin eski halini görmeniz açısından:

İki fotoğraf buradan:

Çocukluğu, ilk gençliği bu mahallede geçen tanıdıklarım var, hepsi çok güzel anılarla anlatıyorlar. Orada yaşayanların yapılan değişikliklerden dolayı hüzünlenmelerini anlıyorum ama böyle bir restorasyona gidilmeyip yıkılabilir, yerine rezidanslar, AVM'ler dikilebilirdi daha çok betona ihtiyacımız varmış gibi ya da kendi haline bırakılıp zamanla çürüyüp gidebilirdi. En azından şehrin göbeğindeki kaostan birkaç yüz metre uzakta yeşil bir vaha haline dönüştürülmüş. Evet evlerin satış fiyatları ve kiraları çok yüksek ama zaten alım gücü yetmeyecek halk olarak onu da biz düşünmeyelim bir zahmet. Benim çocukluğumun, ilk gençliğimin geçtiği yemyeşil kırların ortasında yükselen güzelim sitemizin yerinde şimdi tek bir ağacın bile yeşermediği, beton yığını bir kazulet yükseliyor. O yüzden yine de buranın eski sakinlerini şanslı buluyorum, sonuçta lojmandı zaten, belli bir süre sonra ayrılmaları gerekiyordu, hiç olmazsa gelip ayak izlerini arayabilirler sokaklarında.




Havuz yoktu eskiden, yeni yapılmış.




Binalardan bazıları cafe ya da restoran olarak faaliyete geçmiş bile, birini de biz şenlendirdik. Kızılay civarındaki işyerlerinin çalışanları da öğle saatlerinde ufaktan ufaktan gelmeye başladılar. Onlar için çok güzel bir olanak, büroların sıkıcılığından bir saatliğine de olsa kurtulup yeşil bir nefes alabilirler. 


Çocuklar da düşünülmüş. Kısacası böyle yeşil ve düzenli kalmasını umarak memnun ayrıldık gördüğümüz ve gezdiğimizden. Ankara'daysanız ve hâlâ görmediyseniz gidip bir gezin derim...

13 Eylül 2024 Cuma

İSTANBUL, 3. GÜN / 13 EYLÜL

Her güzel şeyin sonu var, biz de geldik son güne. Güzel manzaralı terasta veda kahvaltımızı yapıp akşamdan hazırladığımız valizleri resepsiyona emanet ederek hesabı kapatıyor ve gitmeden bir de Beyoğlu diyerek Karaköy iskelesine yürüyoruz. Anadolu yakası güneşli, lakin Avrupa semalarında kara bulutlar var. Otelden çıkmadan şemsiye mi, şal mı ikilemi yaşayıp ağırlık olmasın diye tercihi şaldan yana yapmıştım, çok geçmeden pişman olacağımın henüz farkında değildim. Vapura biniyor ve bir daha nerede göreceğiz diyerek rüzgara rağmen açıkta oturuyoruz. Karşımızda tüm görkemiyle Haydarpaşa, geçen yılki sabahlığını çıkarmış, transparan geceliğiyle poz veriyor gelene geçene:

"Üşüteceksin, dikkat et" diyerek el sallıyorum, arkamdan "Sen kendine bak, birazdan yağmuru yiyince görürsün gününü" dediğine eminim 😀

Rüzgar saçlarımızı havalandırıyor, denizin yüzü kırışıyor, bulutlar kararıyor, aklım valizde bıraktığım şemsiyede. Yağmur sevmeyen biriyim ben, kapalı bir yerdeyken, tercihan evdeyken yağsın, sözüm yok ama dışardayken yağmura yakalanırsam ruh halim değişiyor, kurt kadına dönüşüyorum, nursuz ve mutsuz oluyorum, panikliyorum. Nitekim tehlike yaklaşıyor:



Ve vapur tam iskeleye yanaşırken iri iri damlalar düşmeye başlıyor. Koşturarak karşıya geçiyor ve sahildeki cafelerden birine atıyoruz kendimizi. 



Yağmur kaçağı iki sokak köpeği ve bir fotoğraf grubuyla birlikte yağmurun dinmesini bekliyoruz. Beklerken birer kahve içiyoruz, yandaki gruptan bir kadın getirdiği kahveleri masa arkadaşlarının üstüne deviriyor. Yağmurdan kaçarken kahveye yakalanmak deyimi gerçekleşiyor. Dışarda bir meczup ıslanmaya aldırmadan kıyı boyunca yürüyor, ıslak tenhalıkta İstanbul'u dinliyorum gözlerim açık.

Yağış hafifleyince kalkıyor ve Tünel'e yürüyoruz ama o da ne? Tünel yok. Vallahi de yok, billahi de yok. Sağa sola soruyoruz, tarif ediyorlar, yağmur tekrar başlıyor. İki adamın elinde şeffaf baston şemsiyeler, evde aynılarından 5 tane sıralı ama alayım hadi diyorum, saçma sapan bir fiyat söyleyince "Abartsaydın bari" deyip dönüyorum, arkamdan söyleniyor. Tarif edilen yere geliyoruz, Tünel yine yok. Kuş olup uçmuş sanki ve birden jeton düşüyor, Önünden geçip durduğumuz kapalı kepenk Tünel. Ne kadar ayıp, şu yağmurlu havada, üstelik Ankara'dan gelmiş konuklar varken kapı çekilip gidilir mi komşu? Niye kapalısın ayrıca, saat olmuş neredeyse 11.00. Çaresiz eski dost Kamondo Merdivenleri'ne yürüyor söylene söylene çıkıyoruz, daha doğrusu ben söyleniyorum, kız kardeş yağmur düşmanı değil, üstünde yağmurluk var, dizleri de orijinal (maşallah, hep öyle olsun) 😀 Biz tırmanırken yağmur duruyor, güneş çıkıyor, bir buhar banyosu hasıl oluyor bu defa, kendimi Antalya'da hissedip memleket özlemimi gideriyorum 😋 Saçlarımın tepesinden belime kadar sırılsıklam durumdayım, yağmur, nem, ter karışımı bir parfüm kullanıyorum 😂 Galata'ya erişiyoruz, Kule'ye bir selam çakıp İstiklal'e yönleniyoruz. Hava açtı, biraz kurusam keyfim yerine gelecek. Yol üstü Galata Mevlevihanesi'ne giriyoruz, lise yıllarıma dönüyor ve "Hihi ben bu okula atanamazdım ama torpilim vardı" diyen saftirik edebiyat öğretmenimizle birlikte Şeyh Galib'i anıyorum. Uzun zamandır aklıma gelmeyen "Sebk-i Hindi" akımını hatırlayıp gülüyorum. Kız kardeş hazirede mezar taşları arasında dolanıyor, ben etrafa bakınıyorum, bir çocuğunki kadar küçük mezarları olan kadınların ismini okuyorum. 

Mevlevihane çıkışı kendimi ilk gördüğüm güneşli kafeye buyur ediyorum. Pek de renkli, çiçekli bir mekan, dünyayı pespembe görmek için birebir. Kız kardeşi Botter Apartmanı'nı gezmesi için yolluyor, güneş alan bir masaya yerleşip kurumaya çabalıyorum.



Fuşya güllü masada sade kahvemi içip bir miktar kuruyunca keyfim yavaştan yerine geliyor. Tuvalete girip sağıma soluma kağıt havlular yerleştiriyor ve yanıma gelen kardeşle tekrar Casa Botter'e gidiyoruz, niyetim onu balkondan Cadde-i Kebir'e doğru fotoğraflamak, geçen yıldan benim var, neden onun da olmasın. Çekiyorum fotoğrafı, üstüne bir de selfie, o kadar cefa çektik gelmek için, sefasını sürelim madem. Sonra da çirkin restoreli Narmanlı Han'a girip ünlülere yılışıyoruz. Sağolsun Bedri Rahmi, Tanpınar Beyler ve Aliye Hanım hatırımızı kırmıyor poz veriyorlar bizimle 😊


İstiklal henüz tenha, Pazar mahmurluğu ve yağmurlu hava yerlileri caydırmış, mevcut nüfusun büyük çoğunluğu turist. Buraya ilk gelişimle şimdinin arasında 20 yıl var ve bir o kadar da farklılık. O güzelim dükkanlar, pastaneler, cafeler, kitapçılar yok olmuş. Kuzenle Markiz'de oturuşumuz geliyor aklıma, içim burkuluyor. Bir kitap almak niyetim, rutinimdir her gittiğim şehirden alırım, girdiğim iki üç kitapçıdan ziyade cafe özelliği ağır basan yerde çok satan saçmalıklardan başkası çarpmıyor gözüme. Sonra İş Bankası Resim Heykel Müzesi'ne giriyoruz, önce satış mağazasına dalıyoruz. Biz iki kardeş çok severiz müzelerin satış mağazalarını, burası da pek şükela. Karpuzlu bir magnet kapıyorum, tam buzdolabıma layık, kışın bakar yazı özlerim. Süleyman Seyyit Bey'in "Karpuzlu Natürmort"undan alıntı. İki de kartpostal, biri Galata Köprüsü'nden bakan kırmızı şemsiyeli bir kadın, tam bugünkü ruh halime uygun. Mustafa Nuri Paşa'nın "Galata Köprüsü" tablosundan bir detay. Kız kardeş biraz abartıyor ve büyükçe bir reprodüksiyon alıyor, çok güzel, bu arada sempatik satış görevlisiyle sohbeti koyultuyor ve orada kalış süremizi uzatıyoruz ve müzeyi gezmeyi bir dahaki gelişe bırakıp ayrılıyoruz. Acıktık, lokanta arayışındayız. İki yanlı sıralanan Koska'ların ve giyim mağazalarının arasından gözümüzün tuttuğu bir mekan bakınıyoruz. Sonunda "Otantik Anadolu Yemekleri" yazan bir yere giriyoruz, "Yer mi Anadolu çocuğu?" diyerek 😂 Ve yiyoruz, ısmarladığımız keşkek ve yuvalama çorbası gerçekten güzel. İlk kez içe sinen bir yemek yemiş oluyoruz üç günün sonunda. Saat giderek ilerliyor, Tünel'e geri dönüyoruz, bu sefer açık neyse ki, kendisine biraz sitem ediyor ve yandaki İstanbul Kitapçısı'na giriyoruz önce. Almak istediğim kitabı buradan temin ediyorum. Pek şirin bir şey, Ali Nazima Bey'in 2. Abdülhamit döneminde çıkan Maarif Dergisi'nde yayınlanmış kuşlar hakkındaki makalelerinin toplanıp yeniden basıldığı, resimlerle süslü "Kuşlar Kitabı". Sıkı bir fiyat ödüyorum ama pişman değilim Hakim Bey 😀

Tünel sabahki kabahatinden özür bile dilemeden bizi Karaköy'e bırakıyor, oradan vapura geçiyor, yorgun ayaklarımızı uzatıp önce klasik, sonra halk türküleri çalan müzisyenin nağmeleriyle Kadıköy'e ulaşıyoruz. Kadıköy Çarşı'ya girip Beyaz Fırın'dan yolluk karbonhidrat alıyor ve otele yollanıyoruz. İlk işim valizden kuru giysiler alıp üstümü değiştirmek oluyor, sonra da tekerlekleri tıkırdatarak Yeldeğirmeni cafelerinden birine "Leke Cafe"ye oturup kahvemizi içmeye başlıyoruz. Niyetimiz trene bir saat kala yürüyerek Söğütlüçeşme'ye gitmek. O sırada eski blogdaşlarımdan İlknur arıyor ve yerimizi öğrenip az sonra yanımıza geliyor. İki lafın belini de onunla kırıyoruz ve sağolsun bizi arabasıyla tren garına bırakıyor ki onca ıslanma ve yorgunluğun üstüne büyük lüks oluyor. Çok yaşa İlknurcum 💗

17.30'da vedalaşıyoruz İstanbul ile, tüm kaosunla seviliyorsun, biz var yine gelmek...



12 Eylül 2024 Perşembe

İSTANBUL, 2. GÜN / 12 EYLÜL

Kurduğum telefondan bir saniye önce gözümü açınca içimdeki saati kutlayıp fırladım yataktan. Hazırlanıp otelimizin harika manzaralı terasına çıkarak pişili kahvaltımızı yaptık. Söylemesi ayıp otelimizin kahvaltısı pek güzel ve geçen yıldan bu yana kalite ve çeşitte bir değişiklik olmamış. Alıştığımız ve sevdiğimiz için gittiğimiz lokantaların kalite-fiyat dengesizliğini saptayınca otelimize kendi cebimizden bir yıldız daha verdik. 



Manzaramızla daha yakından görüşmek için iskelenin yolunu tuttuk ve sevgili blogdaşım ve en tatlısından arkadaşım Macerakitabım'ın bizi alacağı noktada beklemeye başladık. Rotamız Çubuklu, İBB Miras'ın restorasyonundan geçen Silolar idi. Önceleri akaryakıt deposu olarak kullanılan siloların halka açılmış halini görmek için meraktaydık ve çok geçmeden yola düşmüştük bile. 

Uzunca bir yolculukla ulaştık Silolar'a:



Arabayı otoparka bırakıp Silolar'a çıkan merdivenleri tırmandık. Birkaç silo ziyarete açıktı, bir kısmı kütüphane, okuma salonu gibi amaçlarla kullanılıyordu. Ziyarete açık olanlarda digital sunumlar vardı:




Nereye bakıyor bu kadınlar 😊



Siloların bulunduğu alanda Beltur'un kafeteryası var, fiyatlar nisbeten uygun, çay-kahve, atıştırmalıklar bulunuyor, ortam düzgün ve temiz. Manzara da pek şükela 😊


Siloları dolaşıp, çayımızı-kahvemizi de içtikten sonra geri dönüş başladı, karnımız acıkmıştı, nerede yemeli diye düşünürken Üsküdar'daki Kanaat Lokantası'nı hatırladım. Bir gelişimde kuzenlerle yemeğe gitmiş ve memnun kalmıştım. Haydi o zaman dedik ve Üsküdar'a gelince arabayı yine İspark otoparkına bırakıp lokantaya yerleştik. Ben alışkanlıklarına bağlı bir şahsiyet olarak geçen defa yediğim hünkarbeğendiyi tercih ettim, kardeş ve blogkardeş başka bir şeyler seçtiler, benim yemekten nispeten memnun kaldım ama diğerleri için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Patlıcanlı pilav beklemiş, Çerkes tavuğunun tadı bir tuhaftı. Yemeklerin çoğu tabakta kaldı ne yazık. Ama tam yemeğe başlayacakken arkamızdan sarılan kollarla mutlu olduk, çok eski bir blogger olan ama blogunu kapattıktan sonra da bağlantımızın sürdüğü, abla-kardeş gibi olduğumuz sevgili S. rehberlik ettiği turistle orada yemekteymiş, tesadüfün iğne deliği. Sarıldık, sarmaştık, ayaküstü kısa bir sohbet gerçekleştirdik, bu da günün en tatlı sürprizi oldu. 

Yemek sonrası İstanbul seyahatinin ana sebebi olan buluşma için Kadıköy'e döndük. Blogger arkadaşların çoğu mekana gelmişti bile. Yaşadığı Almanya'dan geldiği tatilde günün organizasyonunu yapan canım C. ile ilk kez karşılaşacaktık. Bu tarz buluşmalara bayılan benim için çok keyifli bir toplantı oldu. Mekanımız aşağıda, balonsuz Balon Cafe 😀


Takip ettiğim, etmediğim, daha önceden tanıştığım, ilk kez buluştuğum 15 blogger birbirimizin ağzından lafları kaparak pek güzel birkaç saat geçirdik. Bir ara yağmur indirdi, terastan içeriye kaçtık. En tafsilatlı yazıyı organizatörümüz sevgili C. yazmış, link aşağıda:


Sohbetlere doyamadan akşam oldu, yeniden buluşma dilekleriyle ayrıldık. Umarım daha geniş kapsamlı bir buluşma en kısa zamanda gerçekleşir.

Akşam yemeği vakti gelince Kadıköy Çarşı'ya yöneldik. Çiya hemen her geldiğimizde uğradığımız ve çok sevdiğimiz bir mekandır, yine oraya gitmeye karar verdik. Hıncahınç doluydu lokanta ve büyük çoğunluğu yabancıydı. Seçtiğimiz yemeklerin yanına ekmek istedik ve epey bekledikten sonra yenmeyecek en kenarlar ve yamuk bir dilim kondu masamıza, kız kardeş görevli genç kızı çağırıp "Bunu mu layık gördünüz bizim masaya?" deyince suratını asarak yeni bir tabak getirdi, oradakiler de bayattı. Garsona söyleyince de "İki günlük olabilir" cevabını aldık pişkince. Hıncahınç dolu bir lokantada bayat ekmek nasıl oluyor, haydi oldu neden müşteriye verme gereğini duyuyorsun? Yediklerimizden bir şey anlamadığımız gibi son derece yüklü bir hesap ödeyerek ayrıldık ve Çiya'ya da bir daha uğranmayacağına karar verdik. Bir günde iki hayal kırıklığı lokanta ile neredeyse paramızla aç kaldık. İsim yapmış lokantaların nasılsa müşteri geliyor zihniyetinde olmasına çok canım sıkılıyor. 

Hazır Kadıköy Çarşı'ya gelmişken bari Baylan'a uğrayıp "Kup Griye" yiyelim dedik. Bizim İstanbul rutinlerimiz vardır her seyahatte tekrarladığımız ama bu gidişle yeni rutinler arayacak gibiyiz. Neyse Baylan'da kız kardeş kup griye istedi, ben bu sefer değişiklik olsun diye Adisababa'ya niyetlendim. Daha önce Adisababa'yı Üstün Palmie'de yemesem belki böyle oluyordur diyebilirdim ama maalesef bu sefer de bir kısmı tabakta kaldı. Hasılı bugün yenenler-kahvaltı hariç-hayal kırıklığı oldu.

Kadıköy Çarşı'nın kalabalığından çıkıp otele döndük. Üstümüzü değiştirip nefeslendik ve bu kez Yeldeğirmeni civarında bir akşam turu atalım dedik. Hareketli, neşeli sokaklardan geçip şunları görünce şaşırdık, niye hiç fark etmemişiz acep?


Adını Abdülhamit'in yaptırdığı 4 yel değirmeninden alan bir semtte bu değirmen taşlarının bulunmasından daha doğal ne olabilirdi ki, şimdiye kadar görmeyen gözlerimize sağlık 😀 Dolaşırken Söğütlüçeşme'ye gideceğimiz yolun rotasını da belirledik. Bir süre önce valizlerle gelip bir cafede mola verdikten sonra yürüyerek devam etmeye karar vererek döndük otele. Önce odalardan birinden gelen kahkaha sesleri, sonra dışardan gelen sohbet sesleri uzun süre uyumamızı engellediyse de bir süre sonra dalmışız, hatta gece yağan yağmurdan bile haberim olmamış.

Üçüncü ve son günde görüşmek üzere...


11 Eylül 2024 Çarşamba

İSTANBUL, 1. GÜN 2. BÖLÜM / 11 EYLÜL

Nerede kalmıştık?
Evet, Bulgur Palas'tan ayrılmış Yerebatan Sarnıcı'na gitmek için tramvaya binmiştik. Bu seferki tramvay yolculuğu rahattı, hatta oturarak gittik. 

Sarnıcın önünde kuyruklar vardı, uzun olanı bilet almak için, kısa olanı online biletler için. Biz vaziyeti Ekmekçi Kız sayesinde öğrendiğimiz için biletlerimizi önceden Passo aracılığı ile almıştık. Yalnız Sarnıç gezisi cüzdanlara ceza. Tam bilet 220 lira, bu tutar turist amca ve teyzelerde 900 lira oluyor. Öğretmen, öğrenci 55 lira, 65 yaş üstü beleş 😀 Bilet online olunca kuyruk hızla eriyor ve içeri giriyorsunuz. 

Yerebatan'a üçüncü gelişim, ilkinde 11 yaşındaydım, sandalla gezmiştik sütunların arasında babamla birlikte. İkincisi 2009 olabilir, o zaman böyle ışıltılı, ambiyanslı değildi. Çabucak gezip çıkmıştık. Bu seferki çok havalıydı ama ışıkları neden ikide bir yakıp yakıp söndürüyorlardı anlamadım. Yine de objeler, ışıklar ve renkler gizemli, hoş bir anlam katmış sarnıca, beğendim. 





Medusa biraz sinirli, bu kadar kalabalık gelmeyin, ters durmaktan beynim aktı, çekip gidin de normale döneyim diyor.



Ve bunlar da biziz; ben, kız kardeş, Qunegond 😀

Çıkışta nereye uğradık peki? Tabii ki satış mağazasına, hiç atlamayız 😊 Kız kardeş bir minik, sinirli Medusa replikası ve magnet, ben de bir magnet ve ayraçla Yerebatan ziyaretini sonuçlandırdık. Şimdi sırada Şerefiye Sarnıcı var.

Efendim ruhumuz saraylı olduğu için Divanyolu'ndan yürüyerek ulaşmak niyetindeyiz sarnıca ama öncesinde Barın Han'a uğrayıp orada açılan bir sergiyi gezeceğiz.


Barın Han ünlü hat ve cilt sanatçışı Prof. Emin Barın'ın uzun yıllar kullandığı bir atölye, ölümünden sonra sanat merkezi olarak hizmet veriyormuş. İlk iki kattaki sergiyi gezebildim ama üçüncü kata çıkmaya protezlerim biraz nazlanınca ben yukarıdaki salonda oturup Emin Barın'ın hat çalışmalarından yapılmış afişlere bakarak onları bekledim. Sonra da yan sokaktaki Şerefiye Sarnıcı'na geçtik. Bu sarnıcın biletlerini de Passo'dan alabiliyorsunuz ama saatli olarak satıldığı (çünkü ses ve ışık gösterisi yapılıyor) için gişeden aldık bu sefer. Zaten tenhaydı, beklemedik. Yerebatan'a göre biraz daha ucuz, 65 yaş yine ücretsiz.


Sesli ve renkli dijital gösterimle memnun ayrıldık Şerefiye'den. Sarnıcın çevresine yerleştirilmiş şirin Şahmaranlar da ayrı güzeldi:


Divanyolu'ndan yürüyüşe devam, gördüğümüz ve merak ettiğimiz her yere dalarak tabii ki 😃 Çorlulu Ali Paşa Medresesi, Kapalıçarşı'nın bir galerisi, Sahaflar Çarşısı, Çınaraltı hepsi nasibini aldı ve kuru fasulye yemek planıyla Süleymaniye'ye taşıdı. Ali Baba'nın kuru fasulye tükkanına yerleştik, kuru-pilav-turşu üçlemesi ile aç karnımızı doyurduk ve akşamı ettik.

Yediklerimizi hazmetmek için tekrar tabanvaya bindik ve Eminönü'ne yürüdük. Vapur saatine kadar turistik fotoğraflar çektik:


"Yeni Cami direk ister/Söylemeye yürek ister/Benim karnım toktur ama/arkadaşım börek ister". Oğlum doğduğu sırada Ramazan'dı ve 1. katta oturuyorduk. Kolikli, sürekli ağlayan ve uyumayan bir bebekti. Tam gözünü kapatıp uykuya dalardı, davulcu gelir pencerenin altında bir yandan güm güm davula vurup bir yandan bu maniyi söylerdi. Ne davulcu susardı, ne de sesle uyanan çocuk. Yeni Cami'yi görünce anılarım depreşti 😀

Sonunda vapura yerleştik, üstelik son vapurmuş isabet oldu, bir de Karaköy'e yürüyecektik onca yorgunluğun üstüne. Bay bay Eminönü...


Kadıköy'de sevgili Qunegond'dan ayrıldık. Gün boyu bizimle gezip yorulduğu ve arkadaşlığı için bir kez de buradan teşekkür edeyim. 

Vapurdan inince kendimi çok yorgun ve susuz hissedince hemen kıyıdaki büfelerden birinin masasına yerleştik, günün son keyfini yapıp otelin yolunu tuttuk.


İkinci günde görüşmek üzere...

10 Eylül 2024 Salı

İSTANBUL, 1. GÜN / 10 EYLÜL

En sevdiğim çiçeğin adını verdiğim blogumu 2009 yılında açmıştım, bir gün kalabalık bir camia tarafından bu adla anılacağımı hayal bile etmeden. Artık 15 yaşında bir ergen olan Leylak Dalı'ma gerçek anlamda şükran borçluyum, birlikte büyüdük, geliştik, dostlar edindik, öğrendik, öğrettik, bireysel ve toplumsal önemli olaylara şahitlik ettik. Blog alemi yıllar içinde kentsel dönüşüm kurbanı olsa, bazı blogdaşlar buraları terk edip yeni açılmış İnstagram, Twitter gibi sitelere yerleşse, bir kısmı tamamen terkeylese, o eski altın günleri, bayramlaşmalar, kartlaşmalar, yemek tarifleri alıp vermeler kalmasa da biz sadık birkaç komşu hala direniyor, pencerelerimizi açıp içinde yaşadığımız günlerin kırıntıları olan çarşaflarımızı silkelerken iki lafın belini kırmayı, hâl hatır sormayı ihmal etmiyoruz. Aramıza yeni komşular da karışıyor zaman zaman, mahalleli olmaktan kopmuyoruz kısacası. Söz konusu komşularımızdan uzaklarda yaşayanı biz ülkede yaşayanların yapamadığını yapıp tatil için geldiği memlekette iki blog buluşması ayarlayıverdi. İlki İzmir'de gerçekleşince ben bir kıskan, bir kıskan, adeta kurdeşen döktüm...dersem inanmayın tabii ki ama fena halde imrendiğim doğrudur. Bunun üzerine canım C, İstanbul'da da bir buluşma organize etti. Balıklama atladım elbette, hem İstanbul, hem blog buluşması, bundan iyisi Malatya'da kayısı (Şam ne yahu, oradan fıstık gelsin 😃) Kız kardeşi yoldaş ettim, biletleri ayarladım, otel rezervesini yaptırdım, valizleri toparladım, haberi olmayanları haberdar ettim ve ayın 6'sı Cuma günü sabahın 7.30'unda YHT koltuklarımıza yerleşmiştik bile. 

Geçen yıl kaldığımız otelden memnunduk, merkezi, temiz ve güvenilir bir yerdi ve çok sevdiğim Yeldeğirmeni'nde idi. Geçen yıl ilk kez gideceğimiz için sevgili eski blog komşumuz Qunegond gelip bizi Söğütlüçeşme'den almış ve valizlerimizi çekerekten yürümüştük otele. Gerçekten yürünebilir bir uzaklıkta idi ve buna güvenerek bu kez yine yapıştık valizlerin sapına ve tekerlek tıkırtılarıyla düştük yola. Zaten İstanbul'da o mesafeye ara ki taksi bulasın. Amma velakin aradan geçen bir yıl zaten olmayan yön duygumuzu iyice körelttiğinden kocaman bir ana caddeye gelince kız kardeşle birbirimizin yüzüne bakıp "Biz buradan geçmemiştik kiii!" dedik. Eee, napcaz şimdi? Bir-iki kişiye sorduk, net bir cevap alamadık. Elimdeki navigasyon bir susup bir konuştuğu için pek faydalı olamadı. Telefonu açıp Qunegond'a konum yolladık o bize tarif yaptı, yakındaymışız esasen, "Elmalı Çeşme" gibi güzel bir ismi olan sokağın yokuşunu tırmanarak ulaştık mahalleye, sorduğumuz birkaç kişinin yardımıyla da oteli bulup valizleri attık odaya. El-yüz yıkama, kostüm değiştirme derken Qune ile buluşmak üzere çıktık ama önce aç karnımızı doyurmamız lazımdı, ara sokaklardan birinde hoşumuza giden cafelerden birine, "Manifesto"ya oturup bir şeyler atıştırdık. O sırada Qunedond da katıldı bize, yemek sonrası İstanbul Kart için Kadıköy'deki mekana gittik. 

Gidiyoruz, geçse de yolumuz bozkırlardan, denizlere çıkar sokaklar 😊

Kız kardeşle ikimiz birer kart edinip yaptığımız plan uyarınca Bulgur Palas ziyareti için Karaköy vapuruna atladık. Ankaralıyız ya, belki yüz kere gördüğümüz manzarayı ilk kez görüyormuş gibi yine fotoğrafladık 😊



Karaköy'de inince rehberimiz Qune tramvaya binmemiz gerektiğini söyledi, lakin tramvay gelmek bilmedi. Derken bir anons, iki tramvay arka arkaya gelecek, lütfen yoğunluk yaratmayın mealinde. İlki Pakistan otobüslerine benziyordu, binemedik. İkincinin de ondan farkı yoktu, Allah Allah sesleriyle kale fethetmeye giden Osmanlı ordusu gibi saldırdık tramvay kapısına, gelgelelim Qune bindi, kapılar kapandı, biz kaldık dışarıda. Angaralıyık, bahtı karalıyık 😂 Derken kapılar tekrar açıldı ama kolumuzun sığacağı kadar boşluk yok. İçerideki yerli halk halimize acıdı biz amatör Ankaralıları çekiştirerek soktular tramvaya. Sardalye tenekesindeki ölü balık bile bizden rahat pozisyondadır eminim, kapladığımız yüzölçümü en aza indirerek ulaştık Haseki'ye. Tramvaydan inip eski hacmimize döndük ve vurduk Bulgur Palas yoluna:



Haseki çok şaane (podcastçi vurgusuyla söylediğimi farz edin) semt. Tarihi 1400'lü yıllara dayanan Cambaziye Camii'nin önünde dönerci üstü postmodern bir kuş yuvası eve(?) rastlayabiliyorsunuz. Dönercinin çocukları evcilik oynasın diye yapılmış olabilir 😀 Kazım Bey'in Çeşmesi ise bakımlı, armalı marmalı, çiçekli miçekli pek şık. Yeni elden geçmiş belli, suyu da akıyor. Çok seviyorum bu eski semtleri, üstelik dahası var:


"Arkadioslu Sandviç". Valla biz bile tramvayda daha rahattık. Adamcağız-ki kendisi 5. YY'da Doğu Roma İmparatoru imiş, devrinde Gotlar yenilmiş, şerefine sütun dikilmiş, lakin 20. YY'da sütunun kendi gitmiş kaidesi kalmış, o da yetmiyormuş gibi iki yanına iki bina yapmışlar, olmuş sana "Arkadioslu Sandviç". Ben diğer binayı kadraja alamamışım ama orada da bir bina var. Ne tuhaf, sabah kalkıp pencereden bakıyor ve bir kütle ile karşılaşıp "Günaydın Arkadios" diyorsun. Osmanlı devrinde bu semtte kadın esir pazarı kurulurmuş, sözüm meclisten dışarı adı "Avrat Pazarı" imiş ve bu sütuna da "Avrat Sütunu" denirmiş, ne ayıp 😡

Derken menzile ulaştık, "Bulgur Palas";


Giriş ücretsiz ama "İstanbulsenin" uygulaması istiyorlar, sanırım ziyaretçi sayısını belirlemek için. "İstanbul bizim değil, Ankaralıyız" dedik ama uygulamayı indirdik yine de, sonra girdik içeri. Şansa bakın ki asansörün bakım günüymüş minare merdivenleri gibi dik ve bitmek bilmeyen merdivenleri protezli dizlerime reva gördüler. Esasen içeride pek fazla bir numara yok, aslonan binanın dıştan görünüşü, çok güzel restore edilmiş ve mimari anlamda nefis bir yapı. Mimarının Ankara'da pek çok erken Cumhuriyet dönemi yapılarında imzası olan Mongeri olduğu düşünülüyor ama kesinlik kazanmamış. Konak zahire tüccarı Bolulu Habip Bey'e ait imiş, kendisine "Bulgur Kralı" dendiği için binanın adı da "Bulgur Palas" olarak kalmış. İBB özel mülk olan binayı 2021 yılında alıp ziyarete açmış, iyi de etmiş. Katlarda okuma ve sergi salonları var, terasta ise panoramik bir İstanbul manzarası. 


Katlardan birindeki Fransız balkona çıkıp etrafı temaşa ediyorduk ki görevli gelip uyardı, "Yassah!"mış, zira düşme tehlikesi olabilirmiş. Temaşa işini onlarca basamak çıkıp terastan yaptık biz de, bolca çatı gördük:




Aynı basamakları bu kez inerek gezimizi sonlandırdık, kibar görevlilere teşekkür edip bahçedeki satış mağazasına girdik ama çok çirkin anahtarlıklar dışında binayı temsil eden bir hediyelik bulamadık. Ayraç ve magnet bekliyoruz efenim ya da küçük bir maket, yapınız lütfen. 


Konağın köpeği ile de vedalaşıp ayrıldık Bulgur Palas'tan. Oturarak yapılan daha sakin bir tramvay yolculuğu ile Yerebatan Sarnıcı'na çevirdik yönümüzü. 

Sizleri daha fazla yormak istemiyorum, günün ikinci bölümü bir dahaki yazıya kalsın.

Not: Gece boyu rüyamda Narin vardı, müthiş huzursuz bir uyku uyudum, esasen her şeyin anlamsız geldiği günlerden biri ama kendini yazmakla sağaltan biri olarak geçtim blogun başına. Tek dileğim suçluların bulunup cezalandırılması, yoksa bu ilk değil, son da olmayacak ne yazık 😢