.

.
.

1 Aralık 2025 Pazartesi

ARA-LIK 1 (HASTAYIM HASTA, ÇORBAM TASTA)

Eveeet sevgili blogger arkadaşlarım, yeni bir yazma serisiyle Kaptanım ve ekibim olarak Aralık uçuşuna başlıyoruz. İdrak yollarımız açık, penceremiz güneşli, ruhumuz türbülanssız olsun.

Olmasına olsun da bendeniz yine Kasım ayından indirimli alışveriş yerine indirimsiz griple nasiplendim. Gelenek oldu Kasım griplerim, mübarek ajanda tutuyor sanki, yazıyor: Önümüzdeki yıl Kasım ayının son haftası grip olunacak, unutma. Boğazımda hafiften bir kaşıntıyla başladı, sonra burnum tıkandı, geniz akıntısı başladı ve güm! Öğretmenler Günü'nün ertesi günü tumba yatak. İlk gün artık paçavralardan dokunmuş paspas gibiydim, ertesi gün makine işi yolluğa döndüm. Şimdilerde Isparta halısı modundayım, İran halısına dönüşebilmemin mümkünatı olmasa da Bünyan da kurtarır, birkaç güne umuyorum inşallah. 

Önce burnum uçukladı, bu genetik miras annemden. Sonra dudağım, bu bizzat kendi genetiğim, içimde bir yerlerde her an patlamaya hazır bir uçuk tomurcuğu taşıyorum. Aynaya bakınca parası yetmediği için dudağına yarım dolgu yaptırmış süslü fakir kızı gibi hissediyorum. Kısmet olur da az daha biriktirirsem sol yana da yaptırıp yarım ördeklikten kurtaracağım kendimi inşallah 😂 Lakin o çarpılmış görüntüye bir de iki parmak çıkmış beyazlar ve aşırı uzamış saçlar da eklenince grip şurup demeden kuaför randevusu aldım. Takarım maskemi yaptırırım boyamı, kesimimi. Maymuna döndüm evlerden ırak olsun. 

Sabah birtakım ilaçlar yazdırıp grip derdime deva olacak bir şeyler sormak için aile hekimine gittim. Benim hekim hastaymış, başka birine yolladılar. Derken aydınlandım, evet arkadaşlar bana grip aile hekimimden bulaştı. Zira on gün önce yine ilaç yazdırmak için kendisini ziyaret etmiştim ve salaklık bende ki maskesiz gitmiştim. Hayatımda bu kadar pis kokan, havasız bir oda görmedim. Ne kadar kolonyalansam da fayda etmemiş demek, doktor hastaymış, hastasına da bulaştırmış. Zaten o odada Herkül bile hasta olurdu alimallah. Geçici doktordan raporlu ilaçlarım dışında grip için de bir şey yazmasını rica ettim, C vitamini yazmış. Yeterince mandalin, portakal, kumkuat yemiyormuşum gibi bir de ilaç içtim. Bu gidişle sarı ırka dönüşeceğim, "Solsan da sararsan yine gül pembe dehensin" şarkısı söyleyecek biri de yok ki etrafımda moralim düzelsin. Neyse en azından ayaktayım artık, 3-5 güne toparlarım, beni bekleyen Aralık ayı etkinliklerime geri dönerim. 

Dün sabahtan itibaren hava güneşliydi, fırsat bu fırsat çamaşır yıkayıp serdim. Öğleden sonra şeytan mı dürttü nedir, askılığı açtım ve içeri taşıdım çamaşırları. Son parçayı içeri götürüp mutfağa döndüğüm anda şiddetli bir dolu başladı ama nasıl gözgözü görmüyor. Yahu daha bir dakika önce güneş vardı, hayrola? Yarım saat kadar çakıltaşı boyutunda dolu indirdi gökten. Sonra durdu, durur durmaz da güneş çıktı. Havaların da tadı kaçtı. Şu anda dışarısı yine güneşli umarım ben kuaförden dönene kadar da böyle devam eder. 

Randevu saatim yaklaşıyor arkadaşlar, geçen yıl bugün çektiğim bir fotoğrafla yeni serinin ilk yazısını bitireyim. Aramıza katılırsanız çok seviniriz. Çoğaldıkça güzeliz. Kalın sağlıcakla...



28 Kasım 2025 Cuma

KASIM BİTERKEN

Bir yılmış kadar uzun süren ve kendisini yaz ayı zanneden Kasım sonunda ayıldı ve hem sonbahara döndü, hem de kendini bitirmeye karar verdi, dinimiz amin 😂 Fıratçığımızın kulakları çınlasın, haberi olsa benim blogdan da bir şey yapmaya kalkar, iyisi mi dürtmeyelim, yarım eppeğini yesin otursun.

Ayağımın tozuyla izlediğim birkaç Altın Portakal filmi sonrası geçiş yaptığımız Kasım ayının güzel ve güneşli ilk gününü Banushka'nın söyleşi ve imza günü ile açtık. Benim de ilk kez gittiğim Jiraf Kitap-Cafe'de çok verimli, samimi bir toplantı oldu, açılış böyle güzel olunca Kasım'ın ne kadar hareketli olacağı baştan belli olmuştu, bir de sonunda beni yatağa düşürmeseydi. Kasım ayında grip olmak da sanırım bu ayın rutinlerinden, geçen yıl da aynı sorunu yaşamıştım aynı ayda. Okumalar, yazmalar, şehirle hasret gidermeler, arkadaş buluşmaları, içilen kahveler, evlerde görüşmeler, güzel havanın tadını çıkarmalar derken biraz da sanat dedik. Kültür Yolu Festivali nedeniyle kısa süreliğine açılan Magritte Sergisi ayın tek sergi turu oldu ama bir tiyatro oyunu, bir konser ve yarın izleyeceğim bale ile devamını getirdim.

Çok güzel bir oyun, çok güzel bir konserdi. Eminim ki yarın 6. kere izleyeceğim Fındıkkıran da aynı derecede güzel olacak. Yılbaşı konseptli gösterilere dayanamıyorum, her yıl sonu bir kere izlemem şart 😂

Fırsat bulduğum her an kitaplara yapıştım, hayli hareketli bir aydı, istediğim ölçüde okuyamasam da fena sayılmaz rekoltem:

"Siyahlı Sarışın hariç hemen hemen hepsini severek okudum, polisiye benim kafa temizleme kitabım, kireç çözücü misali 😃 Çok da karmaşık bir şey olmasın, Yıldız Hanım'ın giysi modelleri eşlik etsin dedim ama Yıldız Alatan ben görmeyeli kibirde level atlamış, sevmedim. Önereceğim kitaplar ise eğer bilim kurgu, felsefe ve distopya seviyorsanız "Tarihin Molozları Üstünde" tam size göre. Ben ki bu türlere biraz uzağım ben bile büyük bir ilgiyle okudum. "Yağmurdan Sonra Bahardan Önce" daha önce "Nergis Hanım Hakkında Her Şey" isimli ilk romanını çok beğendiğim Devrim Koçak'ın ikinci kitabı, ilki kadar sevdim, olayların Ankara'da geçiyor oluşu, kadın kahramanın öğrenciliğinde bizim evin karşısındaki yurtta kalışı ve geçmişte ve günümüzde önemli sosyal ve politik olaylara yer verişi de kitabın bonusu idi. Ayfer Tunç alışveriş listesi yazma okurum dediğim yazarlardan, ben onu ilk kitabından beri takip eden bir okuruyum. Son kitabı hakkında çok çeşitli eleştiriler yapıldı, kâh kendi kişiliğine, kâh romana. Bir cinayetin ya da  taciz vakasının müsebbibi değilse yazarları kişiliklerine göre değerlendirmem genelde, yazar ve kitabı ayrı görürüm, ölmüş yazarların zamanında neler yaptıklarını biliyor muyuz? O nedenle eleştirim sadece kitaptan yana, biraz fazla uzatılmış geldi ama onun dışında beğendim. "Anneannemin Söylemediği Şarkılar"a gelince, yazar kız kardeşim olunca fikrimi beyan etmeyeyim, reklam olmasın 😂

Gelelim filmlere:

Genelde festival ya da Oscar zamanı değilse aylık izleme sayım 10'dur, bu ay da öyle oldu. Filmlerin çoğu pek tat vermedi ama bazılarını sevdim. "Winter in Sokcho"-ki kitabını da okumuştum daha önce", "Revoir Paris", "Train Dreams", bir ölçüde "Hysteria" ve "No Other Choice"yi beğenerek izledim. "Kinetta" ile "Magıc Farm" ise ben ettim siz etmeyin dedirtecek türdendi. 

Sesli kitaplara gelirsek, kendilerinden çok memnunum, sayelerinde ev işlerini daha bir istekle yapar oldum 😂

Sesli kitapları genellikle seslendirene göre seçiyorum ya da klasikleri tercih ediyorum. Seslendirenler arasında ilk favorim Tilbe Saran. Normal şartlarda hiç sevmeden okuyup çok sıkılacağım bir kitabı öyle bir seslendiriyor ki sanırsınız tiyatro sahnesinde oyun izliyorsunuz. Bu ay "Kendine Ait Bir Oda ve daha evvel okuduğum halde "Asılacak Kadın" sırf Tilbe Saran seslendirdiği için radarıma girdiler. Ne yazık ki çoğunlukla çocuk kitapları seslendiriyor. Umarım yakında yeni kitaplar yüklenir onun sesinden. "Kedi Mektupları" Oya Baydar'ın okumadığım tek kitabıydı, onu da dinleyerek hallettim. Murakami okumayı uzun zamandır bırakmıştım, yine bir iyi seslendirici, Erdem Akakçe seslendirdiği için "Rüzgarın Şarkısını Dinle" bu ayın sesli kitaplarından biri oldu. 

Bunlara ilaveten Kepez Belediyesi'nin düzenlediği bir kitap ve kültür çalıştayına katıldım, oldukça verimli geçti. Malum öğretmeniz ve Öğretmenler Günü de bu aydı, birkaç yakın arkadaş buluşup kendi kendimizi kutladık, körler sağırlar birbirini ağırlar misali 😃 Ve unutmadan uzun zamandır dizi izlemiyordum, tavsiye üzerine Netflix'de bir diziye başladım: "Ölü Kızlar". 3. bölümdeyim, iyi gidiyor.

Evet arkadaşlar benim Kasım ayı raporum böyle, son haftasında hastalanmasam tadından yenmeyecekti ama kader utansın diyelim, hastalık da hayata dahil. İmla yanlışların varsa affola, geri dönüp okuyamayacağım, zira yemek yapmam lazım. Aralık ayında kaptanımız Lesliyan önderliğinde yeni bir yazı serisine başlıyoruz, Aralık sonuna kadar haftada üç yazı. Haydi bakalım rastgele...

Not: Bir de belki şu yazıyı okumak istersiniz diye düşündüm, beni çok etkiledi:

https://elifkey.substack.com/p/yllara-yollara-kapal-yaralara-bilinmez?utm_source=post-email-title&publication_id=1066172&post_id=151703764&utm_campaign=email-post-title&isFreemail=true&r=2crcnu&triedRedirect=true&utm_medium=email




19 Kasım 2025 Çarşamba

GÜNDEN KALANLAR

Bütün günü tembellik yaparak geçirdim. Neredeyse fil kulağı boyutunda pembe ya da adına uygun sıklamen rengi çiçekler açan sıklamenimle (pıtırcık, tavşan kulağı) bakışıp oturuyoruz. Dün yapmayı en sevmediğim işlerden birini gerçekleştirince bugün kendime tembellik izni verdim. Nedir o diyeceksiniz, eminim pek çoğunuz da benimle aynı fikirdedir, yorgana nevresim geçirmek. Antalya gündüzleri pastırmaları kurutmaya devam etse de gece hafiften üşütmeye başlayınca Mayıs'tan bu yana yaz uykusuna yatmış yorganlara kalk borusu çaldım. Kullandığım iki yorgan da mitil benim, yani üzerinde sateni yok. Neden derseniz birini komşumuz, birini de sonraları annem dikti, yün ikisi de. Nikah tarihi belli olup da annem telaşlara düşünce teklif komşudan gelmişti. Elbette başka yorganlar da vardı ama yün yorganın sıcaklığı ve rahatlığından vaz geçip de hiçbirini kullanmadım, hatta eskisi gibi yatılı misafirim olmayıp, evdeki kişi sayısı da azalınca bir kısmını eşe-dosta dağıttım. 

Yorganlar gözlerini ovuşturarak giyinmek üzere yerlerini alınca nevresimlerini geçirmek de bana kaldı. Halbuki yanımda temizliğe yardıma gelen Filizciğim olsa beş dakikada hallederdi bu işi. Hep takılırım ona, sen ya uzun dönem askerlik yaptın ya da yıllarca otellerde kat görevlisi olarak çalıştın diye. Öyle nizami yatak yapar, öyle seri nevresim geçirir inanamazsınız. Haliyle kendisi yanımda olmayınca nevresimlerle meydan savaşı, lastikli çarşaflarla da karakucak güreşi yaptım. Her iki bileğimdeki carpal tunnel sendromdan muzdarip sinirler çığlıklar atarken, belim çığlığa gerek görmeden su koydu. Yatak denilen şey ne ağır bir nesne imiş, canıma okudu. Kendime bugün tembellik izni vermem de bel ve bilek dinlendirmesi yapmak amaçlı zaten. Nohut üstünde bir premsesim ben öyle antin kuntin işlere gelemiyorum artık 😂

Çamaşırları yıkayıp yemekleri de ocağa koyduktan sonra kendime önce film, sonra kitap ikramı yaptım. Film "Revoir Paris" isimli bir Fransız filmi idi, başrolde de çok sevdiğim bir oyuncu, Virginie Efire vardı. Paris'te bir restorana yapılan terör saldırısından sağ kurtulsa da travmatik etkilerini üzerinden atmaya çalışan bir kadının hikayesini anlatıyordu film, ben sevdim. Sonra da Ayfer Tunç'un son kitabını "Annemin Uyurgezer Geceleri"ni okuyup bitirdim. Rahat akan bir kitap, bazı gereksiz uzatmalar olsa da severek okudum, özlemişim kalemini. Ayfer Tunç ile tanışmam ilk kitabı "Kapak Kızı" ile olmuştu. Antalya'ya yeni taşınmıştım, okul yolu üstünde, şimdilerde çoktan kapanmış küçük bir kitabevi vardı. Dünya Kitabevi idi yanlış hatırlamıyorsan ismi. Gidiş-dönüş denk geldikçe uğrar, rastgele bir kitap seçerdim. O yıllarda Simavi Yayınları vardı, hemen hemen okuduğum tüm kitapları kaliteli kitaplardı. İsmail Kadere'yi, John Kennedy Toole'yi, Anar'ı, Nadine Gordimer'i ve Ayfer Tunç'u Simavi Yayınları tanıttı bana. Şimdi baktım hepsi kitaplığımda hala, sadece Kapak Kızı yok, nereye gitti ki? Kitabın kapağı bana biraz best seller kapakları gibi gelmiş, elimi uzatıp geri çekmiş, sonra almaya karar vermiştim ve eve dönünce de bir solukta okumuştum. Hatta yazarla "Kapak Kızı" ve "Bir Maniniz Yoksa" üstüne internette yazışmalarımız olmuştu, şu aşağıdaki fotoğraf da "Bir Maniniz Yoksa"nın imza gününden. Şimdilerde cafelerden geçilmeyen Konur Sokak'taki "Bilim ve Sanat Kitabevi"ndeydi imza. Artık öyle bir kitabevi yok ne yazık. Bir sebeple Ankara'daydım ve denk geldiğim için çok mutlu olmuştum:

Hem Ayfer Tunç, hem Leylak Dalı oldukça farklı değil mi 😃 Yıl 2000 falan olabilir, emin değilim. 

"Kuru Kız"ın kuruluğundan (aslında genel kanının aksine bana o kadar da kötü gelmemişti, bir kadın kitabıydı bence ve önemli konulara değinmişti) sonra son kitabı çarçabuk bitirdim, değişik görüşler var kitap hakkında ama ben yazarın kalemini seviyorum. Eski dostuz onun yazınıyla.

Cumartesi günü "Güne Bakan Cam Kırıkları" isimli iki kişilik bir oyun izledim. Kerem Atabeyoğlu ve eşi Almıla Uluer Atabeyoğlu oynamışlardı. Yazarı Memet Baydur'du ve tüm oyunları gibi bu da çok güzeldi ve oyuncular da oynamayıp adeta yaşadılar. Tekrar sanatsal rutinime döndüğüm için keyfim yerinde, bu Cuma da Öğretmenler Günü adına düzenlenen bir konser izleyeceğiz Antalya Senfoni Orkestrası salonunda; Beethoven 9. Senfoni. Sabırsızım.

Gün boyunca ara ara yazdım bu postu, artık bitireyim, kalın sağlıcakla...


13 Kasım 2025 Perşembe

ANIMSAMALAR

 

Antalya Kasım ayında pastırmaları takır takır kurutmaya devam ederken bir yandan da halkına masmavi bir gökyüzü, şahane bulut gösterileri ve kızıl gün batımları sunuyor. Arada nazarlık kabilinden yağan doluları ve çakan şimşekleri saymazsak.

Ben de bu pamuk topakları serpilmiş maviş gökkubbe altında neredeyse altı aydır görüşemediğim arkadaşlarımla hasret giderme faaliyetlerindeyim ki dün epey domestik bir gün geçirdim, yemekli konuklarım vardı. 

Bir önceki akşam başladım niyet ettiğim menüyü hazırlamaya. Storytel'e abone olalı beri bu domestik eylemler eskisi kadar sıkıcı gelmiyor, açıyorum bir kitap, işleri yaparken bana okuyorlar, bir taşla iki kuş. Bu sefer domestiği feminist nötrler diye düşündüm ve Wirginia Woolf'un "Kendine Ait Bir Oda"sına izinsiz dalış yaptım. Caanım Tilbe Saran seslendiriyordu ve onun kadife sesinden bırak "Kendine Ait Bir Oda" gibi zor bir metin, en sıkıcı meclis tutanakları bile dinlenirdi. Nitekim öyle oldu, yumuşacık okuyuşu, yerinde vurguları, şahane telaffuzu ile yaptığım işin farkına bile varmadım. An geldi zeytinyağlı fasulyeye şeker, an geldi çorbaya krema, an geldi sütlaca tarçın olup aktı cümleler. Zamanında kadri kıymeti bilinmemiş, horlanmış kadın yazarlar bellerine birer önlük bağlayıp yardıma geldiler adeta.

İşimi bitirince menünün de, Wirginia Woolf'un da geri kalanını ertesi güne bırakıp kendime ait oda olmasa da kendime ait çalışma masasına geri döndüm. Bilgisayarda bir şeylerle uğraşırken gözüm Kocam Bey'in dikkatle izlediği TV'ye kaydı. "Dila Hanım" filmi vardı ana akım olmayan kanallardan birinde, önce göz atıyordum, sonra izlemeye niyet ettim, filmin son üçte birlik kısmına denk gelmiştim. Necati Cumalı'nın-ki çok severim-bir öyküsünden uyarlanan filmi baştan sona hiç izlemedim şimdiye kadar. Neden derseniz, çünkü defalarca dinledim. Evliliğimin ilk yılları video çılgınlığının tavan yaptığı dönemlere denk gelir. Yaz tatillerinde Kocam Bey'in ailesinin yaşadığı kasabaya gider, bir süre kalırdık. Aile evi kasaba meydanında, iki asırlık çınarın (ilginçtir kasaba halkı kavak olarak bahsederdi çınarlardan) gölgesinde, iki katlı ahşap bir evdi. Haydi onlar gibi bahsedeyim ben de, o kavaklar özellikle erkek nüfusun gözdesiydi, çünkü geniş bir alana yayılan gölgesi yaz sıcağından korur, kavakların altına kurulmuş kahveler ise bol muhabbet, çay-kahve-gazoz-ayran-limonata, okey-tavla ve hepsinden önemlisi video filmleri sunardı. Kahvelerden biri bize tahsis edilen odanın hemen altındaydı. Karanlık çöküp de video zamanı geldiğinde görüntüsüyle olmasa da sesiyle onlarca Türk filmi dinledim oturduğum ya da yattığım sedirin üstünden. Dila Hanım bunlardan biriydi, Türkan Şoray'ı seslendiren Nevin Akkaya ile Kadir İnanır'ı seslendiren Abdurrahman Palay'ın repliklerini adeta ezberlemiştim. Çünkü kasaba halkı izlemelere doymuyordu ve günaşırı Dila Hanım TV ekranında arz-ı endam ediyordu. Yine tamamına yetişemesem de filmin güzelim müziğiyle Dila Hanım'a bakarak zeybek oynayan Karadağlı Rıza'nın vurulma sahnesine kadar bakıp kaldım ekrana. O sıcak yaz gecelerine, okey şakırtıları eşliğinde yükselen filmin repliklerine, "İki çay çek" seslenişlerine, taa uzaktaki bir bahçeden aynı saatte hiç aksatmadan yükselen baykuşun ötüşüne geri döndüm. Film bitti, Rıza öldü, Dila Hanım gözleri yaşlı gitti, bense dün gibi hatırladığım o günlerle aramda yılların olduğuna şaşarak "En iyisi uyumak" deyip yatmaya yollandım. 

Muazzez Abacı'nın öldüğünü öğrendim dün akşam. TRT sanatçısı olduğu zamanlarda ergenlik yaşlarındaydım. Onun başladığı yıl sonradan ünlü olan pek çok sanatçı kazanmıştı sınavı; Seçil Heper, Samime Sanay, Ela Altın, Bilge Pakalınlar ve artık Türk Sanat Müziği'ni TRT Müzik kanalı dışında pek hatırlayan olmadığından benim de unuttuğum onlarca isim. Billur gibi çağlardı sesleri ama Muazzez Abacı'nın sesi hepsinden farklıydı. Çok sürmedi zaten, gazinolara transfer oldu ve çok ünlendi. Özel hayatındaki çalkantılar bir yana muhteşem sesini inkar edemem. Eskilerde kalmış bir şarkıyla veda edelim, huzurla uyusun...

Her günüm mazide kalmış günlerimden gün arar

10 Kasım 2025 Pazartesi

ANARKEN...

İlkokuldayken en büyük hayalim 23 Nisan'da stadyumda yapılan törenlere okulumla katılabilmekti. Büyük şehirde yaşamanın ve öğretmenimizin bu tür faaliyetlere katılmaya çok da istekli olmamasının etkisiyle bu heves hep kursağımda kaldı. Öğretmenim Firdevs Hanım, Kız Muallim Mektebi mezunu,  Türkçe öğretmeninin Reşat Nuri Güntekin olduğunu gururla söyleyen, küçük yaşta şahit olduğu Balkan Savaşı'nı anılarıyla anlatan, yaşını başını almış (Mezuniyetimiz sonrası yaş haddinden emekli oldu zaten), demode tayyörler  ve uzun paçalı donlar giyen (otururken bazen gözümüze çarpardı :), belki de evde kesilmiş kısa, kırçıl saçları, alçak topuklu mokasenleri ve kalın babaanne çoraplarıyla sokakta görseniz  nasıl bir hazine olduğunu tahmin edemeyeceğiniz bir kadındı. Göstermelik işler yapmaktansa hayatta işimize yarayan bilgiler vermeyi tercih ettiğini yaşım ilerledikçe anlayacaktım. Hatırlıyorum, bir Mart ayıydı, sınıfın kapısı tıklatıldı. İçeriye diğer sınıfların mizamplili sarı saçlı, stiletto ayakkabılı, şık döpiyesli öğretmenlerinden üçü girdi (Bunların çocukları da bizim sınıftaydı, öğretmenimizin eğitimdeki şanı yürümüştü anlaşılan). 23 Nisan geçit töreni için kız öğrenciler seçeceklerini ve ayağa kalkmamızı istediler. Nasıl hevesle fırladığımı tahmin edersiniz. Uzun uzun incelendik ve sonuçta şunu söyleyip sınıftan çıktılar: "Firdevs Hocam, kızların güzel ama boyları kısa". Hiicraan, hiicraan, bana aşkımdan kaaalaaan 😂 Boy devede de var saayın örtmenler, önemli olan iç güzellik diyemedik tabii ki. Küçücük ümit ışığı anında sönmüştü. 

Böyle böyle 5. sınıfa geldik. 10 Kasım yaklaşıyordu, öğretmenimiz Atatürk'ü anlatan şiirler bulmamızı söyledi. O zamanlar öyle bol şair, bol şiir ne arasın, varsa Rakım Çalapala, yoksa "Saat 9'u 5 geçe, Atam Dolmabahçe'de". "Çocuk Haftası" dergisi alıyordum her hafta. Huzurla uyusun babam hiç esirgemedi benden, piyasada ne kadar çocuk dergisi varsa kimine abone etti, kimini her çıkışında bizzat alıp getirdi. Doğan Kardeş, Mavi Kırlangıç, Zıpzıp, Tina vs. "Çocuk Haftası"nın ilk sayfasında her hafta şiirler yayınlanırdı. Orada bulmuştum okula götüreceğim şiiri. Şairi kimdi hatırlamıyorum ama şiir o gün gibi aklımda. Atatürk'ün hayatını anlatan hiç duyulmamış bir şiirdi:

"1881'de Selanik
Islahhane Caddesi'nde küçük bir ev
Bir tarih doğuyordu yeniden
Elleri yumuk yumuk
Gözleri alev alev"

diye başlayıp devam ediyordu. Şu işe bakın ki şiir ve okuyuşum çok beğenildi ve 10 Kasım'da, soğuk nedeniyle içerde yapılacak anma töreninde mikrofondan okumama karar verildi. Aman bende bir heyecan, bir heyecan. Kalbim çarpa çarpa hazırlandım, annem adeti hilafına o gün uzun saçlarımı örmeyip atkuyruğu yaptı. Tören saatine yakın müdür muavini tombul Nevber Hanım, gelip beni aldı. Tepeden aşağı bir süzdü koridora çıkınca, atkyruğu saçlarımı eliyle şöyle bir havalandırdı, müdürün odasına yürüdük. Koridor öğrenci dolu, bir sekinin üstüne çıkartıldım, önümde ayaklı mikrofon, kalbim küt küt. Şiiri okumaya başladığım anda ne heyecan kaldı, ne bir şey. Aşk ile şevk ile okuyup indim sekiden, öğretmenim kucakladı beni. 23 Nisan törenlerine katılamamışsam da bu anı bana yetti, bunca yıl unutmadığıma göre de gerçekten yetmiş. 
 
10 Kasım'da, 9'u 5 geçe çalan sirenler bu yıl mahallemizde duyulmadı, buruldum biraz. Sonra dedim ki, hatıran yeter, siren de neymiş. Aşağıdaki küçük kız o yıl şiiri okuyan kız:
 

 


5 Kasım 2025 Çarşamba

YAZ GİBİ SONBAHAR

Rutine döndüm dönmesine de bu sefer de yapacak iş kalmadı, canım sıkılıyor 😂

Şaka, şaka. Rutinde hayat var, üstelik hava adeta yaz, ev temiz, zeytin telaşesi bitti (bir de tuzlansaydı), diş ağrım hafifledi, okunacak kitaplar sırada, yarın arkadaşlarımı göreceğim, mızmızlanmanın alemi yok, şuraya bir 🧿 bırakayım, zira en çok kendi nazarıma uğruyorum. Aferin dediğim 6 ay sürüyor 😂

Altın portakalı kapattık, darısı seneye, üç yerli film izleyip üçünü de beğenmemiştim, üçü de bir şekilde ödül aldı, zevkimi seveyim 😂Ya bende, ya jüride sorun var. Bana sorarsan jüride, jüriye sorarsan bende, eh herkesin zevki kendine. Artık altın olmayan portakal yiyerek yarışma dışı filmler izleme zamanı. Portakala sığdırdığım 6 filmin ardından iki tane de ev filmi izledim. Biri "Evrensel Dil", Kanada'da yaşayan İranlılardan manzaralar tadında bir yapımdı. İran'da geçen İran filmleri kadar sarmasa da izlenebilirliği var diyeyim. Diğeri ise birkaç yıl önce aldığım ama okuyamayıp yarım bıraktığım, Jorge Amado'nun kitabından uyarlanan "Dona Flor ve İki Kocası" idi. Oysa Amado'yu severim, aslında bütün Latin Amerikalı yazarları severim, "Teresa Batista"yı okumuştum ilk Amado'dan ve çok sevmiştim, ona güvenerek aldım zaten "Dona Flor"u ama olmadı, kitaplıkta boynu bükük bekliyordu, filmini izleyerek gönlünü almış sayılır mıyım? Tüm Latin Amerika'da (Brezilya/Bahia) geçen kitaplar ve filmler gibi büyülü gerçeklikten bu da nasibini almış bir kitap ve film. Filmi izlemek daha eğlenceli oldu diyebilirim. 

Cumartesi günü çok keyifli geçen bir toplantıdaydım. Uzun yıllardır İnstagram'dan tanıştığım Banushka bir imza ve söyleşi için Antalya'ya geldi. Benim de ilk kez gittiğim yeni açılmış bir kitap-cafede (Jiraf Book-Coffee) buluştuk sonunda. Söyleşinin çok sıcak ve samimi ortamının yanında hem Banu, hem de yeni dostlarla tanışmak güne ayrı bir güzellik kattı. Hava da bize öyle bir kıyak yaptı ki adeta yaz günü gibiydi. 

Ankara'dan döneli bugün 11. gün, denizle selamlaşmak ancak dün kısmet oldu. Aslında niyetim Antalya Kültür Yolu Festivali nedeniyle açılan Magritte Sergisi'ni gezmekti ama üşendim. Tüm günü laf olsun torba dolsun işlerle geçirdikten sonra akşam vakti aşka geldim, hem çiçekçiye uğramak, hem de parkta bir yürüyüş yapmak için dışarı çıktım. Çiçekciye uğramaktaki niyetim geleneksel sıklamen temini idi ama dükkandaki tek kalmış saksı, ben yakında elden çıkarım görüntüsü verince vazoya koymak için kasımpatlarında karar kıldım, dönüşte almak üzere ayırttım, sonra parka yürüdüm ve Akdeniz'e merhaba dedim:

 Parkın her mevsim olmazsa olmazı ağaç minelerini de okşamasam hatırları kalırdı:

Park turunu güneş batmaya hazırlanırken bitirdim, biraz daha dursaymışım muhteşem bir günbatımına şahit olacakmışım ama kaçırdım:

Bey Dağları, şükür kavuşturana...

Uykudan önce bir doz polisiye alayım dedim, Yıldız Alatan polisiyelerinin sonuncusunu okuyorum, "Siyahlı Sarışın". Lakin sarmadı, Yıldız Hanım ünlü kaprisinden muzdarip bu kitapta, aşırı kibirli bir görünüm sergiliyor, soğuttu beni kendinden ama seksenli yılların giysi modellerini hatırlamak gülümsetti. Nasıl giymişiz o saçma sapan vatkalı giysileri bilemedim 😂 

Magritte Sergisi aklımda, yemek işini halledebilirsem, bugün gitmek niyetindeyim. Sizin programınızda neler var?




1 Kasım 2025 Cumartesi

RUTİNE DÖNÜŞ

Kendi adıma portakalı soydum, başucuma koydum ve yedim 😂 Onlar iki gün daha devam edeceklermiş, keyifleri bilir, esasen gün sonunda yarışma filmlerinin gösterimi bitecek. Yarın ve öbür gün özel gösterimler var, daha çok belgesel nitelikli. O kadar çok film vardı ki hepsine yetişebilmek mümkün değil, pandemi öncesi festivalin merkezi olan AKM'nin yanısıra hemen yakındaki bir AVM'nin sinema salonları da kullanılırdı. Haliyle bir filmden çıkıp başka binada olsa da diğerine yetişmek mümkün olurdu. Şimdi AKM dışında vasıtayla gidilebilecek bir sinema seçilmiş, bu da insanlara eziyet bir nevi. Ayrıca bu kadar çok film olunca elbette ki tamamını izlemek mümkün değil. Ben zaten bu yıl sırf festival havası alayım diye saati ve mekanı uygun filmler seçtim, haklarında en ufak bir fikrim olmadan, tek bilinçli seçimim Ferhan Şensoy belgeseli idi ve izlediğim 6 film içinde sadece onu beğendim. Olsun, her şeye rağmen özlediğim bir ortamda bulunmak keyifliydi. 

Dün festivalle vedalaşmak için girdim kültür merkezinin kapısından. Bu yıl festivalin logo kelimesi "Kalpten" idi. Erken gitmişim oturdum biraz, festival gazetesini kıraat ediyordum ki önümden iri kıyım bir adam geçti, kafayı kaldırdım, giydiği bol atletin koltuk altlarından görünen memeleriyle S.alih G.üney 😂 Ergenken pek beğenirdim kendisini, sanırım bütün ergen kızlar beğenirdi, iyi ki büyümüşüm 😂 Artık yaş ilerledi, yenileri hiç tanımıyorum. Altı gün boyunca gördüğüm ünlü sayısı altıyı geçmez, jüri ve galaya gelen oyuncuları saymazsak. 

Yerler numarasız ve film başlamadan önce sıraya giriliyor, görevliye biletlerin barkodları okutturuluyor. Salon büyük aslında, yer bulmamak mümkün değil ama niyeyse millette bir telaş. Neyse 15 dakika kala sıraya girdik. Kapı açılsın diye bekliyoruz, yaş ortalaması hayli yüksek ve çoğunluk kadın. Yaşı epey ileri bir kadın yanıma yanaştı ve sıraya kaynak yaptı, yapsın ne olacak, sanki piyasada bulunmayan Sana yağı, tüp, benzin kuyruğundayız (zamanında çok girdik bu kuyruklara). Ama arkamdaki kadın dayanamadı, "Siz sıranıza geçin, yanaşmayın bize" dedi. Öteki aldırmadı, bir kez daha uyardı arkamdaki, yandaki "Ay ben kardeşimin bakıcısı kıza bakıyordum, her zaman burda bekler bizi" tarzında bir şeyler söyledi. Öbürü söylenmeye devam edince kendimi tutamayıp güldüm. Bu sefer oklarını bana çevirdi, "Söylesene sen de, yerine geçsin" dedi, "Siz söylediniz ya yeter" dedim. "Zaten" dedi, "aldırmaya aldırmaya memleketi bu hale getirdiniz". Haydaa, aranan suçlu bulundu, hoşgeldin Çankaya Teyzesi, Antalya hasretinizi çekiyordu. "Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa" diye bir de şiir oku da tam olsun, alt tarafı sinemada koltuk kapmaca yahu!

Neyse çekişe pekişe girdik içeri, kimse ayakta kalmadı. Filmin adı "Parçalı Yıllar" idi, 1975-1980 arası seks filmleri furyasını konu alıyordu. İyi bilirim o zamanları, sinemaya gidemez olmuştuk. Oyuncu ekibi iyiydi, Yetkin Dikinciler zaten bizim Antalya Devlet Tiyatrosu'nda oyuncuydu kurulduğu yıllarda. Bir de uzun zamandır görmediğimiz Mine Çayıroğlu ile Levent Özdilek vardı. Diğer oyuncuların adını bile duymamıştım itiraf edeyim. Filmin konusu iyi seçilmişti ama o kadar mesaj kaygılı ve didaktik bir havası vardı ki hiç keyif almadım. Böylece bu yılın son festival filminden de hayal kırıklığı ile çıktım. Çıkışta jüri üyeleri arasında olan Sevin Okyay'a rastladım, yormamak için tekerlekli sandalyeyle yaptırıyorlar giriş çıkışlarını, oldukça çökmüş gördüm. Hatırını sorup küçük bir sohbet gerçekleştirdik, zira çok severim kendisini. 

Bir festival sezonunu da eksiğiyle fazlasıyla böylece tamamladık. Dişim ağrımaya devam ediyor, su basması ve cam çatlağı halloldu, sızıntı yapan boru değiştirildi, bulunduğu dolaptakiler yıkanıp yerleştirildi. Kocam Bey bidon bidon yeşil zeytin kurdu, hayat yavaş yavaş rutine dönüyor. Aşağıdaki fotoğraflar "Ferhangi Bir Yaşam" belgeselini izlediğimiz geceden, ilki filmin başlamasını beklerken , ikincisi belgesel sonrası Ferhan Şensoy'un kızları, eşi ve belgeselin yönetmeni ile yapılan sohbetten:

 
 

 Hafta sonunuz güzel geçsin...