Görsel: Buradan
Sezonun ilk tarhana çorbasını pişirdik hayırlısıyla, resmi sonbahar açılışı diyeceğim ama burası Antalya. Daha pastırmalı pastırmasız çok sıcak yapar. Dün öğleden sonra başlayan yağmur-hoş buna yağmur demek hafif kalır, ufak çaplı bir tufan diyelim-"hımm, galiba yaz bitiyor" dedirtti. Bir süre bekledim, apartmanın altında biriken gölcüğe gemisiyle Nuh yanaşır mı diye ama gelen giden olmadı. Böyle kısa süreli tufanlara gönül düşürmüyor sanırsam. Zaten sonra dalga geçer gibi güneş çıktı. Şaşırdım mı? Hayır, bu memleketin netameli havalarına alışkınız biz. Yine de yağmurun gazıyla tarhana pişirmeye karar verdim, verdim vermesine de evde tarhana stoku tükenmiş. Bu memlekette üzerinden yaz geçen tarhananın kanatlı konukları olacağı için Ankara'ya giderken tüm kuru erzakları ya yanıma almış ya da elden çıkarmıştım. Eee niyet ettik bir kere, ne olacak şimdi? Beis yok, apartman komşuların yiğenlerin olunca alırsın eline tası, çalarsın kapılarını, "şu yengenize bir pişirim tarhana" dersin. İkiletmezler sağolsunlar, kapar tarhanayı, koyarsın ateşe. Sonrası afiyet olsun.
Bu aralar hala tam anlamıyla sağalmamış ruh halimden dolayı tek yapabildiğim kitap okumak, bazen de film ya da dizi izlemek. Dizi derken TV'den değil hafazanallah. Şu aralar elimden gelse TV'yi kilide vuracağım ama evde yalnız yaşamıyorum. 6. sezonu başlayan "Downton Abbey"in ilk beş bölümünü muhteşem Lady Grantham'ın entrikalarına gülerken izlemiş bulunuyorum. Yine 4 bölümlük bir mini dizi olan "Olive Kitteridge" de bir ütü seansı sırasında tüketiliverdi. Sırada Lale'nin önerisiyle "North&South" var.
Kitaplara gelince yer gibi okuyorum bu aralar, neredeyse günde bir tane ve genelde iyi çıkıyor elime aldığım kitaplar. Pazartesi'den bu yana "Kelebeklerin Yazı" ve "Kağıt Ev"i bitirdim, Ayşegül Devecioğlu'nun ilk romanı olan "Kuş Diline Öykünen"i ise yarıladım. Bazen okurken beni şaşırtan enteresan tesadüfler oluyor. "Kelebeklerin Yazı"nda tam ağzıma "After Eight" çikolatası atacakken okuduğum satırda "After Eight"ten bahsedilmiş olması gibi :) Dün bitiridiğim 89 sayfalık ama dolu dolu bir kitap olan "Kâğıt Ev" ise kitaplar konusunda hislerime tercümandı:
"Harf haritasında parıldayan yıldızlar vardı, bir gece içinde yayınevlerinin korumasındaki rezil kitapları paraya dönüştüren, pazarlama taktikleriyle piyasaya sunulan, edebiyat ödülleri kazanan, romanları kepaze filmlere dönüşen ve kitapçıların vitrinlerini süsleyen, sergilendikçe para üstüne para kazandıran yıldızlar. Ve tüm bunlar bir yazarın aşması gereken rengarenk bir savaş alanı gibi beliriveriyordu bar masalarında, üstelik yazı macerasında da değil; gerçi orada başlayanlar da oluyordu bu savaşı ama pek azı tamamlayabiliyordu. Editörler iyi kitapların yokluğundan, yazarlar büyük yayınevlerinin yayımladığı "bok"lardan şikayet ediyordu; öfkeli iddiaları, başarısızlıklarını haklı kılan mazeretleri, çaresizce hırsları vardı her birinin. Buenos Aires'te kitaplar bir strateji, aynı anda birden çok yerde bulunma ve güç yeteneği savaşının göz yanıltıcı merkezine dönüşmüştü."
Dünyanın her yeri aynı sanırsam; ha Arjantin, ha Türkiye. Vah biz okurlara...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder