Filmin konusu çok matah değil ama benim derdim de filmin konusundan ziyade oyunculardı, ikisini birarada izlemek gerçek bir keyifti, şahaneydiler. Yalnız Oliviacığımızın kıyafetleri neden o kadar bol ve çirkindi bilemedim.
Sanat, edebiyat, kitaplar, müzik, mutfak. Kısacası her telden...
Öncelikle kızlarımızı tebrik ederek başlayayım, onlar sadece filenin değil, gönlümüzün de sultanları, çok yaşasınlar, elleri dert görmesin, ayaklarına taş değmesin.
Anneannem tarzı duamsı temenniden sonra gerçek bir rutin dışı yaptığım pazar gününden söz edeyim. Yazın kaldığımız aile evimizde 1,5'a yarım metre boyutlarında dolap mı, kiler mi, yüklük mü, sandık odası mı olduğunu hâlâ anlayamadığım bir bölüm var, kapısı ve üst tarafında da yine kapağı olan bir dolabı mevcut. Komşular ne amaçla kullanıyor bir fikrim yok, sadece eski bitişik komşumuz rahmetli Kifo oraya yorgan-yastık yığardı, yüklük gibi yani. Babam bu eve taşınmadan, yüklük, dolap, çekmece benzeri şeyler yaptırdığından bu mekanı kendine alet-edevat dolabı olarak ayırmıştı. Çok yetenekli bir adamdı. Elinden gelmeyen iş yoktu; her türlü tamiratı yapar, dikiş diker, ayakkabı onarır, hatta yapardı, kendine ayakkabı, bana ve arkadaşlarıma sandalet yaptığı vâkîdir gençliğimde. Son derece güzel maketler, çavdar sapından resimler üretir, mektupla mezun olduğu teknik resim kursundan kaynaklı müthiş teknik çizimler gerçekleştirirdi. Parmak yedirten lezzette turşular kurar, sofistike yemekler dener, çok güzel salatalar yapardı. Koltuk, sandalye kaplaması bile becerdiğini de söylemeden geçemeyeceğim. Tabii bu işleri yaparken hayli dağınık çalışır, annemle kavgaları da hiç bitmezdi eylem süresince. Sadede gelecek olursam, babamın tüm bu işlerde kullandığı aletlere ev sahipliği yapan o dolap ölümünden bu yana-hatta daha öncesinde-bırakıldığı şekilde duruyordu, bizzat kendimiz de nereye koyacağımızı bilemediğimiz ıvır-zıvırı oraya atmakta hiç beis görmüyorduk. Lazım olan bir şeyi almak için kapısını her açtığımda "Şurayı bir elden geçirmek lazım" diye düşünüp alacağımı aldıktan sonra kapısını kapatıp gidiyor, eyleme geçmiyordum. Kısmet bugüneymiş, insanlık için küçük ama benim için çok çok büyük bir adım atarak öğlen itibariyle dolabı temizlemeye karar verdim.
Üç saat boyunca belim, dizlerim, boynum, carpal tunnelli ellerim, alnımdan inen terlerin tuzundan yanan gözlerim "İmdaaat!" diye bağırdı ama hiçbirine yüz vermeden devam ettim. Üç battal, üç normal boy çöp poşeti dolusu ıvır zıvırın bir kısmı çöpe, bir kısmı kağıt toplayıcılar için konteyner yanına gönderildi tarafımdan. En az bir düzine yıllardır giyilmediği için kurumuş ayakkabı, babamın ayakkabı tamirinde kullandığı tahta kalıplar, deri ve kumaş parçaları, lazım olur diye üstüste yığılmış koliler, eski dergiler, gazeteler, içinde binlerce paslanmış çivi, vida, pul vs olan kiloluk peynir tenekeleri ve buna benzer bir sürü gereksiz eşya dolaptan tahliye edilip çöp konteynerini boyladılar. Tüm rafları silip temizledim. Gerçekten işe yarayacak malzemeleri elden geçirip düzgün bir biçimde yerleştirdim. Bu arada diz protez ameliyatı günlerimin yıldızı Aliye isimli yürütecime de bir merhaba demeyi ihmal etmedim, hâlâ duran mor kurdelesi ve çiçeğiyle tekrar lazım olmaması dileğiyle onu eski yerine yerleştirdim. Bir süre eşlikçim olan Füreya isimli bastonum ise Antalya'da. Tüm bu kargaşa ve kıvır zıvırın içinde karşıma iki de sürpriz çıktı. Biri şu:
Ben de muhtemelen Uzakdoğu işi şu paravana bayıldım:
Genel kurul salonundaki localardan birine Atatürk'ün balmumu heykelini yerleştirmişler, uzaktan bakınca çok gerçek görünüyor. Umut minnak olduğundan orada fark edememiş, üst kata çıkınca ben gösterdim. Eve gelince beni bir kenara çekip, "Babaane Atatürk ölmedi mi? diye sordu. "Öldü" deyince de "Peki orada nasıl oturuyor?" demez mi? Heykel olduğunu anlamamış minnoş 😊 Çocuğu gezdirelim derken kafasını karıştırdık galiba.
Ağustos'u da yolcu ettik, hoş geldi Eylül, güzel gelsin, üzmesin, yormasın bizi. Bu ay istediğim miktarda kitap okuyamadım maalesef, 7 kitapla kapattım bu ayı, üstelik onca kitabın içinde sadece iki tanesini sevdim. "Benim Adım Lucy Barton" ve "Nergis Hanım Hakkında Her Şey". İlki Olive Kitteridge kitaplarını da yazan Elizabeth Strout'undu, en az onlar kadar güzeldi. Nergis Hanım ise bir ilk roman ve ilk roman olmasına rağmen oldukça yetkin bir dili vardı. Diğerlerini de okumasam da olurmuş, hele büyük bir hevesla aldığım İnci Ar.al'ın yeni kitabı tam bir hayal kırıklığı oldu.
Filmler konusunda standardıma ulaştım neyse ki, 10 filmle ayı kapattım ve bir-ikisi hariç izlediğime pişman etmediler beni. En sonuncuyu dün akşam MUBİ'de izledim ki bir Külkedisi uyarlaması idi. Çok yeni bir Norveç filmi, vakit doldurmak için ideal.
Storytel'de ise "Vatan Millet Samatya"yı dinliyorum, kitabı okusam bu kadar keyif alır mıydım bilmem ama Tilbe Saran öyle bir seslendirmiş ki adeta yaşıyorum dinlerken. Bence okumadıysanız okumayın, dinleyin derim.
4. yazıyı da sonlandırırken tüm ekibe ve takipçirulerime sevgiler yolluyorum...