.

.
.

22 Aralık 2025 Pazartesi

ARA-LIK 10 (YAĞSIN YAĞMUR ÇİSİL ÇİSİL, GEL GİDELİM USUL USUL)

Dersem de inanmayın, başlığa yani. Yağmurla aram sadece pencereden bakarken iyi, o da efendi efendi yağıyorsa. Aksi takdirde hiç geçinemiyoruz kendisiyle. Islanınca ben ben değilim arkadaşlar, içimden bir yaratık, bir ecinni çıkıyor 😂 Zaten bu memlekette ne yağmur çisil çisil yağıyor, ne de ben yağmur altında usul usul yürüyebilenlerdenim. Sanırım çocukken habersizce denize fırlatılıp boğulma korkusu atlattığım durumun yarattığı travma yağmuru da içine alıyor. Güzide şehrimiz neredeyse Aralık ayının yarısında bize bahardan kalma güneşli günler sunup kandırdıktan sonra dün itibarıyla reklamlar bitti, gerçekler başladı demek istiyor. Perşembe'ye kadar yağış gösteriyor Meteoroloji, belki rica etsem bir gün öne alırlar, zira Çarşamba günü arkadaşlarla "Hoşgeldin Yeni Yıl" yapacağız ve mümkünse güneşli havada olsun arzusundayız. 

Oysa cumartesi günü Falezler'in üstünde, limonata gibi bir hava eşliğinde, denize ve Bey Dağları'na karşı içmiştik kahvelerimizi:


En uzun geceyi de dün itibariyle eda ettik, şurada bahara ne kaldı 😂 Babam işe yeni giren biri oldu mu, önce tebrik eder,  sonra da "Emekliliğe ne kadar kaldı?" diye sorardı, ilkokul öğretmenim de "Başlayınca uçlanır" derdi. Vardı bir bildikleri elbet, gerçekten başlayınca uçlanıyor, hele de yaş ilerleyince neredeyse başlamasıyla uçlanması bir oluyor. 

Geçen haftadan bu yana fırsat buldukça "Kral Kaybederse" izliyorum. Birinci sezonu haftada bir olmak kaydıyla Netflix'den izlemiş, ikinci sezonun ilk bölümünü ise 10 dakika sonra sıkılıp bırakmıştım. Dizi final yapınca bir sürü olumlu eleştiri okudum, Halit Ergenç'in oyunculuğu özellikle övülüyordu. Madem öyle işte böyle dedim ve son sezonu baştan sona izledim, az evvel de bitirdim. Biraz zahmetli oldu, her bölüm 2 saatten fazla sürüyordu, bitene kadar da içime fenalık geliyordu. İlk sezona göre daha iyi buldum ve Ergenç'in oyunculuğuna da şapka çıkardım gerçekten. Yine de 2 saatten 13 bölüm izleyerek 26 saatimi telef mi ettim diye düşünmedim değil, o kadar sürede 15 tane iyi film izlerdim, 3 tane kitap bitirirdim. Kral'ı üzmemek adına kendimi üzdüm yahu 😂 

Başlıktaki şarkının güftesi Mehmet Erbulan'a, bestesi ise Necdet Tokatlıoğlu'na ait. Necdet Tokatlıoğlu Ankara Radyosu sanatçılarındandı, bu nedenle çocukluğum ve ilk gençliğimde sahnede en çok izlediğim şarkıcıların başında gelirdi. Çok sevdiğim besteleri vardı, mesela "Artık yeşerecek bir dalım yok, yağmurlar yağsa da hoş yağmasa da" diye başlayan şarkısını çok severdim, huzurla uyusun. Bu vesileyle anmış olalım. Dinlemek isterseniz: Tık 

Bu yağmurlu günde Akgün Akova'dan özür dileyerek Cemal Süreya'nın iki dizesiyle bitiriyorum: 

"Adam yıldızlara basa basa yürüdü
Çünkü biraz önce yağmur yağmıştı"


19 Aralık 2025 Cuma

ARA-LIK 9 (UZUN YILLAR ÖTESİNDEN HATIRINI SORAYIM MI?)*

En uzun geceyi yaşamaya iki gün kaldı, babam her 21 Aralık'ta "Bugün ayın kaçı?" diye sorardı. "21 Aralık" derdik, "Peki özelliği ne?" diye devam ederdi. "En uzun gece" cevabımıza da "Ona Şeb-i Yelda derler" diyerek arkasından divan şairi Sabit'in yazdığı şu beyiti okurdu:

"Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilsin
Müptelâ-yı gâma sor kim geceler kaç saat"
 
Bu beyitin her okunduğunda eskiden aklıma Ahmet Hamdi Tanpınar gelirdi "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" romanı nedeniyle, yazın kitabın sahneye uyarlanmış halini izledikten sonra da Serkan Keskin geliyor diyeyim de gülün 😂 Ah Hayri İrdal ah!

Bugün mektup günü, lafı fazla uzatmadan yazalım mektubumuzu verelim postaya, bakalım kime gidecek bu seferki:

MEKTUP 2

Size nasıl hitap etsem bilemedim, benim için öyle ilginç, öyle güzel, öyle dokunulmaz bir nesne idiniz ki o yaşlarda, önünüzde ceketimi iliklesem yeridir. Aslında varlığınızın farkına varmam biraz vakit aldı. Zira o evde sizden de pırıltılı başka biri vardı, sarı saçları, maviş gözleri, yumuk ayaklarıyla minicik bir oğlan çocuğu, Cem. Kendim de çocuktum aslında ama o bebek sayılırdı daha, balkonda, bitişikteki dairede oturan komşu teyzenin kucağında zıplayıp duruyordu. Bir bebeğe âşık olmak, bu hayatımda ilk kez, hatta son kez olan bir şeydi. Aşkım karşılıklıydı üstelik, onlar taşınıp gidene kadar Leyla ile Mecnun gibi vurulduk birbirimize.

Biz Cem’le birbirimize âşık oladuralım annemle babam da Hale Abla ve Tarık Abi ile muhabbeti ilerletmişlerdi. Tarık Abi sarı saçları, oğlununkinin aynısı mavi gözleri, uzun boyu, yapılı gövdesi ile Hollywood filmlerinden çıkıp gelmiş gibiydi. Yakışıklılığını daha da arttıran üsteğmen üniformasını üstüne geçirip Hava Kuvvetleri Bandosu’nun başına geçti miydi, elindeki majör sopasıyla adeta dans ederdi. İnanılmaz derecede espriliydi, insan onu bayramlarda stadyumda izlerken huzursuz olurdu, acaba şimdi tribünleri kahkahaya boğacak bir şey yapar mı diye. Yeni evli sayılırlardı, borç harç aldıkları eşyalarla doğup büyüdükleri İstanbul’u geride bırakmış, görev icabı Ankara’ya gelmişlerdi. Hale Abla eşinin sarışınlığına inat bir esmer güzeliydi. Çok geçmeden annemin en yakını oluvermiş, köşe dairedeki evleri de fütursuzca girip çıktığımız bir mekâna dönüşmüştü. İşte o zaman fark etmiştim sizi.

Salonun karşısında, balkona açılan kapının yanındaki büfede duruyordunuz. Tam ortada, diğer objelere, biblolara, tabak çanağa tepeden bakan bir havanız vardı. Balkon camından vuran ışıkla parıldıyordunuz, gözümü almıştınız, sonra da gönlümü alacaktınız.

 Önce ne olduğunuzu pek anlayamamıştım, benim o zamana kadar gördüğüm saatlere pek benzemiyordunuz zira. Evet, evimizde de vardı masa saati ama o kadar sıradandı ki, saati göstermenin ve sabahları erken uyandırmanın dışında kayda değer ne bir fonksiyonu ne de görüntüsü vardı. Oysa siz bir mücevhere benziyordunuz. İçine yerleştiğiniz camdan fanusun altında parlak ışıklar saçarak kibirli kibirli tıkırdıyordunuz, tıkırdama da denmezdi ona, adeta fısıldıyordunuz. Kadranınızın altından sarkan altınımsı toplar saat başlarında dans ederdi, büfenin yanındaki koltuğa çöker, bale gösterisi izler gibi mest olurdum. Tarık Abi halime güler, “Bilet keseceğim sana, beleş seyir yok” derdi. Tarık Abi ve ailesi İstanbul’a gittiklerinde çiçekleri sulamak için anahtarı anneme bırakırlardı, peşine takılır, o çiçekleri sularken ben sizin ışıltınıza dalardım yine. Cem’den sonra en sevdiğim şeydiniz siz o evde.

Aslında ben o evdeki herkesi, her şeyi seviyordum. Tarık Abi’nin her daim gülen yüzünü, güldükçe küçülen mavi gözlerini, Hale Abla’nın sıcaklığını, sonradan doğup Cem’in pabucunu dama atan Kerem’i bile. Hoş Cem’in pabucunu kimse dama atamazdı, en azından benim indimde. Tarık Abi tanıştığımız andan itibaren anneannemden dayılarıma kadar tüm aileyi avucunun içine almıştı, sanki yıllardır biliyorduk birbirimizi. Fırsat buldukları her an babamla ve dayımla oturdukları çilingir sofrasına öğrettiği bir şarkıyla başlamak gelenek olmuştu. Sözlerini belki hiçbirinin bilmediği, anneanneminse her duyduğunda “Tövbe estağfurullah” çekip ayin yapılıyor duygusuyla “vangil çığırman” diye azarladığı, esasında aşka ve beraberliğe bir övgü olan bu şarkı onlara öyle yakışıyordu ki. Tarık Abi hayatımızdan çıkıp gittikten sonra bile ne zaman bir rakı sofrası kurulsa ilk kadehler onu anarak bu şarkıyla kalkardı:

Viva la, viva la, viva la amour

Viva la amour

Viva la amour

Viva la company

Ayın sonunu zor getirdiğini düşünürdüm Tarık Abilerin, hâlâ borçlarını ödedikleri eşyalar, evde büyüyen bir bebek, ev kirası, büyük şehrin getirdiği zorluklar omuzlarına binmişti ama o güleç yüzünden bunu anlamak çok zordu. Bir gün babamla yaptıkları bir konuşmaya kulak misafiri olmuştum. Hastalanan Cem’den bahsediyordu, “Abi” diyordu babama, “oğlan ateşli, bir şey yemiyor, ay sonu, cepte para yok, borç buldum bir arkadaştan, muz aldım belki yer diye. Hevesle geldim eve, soydum muzu, uzattım, korktu abi, çocuk muzdan korktu, o kadar az görüyor ki korktu”. Bunu anlatırken mavi gözlerinden yaşlar akıyordu. O gün bugün benim duyduğum en hüzünlü kısa hikâyedir bu.

Siz bütün bunların farkında mıydınız acaba? Altına saklandığınız sırça fanusta tıkırdayıp fısıldayarak, çalımlı çalımlı sürdürüyordunuz evdeki varlığınızı. Yine de benim gönlümdeki yeriniz her daim Cem’den sonra da olsa bâkiydi. Uzun yılların ötesinden sevgiler yolluyorum size, fanusunuzdan öperim…

Mektubun yazıldığı saatin temsili fotoğrafı, en benzer bunu bulabildim internette, kendisi biraz daha görkemliydi 😊

Güzel bir hafta sonu dileğiyle, mektup yazanlarınız çok olsun diyeceğim de PTT işlevini yitirmiş, ulaştırmıyor, postacılar da artık selam vermiyor. 

*Uzun yıllar ötesinden hatırını sorayım mı?

Hüzzam şarkı

Beste: Rüştü Şardağ
Güfte: Fuat edip Baksı

Ve günün dizeleri yine Akgün Akova'dan, mektuba atfen "Hale" şiirinden:

"uyuduğunda

doğanın büyük kitabını gör düşünde

orada nehirler, yağmurun yanıtıdır "ne iş yaparsın" sorusuna

ormanlar yeşilin misafir odaları

dağları avcılar görmesin diye çıkar sis

ve aşk

dünya şenlensin diye var"

17 Aralık 2025 Çarşamba

ARA-LIK 8 (ENGİNDE YAVAŞ YAVAŞ GÜNÜN MİNESİ SOLDU)

Yine güzel ve güneşli bir güne uyandık bugün, gökyüzünde tek bir bulut bile yoktu, gerçi Antalya için şaşırtıcı değil bu havalar, çocukluğumun buz gibi ve karlı yılbaşlarına inat bu şehirde güneşle giriliyor yeni yıla. 

Kendimde bulamadığım yeni yıl coşkusunu şehirde de göremiyorum bu yıl. Gerçi bu aralar AVM'lere yolum düşmüyor, eminim oralar ışıldamıştır ama bugün tramvayla şehrin diğer ucuna geçtim, cadde üstü dükkanlarda, cafelerde de öyle bir abartılı süsleme göremedim. Bistrosunda oturmak için girdiğimiz otel bile üç-beş pırıltı dışında ekstra bir şey yapmamıştı, süslenmiş bir ağaç bile göremedim ortalıkta. 

Bu tramvay yolculuğu ve sonrasındaki buluşma ortaokul Sosyal Bilgiler öğretmenimin kızıylaydı. Birkaç yıl önce aynı şehirde yaşadığımızı sosyal medya aracılığı ile fark etmiş, görüşmüştük. Bizler çekingen öğrencilerdik, ne kadar başarılı olsak da, öğretmenin bizi sevdiğini bilsek de utanır, sıkılır, öğretmenin en ufak kaş çatışından etkilenirdik. Kürsüye çok yakın bir sırada şimdilerde hâlâ görüştüğüm bir arkadaşımla oturuyordum. Hocamız pek kalkmazdı kürsüden, benim gibi sıraların arasını arşınlayarak dolaşıp ders anlatanlardan değildi. Çoğunlukla giydiği koyu mavi takım elbisesi, beyaz saçları, gözlükleriyle ciddi bir görüntüsü vardı, hem çok sever, hem de çekinir, utanırdık. Üstelik komşu sayılırdık, bir üst sokağımızda otururlardı ve çarşıya gitmek için mecburen o apartmanın önünden geçerdik. İyi havalarda balkonda otururdu ve ben öyle zamanlarda gözüne çarpmamak için adeta asfalta yapışırdım. Yahu adamcağıza bir iyi günler de, bir selam ver, yiyecek mi seni. Ah rahmet olsun. Bugün kızıyla çok andık. Kendi şapşallığıma güldüm yıllar sonra. 

Sohbetimiz sona erince tramvay durağına kadar yürüdük falezlerin üstünden. Güneş çılgın bir biçimde batmaya hazırlanıyordu ama yetişemedim, sadece denizi ve dağları seyrettim yol boyu.

Mahallemize gelince vitrininde galetalar gördüğüm ve daha önce alışveriş etmediğim bir fırına girdim. Benden sonra gelen yaşlı bir adam önüme geçse de yaşına hürmeten ses etmedim. 5 tane ekmek istedi görevli kadından, dört ekmeği poşete koyan kadın adamın bakmadığını görünce en az pişmiş, bembeyaz bir ekmeği iteledi paketin içine. Ardından para üstü vermek için ekmekleri koyduğu eldivenle beş tane 20 liralığı fırt fırt sayıp adamın eline tutuşturdu. Sonra da benim galetalara el atıyordu ki yaşlı adama kakaladığı pişmemiş ekmeğin siniriyle "Para saydığınız eldivenle mi tutacaksınız galetaları" dedim. "Ayy, şey unuttum, değiştireyim" diyerek yeni eldiven giydi, unuttuğu falan yoktu, uyarmasam aynen devam edecekti, paraya değmiş eldiven yerine çıplak elle tutsa daha hijyenik olurdu sanırım. Kadına haddini bildirmiş olmanın keyfiyle çıktım fırından ve eve yollandım. Yaşasın kötülük 😂

Juliette Binoche retrospetifine biraz ara verdim, sosyal medyada Kral Kaybederse dizisine yapılan övücü yorumların üstüne 2. sezonda bıraktığım diziye yeniden başladım. 8 bölüm kaldı, yıl bitmeden hallederim diye düşünüyorum. Bu aralar bir polisiye elimde sürünüyor, aslında keyifli de bir şey ama niyeyse kısmeti kapalı 😂 Hafta bitmeden onu da bitirmeliyim. 

Ve yazıyı da bitirmeliyim, hem de akgün Akova dizeleriyle, yine "Sevdiğim Kadın Adları Gibi" kitabından, bu defa Alev'e seslenmiş şair:

"güneş altın bir kale takarken saçlarına
fırlat yüzüğünü ıssız bir iskeleden
sana kimse söylemedi mi Alev
evlilik yüzme bilmez
suda genişleyen halkalara
sessizce göm gözyaşlarını
bir yüreğin başka bir yüreği batırdığı
bir deniz kazasından başka nedir ki aşk"


15 Aralık 2025 Pazartesi

ARA-LIK 7 (BİR GÜLÜ DÜŞ EYLEYELİM)

Çok zorunlu olmadıkça pazar günleri ev işi yapmam, genelde avarelikle geçiririm. Sebebi çocukluk travmaları. Ev hanımı olan annem haftanın diğer günleri çuvala girmiş gibi tüm ev işlerini hepimizin evde olduğu yegane güne, pazar gününe saklardı. Sabahın kör karanlığında çamaşır yıkama aşkı depreşir, kalk borusunu öttürürdü. "Kalkın, herkes yorganını söksün, çamaşır yıkayacağım. İpleri ziyan etmeyin, koparmadan sökün" talimatlarıyla okula gittiğim saatten daha erken uyandırılır, haşır huşur yorgan sökerdim. O yıllarda nevresim yoktu, yorganlar kaplanırdı, o da ayrı bir eziyetti. Çarşaf yere serilir, üstüne yorgan yerleştirilir, sonra da kocaman bir yorgan iğnesi ve yorgan ipiyle kaplanmaya başlanırdı. İpleri uzun tutma tembihi de tekrar kullanma amaçlıydı. Sökülmüş yorganlarımızın çarşaflarını anneme teslim ettiğimizde evi deterjan kokusu sarmaya başlamış olurdu. Çamaşırlar sıkma kısmı elle çevrilen makinede çalkalanırken annem ev süpürmeye, yerleri silmeye ve tüm bu işlere beni ortak etmeye başlamış olurdu. Bak şimdi aklıma geldi yine sinir oldum. Öğleden sonraları bu hengameye radyodan yükselen maç sesleri de eşlik ederdi, ardından haftalık banyo seansı başlardı. Yetişmesi gereken ödevleri ve ütülenmesi gereken önlükleri saymıyorum bile. O yüzden çocukluğumun pazarlarını burnumda deterjan kokusu, kulağımda maç sesi ve annemin talimatları ile hatırlıyorum. Yıllar sonra Tezer Özlü'nün "Çocukluğun Soğuk Geceleri"ni okuduğumda bir kuşağın aynı dertlerden muzdarip olduğunu fark ettim. O pazar günlerine geri döndüm, kitabı elimden fırlatma isteği duydum. Annemin büyüme aşamamızda bize çektirdiği pazar çilesini ne kendime, ne de çocuğuma çektirmeme kararını daha o zamanlar almıştım. Çalıştığım zamanlarda bile pazar boş boş oturma günüydü, hâlâ da öyle. Bu yıl içimde bir türlü uyanamayan yeni yıl ruhunu bir nebze canlandırmak için pazar gününü seçtim. Az biraz renk, biraz ışıltı bu tembel günü aydınlatsın, belki biraz da neşe verir. Bulduk çıkardık ağacı, iki yıldır yılbaşları Ankara'da geçince yerlerini unutmuşum her şeyin. Bütün bir öğleden sonrayı ağaç süslemekle geçirdim. Yine de eski coşku, eski heyecan kalmamış, adet yerini bulsun yaptım mı yaptım.


Ev ışıldadı da, içim ışıldadı mı orası tartışılır, hele akşam haberlerde gencecik belediye başkanının ölüm haberini duyunca iyice söndü lambalar ruhumda. 

Cumartesi günü bir oyun izledim: "Kızımın Ruh Hali Testlerinde Çoğunlukla 'Bazen'i İşaretliyorum" şeklinde upuzun bir ismi vardı. Bipolar olduğu çocukken anlaşılan bir kızın yaşadıklarını, ailesiyle, sevgilisiyle, doktoruyla olan ilişkilerini konu alan son derece etkileyici bir oyundu. Minimalist, basit dekor oyunculukları iyice ortaya koymuştu ve dört oyuncunun performansları da ayakta alkışı hak edecek düzeydeydi. O kadar etkilendim ki oyun bittiğinde bir süre yerimden kalkamadım. Uzun zamandır Devlet Tiyatroları'nda izlediğim açık ara en iyi yapımdı diyebilirim. Aferin tiyatromuza, bir de iyi bir salonumuz olsa, orası akar, burası kokar, yerin dibindeki salonda panik olsa kim nereye kaçar. Koskoca turistik şehre layık bir opera-tiyatro binası yapılamadı senelerdir.

Antalya bir haftadır güneşli ama sabah bir fırtına uyarısı okudum, ne dereceye kadar doğrudur bilemem. Deprem sonrası uzmanlar Müjdeci Hüsnü'ye döndüler. "Müjdeci Hüsnü" Abbas Çılga'nın yazdığı bir çocuk kitabı, kardeşimden oğluma intikal etmişti, şimdi bağışlandığı sahafın raflarında ya da kimbilir kimde. Hüsnü iyi anlamda müjdeler verirdi ama biz bunu aile arasında sürekli olumsuz haberler verenler için kullanmaya başlamıştık. İşte bu Hüsnü modundaki deprem uzmanları sürekli bildirimdeler: Antalya için şiddetli deprem riski, Antalya'da büyük bir deprem bekleniyor, Antalya büyük sarsıntılara gebe. Yazıyı okuyorsun içerik bambaşka bir şey çıkıyor. Ayrıca ne yapabileceğiz yani, gökten ne yağdı da yer kabul etmedi bu ülkede, elimizdeki malzeme bu: Tevekkül.

Tevekkül yazınca aklıma Ruhi Su düştü, "Tevekkel tü tahar Allah" dizelerinin de olduğu, Pir Sultan'ın "Gelin Canlar Bir Olalım" deyişi. Dinlesek mi? Şurada

Yıllar önce TRT tek kanal iken Küçük Ağa dizisi yayınlanmıştı. Fikret Hakan'ın canlandırdığı Çolak Salih bu deyişten bahseder, "Bir yürüyüş eyleyelim" dizesini "Bir gülü düş eyleyelim" diye anladığını söylerdi. Bir gülü düş eylemek ne güzel bir eylem, yıllardır aklımdan çıkmamıştır. Bak şimdi de alakasız bir şekilde hatırladım. 

Akgün Akova ile bitirelim bu her telden çalan postu:

"kendisini kırmayan çocuğa aşık olur oyuncak
ve değil mi ki aşk
oyuncak sanıp yatağımızda sakladığımız
içi bencillik dolu bir silah"*

*Sevdiğim Kadın adları Gibi


12 Aralık 2025 Cuma

ARA-LIK 6 (MEKTUP 1)

Neredeyse hiç uyumadım. Gece 12'de girdiğim yatakta dön baba dönelim şeklinde toplam yarım saatlik tilki uykusundan sonra baktım olmuyor, olmasın madem dedim. Dün kanal tedavisi tekrar elden geçen dişimin sızısı, nükseden alerjik öksürüğümün köhköhleri mümkünü yok uyutmadı. Sağdan sola, soldan sağa, salla kolların yorgan üstüne yapacağıma kalkıp oturayım en iyisi. Saat 3 civarıydı yaktım gece lambasını, aldım tableti elime, düştüm gurbetin yoluna demeyeceğim tabii ki, şeker patlattım bir süre. Kocaman bir pasta oluşturdum ve yeter dedim, haydi biraz uyuyayım. 5,5 civarıydı, yine olmadı. Sabah kısa süreli bir konuk ağırlayacağım, öğleden sonra arkadaş buluşması yapacağım, akşam da konsere gideceğim için yemek yapmaya, ortalığı toparlamaya karar verdim. Kesin gün içindeki üç faaliyetin birinde uyuklarım ama bakalım hangisine kısmet olacak. Odaları şöyle bir elden geçirip mutfağa girdim. Çay demlenirken etli, terbiyeli kereviz ve pilav pişirdim. Memleketimizin pazarlarında uzun saplı, yemyeşil yapraklı ve kocaman köklü kerevizler görücüye çıkmışlar. Dişçiden gelirken en beğendiğimi Allah'ın emriyle isteyip eve getirmiştim. Tencerede düğün yaptım kendisine 😂 Kahvaltıyı da hazırlayıp balkon temaşasına çıktığımda hava yeni aydınlanmıştı. Henüz karşı apartmanın üst kat dairesinin babası sigarasını tüttürmek için balkona çıkmamıştı. Mahallenin en erken uyananı bazen o, bazen ben oluyoruz. Köpeğin biri nezleli bir sesle havlayarak caddeye doğru koşturdu, yan sokağın çilli bıçkın horozu haremi arkasında sabah teftişine çıktı. Az evvel de "Kalkın ey ahali" dercesine uzun uzun ötmüştü. Ben hayatımda böyle kasıntı horoz görmedim, alçak kümesleri ben yarattım, yüksekler babamdan miras kaldı dercesine dolaşır durur arkasına sıralanmış tavuklarıyla sokaklarda. Şehirde köy yaşamı, o lala 😂

Mahalle horozumuz şu cins ama daha görkemli ve daha karizmatik 😂 Bir de nette dolaşırken şu tavuklu, horozlu saksılardan gördüm, çok güzel değil mi?

Bir süredir aklımda bir proje var, şimdilik haftada bir blogda yayınlamak kararındayım. Çocukluğumun ve ilk gençliğimin geçtiği siteyi konu alan mektuplar yazacağım. Belki ilerde kendisiyle ciddi düşünürüm, şimdilik sadece bir tasarı. Bakalım nasıl bulacaksınız. İlk mektup anneannemin deyimiyle bu zabaaan körü postuyla gelsin. Fikrinizi yorumlarınızda belirtirseniz devam ya da tamam deme konusunda bana da yol göstermiş olursunuz, şimdiden teşekkürler. O zaman ilk mektup gelsin:

----------------------------------------------------------------------------------

MEKTUP 1

Yıllar ötesinden merhaba Maymun Kardeş,

Acaba bizi hatırlar mısın? Başkalarını bilmem ama ben seni hiç unutmadım. Hâlâ Emel Abla’nın raflarından birinde duruyorsan bile pilin bitmiş, kollarının gücü azalmış, hevesle birbirine vurduğun zillerin paslanmış olsa gerek. Belki de mazinin çöplüğünde çoktan yerini aldın. Ya uzun siyah saçlarına tezat bembeyaz teni, uzun boyu, gösterişli endamıyla Emel abla nerelerdedir?

24 daireli apartmanın en farklı evine Mehmet Amca’nın bavulunda girdiğinde bu kadar rağbet göreceğinin farkında mıydın acaba? Gittiği bir yurtdışı turnesinden getirmişti seni, turne deyince, oyuncu değildi Mehmet Amca ama Devlet Tiyatrosu’nun dekor atölyelerinden birinin şefiydi ve haliyle her turneye katılması gerekiyordu.

Bizim sıradan, orta halli, geleneksel evlerimizin aksine senin raflarından birinde kendine yer bulduğun daire beni imrendirecek, hayal gücümü zorlayacak kadar şık ve moderndi. Sokak kapısından girince ayağımız mavi, pelüş bir yolluğa gömülürdü. O antreden hiç kimsede olmayan mobilyalarla döşenmiş salona girerdik. Gözlerimiz oturmak için evlerimizdeki gibi karşılıklı somyalar arardı ama burada öyle bir şey yoktu. Bir duvarda boylu boyunca kitapların ve çeşitli objelerin sergilendiği raflar yer alırdı, karşısında ise üzerine renkli örtüler serilmiş sedirler odaya canlılık katardı. Annelerimizin misafir odası diyerek neredeyse kilitli tuttuğu, dört koltuğu, formika sehpası, içinde hiç kullanılmayan çeyizlik çay takımlarının sergilendiği büfesiyle benzerini görmeyi umarak kafamızı uzattığımız oda ise daha görkemli eşyalara ev sahipliği yapardı. Bizimkilerle uzak yakın alakası yoktu, üstelik kapısı her daim açık, kullanıma her daim hazırdı ve o odada hiç kimsede olmayan bir şey vardı: Telefon. Çoğu zaman PTT şubesi görevi yapardı Emel Abla’nın misafir odası, kendisi de hiç üşenmez kimi ararlarsa dairesine kadar gider, gelip konuşmasını sağlardı. Şehir dışından arandığımız bir gün iki blok ötedeki anneannemin evine bile koşturmuş, haber edip konuşmamızı sağlamıştı.

Bir gün kitapların sıralandığı raflara baktığımı fark eden Emel Abla, “Okumak istiyorsan ödünç alabilirsin, okuyup iade edince de yenisini götürürsün Filiz Akın” demişti. Tuhaftır beni Filiz Akın’a benzetirdi. Uzak yakın alakam yoktu hâlbuki, sarışın bile değildim. Benzemediğimin kendim de farkındaydım ama her ergen kendini çirkin bulur ya, yine de hoşuma giderdi güzel bir oyuncuya benzetilmek. O kitaplardan tanımadığım dünyalara ışınlanacağımı bilmeden kocaman ciltli bir tanesini kucaklayıp merdivenleri koşturarak çıkmıştım bir üst kattaki evimize. Ülkeleri, şehirleri konu edinen bir kitaptı ve çizimlerle süslüydü. Paris’in anlatıldığı bölümde koltuğunun altında upuzun bir ekmekle yürüyen bir adam resmedilmişti, arkada Eyfel Kulesi. Önce baston sandığım ekmeğe francala dendiğini okuyunca eğer bu francalaysa bizdeki ne diye düşünmüştüm. Yuvarlak ve uzun iki tür ekmeğin bakkal Niyazi Abi’nin külüstür ekmek kabininde sergilendiği raflarda başka çeşit yoktu ve Niyazi Abi uzun olanı francala diye satıp bizi kandırıyordu galiba. Yaz boyu Emel Abla’nın kitap rafını tükettim. Son kitabı okuyup iade ettiğimde okullar açılmak üzereydi. Ertesi yaz bitişik komşu Nuran Abla’nın büfesinde duran, kayınbiraderine ait üç-beş harcıâlem aşk romanına dadanacaktım.

Lafı uzattım, sen doğduğun uzak ülkelerden gelip de raftaki yerini alınca birdenbire meşhur oldun, nasıl başladı bu iş hatırlamıyorum ama muhtemel ki Emel Abla’nın çocuklarından biri arkadaşlarına hava atmak için senin marifetini döktü ortaya, sonra da aldı yürüdü şanın. Birkaç kişi toplanıp gider, aralarında büyükler de olurdu bazen, pelüşlü antreyi geçer, renkli sedire sıralanırdık. Emel Abla seni raftan indirir, sırtındaki kelebeğe benzeyen anahtarı kurar, önümüzdeki sehpaya bırakırdı. Elindeki zilleri aşk ile, şevk ile birbirine çarpıp çıkan şakırtıyla iki yana sallanırken bizler de cezbeye tutulmuş gibi izlerdik seni. Seyretmelere doyamazdık. Ah Maymun Kardeş bir yıl boyunca ne avuttun biz çocukları, hakkını ödeyemeyiz. Her nerelerdeysen zilleri birbirine vuran o ellerinden öperim…

------------------------------------------------------------------------------------------

Bugünün dizeleri Akgün Akova'nın affına sığınarak bu yıl İlhan Berk Şiir Ödülü'nü alan Oğulcan Kütük'ün "Dimdik Bakma Rehberi"nden olsun. "Kalbim Teşekkürler Beni Rezil Ettin" isimli şiirinden:

"fotoğraf karıştırmayacak kadar büyümek
ya da çok yaşlanmak tek tek bakacak kadar hepsine"