.

.
.

23 Haziran 2019 Pazar

23 HAZİRAN (OLAN-BİTEN)

Üç haftalık bir ara ile kendi rekorumu kırmış bulunuyorum. Aslında üç hafta boyunca evden doğru dürüst çıkmadım desem yeridir ama önce bayram telaşı, sonra uzun ve kısa süreli konuklar, Cevriye ile nisbet edermiş gibi yapışan bir bel ağrısı ile gayet antisosyal bir moda geçtim, böylece sanal alemden-özellikle blogdan-uzaklaştım biraz, yazacak pek kayda değer bir şey de yoktu esasen. 

Tüm bu süreçte ufak çaplı bir arkadaş buluşması, bir Babalar Günü yemeği ve son anda gittiğim bir tiyatro oyunu dışında tek etkinliğim kitap okumak oldu. Oyun, Tiyatro Evi'nin turne ile gelip Ankara Sanat Tiyatrosu Sahnesi'nde sergilediği tek kişilik "Marx İstanbul'da"isimli oyunu idi. 1,5 saatlik mizahla soslanmış bir ekonomi politik dersi izledik desem yeridir. Gözüm sahnedeyse de, hafızam yıllar öncesinde idi. Ne çok oyun izledim o küçücük salonda ilk gençliğimde. Hiç değişmeyen binanın kapısından ilk girişim henüz ortaokulun ilk yıllarında iken Nisa Serezli'nin başrolunda oynadığı "Şahane Dul" isimli oyunu izlemek içindi. Babam sürpriz yapıp bilet almış ve anneme telefon edip tiyatro kapısında buluşmak için gelmesini söylemişti. Annemin biraz heyecanlandığını hatırlıyorum, ilk kez gideceği salonu bulup bulamayacağı konusunda tereddütlüydü ama elimden tutup yola düşmüş, babamla buluşmuş ve oyunu birlikte izlemiştik. Renkli kostümler içinde sahnede rol kesen Nisa Serezli'nin ününden haberdar olamayacak ve yeteneğini değerlendiremeyecek kadar küçüktüm, aklımda da çok fazla bir şey kalmamış zaten. Sonraları o salonun bizim için bir nevi mabet olacağı konusunda tabii ki bir fikrim yoktu. Kimleri izlemedik ki üniversite yıllarımızda o sahnede; Rana Cabbar'dan Savaş Yurttaş'a, Cezmi Baskın'dan Rutkay Aziz'e, Meral Niron'dan Yeşim Dorman'a, Yaman Okay'dan Altan Erkekli'ye ve daha adını unuttuğum nicelerine. "1871 Komün Günleri"nde Rana Cabbar'ın soyunup uzun donuyla leğene girerek köpürte köpürte yıkanmasını ve "Aladağlı Mıho" oyununda Cezmi Baskın'ın öküz taklidi yapmasını hiç unutamadım. 

Tiyatro demişken, bugün Enis Fosforoğlu'nun vefat ettiğini öğrendim sosyal medyadan. Geçen yıl da ağabeyi Ferdi Merter'i kaybetmiştik. İki kardeşin bu kadar yakın arayla hayatını yitirmesi kader mi, tesadüf mü bilemedik ama çok üzüldüm. Enis Fosforoğlu ile onun haberinin bile olmadığı ama benim hiç unutamadığım bir anım vardır. Sanırım 13 yaşında olmalıyım, bir gün halam elinde üç tiyatro biletiyle çıkıp geldi, Altındağ Tiyatrosu'nda sahnelenen "Hırsızlar Balosu" adlı oyun için. "Teatora"ya özel bir sevgisi olan anneannemi de yanımıza alıp yola düştük. Aylardan Nisan, bahar yavaştan gelmekte, turfanda meyveler tezgahlara yerleşmiş. Yerimiz en ön sırada ve tam ortada. Anneannem, halam ve ben sırasıyla yerleştik, çok geçmedi oyun başladı. Başrolde Enis Fosforoğlu var, çok genç ve inanmayacaksınız ama çok yakışıklı. Ben hayran bakışlarla oyunu izlerken birden kucağıma tombalak bir el uzandı ve bir avuç dolusu can eriği bıraktı. Aynı el, aynı erikle halamın kucağına da uğramıştı ve tabii ki anneanneme aitti. O gün pazardan aldığı turfanda can eriklerini yengemden ona devretmiş büzgülü ve geniş kol çantasına doldurmuş, oyun esnasında da bize ikram etmekteydi. Anneannemin "teatora" kadar karşı duramadığı bir başka şey de her tür yiyecekti. Ve ben de anneannemin teatoraya olan aşkından daha fazla can eriğine aşıktım. Haliyle attım ağzıma birini, kafamı çevirdiğimde aynı şeyi halamın yaptığını da gördüm. Anneannem zaten fütursuzca çiğneyip durmaktaydı. Halam arada bir beni dürtüp, "Yerken ses çıkıyor mu?" diye soruyordu. Haydi ben çocuktum da doktor olan halam nasıl anneanneme uymuştu, hala şaşarım. Biz oyun boyunca anneannemin çantasına sığan muhtemel ki bir kilo eriği, "ses çıkıyor mu?" diye birbirimize sora sora yiyip bitirdik. Sağdan soldan kimse uyarmadığına göre fark etmediler demek ki ama hep düşünürüm  burnumuzun dibindeki sahnede rol kesip duran Enis Fosforoğlu farkedip ağzı sulandı mı? Eğer öyleyse hakkını helal etmesini dileyeceğim şu fani dünyadan ayrıldığı bu günde, o güzel oyun için de bin şükran diyeceğim...

Bu yazıyı dün gece yazdım, sabah yayınlanmak üzere programlayacağım. Siz okurken de İstanbul seçimi başlamış olacak. Dilerim sorunsuz, sıkıntısız bir seçim gerçekleşir ve iyi şeylere vesile olur. Yağmuru yiyip güzelleşen bu güller de sizlere armağan olsun...


5 yorum:

  1. Kırsalda yaşamanın dezavantajlarından biri olarak epey zamandır tiyatroya gitmedim.

    YanıtlaSil
  2. AST'nin efsane dönemine yetişemedim. Çok şanslısınız :)

    YanıtlaSil
  3. Nasıl seviyorum senin yazılarını okumayı, nasıl :) (İmza: Farklı kimliğe bürünmüş kitapcikedisi :P)

    YanıtlaSil
  4. anılarınızı öyle güzel anlatıyorsunuz ki herseferinde harika bir kitapa başlıyormuşum hissine kapılıyorum...belinize üzüldüm...bir yıldz daha kaydı aramızdan maalesef...erikleri yerken gerçekten sessiz yemişsniz anlaşılan yoksa mutlaka ikaz eden çıkardı...güller nefis...kucak dolusu sevgiler...

    YanıtlaSil
  5. hahhaha erik hikayesini daha önce okumuştum eski yazılarınızdan ve çok gülmüştüm. Şimdi yine çok güldüm :)

    YanıtlaSil