.

.
.

17 Eylül 2025 Çarşamba

RUTİN DIŞI 10

 

Ekmekçi Kız'dan sonra en birinç, daha doğrusu en ikinç benim 😂 Onuncuya gelivermişim maşallah. Niye öyledir hala çözemesem de fazla yazı göz çıkarmaz diyor ve devam ediyorum.

Storytel'de eskiden okuduğum yerli klasikleri tekrar ediyorum, dinlemek ayrı bir zevk zira, hem unuttuklarımı hatırlıyor, hem de ne kadar güzel yazdıklarına şaşıp hayran oluyorum. Sabah "Sinekli Bakkal"ı bitirdim. Ortaokulda iken okumuştum, yıllar sonra hafıza tazelemek iyi geldi. Az evvel de Adalet Ağaoğlu'nun Dar Zamanlar Üçlemesi'nin ilk kitabını dinlemeye başladım. Esasen üçlemenin üç kitabını da iki kere kıraat etmişliğim var zamanında ama hem yazarı, hem de bu kitapları öyle çok severim ki bir kez de dinlemek istedim. İlk kitap "Ölmeye Yatmak", okuyanlar bilir kitap Cumhuriyet'in ilk yıllarında Ankara'nın bir küçük kasabasında düzenlenen müsamere ile açılır. Akşam yemeği hazırlarken dudağımın ucunda bir gülümseme ile dinledim. Aklıma öğretmenliğimin ilk yıllarında okulda düzenlenen bir eğlence gecesi için hazırladığımız koro geldi. Okulda müzik dersi yoktu o zamanlar (meslek lisesi stayla) ama Müzik Kolu vardı. Hal böyle olunca kolun görevli öğretmenleri öğretici, öğrenciler de koro elemanı oldular otomatik olarak. Biz iki arkadaştık, daha önce bir koroda faaliyeti olan arkadaşı koro şefi yaptık, ben de türkülerin öğreticisi oldum. Sonra eski bir öğrencimiz katıldı bize yardımcı olarak, çok ilginçtir ki Ticaret Lisesi'ni bitirip azmederek konservatuar kazanmıştı. Hem sazıyla türkülere eşlik ediyor, hem de bize bazı türküleri öğretirken destek veriyordu. Müzik Kolu'ndakiler otomatik olarak korist olduğundan içlerinde fena halde bet sesliler vardı 😂 Bet seslilerin en bet seslisinin babası savcı idi, boyu da hayli uzundu. O bet ses duyulmasın diye, hem de boyu çok uzun olduğu için koronun en arka sırasına almıştık.  Rahmetli müdürümüz statüye pek önem verirdi. Bir gün provayı izlemeye geldi. "Kerpiç Duvar Yan Uçtu" diye bir türkü öğretmişiz, arkadaşım onu yönetiyordu ki, müdür sahneye çıkıp "Dur" dedi. Koro durdu, savcının bet ses oğluna baktı, "Sen neden en arkadasın, gel bakayım öne" dedi, oğlanı en öne aldı, sonra koroyu yöneten arkadaşa döndü, "Buna solo söyletin" dedi. Ben sahne altında saç baş yoluyorum, çocuk zaten şarkı söylemiyor, arada gak gak der gibi ağzını açıp kapatıyor. Sadece ses kötü değil, ritm duygusu da yok. Ama olsun, babası savcı ya gerisi hikaye. Koroyu yöneten arkadaşı kenara itti, savcının oğluna "Geç bakayım ortaya, haydi söyle" dedi. Çocuk sözleri bile bilmiyor ki doğru dürüst, bakıyor öyle, bir de heyecanlandı garibim müdürün özel ilgisinden. Baktı çocuk söylemiyor aldı sazı eline müdürümüz, orkestra şefi gibi gibi el kol hareketleri yaparak kendi söylemeye başladı: "Kerpiç duvardan düştüm". Sözler yanlış, müdürün sesi savcının oğlundan da bet, sürekli tekrarlıyor, çünkü gerisini bilmiyor: "Kerpiç duvardan düştüm". Korodakiler gülecek gülemiyor. Baktı çocukta tık yok, döndü arkadaşa, "Bunu çalıştır, solo söylesin" dedi gitti. O gider gitmez çocuğu eski yerine aldık, "Aç kapa oğlum sen ağzını yeter" dedik. Bakın neler hatırlattı bana "Ölmeye Yatmak".

Yazıya başlamadan önce bir film izledim. Bu aralar gündemde olan "The Roses"i. Başrollerde Olivia Colman (ki bayılırım) ile Benedict Cumburlop (O soyadı yazmak çok zor) vardı. 


Filmin konusu çok matah değil ama benim derdim de filmin konusundan ziyade oyunculardı, ikisini birarada izlemek gerçek bir keyifti, şahaneydiler. Yalnız Oliviacığımızın kıyafetleri neden o kadar bol ve çirkindi bilemedim. 

Bu ayın üçüncü kitabını bitirmek üzereyim, "Buradan Bir Britt-Marie Geçti". Edebi anlamda çok müthiş değil ama esprili ve sevimli bir kitap, üstelik bazı bölümlerde de taşı gediğine koyuyor ki şaşıp kalıyorsunuz. Bu ay kalın kitaplar okuyorum, o yüzden yavaş gidiyor. "Mutluluk İhtimali"ni çok beğendim, keza "Çalınan" şahaneydi. Irkçılık, azınlıklara yapılan baskılar, madencilik yüzünden bozulan doğa dengeleri, ren geyiklerinin yaşama alanlarına müdahale, iklimsel değişiklikler dünyanın başına dert. Sosyal devlet diye imrendiğimiz İsveç'in tanıdık bir ülkeyle bazı alanlardaki benzerliği de şaşırtıcı idi. 

Dün sevgili blog arkadaşlarım Bilge'nin Annesi ve Kitapçı Kedisi ile birlikteydim, günümü güzelleştirdiler. Sizin de gününüz güzel olsun...

Not: Robert Redford'un ölümünü öğrendim, gençliğimin en sevdiğim yabancı erkek oyuncusuydu. "Akbaba'nın Üç Günü" filmini izlerken yaşadığımız unutulmaz bir anı vardır. Gün içinde bir filmini izleyerek anacağım kendisini, toprağı bol olsun...

13 Eylül 2025 Cumartesi

RUTİN DIŞI 9


Hızlı mi gidiyorum bilemedim, başlıkta 9 rakamını görünce şaşırdım. Aslında haftada 3 niyetindeydim ama fark etmeden fazla mı yazdım? Neyse fazla yazı göz çıkarmaz diyelim ve devam edelim.
Hafta ortası birkaç lise arkadaşımla buluştum. Bir tanesiyle orta 1'den bu yana arkadaşız, aralıksız sürdürdük bunca yıldır. Diğerleriyle ise, mezun olduğumuz lisenin 20 yıl kadar önce düzenlediği döner günü aracılığıyla irtibatlaşıp giderek sayıyı arttırdık. Sayımız otuzu buldu ama haliyle hepsiyle sık sık görüşebilmek mümkün değil, Ankara'da olan küçük bir grupla daha sık bir araya gelebiliyoruz. 

Buluştuğumuz mekanda biz sohbeti koyultup zaman zaman kahkahalar atarken yan masada oturan bir kadının bizi izlediğini fark ettim. Nitekim hesabını ödeyip kalktı ve yanımızdan geçerken "İyi günler Altın Kızlar" dedi. Kadına gülümsedim ama hiç tanımadığım, bizim hakkımızda fikri olmayan bir insanın yaftalamasından da rahatsız oldum. Sanki ömründe ilk kez bir restoranda oturan belirli yaşta kadınlar gördü, üstelik kendisi de yaş olarak bizim sulardaydı. Yaş bir kılıf bence, insanı niteleyen içindeki ruh ama bunu anlatmak çok zor geçelim. Bir keresinde de canım Sevda (Bilge'nin Annesi) beni bacağımda büyüyüp rengi koyulaşan ve korkunun ecele faydası olmasa da beni doktora gitmekten alıkoyan ne idüğü belirsiz zımbırtıyı göstermek üzere yakındaki özel hastaneye götürmüştü, evet, zorla götürmüştü. Bana kalsa evhamımla daha epey oturup ölmeyi beklerdim 😂 Latince ismini okuduğum an unuttuğum zımbırtıya cerrahın söylediği alıp biyopsiye göndermek gerektiğiydi. Bu işin hemen yapılmasına karar verildi ve ben ameliyat kostümlerimi giyip açılan odada Sevda ile sohbete daldım. Sonra hemşire içeri girdi, "Hangi bölge?" diye sordu, ben evin olduğu semti söylemek üzereyken Sevda atılıp "Bacak" dedi, ardından gülme krizine girdik. Hemşirenin tepkisi şu yönde oldu: "Ay ne tatlısınız Şen Dullar". Yok artık. Şen olmasına şeniz de dulluk ne alaka yahu, kocalar yanımızda olmayınca illa dul mu olacağız? Diyorum ya yaftalamak çok kolay, neyse bize gülmek için bir vesile daha çıkmıştı, zımbırtının biyopsi sonucu da iyi çıkınca unuttuk gitti diyeceğim ama arkadaş kendini unutturmuyor. Alt tarafı yarım leblebiden küçük bir oluşumu çıkarmak 45 dakika, yerini dikip kapatmak daha uzun sürmüştü. Meğerse kökü dışarda mihraklardanmış kendisi 😂 ayak baş parmağıma kadar mı uzandı nedir, dr uğraşıp durmuş köke ulaşmak için. Şimdi yerinde bir lira büyüklüğünde, eskilerin çiçek aşısı görünümünde bir damga var, torba ağzı büzer gibi büzüp atmış doktor. Tam anlamıyla kapanması 3 ay sürdü diyeyim de siz anlayın, her iki dizimdeki 20'şer santimlik protez dikişleri 15 günde kendini onardı da minicik şey canıma okudu 😀

Bir süredir sağ dizimde beni rahatsız eden ufak-tefek sıkıntılar vardı, Antalya'ya dönmeden imalatçısına bir göstereyim dedim. Ameliyatı yapan doktordan randevu almıştım, dün öğleden sonra gittik. Protez hikayem pandemi döneminde gerçekleştiği için doktorumu hiç maskesiz görmemiştim, yani yolda görsem tanımam. Dün ilk kez müşerref oldum yüzüyle. Kendisine önce şükranlarımı, sonra da şikayetlerimi sundum. Muayenede ters bir durum göremedi, bir de röntgen ve enfeksiyon yönünden kan tahlili isteyim, herhangi bir şeyi atlamayalım dedi. Önce kan verdim, genç ve hoş bir hemşire hiç uğraşmadan ve hiç acıtmadan buldu damarımı, kendisine de tebriklerimi sundum. Sürekli sunum yapıyorum gördüğünüz gibi 😂 Sonra dört yıl öncesinden hatırladığım labirentimsi bodrum kata indik, dizlerime poz verdirip cepheden ve profilden görüntülerini aldırdım ve sonuçlar gelen kadar hastane civarında turlamaya çıktık kızkardeşle. Sonra huzura kabul edildik, doktor kan sonuçlarımı gayet iyi bulup diz görüntülerimi açtı, gülmeye başladık. Zira protezlerimin görüntüsü aynı WC kapılarındaki levhalara benziyordu, klozette oturan bir şişman 😂 Bunu doktora söyleyip onu da güldürdük, Allah da bizi güldürsün. Sonuçta belirttiğim şikayetlere uyan bir anormallik görünmedi. Protezlerim gençliğini ve tazeliğini korumakta imiş, darısı bana. Dizlerime "Bak bir şeyiniz yokmuş, takırdayıp tıkırdayıp, ağrıyıp sızlayıp beni rahatsız etmeyin" diye tembih ederek döndüm eve.


Ankara'ya gelince çeri domates fideleri almıştık, normalde balkonda sivri biberden başka ürün alamıyorduk, geçen yılki biberler dolma çıkınca bari çeri alalım, Umut toplarken sevinir demiştik. Bu sefer de çeriler bildiğimiz domates çıktı. Epeyce de ürün verdi. Yukarıdakiler artık son demlerini yaşayanlardan. Umut her geldiğinde topluyor, sonra da saklama kabına koyup eve götürüyor 😀

Bu yazının rutin dışı da doktora gitmek oldu, neyse ki sıkıntılı bir durum yokmuş, buna da şükür diyorum,  Rutin Dışı 10'da buluşmak üzere hoşçakalın...

 

11 Eylül 2025 Perşembe

RUTİN DIŞI 8

 

Facebook'un ilk dolaşıma girdiği zamanlarda sosyal medya acemisiydik ve pek eğlenceli gelmişti platform. Bir sürü arkadaşımızın izini bulmuş, gruplara üye olmuş, fotoğraflar paylaşmış, oyunlar oynamış, mesajlar yollamıştık birbirimize. Lise arkadaşlarımın çoğuna Facebook sayesinde ulaşmıştım, hâlâ görüşüyoruz ne mutlu ki. Şimdiki laçkalık yoktu o zamanlar. Her an kapatmayı düşünüyorum ama bazılarıyla sadece o platformda ilişki kurabildiğim için onların hatrına bir kenarda tutuyorum, aklıma gelirse şöyle bir girip bakıyorum o kadar. Çünkü ortamda benim takip ettiklerim dışında herkes var, niye var onu da anlamıyorum. Hele o aptal saptal gruplar, bir oyuncunun rol icabı giydiği gelinlikle fotoğrafını koyup "Falancanın düğünü, tebrik etmez misiniz?" ya da ayrılalı neredeyse 10 yıl olmuş bir çiftin fotoğrafının altına "Mutlu evlilikleri sürüyor, maşallah deyin" paylaşımlarını görünce deli oluyorum. İki gün önce tiyatroculardan birinin gelinlikli görüntüsüne Melih Cevdet Anday'ın fotoğrafını ekleyip yanına da şimdiki eşiyle fotoğrafını koyup "İlk eşi-Son eşi" yazmışlar, Anday kadının ancak dedesi olabilir tabii ve ayrıca kimi koyduklarından haberleri yok. Hasılı Facebook deliler koğuşuna döndü diyeceğim de bugün gördüğüm bir haberle "Kedi olalı bir fare tuttu şükür" sözleri çıktı ağzımdan. 

Blogumun eski takipçileri bilir, ailecek başımızdan geçen, ölümden döndüğümüz bir sel felaketi yaşadık çok yıllar önce. Henüz 1,5 yaşındayken annem o yıllarda babamın görevi nedeniyle oturduğumuz Meriç'ten, Ankara'ya ailesinin yanına ziyarete gelmiş. O korkunç selin de tam o zaman geleceği tutmuş. Bugün Facebook'da rastladığım haber ve fotoğraf işte bu olayla ilgili, meğer 11 Eylül'müş o felaketin tarihi, unutmuşum. Uzun arayla aynı gün gerçekleşen İkiz Kuleler saldırısı kadar küresel olmasa da ülke için oldukça ağır sonuçlar doğuran bir felaket olmuş Hatip Çayı taşkını, 196 kişi ölmüş, pek çok kişi yaralanmış, yüzlerce ev yıkılmış, ulaşım ağları hasar görmüş. Yıkılan evlerden biri bizim de konuk olarak kaldığımız dedemin evi ve annemle ben evin önündeki at kestanesi ağacının üstüne zor bela tırmanarak kurtulmuşuz. Anneannem de bir başka ağacın üstüne tünemiş. Bizi, buz gibi sel sularında kulaç atarak ulaşan, bir yarışma için Ankara'da bulunan yüzücü gençler kurtarmış. Bir süre aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz çadırlarda kalmışız. Hayal meyal hatırlıyorum 1,5 yaşıma rağmen. Kızılay'ın yiyecek arabası gelince 11 yaşındaki dayıma seslenip "Ünal doş, papapa deldi, epek deldi" dediğimi anlatırlardı, kuru fasulye-pilav sevgimin o zamanla bir ilişkisi var sanırım.


Görsel: Buradan  Detayları merak ediyorsanız tıklayıp okuyabilirsiniz. Fotoğraftaki, sağdaki çadırlar ve önündeki o yol ara sıra rüyalarıma girer. Hayatımı borçlu olduğum at kestanesi ise hâlâ kutsalımdır, bunu beni tanıyan pek çok kişi bilir. 

Yeni bir kitaba başladım: "Çalınan". İsveç'in Kuzey Kutup Dairesi'ndeki topraklarda yaşayan ve ren geyiği üretimiyle geçinen, bizim Laponlar olarak bildiğimiz ama bu deyimden hoşlanmadıklarını kitabı okumaya başlayınca anladığım Sami halkı kitabın ana konusu. O halktan küçük bir kızın üzerinden anlatılan öykünün Netflix'de filminin olduğunu da yeni öğrendim, kitap bitsin hemen izleyeceğim. Çok iyi gidiyor, sanırım çabuk bitecek. 

Bu serinin yazısı çoğunlukla geçmişle bağlantılı oldu, sanırım benim Rutin Dışım geçmişe dönmekmiş. Şimdi izninizle çıkıp biraz yürüyeyim, hem de at kestanelerine tekrar teşekkür ederim...

8 Eylül 2025 Pazartesi

RUTİN DIŞI 7

Öncelikle kızlarımızı tebrik ederek başlayayım, onlar sadece filenin değil, gönlümüzün de sultanları, çok yaşasınlar, elleri dert görmesin, ayaklarına taş değmesin. 

Anneannem tarzı duamsı temenniden sonra gerçek bir rutin dışı yaptığım pazar gününden söz edeyim. Yazın kaldığımız aile evimizde 1,5'a yarım metre boyutlarında dolap mı, kiler mi, yüklük mü, sandık odası mı olduğunu hâlâ anlayamadığım bir bölüm var, kapısı ve üst tarafında da yine kapağı olan bir dolabı mevcut. Komşular ne amaçla kullanıyor bir fikrim yok, sadece eski bitişik komşumuz rahmetli Kifo oraya yorgan-yastık yığardı, yüklük gibi yani. Babam bu eve taşınmadan, yüklük, dolap, çekmece benzeri şeyler yaptırdığından bu mekanı kendine alet-edevat dolabı olarak ayırmıştı. Çok yetenekli bir adamdı. Elinden gelmeyen iş yoktu; her türlü tamiratı yapar, dikiş diker, ayakkabı onarır, hatta yapardı, kendine ayakkabı, bana ve arkadaşlarıma sandalet yaptığı vâkîdir gençliğimde. Son derece güzel maketler, çavdar sapından resimler üretir, mektupla mezun olduğu teknik resim kursundan kaynaklı müthiş teknik çizimler gerçekleştirirdi. Parmak yedirten lezzette turşular kurar, sofistike yemekler dener, çok güzel salatalar yapardı. Koltuk, sandalye kaplaması bile becerdiğini de söylemeden geçemeyeceğim. Tabii bu işleri yaparken hayli dağınık çalışır, annemle kavgaları da hiç bitmezdi eylem süresince. Sadede gelecek olursam, babamın tüm bu işlerde kullandığı aletlere ev sahipliği yapan o dolap ölümünden bu yana-hatta daha öncesinde-bırakıldığı şekilde duruyordu, bizzat kendimiz de nereye koyacağımızı bilemediğimiz ıvır-zıvırı oraya atmakta hiç beis görmüyorduk. Lazım olan bir şeyi almak için kapısını her açtığımda "Şurayı bir elden geçirmek lazım" diye düşünüp alacağımı aldıktan sonra kapısını kapatıp gidiyor, eyleme geçmiyordum. Kısmet bugüneymiş, insanlık için küçük ama benim için çok çok büyük bir adım atarak öğlen itibariyle dolabı temizlemeye karar verdim. 

Üç saat boyunca belim, dizlerim, boynum, carpal tunnelli ellerim, alnımdan inen terlerin tuzundan yanan gözlerim "İmdaaat!" diye bağırdı ama hiçbirine yüz vermeden devam ettim. Üç battal, üç normal boy çöp poşeti dolusu ıvır zıvırın bir kısmı çöpe, bir kısmı kağıt toplayıcılar için konteyner yanına gönderildi tarafımdan. En az bir düzine yıllardır giyilmediği için kurumuş ayakkabı, babamın ayakkabı tamirinde kullandığı tahta kalıplar, deri ve kumaş parçaları, lazım olur diye üstüste yığılmış koliler, eski dergiler, gazeteler, içinde binlerce paslanmış çivi, vida, pul vs olan kiloluk peynir tenekeleri ve buna benzer bir sürü gereksiz eşya dolaptan tahliye edilip çöp konteynerini boyladılar. Tüm rafları silip temizledim. Gerçekten işe yarayacak malzemeleri elden geçirip düzgün bir biçimde yerleştirdim. Bu arada diz protez ameliyatı günlerimin yıldızı Aliye isimli yürütecime de bir merhaba demeyi ihmal etmedim, hâlâ  duran mor kurdelesi ve çiçeğiyle tekrar lazım olmaması dileğiyle onu eski yerine yerleştirdim. Bir süre eşlikçim olan Füreya isimli bastonum ise Antalya'da. Tüm bu kargaşa ve kıvır zıvırın içinde karşıma iki de sürpriz çıktı. Biri şu:



Artık çok eskimiş ve yıpranmış, içinin yeşil keçe kaplaması babam tarafından yolunmuş olan bu ahşap kutu çocukluk günlerimdeki evcilik oyunlarımın bir numaralı malzemesi idi. Sağ yandaki bölmeden sol yanda da bir tane vardı, babam onu da halletmiş. Babam mevcut eşyalar ve giyim malzemeleri üstünde değişiklik yapmaya bayılırdı. Kazak alır, önünü boylu boyunca kesip fermuar dikerek hırkaya dönüştürürdü, hediye gelen tişörtün göğüs cebi yoksa etek ucundan parça kesip cep yapardı. Yakalı gömlekleri yakasıza çevirir, yakasız tişörtlere eski bir kazağın lastiğinden kestiği parçayla yaka yapardı. İlginç adamdı vesselam. Bu kutu benim bebeklerimin evi idi, iki oda-bir salon, kapak kısmı da teras. Mutfak, banyo neredeydi derseniz onlar hayalimde tabii ki. Evi döşer, parmak boyundaki bebeklerimi yerleştirir ve saatlerce kendi başıma evcilik oynardım. Uzun yıllar tek çocuk olduğum için kendimi oyalamayı gayet iyi becerirdim. Bebekleri ergenlik çağında bırakınca babam kutuya el koyup ayakkabı boyası kutusu yapmıştı, ayakkabılığın üst rafında dururdu bir zamanlar, sonra hurdaya çıkmış belli ki, dolapta unutulmuş. İşin tuhafı ben de unutmuşum, görünce bir tuhaf oldum. Bir kenara ayırdım, cilalayıp içini kaplayacağım ve Ankara'daki dikiş malzemelerime kutu olarak kullanacağım. 

Bulduğum ikinci şey ise beni ağlattı. Annemin ben çocukken devam ettiği biçki-dikiş kursundaki defteri. Genç kızlığında mahalle arasındaki kurslara giderek terziliği öğrenmiş aslında annem ama işi daha teknik hale getirmek için o yıllarda Kız Meslek Liseleri bünyesinde açılan iki yıllık Pratik Kız Sanat Okulu'na devam etmişti. Öğretmeninin ismini bile hatırlıyorum, Azade Hanım. Annemin acemi el yazısı ve elleriyle pelur kağıdından kesip yapıştırdığı patronları görünce hem anılarım canlandı, hem burnumun direği sızladı, sayfaları biraz ıslattım gözyaşlarımla. Bir hafta sonra 20. ölüm yıldönümü, bu bir tevafuk olsa gerek.


Alt sağdaki kol biçimine "Uçurtma kuşlu kol" denirdi, aradaki dörtgen parça uçurtma kuş oluyor. Benim çok komiğime giderdi bu deyim ve anneme "Bana uçurtma kuşlu kolu olan gömlek dik" diye takılırdım. Tüm bu minik patronlara bir vakitler annemin elinin değmiş olması duygulandırdı beni. Defteri saklanacaklar arasına aldım ama aynı torbadan çıkan, o yıllarda dikiş öğrenmenin araçlarından olan Pfaff giysi kalıplarını attım.

Dolap tenhalaştı ve pırıl pırıl oldu dostlar, bu başarımla gurur duyup önümüzdeki hafta da annemlerin gardrobuna el atmak niyetindeyim. Haydi bakalım, bana kolay gele...


6 Eylül 2025 Cumartesi

RUTİN DIŞI 6


Pek çoğunuzu mutlu ediyor mutlaka gökyüzündeki bulutlar ama benim ruhumu karartıyor. Oldum olası kapalı havaları sevmem, yağmuru da dozunda yağarsa pencereden bakarken severim. Anlıyorum susuzluk çekiyor ülke, anlıyorum günlerdir devam eden sıcak ve kurak hava canlara tak etti, yağması gerekir, hatta yağmalı ama sevmek zorunda değilim ki. "Yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?" demiş ya Nazım, ondan iyi mi bileceğiz, o hesap işte. Islandım mı delleniyorum, etrafımdakileri de delirtiyorum. Öğleden sonra hava karardı, kara bulutlar yoğunlaştı, "Aha dedim geliyor", gelmedi, gece buyurursa bilmem. Fakat baktım yerler akasyaların sarı yapraklarıyla dolmuş, hafiften de bir rüzgar var, tadım kaçtı. Ben sonbaharın hüzünlü olmayanını severim ve rica ederim bir süre daha yaz olsun.

"Dört Ayak Üstünde" bitti, Medusa Yayınları yine yanıltmadı, evlilik (tabii ki Amerikan usulü evlilik) üzerine ilginç bir kitaptı. Akabinde Livera'ya geçtim ki son zamanlarda çıkardığı kitapların neredeyse tamamını severek okuduğum bir yayınevi. "Mutluluk İhtimali" bir kuşak romanı, Doğu Almanya'nın Batı ile birleşmesinin, duvarın yıkılmasının üç kuşak üzerindeki etkisini anlatıyor. 86 doğumlu genç bir kadın, Anna Rabe kaleme almış, henüz başlardayım ama iyi gidiyor. Storytel'de "Vatan, Millet, Samatya" bitmek üzere, ardından ne dinlerim henüz karar vermedim. 

Kocam Bey fillerin başrolde olduğu bir belgesel izliyor. Bizim kuşak fil deyince "Mohini"yi hatırlar. Şimdilerde artık olmayan, Atatürk Orman Çiftliği'ndeki Hayvanat Bahçesi'ne gitmek en büyük mutluluk kaynağımızdı, kimse bize hayvanların doğal ortamlarından koparılıp kafeste bakılmasının onlar açısından ne büyük olumsuzluk olduğundan bahsetmediği gibi normal şartlarda göremeyeceğimiz hayvanları tanıma şansı verdiği için de faydalı bile bulunurdu. İşte o bahçede yaşardı "Mohini". O Asya filini Türk çocuklarına Hindistan başbakanı Nehru hediye etmişti, yıllarca yaşadı Hayvanat Bahçesi'nde, her gidişimizde ilk görmek istediğim Mohini olurdu. Çünkü Türkiye'ye gönderilişi o zamanların şahane çocuk dergisi Doğan Kardeş sayesinde olmuştu ve ben de sıkı bir okuyucusu olduğum için daha fili görmeden hakkında her şeyi öğrenmiştim. Aşağıdaki fotoğraf bir Hayvanat Bahçesi gezmesinden, halamlar Yalova'dan gelmiş ve kuzenlerle birlikte gitmişiz, o yıllarda Yenimahalle'deki evimizden yürüyerek gidilirdi Çiftliğe ve Hayvanat Bahçesi'ne. Fotoğrafta sıkı bir arama yaparsanız burnumu görebilirsiniz onun dışında kuzenlerden birinin ardına saklanıp tam kamuflaj yapmışım. Mohini yok ama zebralar var:


Babamın kucağında eniştemin fotoğraf makinesinin kılıfı var, makine fotoğrafı çeken eniştede haliyle. Sonrasında o makine bir yerde unutulacak, dönüşte tam evin kapısında farkına varılacak ve babam yine yürüyerek Çiftliğe gidip makineyi arayacak, bereket bulup getirecekti. Aksi halde eniştemde seyreyle sen gümbürtüyü 😂

Hafta sonunun Rutin Dışı'na da yıllar öncesine giderek çıktık, keşke o günlere dönmek mümkün olsaydı...

4 Eylül 2025 Perşembe

RUTİN DIŞI 5

 

Bir miktar keyifsizim. Evvelsi gün sıkı bir temizlik yaparak günlerdir biriken tozları çöpe postaladım, ter içinde bitirdim temizliği ev arındı, ruhum arınmadı. 

Dün neredeyse bir ay önce okumak için ayırdığım kitaba nihayet başlayabildim, başlamayı bekliyormuşum gün içinde yarıladım hatta geçtim yarıyı. Üstelik o minicik puntoları şu ara muhtemelen yakın gözlüğüne ihtiyacı olan gözlerimle nasıl okudum şaşıyorum. İlkokul sonda taktım miyop gözlüğünü gözüme. Ortaokulu bitirene kadar mütemmim cüzüm oldu. Hem de sağda 0.50, solda sıfırla başladım, ne kadar gereksizmiş o gözlük, taktıkça ilerlettim. Annem çok dağınık olduğumu düşünürdü ki bence kendisi benden dağınıktı, yegane yeri belli olan eşyamın gözlüğüm olduğunu söylerdi. Her akşam yatarken çıkarır, saplarını katlar, gözlükçünün tembihinden dolayı asla camlarının üstüne koymazdım kitaplığın aynı rafına yerleştirirken. Ben ona itina ettikçe o bana ihanet etti. Liseyi bitirdiğimden sağ gözüm 2,5'a, sol gözüm 1'e yükselmişti. Fırlattım attım o kıymetli gözlükleri, ancak sinemada, tiyatroda takar oldum. Miyobumu ilerlettim yıllar içerisinde ama şu yaşa geldim hâlâ yakın gözlüğü takmıyorum. Prospektüsleri bile okuyabiliyorum ama kaşlarımda çıkan telleri göremediğim oluyor 😂 Fakat geçen yılki kuruyup parçalanan ve gözümün önünde dans eden tırnak boyutundaki göz sıvısı parçası  hem okumama, hem bakışıma sıkıntı yaratıyor. Antalya dönüşü ilk işim bir göz doktoruna uğramak olacak. 

Bugün de kızkardeşle Tunalı'da buluştuk, biraz yürüdük, kahve içtik, dönüş yolunda şuna rast geldik, bir türlü görmek kısmet olmamıştı, kısmet ayağımıza geldi (ne kısmet ama 😂)


O zaman fark etmemiştim ama fotoğrafa bakınca kızkardeşin pantolonuyla renk uyumu mükemmel 😉 Flacking ismini verdiği bir sanatla iştigal eden "Ememem" denilen sanatçının işlerinden biri bu. Tunalı kaldırımlarından birinde, başka yerlerde de var tabii ama biz şimdilik bunu görebildik. Sanatçinin "Flacking" dediği şey "Healing Craks" yani "Çatlakları İyileştirme" anlamına geliyormuş, kendisi bulmuş o terimi. Arkadaşın zevki de bulduğu boşlukları mozaikle doldurmak demek ki, helal olsun, kaldırımlar renklenmiş sayesinde. 

Eve dönerken ihtiyaç olan birkaç şeyi almak için markete uğradım, nedense tek kasa çalışır bizim market her zaman, akşam saati kuyruk vardı. Elimdekiler ağırdı ve kasanın yanı doluydu. Önümde duran iri-yarı, 50 yaşlarında, düzgün giyimli bir adam kendi sepetini yana çekerek "Anneciğim buyur buraya koy" dedi. Teyzeye hak veriyoruz da eşek kadar adamın (sözüm meclisten dışarı) ben niye annesi oldum onu anlamadım, olumsuz puan 1. Koydum çaresiz zira bileklerimin taşıyacak gücü kalmamıştı. Sonra üstüme eğildi, zira epeyce uzundu, neredeyse ağzını kulağıma yapıştırıp; "Biz Hatay'dan geliyoruz, o öldü, bu öldü, şu öldü (tabirimi mazur görün ama o kadar uzun bir liste çıkardı ki aklımda tutamadım) diyerek depremde vefat eden yakınlarını saydı, motor gibi konuştuğu için önce ne dediğini bile anlamadım. Efendim ilerde bir apartmanda kapıcılık vermişler, aile efradıyla geçinmeye çalışıyormuş, bir yardım edebilir miymişim? Olumsuz puan 2, zira adam basbayağı şık, sepetine göz attım, 6'lı Çamlıca gazozu, 3 kilo kadar şeftali, 2 şişe kefir, çikolata ve şu an hatırlayamadığım asla zorunlu ihtiyaç olmayan bir-iki ürün daha. Dedim size geçmiş olsun ama ben de emekli maaşıyla geçiniyorum, yardım yapacak durumum yok. O sırada kasa boşaldı, hazret sepetindekileri görevliye uzatırken bana dönüp "O zaman şu sepeti ödeyiverin çocuklar için" demesin mi?. Olumsuz puan onyüzmilyonbin. Modern dilencilik değilse nedir bu? 2 ekmek, bir paket peynir görsem gariban hadi ödeyim diyeceğim ama adam doldurmuş benim bile alırken düşündüğüm malları (Sepet muhteviyatı da 780 lira tuttu bu arada) elaleme ödetecek, hem de anneciğim diyerek, bari küçük hanım deseydin 😂

Çıkınca takip ettim, yan taraftaki benzinliğin duvarına poşetini koydu, içinden kefirleri çıkarıp lak lak içti. Hani çocuklaraydı? Sonra da benzinliğin marketine doğru yollandı, bilmem orada birini dolandırabildi mi? Bu olay da bugünün "Rutin Dışı"sı oldu. Kalın sağlıcakla...

1 Eylül 2025 Pazartesi

RUTİN DIŞI 4

 

Oturdum oturmasına klavyenin başına ama kafamın için bomboş. Tüm hafta sonunu tembellikle geçirdim. Sıcakta ve berbat trafikte yaptığımız günübirlik Ulukışla yolculuğu cümlemizi o kadar yormuş ki ancak kendimize gelebildik. Hafta sonunun yegane etkinliği bu hafta ilkokul bire başlayacak Umut'u okullar açılmadan götürdüğümüz son Ankara turu oldu. Bu defa sırada 1. ve 2. Meclis vardı. 1. Meclis'e gelince gişe kuyruğundaki kalabalığa önce şaşırdık, sonra 30 Ağustos olduğunu hatırlayınca anlaşıldı dedik. Tek tek ziyaretçilerin, ailelerin yanında rehber eşliğinde gelen gruplar da vardı. Lakin 1. Meclis'in loş ve basık yapısı Umut'a iyi gelmedi, 5 yaş kategorisi için biraz ürkütücü buldu sanırım ama 2. Meclis'i sevdi. Orayı pek merakla izledi, özellikle genel kurul salonundaki avizeler ve aplikleri çok beğendi, bir de üst kattaki Cumhurbaşkanı Salonu'nu. Bizim oğlan ihtişam seviyor galiba 😂


Ben de muhtemelen Uzakdoğu işi şu paravana bayıldım:


Genel kurul salonundaki localardan birine Atatürk'ün balmumu heykelini yerleştirmişler, uzaktan bakınca çok gerçek görünüyor. Umut minnak olduğundan orada fark edememiş, üst kata çıkınca ben gösterdim. Eve gelince beni bir kenara çekip, "Babaane Atatürk ölmedi mi? diye sordu. "Öldü" deyince de "Peki orada nasıl oturuyor?" demez mi? Heykel olduğunu anlamamış minnoş 😊 Çocuğu gezdirelim derken kafasını karıştırdık galiba.


Ağustos'u da yolcu ettik, hoş geldi Eylül, güzel gelsin, üzmesin, yormasın bizi. Bu ay istediğim miktarda kitap okuyamadım maalesef, 7 kitapla kapattım bu ayı, üstelik onca kitabın içinde sadece iki tanesini sevdim. "Benim Adım Lucy Barton" ve "Nergis Hanım Hakkında Her Şey". İlki Olive Kitteridge kitaplarını da yazan Elizabeth Strout'undu, en az onlar kadar güzeldi. Nergis Hanım ise bir ilk roman ve ilk roman olmasına rağmen oldukça yetkin bir dili vardı. Diğerlerini de okumasam da olurmuş, hele büyük bir hevesla aldığım İnci Ar.al'ın yeni kitabı tam bir hayal kırıklığı oldu.

Filmler konusunda standardıma ulaştım neyse ki, 10 filmle ayı kapattım ve bir-ikisi hariç izlediğime pişman etmediler beni. En sonuncuyu dün akşam MUBİ'de izledim ki bir Külkedisi uyarlaması idi. Çok yeni bir Norveç filmi, vakit doldurmak için ideal.

Storytel'de ise "Vatan Millet Samatya"yı dinliyorum, kitabı okusam bu kadar keyif alır mıydım bilmem ama Tilbe Saran öyle bir seslendirmiş ki adeta yaşıyorum dinlerken. Bence okumadıysanız okumayın, dinleyin derim. 

4. yazıyı da sonlandırırken tüm ekibe ve takipçirulerime sevgiler yolluyorum...