En sevdiğim çiçeğin adını verdiğim blogumu 2009 yılında açmıştım, bir gün kalabalık bir camia tarafından bu adla anılacağımı hayal bile etmeden. Artık 15 yaşında bir ergen olan Leylak Dalı'ma gerçek anlamda şükran borçluyum, birlikte büyüdük, geliştik, dostlar edindik, öğrendik, öğrettik, bireysel ve toplumsal önemli olaylara şahitlik ettik. Blog alemi yıllar içinde kentsel dönüşüm kurbanı olsa, bazı blogdaşlar buraları terk edip yeni açılmış İnstagram, Twitter gibi sitelere yerleşse, bir kısmı tamamen terkeylese, o eski altın günleri, bayramlaşmalar, kartlaşmalar, yemek tarifleri alıp vermeler kalmasa da biz sadık birkaç komşu hala direniyor, pencerelerimizi açıp içinde yaşadığımız günlerin kırıntıları olan çarşaflarımızı silkelerken iki lafın belini kırmayı, hâl hatır sormayı ihmal etmiyoruz. Aramıza yeni komşular da karışıyor zaman zaman, mahalleli olmaktan kopmuyoruz kısacası. Söz konusu komşularımızdan uzaklarda yaşayanı biz ülkede yaşayanların yapamadığını yapıp tatil için geldiği memlekette iki blog buluşması ayarlayıverdi. İlki İzmir'de gerçekleşince ben bir kıskan, bir kıskan, adeta kurdeşen döktüm...dersem inanmayın tabii ki ama fena halde imrendiğim doğrudur. Bunun üzerine canım C, İstanbul'da da bir buluşma organize etti. Balıklama atladım elbette, hem İstanbul, hem blog buluşması, bundan iyisi Malatya'da kayısı (Şam ne yahu, oradan fıstık gelsin 😃) Kız kardeşi yoldaş ettim, biletleri ayarladım, otel rezervesini yaptırdım, valizleri toparladım, haberi olmayanları haberdar ettim ve ayın 6'sı Cuma günü sabahın 7.30'unda YHT koltuklarımıza yerleşmiştik bile.
Geçen yıl kaldığımız otelden memnunduk, merkezi, temiz ve güvenilir bir yerdi ve çok sevdiğim Yeldeğirmeni'nde idi. Geçen yıl ilk kez gideceğimiz için sevgili eski blog komşumuz Qunegond gelip bizi Söğütlüçeşme'den almış ve valizlerimizi çekerekten yürümüştük otele. Gerçekten yürünebilir bir uzaklıkta idi ve buna güvenerek bu kez yine yapıştık valizlerin sapına ve tekerlek tıkırtılarıyla düştük yola. Zaten İstanbul'da o mesafeye ara ki taksi bulasın. Amma velakin aradan geçen bir yıl zaten olmayan yön duygumuzu iyice körelttiğinden kocaman bir ana caddeye gelince kız kardeşle birbirimizin yüzüne bakıp "Biz buradan geçmemiştik kiii!" dedik. Eee, napcaz şimdi? Bir-iki kişiye sorduk, net bir cevap alamadık. Elimdeki navigasyon bir susup bir konuştuğu için pek faydalı olamadı. Telefonu açıp Qunegond'a konum yolladık o bize tarif yaptı, yakındaymışız esasen, "Elmalı Çeşme" gibi güzel bir ismi olan sokağın yokuşunu tırmanarak ulaştık mahalleye, sorduğumuz birkaç kişinin yardımıyla da oteli bulup valizleri attık odaya. El-yüz yıkama, kostüm değiştirme derken Qune ile buluşmak üzere çıktık ama önce aç karnımızı doyurmamız lazımdı, ara sokaklardan birinde hoşumuza giden cafelerden birine, "Manifesto"ya oturup bir şeyler atıştırdık. O sırada Qunedond da katıldı bize, yemek sonrası İstanbul Kart için Kadıköy'deki mekana gittik.
Gidiyoruz, geçse de yolumuz bozkırlardan, denizlere çıkar sokaklar 😊
Kız kardeşle ikimiz birer kart edinip yaptığımız plan uyarınca Bulgur Palas ziyareti için Karaköy vapuruna atladık. Ankaralıyız ya, belki yüz kere gördüğümüz manzarayı ilk kez görüyormuş gibi yine fotoğrafladık 😊
Karaköy'de inince rehberimiz Qune tramvaya binmemiz gerektiğini söyledi, lakin tramvay gelmek bilmedi. Derken bir anons, iki tramvay arka arkaya gelecek, lütfen yoğunluk yaratmayın mealinde. İlki Pakistan otobüslerine benziyordu, binemedik. İkincinin de ondan farkı yoktu, Allah Allah sesleriyle kale fethetmeye giden Osmanlı ordusu gibi saldırdık tramvay kapısına, gelgelelim Qune bindi, kapılar kapandı, biz kaldık dışarıda. Angaralıyık, bahtı karalıyık 😂 Derken kapılar tekrar açıldı ama kolumuzun sığacağı kadar boşluk yok. İçerideki yerli halk halimize acıdı biz amatör Ankaralıları çekiştirerek soktular tramvaya. Sardalye tenekesindeki ölü balık bile bizden rahat pozisyondadır eminim, kapladığımız yüzölçümü en aza indirerek ulaştık Haseki'ye. Tramvaydan inip eski hacmimize döndük ve vurduk Bulgur Palas yoluna:
Haseki çok şaane (podcastçi vurgusuyla söylediğimi farz edin) semt. Tarihi 1400'lü yıllara dayanan Cambaziye Camii'nin önünde dönerci üstü postmodern bir kuş yuvası eve(?) rastlayabiliyorsunuz. Dönercinin çocukları evcilik oynasın diye yapılmış olabilir 😀 Kazım Bey'in Çeşmesi ise bakımlı, armalı marmalı, çiçekli miçekli pek şık. Yeni elden geçmiş belli, suyu da akıyor. Çok seviyorum bu eski semtleri, üstelik dahası var:
"Arkadioslu Sandviç". Valla biz bile tramvayda daha rahattık. Adamcağız-ki kendisi 5. YY'da Doğu Roma İmparatoru imiş, devrinde Gotlar yenilmiş, şerefine sütun dikilmiş, lakin 20. YY'da sütunun kendi gitmiş kaidesi kalmış, o da yetmiyormuş gibi iki yanına iki bina yapmışlar, olmuş sana "Arkadioslu Sandviç". Ben diğer binayı kadraja alamamışım ama orada da bir bina var. Ne tuhaf, sabah kalkıp pencereden bakıyor ve bir kütle ile karşılaşıp "Günaydın Arkadios" diyorsun. Osmanlı devrinde bu semtte kadın esir pazarı kurulurmuş, sözüm meclisten dışarı adı "Avrat Pazarı" imiş ve bu sütuna da "Avrat Sütunu" denirmiş, ne ayıp 😡
Derken menzile ulaştık, "Bulgur Palas";
Giriş ücretsiz ama "İstanbulsenin" uygulaması istiyorlar, sanırım ziyaretçi sayısını belirlemek için. "İstanbul bizim değil, Ankaralıyız" dedik ama uygulamayı indirdik yine de, sonra girdik içeri. Şansa bakın ki asansörün bakım günüymüş minare merdivenleri gibi dik ve bitmek bilmeyen merdivenleri protezli dizlerime reva gördüler. Esasen içeride pek fazla bir numara yok, aslonan binanın dıştan görünüşü, çok güzel restore edilmiş ve mimari anlamda nefis bir yapı. Mimarının Ankara'da pek çok erken Cumhuriyet dönemi yapılarında imzası olan Mongeri olduğu düşünülüyor ama kesinlik kazanmamış. Konak zahire tüccarı Bolulu Habip Bey'e ait imiş, kendisine "Bulgur Kralı" dendiği için binanın adı da "Bulgur Palas" olarak kalmış. İBB özel mülk olan binayı 2021 yılında alıp ziyarete açmış, iyi de etmiş. Katlarda okuma ve sergi salonları var, terasta ise panoramik bir İstanbul manzarası.
Katlardan birindeki Fransız balkona çıkıp etrafı temaşa ediyorduk ki görevli gelip uyardı, "Yassah!"mış, zira düşme tehlikesi olabilirmiş. Temaşa işini onlarca basamak çıkıp terastan yaptık biz de, bolca çatı gördük:
Aynı basamakları bu kez inerek gezimizi sonlandırdık, kibar görevlilere teşekkür edip bahçedeki satış mağazasına girdik ama çok çirkin anahtarlıklar dışında binayı temsil eden bir hediyelik bulamadık. Ayraç ve magnet bekliyoruz efenim ya da küçük bir maket, yapınız lütfen.
Konağın köpeği ile de vedalaşıp ayrıldık Bulgur Palas'tan. Oturarak yapılan daha sakin bir tramvay yolculuğu ile Yerebatan Sarnıcı'na çevirdik yönümüzü.
Sizleri daha fazla yormak istemiyorum, günün ikinci bölümü bir dahaki yazıya kalsın.
Not: Gece boyu rüyamda Narin vardı, müthiş huzursuz bir uyku uyudum, esasen her şeyin anlamsız geldiği günlerden biri ama kendini yazmakla sağaltan biri olarak geçtim blogun başına. Tek dileğim suçluların bulunup cezalandırılması, yoksa bu ilk değil, son da olmayacak ne yazık 😢