.

.
.

12 Mayıs 2025 Pazartesi

HAFTA BAŞI / 12 MAYIS

Sabahın seherinde çıktım balkona oturuyorum. Dün temizleyip pakladık. Bu yıl balkon sezonu epey gecikti. Evin büyük balkonu batıya bakıyor ve yazın saat 12.00 ile 18.00 arası orada oturmak kabil olmuyor.  Ama kahvaltı ve akşam yemeği için ideal. Emekli olduğumuzdan beri yazları Ankara'da geçirdiğimiz için çok da dert değil, ilkbaharda ve sonbaharda keyifli oluyor, malum bir de çınarımız var, yeşerten, yabancı gözlerden koruyan ve kuş cıvıltılarıyla neşe veren. Kış boyu kullanmadık, mutfak balkonu ihtiyaç karşılamaya yetiyor. Dün "Vaktidir" dedim Kocam Bey'e, "haydi şu balkonu yıkayalım". Sıvadık paçaları, taktık hortumu, giriştik işe. Kumrular yokluğumuzda gübrelemişler de gübrelemişler. Öyle ki balkona tohum serpsen yeşerecek. Önce masa ve sandalyeleri temizledik, kurumaya bıraktık. Sonra belki bir saat zeminle uğraştık. Yorulduk ama iyi oldu, birkaç güne Umut Efendi gelecek, o balkon hastasıdır, yayılsın keyfince. Masanın örtüsünü de serince iş tamama erdi, hatta akşam yemeğini orada eda ettik. 

"Yenice eleğim, seni nereye gereyim" derdi annem, bizimki yeni değil ama yeni temizlenmiş olunca sabah gözümü balkonda açtım adeta. Çayı demledim, salatalık, domates, kuzukulağı ve avokado ile renklendirdiğim bir tabak hazırlayıp kahvaltı yaparken mahalleyi seyran eyledim. Hane halkının yüzde ellisi uykudaydı netekim 😂 Yaşlanmanın en önemli belirtisinin sabahın köründe uyanmak olduğuna iyice kâniyim artık, anneannem vakt-i zamanında sabah ezanı okunurken kalkar, namazını kılıp bizi dürterdi: "Kalkın, ne yatırsınız, aş da zabaaan, iş de zabaaan" diye. Kadın haklıymış. Gerçi Kocam Bey bu genellemenin dışında ama istisnalar kaideyi bozmaz.

Ortalık sessiz, ne anırarak telefonda konuşanlar, ne geçen araçlar, ne de bir seyyar satıcı. Sadece okula giden birkaç öğrenci. "Geldi bahar ayları/Gevşer gönül yayları" hesabı onların da ayakları geri geri gidiyor zaten, kiminin elinde acemice tüttürmeye çalıştıkları sigaralar, kiminde zorla çiğnemeye çalıştıkları bir simit. Gömlekleri pantolondan dışarı uğramış, ellerinde ne çanta, ne kitap. Bunların okulda dolapları mı var? Evde ders çalışılmıyor mu artık? Ben emekli oldum olalı sistem epey değişmiş sanırım ya da öğrenciler değişmiş. Okul vakti yanaştıkça gözden kaybolan öğrencilerin yerini içinde ekmek olan poşetlerle ileri yaş grubu alıyor. Hanım kahvaltı hazırlarken beyi taze ekmek almaya yollamış. Ben de kahvaltımı bitiriyorum bu arada, bir elime çayımı, bir elime kitabımı alıp ara ara sokağı izlemeyi de ihmal etmeden okuyorum. Kitabım şu:

 

Johann Sebastian Bach'ın "Goldberg Varyasyonları"nın bestelenme öyküsüyle başlıyor. İlginç aslında, 18. YY. da uykusuzluktan muzdarip Kont Kayserling saray bestecisi Bach'ı çağırır ve altın dolu bir kadeh karşılığında uykuya dalmasını sağlayacak bir beste yapmasını ister. Bunun üstüne Bach otuz varyasyondan oluşan bir arya besteler, bu varyasyonları klavsenle seslendirerek kontun uykuya geçmesini sağlayan kişi Johann Gotliev Goldberg'dir. Bundan hareketle bestenin ismi de "Goldberg Varyasyonları" adıyla anılır. Ben kitabı okurken arka planda Goldberg Varyasyonları'nın çaldığını da tahmin etmişsinizdir. Kitap bununla kalmıyor Beatles'den Rhotko'ya, toplama kampı müziklerinden The Who'ya, daldan dala atlıyor. Değişik bir deneme kitabı, severek okuyorum. 

Mahallemizde kentsel (daha doğrusu rantsal) dönüşüm hızla sürse de yine de ara sokaklarda pek rastlanmayacak kadar yeşillik ve ağaç var, bu da özellikle yeni yapılan devasa binaların sevimsizliğini bir ölçüde saklıyor. Balkonun baktığı cephelerden birinde iki apartman arası adeta orman gibi. Apartmanlardan birinin rahmetli sahibi hiç boşluk bırakmadan ağaç dikmiş iki bina arasındaki neredeyse bir metrelik toprağa ve zeytinden yeni dünyaya, incirden, narenciyeden selviye bir sürü ağaçla yeşertmiş göz hizamızı.

Sondaki selviyle selamlaşan neredeyse aynı boyda bir de bizim apartmanın önünde var. Serçeler ve Arap bülbülleri çınarı, kumrular selviyi tercih ediyorlar. Bize de cıvıltılarını dinlemek kalıyor. 

Sabah pusluydu hava, birkaç gündür bulutla uyanıyoruz, güneş epey nazlanıyor duvağını açıp mah cemalini göstermeye. Açınca da içeri kaçırıyor beni, çınarın taze yapraklarından birini koparıp kitabımın arasına koyuyor ve içeri geçiyorum. Bulaşık makinesini çalıştırıp yazıma kaldığım yerden devam ediyorum. 

Hafta sonu epeydir bekleyen ütülenecekleri halletmeye karar verince suya sabuna dokunmayan bir film aradım ütü yaparken izlemek için. Neşfilikis'de eski bir film buldum: "Allah Yazdıysa Bozsun". Başrolunde Gonca Vuslateri ve yüzüne aşina olup adını bilmediğim bir adam oynuyordu. Ben kafamı yormadan laf olsun diye izledim, ütüler de o arada bitti. Öğleden sonra da cila niyetine yine Neşfilikis'e yeni eklenen "Nonnas"ı seyrettim. O da sabun köpüğü idi ama en azından daha aklı başında bir şeydi ve sevdiğim gibi yemekler ve lokantalarla ilgiliydi. 

Dünkü Anneler Günü, annesiz ve çocuklardan uzakta geçse de çok da umursamadım. Umut'un Anneler Günü videosunu izleyip güldük, annesini banyoyu uzun yaptırdığı için seviyormuş. Ah çocukluk 😂

Yeni bir haftaya girerken hepinize sağlıklı, huzurlu, güzel şeylerin gerçekleşeceği günler diliyorum.

9 Mayıs 2025 Cuma

CUMA / 9 MAYIS

Her günü sansasyona gebe ülkemizde yeni bir sabaha uyandık şükür. Bugünün beklentisi uzaydan tepemize düşmesi beklenen uzay aracı ama ülkenin kendi içindeki gündemi o kadar yoğun ki tepemize değil uzay aracı gezegen düşse pek aldırış eden yok. Umarım ne bize, ne başka ülkelere zarar vermeden atlatılır bu olay, risk düşük diyorlar ama bilinmez ki? Aklıma Hüseyin Rahmi'nin "Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç"ı geldi. Kitap okuma hevesimin temel taşlarından olan Yenimahalle İlçe Halk Kütüphanesi'nin caddeye bakan "Yeni Çıkanlar" raflarından sabah çekip aldığım ve ikindi üstü bitirip iade ettiğim, bu erken iadelerden dolayı da sarışın görevliyi bezdirdiğim kitaplardan biriydi. Sanırım İnkılap Kitabevi idi, yeni basımlarını yapıyordu Hüseyin Rahmi, Reşat Nuri, Halide Edip gibi yazarların. Su içer gibi okumuştum. Sonra Arkası Yarın'lardan birinde de dinlemiştik "Kuyruklu Yıldız"ı, anneannem fena heyecan yapmıştı "Ya düşerse" diye, sanki onun başına düşecek 😂

Dün semt pazarından alışveriş yapıp terden sırılsıklam eve döndük. Oysa hava sabah bulutlu ve serindi, öğlen birden bire coştu, güneş meydana çıktı ve ışınlarını saldı tepemize. Pazar dersen pazar olmaktan çıkmış, marketten pek farkı yoktu fiyat açısından. Bir de bu pestisit olayı insanı geriyor. Muhtemelen çoğu öyle ama ne yapabiliriz ki, eve geldim, çilekleri, kayısıları karbonatlı suya koydum, karbonatı fazla mı koydum, çok mu beklettim bilmiyorum, tadı değişti meyvelerin. Ağız tadıyla bir şey yenmeyecek artık. En son yediğim domatese benzer domatesin üzerinden yıllar geçti. Evlendiğim yıl Denizli'de kiraladığımız evi yerleştirmeye gitmiştik nikah öncesi, alt kattaki komşu bir tabak domates getirdi, köyden geldi diyerek. O domatesin lezzeti ve kokusu hala benimle, bir daha da öylesini yemedim. 

Pazar dönüşü terle ıslanmış giysileri değiştirdik mecburen, önce çamaşır, sonra bulaşık makinesini çalıştırdım, yıkananları astıktan sonra da bir film izleyeyim bari dedim. "Babygirl"i izlememiştim, bulup açtım, açmaz olaydım. Başlamışken bitirdim ama çok kötüydü bence. Nicole Kidman kendini emekli etse çok iyi olacak. Dolgu yapılmaktan robotlaşmış yüzünde içeri kaçmış gözleri beni korkutuyor, bakışları da bir tuhaf olmuş. Tenindeki o sürülüp de sonra düzleştirilmiş tarlalara benzeyen görüntü de keza. Yüzüne bakınca ürküntü ile karışık bir rahatsızlık geliyor bana. Estetiklerini aklamak ya da "Ben yaptırıyorum keyif benim size ne, karışmayın" demek istediği için senaryoya özellikle mi koydurmuş bilmiyorum ama filmin bir yerinde ergen kızı "Akvaryum balığına benzemişsin anne, yaptırma şunları" diyordu. O da, "Ben seviyorum, karışmayın" diye cevaplıyordu. Kısacası film kötüydü, hiç sevmedim. 

Çarşamba günü arkadaşlarla buluştuk yine Beachpark'ta. Bu kez asansörle indim sahile, asansörün gelişini beklerken de şu güzel manzaraları çektim:


Pazardı, çamaşırdı, filmdi derken yemek yapmaya üşendim, kısırla geçiştireyim bari dedim. Bizim evde sevilen bir yiyecektir. Lakin ne yaptım da öyle oldu bilmiyorum ama şunca yıllık ömrümde yaptığım en kötü kısır olduğuna yemin edebilirim. Bulgur aynı bulgur, salça aynı salça, ben aynı ben ama kısır bambaşka bir şey oldu. Bereket misafir yoktu, biz yine de lüplettik, telef olmasın di mi 😂 Kocam Bey'e "Kötü mü olmuş?" diye sordum, "Biraz benzemiş kısıra, ye gitsin" dedi.

Öğleden sonra yapacağım işler var, iyisi mi, bir kısır vakası daha yaşamadan gidip eli yüzü düzgün bir yemek yapayım da hazır olsun.

İyi hafta sonları diliyorum...


7 Mayıs 2025 Çarşamba

GÜN EKSİLMESİN PENCEREMDEN* / 7 MAYIS

Gece üstümden üç-beş kere fırlattığım yorganı bu sabah itibarıyla kaldırıp nevresimini yıkamış ve asmış bulunuyorum. Üstelik anneannemin deyimiyle "zabaaan köründe". Battaniyeye geçeceğim ama bu Antalya için garip bir durum, bunca senedir bu şehirde yaşarım, Mayıs ayında yorgan vâki değildir, çoktan pikeyi örtmüş olurduk. Neyse vardır bunda da bir keramet. Zaten bu ara olup biten her tuhaf şeyde keramet araya araya ermiş olacağız yakında. 

Bir süredir kafamı kurcalayan sağlık sorunlarım vardı, doktora gitmekten nefret ederim. Çok evhamlı bir anne-babaya sahiptim. En ufak şeyde en ölümcül olasılığı düşünürlerdi. Kardeşimin de, benim de çocukluğumuz ve gençliğimiz onların peşinde hastane koridoru arşınlamakla geçti. Hâl böyle olunca da evham konusu bünyeye yerleşti, doktor-hastane konusu ise bünyeyi irrite eder oldu. Yine böyle doktordan kaçtığım ama kafamın içinde binbir olasılık devşirdiğim günlerden sonra "Yetti gari" dedim, "korkunun ecele faydası yok". Anında randevu aldım, sağolsun çok sevgili bir arkadaşım bana refakat etti (her sağlık sorunumda yanımdadır, hakkını ödeyemem) ve dün sabah gidip muayenemi yaptırdım. Ne gözümde büyütüğüm kadar sıkıntılı oldu, ne de korktuğum teşhisi duydum. Ankara'ya ertelediğim ufak bir ek işlem dışında sen sağ ben selamet. Şunu daha önce yapsana be kadın, binbir tilki dolandırdın beyninin içinde. Kafa o kadar karışık ki Hıdrellez bile aklımdan çıkmış. Memleket bir yandan, bünye bir yandan huni takmaya az kaldı. Bir kağıda üç satır dilek karalamıştım en harcıaleminden, onu bile çantada unutmuşum. Olsun ha çanta, hal gül ağacı, olacaksa olur. Yine anneannemi anarak "O da kuş, o da kuş" 😍

Doktordan rahatlamış olarak çıkıp güzel havayı da görünce, "Haydi Beachpark" dedik. Deniz, güneş, ağaçlar, çiçekler, çay, kahve ve hatta paylaşılan bir tatlı çok iyi geldi. Günler sonra bir "Oh!" dedim. Peki kahvemdeki telli turnaya ne dersiniz, hadi alçakgönüllülüğü bir yana bırakayım belki de zümrüd-ü anka 😂 Bu şekilde gelmedi, sütün köpüğünü karıştırırken çıktı ortaya, Hızır ile İlyas kahve köpüğümde kendini hatırlatmış olmasın 😊:

Hafta sonu ve hafta başı iki sanatsal etkinlikle geçti. Sezonun son gösterimlerini kaçırmak olmazdı haliyle. Aslında Mayıs ortası Uluslararası Tiyatro Festivali başlıyor. Ayağımıza kadar gelen şahane oyunlar gördük festival başladığından bu yana, geçen yıl da Macaristan, Polonya, İspanya ve Küba ekiplerinin muhteşem gösterilerini izlemiştik. Ne yazık ki bu yıl ufukta Ankara yolları göründüğü için varlığımla şenlendiremeyeceğim festivali 😋 Ama cumartesi günü Devlet Tiyatrosu'nda "Havada Yüzmek" oyununu, Opera Sahnesi'nde de "2. Genç Türk Koreografları Gecesi"ni kaçırmadım tabii ki. Her ikisi de izlemeye değerdi. "Havada Yüzmek" iki kadının sahne aldığı, gerçek yaşamdan oyunlaştırılmış bir gösterimdi ve oyuncular çok iyiydi, çok beğendim. Koreograflar Gecesi ise beklediğimin üstünde güzeldi. Yetenekli gençlerimiz var ve mutlu oldum. En beğendiklerimden dört tanesini buraya eklemek istiyorum. Kaynak: Buradan

 

Koreografisini Operamız baletlerinden Yağızhan Danış'ın yaptığı "Eşik" isimli gösterim en beğendiğim oldu.


"Alarga", açık denizde, yelkenli bir gemide küçük bir ailenin geçirdiği anları anlatan çok neşeli bir baleydi. Koreografi İstanbul DOB'dan Ayşe Aras'ın. 

Koreografisini İzmir DOB'dan Özge Güven'in yaptığı "In Light" isimli bale gösteriminde bir kaza sonucu tekerlekli sandalyeye mahkum olan balet Bora Acar Zöngür ile Çağla Öztiner dans ediyordu. Etkileyici bir izleme oldu.

Gecenin son ve en hüzünlü gösterimi ise Mersin DOB'dan Ergani Mahmut Akyol'un koreografisini yaptığı ve birkaç ay önce bir trafik kazasında kaybettiği  çello öğrencisi kızına adadığı "Dua" isimli eserdi. Çoğumuz gözyaşlarımızı tutamadık.

Bu güzel gece ile sezonu kendi adıma bitirdim, gelecek sezonda daha güzel eserler izlemek dileğiyle gün eksilmesin pencerenizden*

*ve gönül tanrısına der ki
pervam yok verdiğin elemden
her mihnet kabulüm
yeter ki gün eksilmesin penceremden
 
Cahit Sıtkı Tarancı


 


1 Mayıs 2025 Perşembe

MAYIS AYLARIN GÜLÜ(MÜ)DÜR* / 1 MAYIS

Mayıs ayının ilk yazısına, adına yakışır şekilde bayram gibi kutlanacak zamanlara ulaşabilmek dileğiyle tüm emekçilerin 1 Mayıs günü kutlu, huzurlu, barış içinde geçsin diyerek başlamak istiyorum. 

Mayıs ayı Antalya'da bile adına yakışmayacak kadar serin bir havayla giriş yaptı. Delik deşik bir uykudan zor bela uyanıp balkona çıktığımda karşı kaldırımdaki zeytin ağaçlarından dökülen kara tanelerin beneklediği asfalt gece yağan yağmurla ıslanmış, sonbahardan kalma işe yaramaz, inatçı sarı yapraklar da zeminde yerini almıştı. Doğu yönünde parlak bir güneş sahneden çekilmeyi, batıda ise yağmur yüklü kara bulutlar görev sırasını bekliyordu. Sokağın kedi kolonisi zulalandıkları yerde apartmanımızın kapısının açık bırakıldığı anı kollamaktaydılar. Kapı önündeki çam ağacının altına bırakılan su ve mama kendilerini aileden biri gibi hissettirdiği için her fırsatta apartmana dalmakta beis görmüyorlar, hele ressam paleti gibi alacalı bir tane var ki katlar arasında dolaşması yetmiyor gibi camlı giriş kapısına amonyaklı sıvısını fışkırtmaktan da hiç çekinmiyor. Kedi haklı bir yerde, apartmanın insan cinsinden gençleri sigara paketlerini, izmaritlerini, karton kahve bardaklarını akıllarına esen her yere fırlatmakta sakınca görmüyorsa, alacalı mırnav, "Ben de organik sıvımı bırakmışım, ne var bunda" diye düşünüyor olabilir.

Nisan ayı ülke dertleriyle hemhâl olarak geçti. Üzerimize yüklenen sıkıntıya mola vermek istediğimiz zamanlarda kitaplar, filmler ve sanatsal her türlü şey kurtarıcımız oldu. Bu ay yine çok fazla okuyamadım. Kafa bir şeylerle aşırı derecede doluysa okumaktan yeterince verim alınamıyor ne yazık, gözümün önünde danseden o kurumuş parçacık da bana bir çeşit ceza oldu bir yıldır:

Bu ayın en sevdiğim kitabı yeni tanıştığım mimar/yazar Ertuğ Uçar'ın "İstanbulin"i oldu. Çok geçmeden de bir başka kitabını, "Ayrılığın Haritası"nı da okudum ve onu da çok sevdim. "Annem" hüzünlü bir öykü idi, "Hüzünlü Kaplan" ise yıllarca üvey babası tarafından taciz edilen ve bu durumu 19 yaşında ifşa edebilen bir kadının yazdğı belgesel nitelikli bir yaşam öyküsüydü, nefretle okudum. "Sabır Taşı" Afgan edebiyatı örneği olarak ilginçti."Bahçede Hayatlar" ise keyifle okunan bir permakültür günlüğü oldu. Yenilerde bitirdiğim "Boş Dolaplar"a gelince, çok sevilen, çok tutulan, Nobel'li bir yazar olan Annie Ernaux'da bana hitap etmeyen bir şey var, aşırı ayrıntıya girmesi mi, paragrafsız cümleleri mi bilemiyorum, bir-iki kitabı dışında sevemedim ve sanırım artık okumam. Herkesin en önemli eseri olarak nitelediği "Seneler"i ise yarılayamadım bile. Artık kusur bende mi, yazarda mı onu bilemeyeceğim ama zevkler ve renkler gibi kitaplardan alınan keyif de tartışılmasın.

Bu ay ikisi kısa film olmak üzere eski ve yeni tarihli 12 film izledim. Ve ne yalan söyleyeyim kimilerinin harika oyuncuları olsa da hiçbirine düşüp bayılmadım. İlla ki birini seç derseniz "The Here After"i ilk sıraya koyabilirim. 

Ayın mutlu edenleri esasen bunlar oldu. "Ran"da Yurdaer Okur Nazim şiirlerini adeta üç boyutlu hale getirdi. "Aşk Listesi" oyunculukların zirve yaptığı çok hoş bir komedi idi, zevkle izledik ve çok alkışladık. "Don Kişot" kalabalık kadrolu, renkli ve neşeli bir bale idi. "Yalancı" aşırı diyaloglu, iki kişilik ve uzun bir oyun olduğu için beklediğim kadar keyif vermedi. 


Sadece iki dizi izleyebildim, zira ilk kez Kore dizisi izledim ve maşallah kendileri koridor yolluğu kadar uzundu, 16 bölüm ayın yarısını zaptetti zaten. Biraz kararsız yaklaşmıştım ama sevdim, özellikle son bölüm çok etkiledi beni. "İstanbul Ansiklopedisi"ni ise çoğunuz izlemişsinizdir, beğenen de var, yeren de. Ben kusurlarına rağmen beğendim. 

Ve Storytel'den dinlediğim dört kitap. Mübarek Kadınlar" sona doğru biraz sıksa da güzel öykülerdi. "Hyunam-Dong Kitabevi"ni yer yer severek dinledim, yer yer sıkıldım. Son iki kitaptan birincisi sade suya tirit, ikincisi ise bir polisiye idi. Her ikisini de seslendiren Murat Eken'i hatrına dinledim desem yalan olmaz.

Bitirirken Mayıs'ın gerçek anlamda ayların gülü olmasını dileyerek ayrılıyorum huzurdan:

*Mayıs ayların gülüdür
Taze bir çiçek dalıdır
İçerim ateş doludur
Mayıs'da gönlüm delidir.
 
Ruhun şâd olsun Sabahattin Ali

29 Nisan 2025 Salı

SALI SALLANIR / 29 NİSAN

Bugün insanlık için küçük, kendim için büyük bir adım atarak gardrop dolaylarına ayak bastım. Her yanından geçişte kıyın kıyın uzaklaştığım, uzaktan korkulu bakışlar attığım, kapağını her açışta lazım olanı alıp koşarak kaçtığım tehlikeli sulara sonunda balıklama daldım. Korkunun ecele faydası yok, kaç kaç nereye kadar. Dün gece yatarken bu işi planlamıştım, sabah kalkınca caymamak için önce raflarda ne varsa yatağın üstüne yığdım, ondan sonra günlük işlere başladım. Hal böyle olunca da kaçacak delik kalmadı haliyle. Tam 3 saatimi aldı ayırma, katlama, yerleştirme işleri. Gözüme kirli gelenleri yıkamaya attım, artık kullanmayacaklarımı verilmek üzere poşetledim, kalanları raflara düzgünce yerleştirdim (elimin altında olması gerekenleri ön saflara koyarak), aylardır, belki de yıllardır görmediklerime şaşıp "Benim böyle bir şeyim mi varmış" diye sorguladım, kendimi kınadım ve sonunda bitirdim. Ben de bittim, belim de bitti. Belim zaten günlerdir bitmeye fırsat arıyordu, aradığı fırsat bulundu. Yarınki gündemimde şifonyer çekmeceleri var, umarım kaytarmam. 

Ben bu işlerle uğraşırken  Kumru Hanım ya da Bey, topladığı kurumuş çam iğnelerini getirip mandal sepetimin üstüne yerleştirmiş, belli ki bir yumurtlama faaliyeti var. Çamaşırları asayım diye balkona bir çıktım ki ne göreyim, tapulu arsama gecekondu kurulmuş. Dellendim resmen, bezdim, usandım. 10+1 senedir verdiğim Kumru Doğumevi hizmeti yetmedi, bitmedi bu dünyanın en fingirdek kuşlarına. Ne bitlenmediğim kaldı, ne gübrelenmediğim. Parmaklarım anında dozere dönüştü, çam iğneleri çöpü boyladı, mandal sepeti mutfağa taşındı ve alt katın klimasının üstünde bana bakan kumruya da parmak sallandı. "Yürrü, başka kapıya, koca mahallede bir ben miyim enayi" dedim. Anlamadı salak 😂Böyle yazdım diye beni kumru düşmanı bellemeyin dostlar, bunların büyük büyük dedeleri Parmaksız Salih'den bu yana ne nesiller yetiştirdim ben. Balkonumda doğdular, kahvaltı masamda peynirimden sebeplendiler, balkon denizliğine serdiğim yemleri yuttular, hatta açık balkon kapısından girip salonumun baş köşesini WC olarak kullandılar. Ben daha ne yapayım, yeter istifa ediyorum.

Geçen haftanın son günleri ve bu haftanın ilk günü hep dışarlardaydım. Arkadaşlarımla, eski öğrencilerimle buluştum. Çok iyi geldi. Bol bol yürüdüm, güzel manzaralar seyreyledim, içim açıldı. 


 Ve inanmayacaksınız ama bir yürüyüş esnasında karşıma şunlar çıktı:

Yolumun üstündeki apartmanlardan birinin bahçesinde görüverince aklım başımdan gitti. Cılızdı, tek katlıydı, az serpilmişti ama olsundu, leylaktı ya. Yalnızca seyredip fotoğrafını çekebildim, elalemin bahçesine girip koklayamadım haliyle. Balkonlara baktım, birileri olsa rica edecektim ama sanırım apartmancak öğle uykusuna yatmışlardı, in cin top oynuyordu etrafta. 

Kitap okuma konusunda Nisan çok bereketli olmadı, memleket hallerinin de bunda etkisi var, kafalar bir milyon olunca okuduğunu da anlamıyor insan. Gerçi 7 kitabı bitirmişim her şeye rağmen ama benim için yeterli bir rakam değil. 

Kitap okuyamasam da epey film izledim. İçlerinde çok güzelleri olduğu gibi çok saçma olanları da vardı ki bunlardan birini dün başlayıp bugün bitirdim. Komedi niyetine çekilmiş bir yerli film: "Takıntılar". Netflix'de izledim, oyuncular iyiydi, konu saçmaydı ama kafa dağıtma açısından işe yaradı. 

Bu günü de böyle geçirdik. Bir süredir Antalya'da hava günde 4 mevsim şeklinde görülmekte. Sabah serin, öğlen oldukça sıcak, ikindi üstü bulutlu, akşam yağmurlu, çoğunlukla da esintili. Bakalım ne kadar sürecek böyle, şehrin standartlarına pek uygun değil, gerçi ne kadar geç ısınsa o kadar kârdır diyelim ve bu yazıyı da böylece bitirelim. Kalın sağlıcakla...



23 Nisan 2025 Çarşamba

ANKARA ALFABESİ 3 / 23 NİSAN

 Geldik alfabemizin son harflerine:

-M/MECLİS: Madem bugün 23 Nisan, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, o zaman, şimdilerde Kurtuluş Savaşı Müzesi olarak gezilebilen 1. Meclis ile başlayalım:

İnşasına 1915 yılında başlanan Ankara taşından yapılma bina ilk meclis oturumunun burada yapılmasına karar verilince halkın katılımıyla acilen tamamlanmış 23 Nisan 1920'de açılmış. 1924 yılından sonra hemen yan tarafında inşa edilen yeni binasına taşınmış. 1981'den bu yana da müze olarak hizmet vermekte. Özellikle ilk haliyle teşhir edilen toplantı salonu çok etkileyicidir. 

 2. Meclis binası ya da şimdiki adıyla "Cumhuriyet Müzesi". Mimar Vedat Tek tarafından tasarlanan bu güzelim bina 1924'den 1961'e kadar Meclis olarak hizmet vermiş, o yıl Meclis yeni binasına taşınınca CENTO binası olarak kullanılmış. CENTO'nun kaldırılması ile Kültür Bakanlığı'na devredilen bina bir süre farklı şekillerde değerlendirildikten sonra 1981 yılında Cumhuriyet Müzesi olarak faaliyete geçmiş. Binanın yan tarafında yemyeşil ve çok güzel bir park vardır. Çocukluğumda anneannemle giderdik bazen, su kaskatları kalmış aklımda. Park biraz küçülse de halen duruyor, sanırım şimdilerde halkın girişine de açık. Çocukken en sevdiğim ve ihmal etmediğim şeylerden biri binanın önünden geçerken duvarı oluşturan zincirlerin birleştiği kocaman taş kürelere dokunmakta. Ne mutlu ki halen mevcut ve hala geçerken elimi değdirmeden geçmem.

Ve bu fotoğrafta da şimdilerde faaliyet gösteren TBMM'nin genel kurul salonunu görmektesiniz. Önceden randevu almak kaydıyla haftanın belirli günlerinde gezilebiliyordu, şimdilerde devam ediyor mu bu durum bilmiyorum.

-N: Ankara'da doğup büyümüş, şehri çok seven ve halen sık sık ziyarette bulunan bir N var, hepiniz bilmektesiniz 😊 (Kendimi de alfabeye dahil ettim ya, tebrikler)

-O/ORMAN ÇİFTLİĞİ: Tam adı Atatürk Orman Çiftliği elbette, alfabeye uysun diye ormanla başladık. Şimdilerde darmaduman olsa, eski özelliğini yitirse de çocukluğumun vazgeçilmezlerindendir, anılarımda en büyük yeri kaplayanlardan biridir. 1960 yılında taşındığımız ve yıllarca oturduğumuz evimizin etrafı biz o semtten taşınana kadar bomboştu, arka bahçemizden başlayan kırlık alan Çiftik'e kadar devam ederdi. Bahar geldi mi konu komşu toplanır, nevaleleri hazırlar ve Çiftliğin hemen yanından geçen, çevresi yemyeşil eski İstanbul Yolu'na pikniğe giderdik. O zamanlar mangal adeti yoktu pikniklerde, evde hazırlanıp bozulmadan dayanacak ne varsa götürürdük yanımızda. Yer-içer sonra da bir Çiftlik turu atardık. Bazen piknik için değil sadece gezmek ve tadı halen damağımda olan Çiftlik dondurmasından yemek için gidilirdi. Dondurma şimdilerde hala mevcut ama tadı asla o eski tat değil. Çocukluğunda AOÇ dondurması yiyen ve kırmızı kapaklı şişedeki günlük AOÇ sütü içerek büyüyenlerin başka bir dondurmayı ve sütü sevmesi mümkün değildir zaten. 

Ve Hayvanat Bahçesi, henüz hayvanların mahpus edildiği düşüncesine erememiş zihinlerimizle oraya gidip hayvanlarla birlikte olmak mutluluk kaynağıydı. Hele "Mohini" adındaki fil bahçenin maskotuydu. Hindistan lideri Nehru'nun 1950 yılında Türk çocuklarına armağan ettiği fil yıllar boyu her hayvanat bahçesine gittiğimizde önünde dakikalarca oyalandığımız bir arkadaştı bizler için. Hayvanat Bahçesi artık yok, içindeki hayvanların akibeti ise meçhul.

-P/PAPAZIN BAĞI: Çocukluğumun unutulmaz mekanı Çiftlik ise, gençliğimin mekanı da Papazın Bağı idi. Ankara'nın beton kalabalığının içinde bir vaha idi orası. Arkadaşlarla orada buluşulur, doğum günleri kutlanır, sıcak yaz günlerinde serin bir mekan olarak nefes alınırdı. Ermeni bir aileden kalma çiftlik evi ve bağın restorasyonuyla hizmete girmiş bir tesisti. Birkaç yıl önce eski güzelliği ve azametinde olmasa da yine şehrin ortasında bir yeşil alan olarak hizmet veriyordu. Şimdilerde faaliyeti devam ediyor mu bilmiyorum. 


-R/RADYOEVİ: Çocukluğumuzun yegane eğlencesi radyo idi. Henüz okula gitmediğim yıllarda radyonun içinde küçücük adamların olduğunu ve dinlediğimiz her şeyin onlar tarafından gerçekleştiriliğini sanırdım. Biraz haşarı ve teknik becerisi olan bir çocuk olsam radyonun içini açıp bakardım eminim, öyle merak ederdim. Bunu yapan çok kişi olmuştur diye düşünüyorum. Minik, siyah bir radyomuz vardı, tepesine yumruk vurmadan çalışmazdı. Sonraları babam yeni bir radyo aldı, önünde iri dişler gibi tuşları olan bir Siera. Anneannem "sigara" adını takmıştı ona. Oyılların radyo programları bir başkaydı. Uğurlugiller, Okul Radyosu, Mikrofonda Tiyatro, Arkası Yarın, Çocuk Saati, şarkılar, türküler, reklam aralarına giren skeçler. Hiç kapanmazdı ki radyo, öyle sevilirdi. Ve şu aşağıda fotoğrafını gördüğünüz binanın önünden ne zaman geçsem kapısından çıkan bir ünlüyü görmeyi umut ederdim. Yıllar sonra blogum nedeniyle davet edildiğim bir programda hem konuşma yapmak, hem de radyoevinin içini görmek şansını yakalamış ve çok mutlu olmuştum. 

-S/SEYLAP EVLERİ: Blogumu açtığımdan beri o kadar çok bahsettim ki bu evlerden takipçilerimin büyük kısmı aşinadır. 1957'de Ankara'nın bir bölümünü vuran, yüzden fazla kişinin ölümüne ve çok daha fazlasının evsiz kalmasına sebep olan Hatip Çayı taşkınında evlerini kaybedenler için 2 yıl sonra yaptırılan ve uzun taksitlerle hak sahiplerine dağıtılan, bu nedenle ismi de Seylap Evleri olan bu bloklardan birinde geçirdim çocukluğumu ve ilk gençliğimi. Hayatıma damga vuran, kişiliğimin gelişmesinde önemli katkısı olan, mahalle kültürünü tam anlamıyla yaşamamı sağlayan, hiç unutamadığım konutlardır bunlar. Ne yazık ki 4 bloktan hiçbiri yok artık. Yıkıldılar ve yerlerine çirkin ötesi beton bloklar dikildi. Göz alabildiğine uzanan yeşil kırların yerini yine beton binalan aldı. Artık hüzünden başka duygu yaratmıyor bende semtin o bölümü. İyi ki orada yaşamışım ve iyi ki anılarım var diyerek avunuyorum. 

-T/TUNALI HİLMİ: Tunalı Hilmi Caddesi ya da halk arasındaki söyleyişiyle Tunalı ve o caddenin simgesi Kuğulu Park. Ankara'nın Çankaya ilçesinde yaşayıp da Tunalı'da piyasa yaptıktan sonra Kuğulu Park'a girip dolaşmasın ve kuğulara ekmek atmasın. Şimdilerde yasaklansa da az kuğu beslemedik zamanında. Bir zamanlar, ilk gençliğimizde Tunalı statü sembolüydü, orada oturmak, oradaki mağazalardan alışveriş etmek, oradaki mekanlara takılmak bizim gibi memur çocuklarının pek harcı değildi. Sonraları dayım taşında oradaki sokaklardan birine ve sık sık gider olduk. Kıtır, Besi Çiftliği, Sim Dondurma, Flamingo Pastanesi, pasajlar uğradığımız mekanlara dönüştü. Zamanla bu güzel mekanların çoğu kapandı, Tunalı da aynı Kızılay gibi harcıalem bir yere dönüştü dönüşecek. Kıtır ve Kuğulu Park'ın varlığı bile Tunalı'yı sevmek için yeter diyerek kısa keseyim.

-U/ULUS: Ankara'nın kalbi niteliğindeki Ulus esasen çoktan bir açık hava müzesine dönüşmeli idi. Cumhuriyetin doğduğu mekan olarak ele alınırsa önemi daha iyi anlaşılır. Erken Cumhuriyet dönemi yapılarının neredeyse tamamı oradadır. İmparatorluk Ankara'sı ile Cumhuriyet dönemi Ankara'sının bir karması gibidir. Çocukluğumda alışverişler hep Ulus'tan yapılır ve Yenimahalle'den oraya giderken "Ankara'ya gitmek" tabiri kullanılırdı. Trafik ışıkları sesliydi o yıllarda, yeşil yandı mı "Yayalar geçebilir" diye bir kadın sesi duyulurdu. Eğer Ulus'a komşumuz Valentin Teyzeler'le gidilmişse kızı yaşıtım Elizabet anneanneme döner ve "Yayalar geçebilirmiş Niğdeli Teyze, haydi sen geç" derdi. Yaya Ermenice'de büyükanne anlamına geldiğinden canım Elizabet anneanneme öncelik tanırdı. 

Ulus şimdilerde bir restorasyon faaliyeti içerisinde, umarım değerini arttıracak şeyler yapılır, biz de her gidişimizde aldığımız keyfi biraz daha arttırırız.


 -Y/YENİMAHALLE: 4 yaşında yerleşip 17 yaşına kadar yaşadığım ve sonrasında anneannem orada yaşadığı için o ölene kadar irtibatımın hiç kesilmediği canım semt. Şimdilerde özelliğini ve karakteristiğini kaybetmiş olsa da kalbimdeki yeri bambaşkadır. Bahçe içindeki iki-üç katlı evleri, merdivenli sokakları, yemyeşil bahçeleri, sinemaları, parkları, kendine yeten ticaret hayatı ile komşuluk ilişkilerinin ve mahalle havasının en üst düzeyde yaşandığı bir yerdi O yıllarda ömrünün bir kısmını orada geçiren herkes kendini ebediyen Yenimahalleli hisseder.

-Z/ZAFER ÇARŞISI: Henaz alışveriş merkezlerinin şehirleri bu kadar ele geçirmediği zamanlarda Zafer Çarşısı her türden ihtiyacımızı karşılayabildiğimiz bir mekandı. Özellikle kitabevleri ve sahaflar çok yoğundu, arka bölümlerinde kesif bir kitap kokusu hakimdi. Merdivenden inince minik bir havuzu çevreleyen bir cafe vardı. Alışverişten yorulunca dinlenmek için birebirdi. Uzun zamandır gitmedim ama anılarımda yeri özeldir.

Evet dostlar kişisel Ankara Alfabemi burada tamamlıyorum, sürç-ü lisan ettimse affola. Geri dönüp okuyamayacağım için imla yanlışlarım varsa onları da hoşgörünüz lütfen. Günün anlam ve önemine binaen tüm çocukların ve ruhundaki çocuğu öldürmeyenlerin de bayramı kutlu olsun...






22 Nisan 2025 Salı

ANKARA ALFABESİ 2 / 22 NİSAN


 Eveet nerede kalmıştık, alfabeye devam edelim:

-H/HİSAR: Biz ona Ankara Kalesi desek de alfabenin gidişatı öyle gerektirdi. Halk arasında Hisar olarak söylendiği de doğrudur. Henüz çok küçük bir çocukken anneannemin akrabalarından biri (sanırım kuzeniydi) ailesiyle Kaleiçi'ndeki eski Ankara evlerinden birinde otururdu. Yılda iki-üç kere çalardık kapılarını, hem onlar, hem anneannem mutlu olurdu, bense sonsuz sıkılırdım. Üç katlı, ahşap bir evdi. Sokak kapısının hemen yanında içleri kanarya dolu yüzlerce kafesin bulunduğu bir oda vardı, bizi kuş cıvıltıları karşılardı, kuzen ciddi anlamda kanarya meraklısıydı, serinofil deniyor sanırım böylelerine. Kuş cıvıltılarını, daha doğrusu bu kadar yoğun olunca kulağa kakafonik gelen ötüşleri geride bırakıp gıcırdayan merdivenlerden üst kata çıkardık. Zihnimdeki fotoğraf ahşap tabanlı bir terasta yapılan sohbetler olarak kalmış, demek ki yazları gidiliyormuş. Sonraları bu akrabalar başka bir semte taşındılar, bizim Kale ziyaretleri de bitti. Kale uzun yıllar doğal, bakımsız haliyle kaldı. Canlanması, turistik hale gelmesi yakın dönemin işi. Şimdilerde Ankara'nın en gözde yerlerinden biri, benim de çocukluk yıllarımın aksine her seferinde başka bir yerini keşfettiğim büyülü mekanlarımın başında geliyor.

 

-İ/İSTASYON: Her ne kadar Ankara Garı demek doğru ise de gündelik konuşmalarda hep istasyon olarak bahsederdik o güzel, görkemli binadan. Dedem demiryolcu idi benim, o nedenle kökten gelen bir demiryolu aşkımız var, trenlere, raylara, istasyon binalarına meftunuz. Yüksek Hızlı Trenlerin henüz esamisi okunmazken, hatta Mavi trenler bile devreye girmemişken, kafanızı camından uzattığınızda yüzünüzün isle kaplandığı o kara trenlerde az yolculuk yapmadık.Tekerleklerin tıkırtısı ninni gibi gelirdi. Gar'a gelmenin, trenin gelişini beklemenin, bir kompartman bulup yerleşmenin ve tıkır mıkır gideceğin yere yollanmanın keyfini hiçbir vasıtada bulamadım. Gar amblemlerini, saatlerini, restoranlarını ayrı severim. Ne yazık ki şimdilerde dost yüzlü eski Gar binası çok az kullanılır oldu, hızı düşük trenlerin seyrek seferleri yapılıyor ancak oradan, sırtını dayadığı ultramodern YHT İstasyonu ise steril ve soğuk yüzlü.


 

-J/JAPON BAHÇESİ: Durun hemen itiraz etmeyin, Japonya ile karıştırmadım Ankara'yı. Bu Japon Bahçesi bildiğiniz bahçelerden değil. Artık hayallerimizden bile silinmeye yüz tutmuş, Ankara'nın açık hava gazinolarından birinin ismi. Çocukluğumda ve ilk gençlik çağlarımda Gençlik Parkı'nın içinde halkın çok rahatça gidebildiği üç tane müzikli gazino vardı. Gece kulübü özelliğinde bir tane daha olduğunu hatırlıyorum yapay göletin hemen yanında, şimdi adını unuttum ama bir seferinde Dario Moreno sahne almıştı orada. Anneannem ona "Dari Mari" derdi. O kadar merak etti ki klübün kapısındaki görevliye gidip "Yavruum, ben Dari Mari'yi çok severim, bir gösteriver bana ne olur" diye rica etti. Biz gülerek annennemin geri çevrilmesini beklerken görevli koluna girip kulise götürdü görsün diye. Bir süre sonra şaşkın bir ifadeyle klübün kapısından çıkan anneannem yanımıza gelip "Bildiğimiz adammış, ben de başka bişi sanmıştım" demesin mi 😂

Gençlik Parkı'nın içindeki açık hava gazinolarından biri Ulus yönüne bakan "Yazar Bahçesi", bir diğeri Lunapark içindeki "Lunapark Gazinosu", parkın iç kısmındaki ise sözünü ettiğim "Japon Bahçesi" idi. Hepsine defalarca gitmişliğim vardır ama Japon Bahçesi isminden midir nedir daha çok ilgimi çekerdi. Gezmek amacıyla bile parka gittiğimizde Opera Kapısı'ndan girmişsek şayet sağ taraftan prova yapan şarkıcıların sesi gelirdi. Kulağımda kalan niyeyse hep Bedia Akartürk'ün sesi. Çok özlüyorum o gazinolara gidip bir semaver karşılığı en ünlü sanatçıları dinlediğimiz günleri.

-K/KIZILAY: O ünlü marşta söylendiği gibi "Yoktan var edilmiş bir şehir" değildir Ankara, kökeni Hititlere, Friglere dayanan, Selçuklu ve Osmanlı döneminde oldukça önemli yeri olan bir vilayettir. Yoktan var edilmemiş, var olan geliştirilmiştir Cumhuriyet döneminde. Öncelikle Ulus önem kazanmış, ardından Kızılay varlığını göstermeye başlamıştır. Çocukluğumda Ulus dar gelirlilerin, orta hallilerin, Kızılay ise sosyetiklerin ve zenginlerin mekanı olarak bilinirdi. Alışveriş için genellikle Ulus'u tercih ederdi ailelerimiz, aynı malı Kızılay'dan alırlarsa kazık yiyeceklerini düşünürlerdi. Zamanla Ulus tercihleri Kızılay'a kaymaya başladı. Daha güzel, daha şık mağazaları, lokantaları, cafeleri, sinemaları, tiyatroları ile cazibe merkezi haline geldi. Hatırlıyorum halk arasında "Gökdelen" adıyla anılan eski Emek İşhanı ilk yapıldığında müthiş ilgi çekmişti. Terasındaki Set Kafeterya şehrin ilk serf servis restoranı idi ve oraya gidip yemek yemek bir statü sembolüne dönüşmüştü. İnsanlar sadece kaldırımlarında piyasa yapmak için Kızılay'a giderlerdi. Eski Kızılay Binası'nın yeşil bahçesinde oturulur çay-kahve içilirdi. Üniversiteye başladığım yıl Yenişehir'e taşınmıştık, evimiz Kızılay'a çok yakındı ve her fırsatta kendimizi oraya atardık. Kitapçılarında dolaşır, pastanelerinde, cafelerinde yer-içer, bütçemize uygun giysiler için Kocabeyoğlu Pasajı'nda alışveriş eder, Ankara Sanat Tiyatrosu'nda oyunlar izlerdik. Ne yazık ki tüm şehirlerde olduğu gibi Kızılay da yıllar içindeki yozlaşmadan nasibini aldı. O güzelim mağazalar harcıalem dükkanlara dönüştü, telefoncular, dönerciler, sahte parfümcüler, kalitesiz giysiler Cenneti oldu. Kitapçıların çoğu kapandı, pastaneler yerlerini öğrencilerin yoğun olduğu ikinci, üçüncü nesil cafelere bıraktı. O mücevher gibi Kızılay binası yıkıldı, yerine muhtemelen dünyanın en çirkin alışveriş merkezi yapıldı. Hasılı Kızılay çarşamba pazarına dönüştü 😂

-L/LEYLAK: Bahar gelince Yenimahalle'nin, Bahçelievler'in, Küçükesat'ın, Kavaklıdere'nin güzelim apartmanlarının bahçelerinde leylaklar açmaya başlar. İçinde en az bir leylak ağacı olmayan bahçe çok azdır, duvarlardan sallanır o mis kokulu çiçekler. Böyle bir ortamda büyüyünce leylak sevmem, sevmenin ötesinde aşık olmam çok doğal olsa gerek. Benim Ankaram leylakla ve haydi hatrını kırmayayım iğde çiçekleriyle özdeşleşmiştir. Ah şimdi orada olmak vardı  diyerek bu bölümü de sevgili Mine Hanım'ın İstanbullu leylakları ile kapatayım: