.

.
.

31 Ağustos 2011 Çarşamba

BAYRAM RAPORU 1

-Güne bir tabak bir bardak kırmakla başlandı. Bir gün önce kırılan bardak da hesaplanınca üçe tamamlandığı düşünülerek rahata erildi. 
-Çocuklarla keyifli bir bayram kahvaltısı yapıldı. Akşam yemeği kızkardeş ve ailesiyle topluca eda edildi. 
-Yönetmeninin Francois Ozon olmasına binaen alınan "Angel" filmi izlenip hayal kırıklığına uğrandı. Zeki Müren'in siyah-beyaz dönem filmlerine benzeyen zorlama sahnelerle dolu, başkadın oyuncunun abartılı oyunculuğunun iç baydığı bir filmdi. 
-Ruhsal akrabam Isabel Allende'nin "Denizin Altındaki Ada"sına başlandı, 50 sayfa tüketildi. 585 sayfalık bir tuğla olduğu düşünülürse daha alınacak çok yol var ama zenci köle Zarit­­e (ki ben onu anneannemin adına benzeyen adı ve ritm aşkı  nedeniyle hemen sevdim),  plantasyonun efendisi Toulouse Valmorain, eşi  Eugenia ve kibar fahişe Violetta ile tanışıldı. Maceranın devamı sabırsızlıkla beklenmekte. 
-Bir tek çikolatin yenildi, tatlı ağıza konmadı onun yerine bir kadeh böğürtlen şarabı ve bir shot tekila götürüldü.
-Hava sonbaharı andıran bir şurup lezzetinde idi, sevildi, beğenildi. Hasılı "Bayram Part One" iyi geçirildi. Aynı performansı diğer partlardan da beklemekteyiz...

30 Ağustos 2011 Salı

BAYRAMIN OKUYANI


Marcie ve tüm Snoopy ailesi bayramınızı kutlar, ellerinizden öper. 


29 Ağustos 2011 Pazartesi

MUTLU BAYRAMLAR



Hazırlıklar bitti, bayram gelebilir. Beklemedeyiz.

 Hepimize keyif, ülkemize ve dünyaya barış ve huzur getirmesi dileğiyle bayramınız kutlu olsun...

28 Ağustos 2011 Pazar

ÖZLEM

Öğleden sonra fotoğrafta görülen iki kadını ziyarete gittim; ne hoşgeldin dediler, ne halimi hatırımı sordular, ne de önüme bir bardak çay koydular. Sessizce bakıştık karşılıklı; ben onları yukarıdaki yaşlarıyla hayal ettim, sızlayan burun direğimi zaptetmeye çalışarak beni gülümsetecek hallerini anımsamaya çalıştım. Anneannemin kucağına bastırdığına benzeyen kocaman çantalarını düşündüm, ilerleyen yaşlarında katarakt ameliyatı sonrası gözüne taktığı ve sürekli koyduğu yeri unuttuğu şişe dibi gözlüklerini hatırladım. Onları bulamadığı zaman elini yumruk yapıp gözüne tutarak bir nevi dürbün yapışına kıkırdadım. Şişman bileğini boğan lastik kordonlu kocaman erkek saati, parmağından hiç çıkarmadığı kırmızı taşlı yüzüğü geldi gözlerimin önüne. Her ütü yaptığımda kapıp getirdiği ve ütületmek istediği aslında kırışıksız eşarplarını, hep aynı model desenli elbiselerini özledim. Bayram ziyaretlerinde öptürmek için uzattığı tombul elinin soğan kokusu doldu burnuma. Götürdüklerimizi zulalayıp bir sonraki yıl ikram ettiği için bayatlattığı çikolataları çekti canım, dolabından hiç eksik etmediği sucuktan yemek istedim. Koynunda yatan annemin sağ olsaydı nasıl telaş içinde temizliğe girişeceğini düşündüm. Evin arife günü dağınıklığını, bitmek bilmeyen silme-süpürme faaliyetlerini, bu yüzden babamla ettiği kavgaları, bayrama temizlik yüzünden küs girmelerini özledim. Bileziklerinin şıngırtısını, mavi taşlı yüzüğünü, mor ev elbisesini, her daim saçlarından eksik etmediği tacını, terliklerinin şıpırtısını özledim. Evişi yapmayı sevmediğim için tembellikle suçlamasını, komşuların abuk-subuk ama işgüzar kızlarını örnek göstermesini, sabahın köründe "kalk temizlik yapacağız" diye dürtmesini özledim. Dantel örmesini özledim, o dantelleri biz istemediğimiz halde heryere sermesini özledim. Zeytinyağlı fasulyesini, şehriyeli pilavını, ovma çorbasını özledim. İçmeyi bıraktıktan sonra bile çantasında taşıdığı ezilmiş, büzülmüş sigara paketini özledim, kısacası ben annemi çok özledim. 

Geldiğimi hissetttiyseniz eğer bayramınız kutlu olsun...

27 Ağustos 2011 Cumartesi

BAYRAM HAZIRLIĞI

Çalışanlar bana kızacak biliyorum ama bayramlarda bu kadar uzun tatilden sıkılıyorum hele de biryere gitmemiş evde isem, zaman geçmek bilmiyor, sosyal hayat duruyor. O yüzden bayram hazırlıklarına başladım, eğlencelikleri tedarikledim:

Bayram kitabı: Denizin Altındaki Ada/Isabel Allende
Bayram müziği: Elişi/Şirin Pancaroğlu-Aranjman 2011/Candan Erçetin
Bayram filmleri: The Last Summer of La Boyita-Los Muertos-Angel

Yanında çay-kahve serbest, çikolata 2 taneye kadar mümkün, tatlı zinhar yasak:))
Kolay gele...

26 Ağustos 2011 Cuma

ERKEN KALKAN YOL ALIR

"Erken kalkan yol alır, erken evlenen döl alır" derdi Müyesser teyzem; çocukluğumun mahallesindeki yaşlı teyze popülasyonunun en şirin, en becerikli, en bilge olanı. Bu söylemin ilk bölümü kesinlikle doğru, zira bugün bir kez daha tecrübe ettim lâkin ikinci bölümün doğruluğu da, gerekliliği de tartışılabilir ki en olumsuz örneği bizzat lafı söyleyen Müyesser teyzenin kendisiydi. Çocuk denecek yaşta evlendirildiği hayırsız kocası sayesinde önce beş kız, sonra da dualarla elde ettiği bir oğlan sahibi olmuş. "Öyle çok oğlum olsun istedim ki" derdi "oğlan doğurayım da isterse sonra beni kapıya koysun diye dua ettim". Duasının birinci yarısı sonunda gerçek olmuş ikinci yarısı ise tam tersine gelişmiş. Oğlanın doğumundan kısa bir süre sonra koca evi terketmiş ve kapıya koymasına bile razı olduğu oğlu bakmış anasına ölene dek. Şimdi sabah sabah Müyesser teyzeye nereden geldim bilinmez ama rahmet istediği kesin, nur içinde yatsın sakız beyazı örtüsünün çevrelediği o nur yüzüyle...

Ben erken kalkmanın faziletlerinden bahsedecektim esasta, Müyesser teyze rol çaldı. Nadir gerçekleşen domestik günlerimden birinde olmam sebebiyle erkenden uyandım, hem de saat, telefon gibi hiçbir yardımcı faktör olmadan. Yataktan kalkar kalkmaz da yüzümü dahi yıkamadan perde yıkamaya giriştim. Zaten dün geceden başlamıştım makineye atmaya sabah kaldığım yerden devam ettim. Günlerdir gözümde büyüyüp dururdu, planlamak yapmaktan daha yorucu bir eylem. Apartmanın önünden geçen cadde E5 karayolu yoğunluğunda bir trafiğe sahip olduğu için esasen perdeler her hafta yıkansa olacak ama bu tür faaliyetler benim ilgi alanımın dışında kalıyor. Perde yıkama konusunda adeta hobi geliştiren kişi rahmetli annemdi. Şu anda benim yıkamakta olduğum esasında ona ait olan perdeleri ayda bir yıkar, aradaki sürelerde de yıkama planları yapardı. Öyle ki ölümüne yakın, bilinci yarı kapalı hastanede yatarken ziyarete gelen üst kattaki komşumuza bizim perdeleri yıkamasını tembih etmiş, komşu "Tamam yıkarım" dediğinde de "Öyle dersin ama yıkamaz kaytarırsın" demişti ama bilerek ama bilmeyerek. İnsanlar son zamanlarında hayatları boyunca en sık yaptıkları şeyi bilinçaltı tekrar ediyorlar sanırım. Anneannem kendini bilmeden yattığı üç ay boyunca parmaklarıyla tesbih çekme hareketi yapmış, dayım da yarı koma halinde kaldığı üç gün hayalî sigarasını içerken hayalî kişilerle  hayalî cep telefonu aracılığıyla konuşmuştu.

Yine uzattım da uzattım, kıssadan hisse erken kalkmak iyi birşey dostlar, bir çırpıda bir sürü iş hallediveriyorsunuz. Ha böyle dedim diye her zaman erken kalkacağımı sanıyorsanız da fena halde yanılıyorsunuz...

Not: Çiçekler karşı komşunun balkonundan, sürekli bizim balkonun güvercinleri tarafından tacize uğramakta garipler.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

ANKARA TURU

Yeni bir Ankara keşif turuna çıktık bugün. Kılavuzumuz kızkardeş oldu ve bizi  1886'da Ankara valiliğine atanan ve 8 yıl bu görevde kalan Abidin Paşa'nın şimdi Ankara Kulübü Derneği olarak kullanılan köşküne götürdü. Adıyla anılan Abidinpaşa semtinde, pek manzaralı, pek havadar bir mevkideki köşk restorasyondan geçtikten sonra Ankara Kulübü Dernek binası olarak kullanılmaya başlanmış. Sahip olduğu arazinin bir bölümü de şimdi Abidinpaşalılara park olarak hizmet veriyor.
Kulübe üye olan Ankaralı  delikanlılar(!) Çarşamba günleri toplanıp sazlı-sözlü eğleniyorlarmış kendi aralarında. Biz de tam üstüne gitmişiz, oturduk katıldık eğlencelerine. Duvara asılmış bir levhada "Saz başlayınca söz susar" yazıyordu, biz de sustuk ve dinledik seslendirilen türküleri. Aslında seğmen grupları da gelip müzik eşliğinde oynuyorlarmış ama Ramazan nedeniyle program değişmiş biraz.
Sazı-sözü yeterince dinleyip katılımcılarla vedalaştıktan sonra üst kata çıktık ve köşkü gezdik. Bir kısmı köşkün orijinali, bir kısmı Ankaralı ailelerce bağışlanmış, bir kısmı yenilenmiş eşyalarla dolu odaları inceledik.
Köşkün geniş ve ağaçlık arka bahçesinin panoramik bir Ankara manzarası var. Pek latif, pek esintili bahçeden binalar yığını Ankara'yı seyrettik biraz.
Ankara'nın taşına değil ama Kalesi'ne hem baktık, hem fotoğrafını çektik.
"Ayva çiçek açmış, yaz mı gelecek?" der türküde, meyve verdiğine göre yaz bitti bitiyor desek yeridir. Sonbahar, kış aşıkları gözünüz aydın.
Abidin Paşa'nın (ki kendisi sert bir valiymiş, anlatıldığına göre çarşı-pazar gezermiş kontrol için. Pekmezinden fare çıkan bir esnafa fareyi yedirmiş ceza olarak) manevi, köşkün maddi varlığına veda edip bu defa anıların peşine düştük. Çocukluğumda bir yıl kadar bu semte yakın bir yerde oturmuştuk. Haydi dedik gidip bakalım, bulabilecek miyiz. Tabii iş bana düştü, benim dışımda orada yaşayan yok içimizde, ben de henüz ilkokula bile başlamamıştım. Hafıza yordamıyla ve anlatılanlardan hareketle düştük yola. Yol boyu ipuçları aradım, anıları yokladım. Sol yanda kalan, anneannemin beni çocuk bahçesine getirdiği (içinde enfes ekşilikte ters dutlar dikili bir parktı) yükselti ya benim çocuk gözüme yüksek görünüyordu ya da zaman içinde zemin yükseldi, orası alçaldı. Şimdi kocaman bir yeşil alana dönüşmüş. Hatırladığım kadarıyla semt pazarı da oraya kurulurdu, bir de açık hava sineması vardı. "Ayşecik Canımın İçi" (ki anımsadığım ilk sinema filmidir)  filmini orada izlemiş ve öyle yüksek sesle, içimi çeke çeke ağlamıştım ki tüm sinema ahalisi filmi bırakıp beni izlemişti. Ah ah o zamandan ne narin, ne hassas, ne duygulu bir hanumefendi olacağım belliymiş:) Yürüdük yürüdük sonra bir sapak çıktı önümüze, "Hah" dedim "burası olabilir", daldık sokağa. Hatta yolun başında dikili eski elektrik direği de nasibini aldı. Biz orada otururken direği tamir için çıkan görevliyi elektrik çarpmış ve gözümüzün önünde ölüp gitmişti adamcağız. Sokağın sonunda gördüğüm yegane eski eve de "Burası arkadaşım Gülcan'ların evine benziyor" diyerek sahiplendim. Ev gerçekten Gülcan'ların evi miydi bilmiyorum ama hemen yanıbaşındaki arsaya dikilmiş devasa apartmanın önündeki koca tabelada "Gülcan İnşaat" yazıyordu. Olsun bu da birşeydir. Sonuç olarak civarda eskiyi hatırlatan hiçbirşey kalmamış, santimlik bir ipucu bile bulamadan gerisin geri döndük yüzde sekseni garip desenlerde betebe kaplı  yapsatçı işi çirkin apartmanların arasından. Ankara'nın görmediğimiz yerlerini gördük, dimdik yokuşlar tırmanıp, inişler indik. Karşımıza çıkan en ilginç şey bir tepenin başında şahin yuvası gibi yerleşmiş, önündeki ağaçlar, çalılar, sarmaşıklar adeta azmanlaşıp cangıla dönüşmüş fotoğraftaki eski ev oldu.

Budur bugünkü maceramız efendim, başka Ankara turlarında görüşmek dileğiyle kalın sağlıcakla...


23 Ağustos 2011 Salı

MAHSUL

Bizim bahçenin bu yılki mahsulleri:)) 15-20 kadar ceviz ve bir o kadar da badem. Bakmayın siz az olduğuna, biz az oluşuyla gurur duymaktayız çünkü "kuşlar bizim canımız, feda olsun malımız". Koca bahçedeki bir dolu ağacın üzerinde oluşan bademler ve cevizler itina ile kuş nüfusu tarafından delinmekte ve içleri boşaltıldıktan sonra nisbet yapar gibi yerlere fırlatılıp atılmakta. Bir nevi ceviz-badem kabuğu çöplüğü  yani. Bunları da hatıra kabilinden alıkoyduk. Cevizleri açıp yemeğe kalksak ya elimizi keseriz ya da kabuklarındaki tetir yüzünden parmaklarımız kapkara olur. Lakin o ceviz kabuğu kokusu pek güzeldir, acıdır ama nasıl ıtırlı ıtırlı dolar insanın burnuna. Acı dedim de aklıma geldi, ne zaman kabuklu taze ceviz görse annem şu öyküyü anlatırdı:

Vakti zamanında bir aile babası başka bir şehre gitmiş iş icabı. Dönerken de bir sepet kabuklu taze ceviz getirmiş. Evin küçük çocukları o zamana kadar hiç taze ceviz görmemişlermiş. Erik sanmışlar, herbiri birer tane kapmış yemeye çalışmış. Eh sonunda ne olduğunu tahmin etmişsinizdir, kabuğun tetirindeki acıdan ağızları köpürmüş, gözlerinden yaş gelmiş. "Ne oldu?" diye sorana da "Babam erik getirmiş, ağlaşa ağlaşa yedik" demişler.

Eh hadi kaçayım ben...

22 Ağustos 2011 Pazartesi

ETKİNLİK KOMBİNİ

Bugday Tanesi ve Hayat İzlerim'e teşekkürlerimle...

-Kitap: İki Kişilik Rüyalar/Fatma Barbarosoğlu
-Kitabı yollayan: Hayat İzlerim-Antalya
-Bloglararası Kitap Etkinliği: Buğday Tanesi-Marmaris
-Ayraç olmak için sırasını bekleyen balık: Hayat İzlerim
-Çay fincanı: Babamın Rus Pazarı seferlerinden kalma
-Çay: Evde yapılmış özel karışım
-Örtü: Annemin çekmecelerinden çıkma
-Fon Müziği: Kendim söylüyorum, bir sakıncası var mı:) "Rüyamda Seni Gördüm Dün Gece"

Hafta boyu ve her zaman yüzünüz hep gülsün...

21 Ağustos 2011 Pazar

HAFTANIN OKUYANI 11

Bu haftaki okuyanımız Macar ressam Robert Bereny'nin eseri. Bereny 1887-1953 yılları arasında yaşamış. Okuyan kızımız hakkında tek diyeceğim ise benim bugünkü halim gibi çok yorgun olduğu. Kitabı eline almış ama okuyacak hali yok gibi görünüyor. Bir de siz bakın bakalım neler söyleyeceksiniz. İyi bir hafta diliyorum...

19 Ağustos 2011 Cuma

BU HAFTA BÖYLEYDİ

Pek keyifli bir hafta değildi. Zaten gündem kişisel keyiflerimizi ikinci plana düşürecek kadar tatsızdı. Haftada o minvalde geçip gitti zaten. 

-Bu haftaya bir isim vermek gerekirse "Reçel Haftası" uygun olurdu. Önce kayısı reçeli kaynattım. Soğuyup üstü şekerlenir gibi olunca ertesi gün bir daha kaynattım. Daha sonraki gün sıra vişneye geldi. "Sabahın yemişi bir tane vişne/Giderem gelirem ardıma düşme ay Osman" türküsünü söyleyerek sabah sabah onları da reçele dönüştürdüm. Bunlar şekerlenmedi, ben de suçu bir önceki reçele kullandığım toz şekere attım. Şekerlenen şekermiş o:)
 
-Ikea'ya onyüzmilyonbininci ziyaretlerimden birini daha gerçekleştirdim. Neyse ki bu öğleden önce ve hafta içiydi, boğulmadan, sıkışmadan, onu bunu ittirip kaktırmadan gerekeni alıp çıkmak mümkün oldu.
 
-Haftanın müziğini Şirin Pancaroğlu "Elişi" albümü ile belirledi. Kulağımda kulaklık "Kırmızı buğday ayrılmıyor çecinden" diye çığrındım hafta boyu.
 
-Bu haftaya üç kitap sığdı: Günlerin Getirdiği/Isabel Allende, Alyoşa/Emel Koç ve Hanımların Dikkatine/Seray Şahiner. Şu anda elimde farklı aralıklarla okuduğum üç kitap var: Venedikte Bin Gün/Marlena de Blasi, Yolgeçen Hanı/Pınar Selek ve Ağaçlar Kitabı/Adil İzci. Ağaçlar Kitabı'nın arka kapağında Haydar Ergülen'e ait enfes bir şiir var, birkaç dize yazayım:
 
"Yavaş git, ruhum yetişemiyor sana dedim, içimden kopan yolcuya
Dursaydı ağaçların gözyaşlarını dinletecektim
Ruhun sendeyse hâlâ bir ağaca emanet et onu
Dünyaya yalnızca hayvanların ve ağaçların itirazı var
.......
Zeytini dinledim beklemeyi öğrendim, akasyadan gitmeyi,
Vuslatı ceviz ağacından, limonun dediği ayrılığı ve aşkı nardan
Ağaçlar komşumuzun evidir, ruhumuz gülümsüyor avlusundan"
 
-Uzun süredir yapmayı ertelediğim bir işi de başarıp saçlarımı boyattım. Güneş ve suyun kloru rengini yeşile dönüştürmüştü, yakında çayır sanıp sulamaya başlayacaktım:)
 
-En uzak yürüyüşüm Yüksel Caddesi'ne kadar oldu ve Antalya'ya döndüğümde en çok orayı  ve Dost Kitabevi'ni özleyeceğimi farkettim.
 
-Sabahları hayli serin oluyor ve akasyalar taç yapraklarını dökmeye başlamışlar, Ankara'ya sonbahar sinyallerini göndermeye başladı bile.


-Ve günün mutluluk ilacı, balkondaki saksılardan az evvel topladığım çıtır biber ve domatesler. Kokusu hala ellerimde, parfüm niyetine...

18 Ağustos 2011 Perşembe

SENİ SEVİYORUM MAHALLEM(!)

Dün gece, saat 03.00'e doğru uykum geldiğinden değil de yatmak adet olduğundan girdim yatağa. Girdim de ne oldu, döndüm durdum yatağın içinde bir o yana bir bu yana. Bir ara, şöyle 1-2 dakika filan dalmışım galiba garip bir de rüya sıkıştırıverdim o araya. Kuzenlerden biri evleniyormuş güya, evlendiği kişinin babasının mesleği şu bildiğimiz eski tip hamam takunyalarının tahtalarına motifler basmakmış. Böyle bir meslek duydunuz mu dostlar? Sıra sıra takunyalar gördüm rüyamda, siyah desenler basılmış tahtadan, otomobil lastiğinden yapılma bantlı. Yakında Qunegond'a fark atmaya başlayabilirim garip rüyalar görme konusunda. Nedir şimdi bu?

Her neyse takunya mevzuundan gerçek hayata dönüş operasyonum "10.Yıl Marşı" eşliğinde oldu. O bir-iki dakikalık takunya soslu uykunun sersemliğiyle bir an Kenan Doğulu konserinde sandım kendimi ama yok ses hayli yakından geliyordu, öyle stadyumdaymışız gibi falan bir durum sözkonusu değildi. Hele baslar neredeyse kulağımın dibinde zangırdamaktaydı. "Acaba" dedim "hala rüyadayım, takunyacı kayınpederin oğlu da şarkıcı falan mı?" Sonra birden 10. Yıl Marşı sustu, Mehter Marşı başladı. Bu defa fena ürktüm, "Allahını seven kaçsın, küffar bastı mahalleyi, cenk başladı" diye çığlık atacaktım neredeyse. Kendimi yataktan zor attım karanlıkta sağa sola çarpa çarpa salon penceresine koştum. Ben pencereye yaklaştıkça sesin volümü arttı. Tülün arkasından baktığımda yan apartmanın balkonunda oturan iki kişi gördüm ve sonuna kadar açılmış bir müzik setinden sesin yayıldığını anladım. Balkonda demlenen karşı cinsten iki vatandaştan biri müziği idare etme ve balkona bayrak asma görevini üstlenirken diğeri aklına gelen herşeye ve herkese avazı çıktığı kadar koymakla meşguldü. Bazen hızını alamıyor ayağa fırlayıp balkon duvarından aşağı sarkıp yoldan geçtiğini varsaydığı hayali kişilere bağırıp çağırıp küfrettikten sonra etrafa "Nasıl ama ben adamı böyle yaparım" bakışları fırlatarak şişesinden yeni bir yudum alıyordu. Yönelttiği kişilerin karşısında olmamasından yararlanarak küfür dozunu arttıran değerli(!) komşumuzun bu taşkınlığının sebebinin dünkü şehitler olduğunu anlamıştık anlamasına da bu tepkinin kime ve nasıl bir faydası olduğunu çözememiştik. Şişede durduğu gibi durmamak ve ağzının dışındaki yerlere içmek deyimlerinin tam karşılığını veren arkadaş küfür hazinesinin en değerli parçalarını asfalta doğru saçarak kendini tatmin ederken devreye polisler girdi. Muhtemelen rahatsız olan komşular tarafından aranmıştı. İlk gelenler balkonun altından sakin olmasını rica ederek gittiler. Onlar gelmeden esip yağan vatandaş "tamam abicim" pozisyonuna geçiverdi, devriye arabası uzaklaşır uzaklaşmaz da sinkaf fırtınası yeniden başladı. İkinci ekip zili çalıp daire kapısına kadar çıktı, orada ne oldu bilemiyorum ama o ekibin ardından aynı şeyler tekrarlandı. Kulaklarımız Mehter ve 10.Yıl Marşı ile cilalanırken nakarat olarak da muhtelif küfürler dinlemekteydik, ortaya gelmedik ne ana, ne bacı, ne ebe kaldı. Kahraman komşumuz son parti polis ekibinin farlarını görür görmez evin ışıklarını söndürüp içeriye girdi. Ondan kalan boşluğu hemen akabinde gelen davulcumuzun kakafonik tokmak sesleri doldurdu. 

Tanık olduğum olayın iğrençliği, olayın kahramanının üzüntüsünü dile getirme biçiminin rezilliği ve ne yazık ki ertesi gün bu kişinin aramıza sıradan bir insan gibi karışacağının endişesi zaten olmayan uykumu iyice kaçırdı. "Allah encamımızı hayretsin" diyerek yaktım ışığı ve aldım elime Seray Şahiner'in "Hanımların Dikkatine" isimli öykü kitabını. Uyku mu? O ancak sabah 06.30 civarında uğradı kısa bir süre de olsa yanıma...

Not: Resimdeki Snoopy'ye ne kadar özendiğimi tahmin ediyorsunuzdur herhalde...

17 Ağustos 2011 Çarşamba

ELİŞİ

Herşey tatsız bugün, can yakıcı. 17 Ağustos depreminin acılarını anımsarken şehit haberleri almak yaraya tuz basmak gibi oldu. Kaç yürek yandı kimbilir, kaç ocak söndü, kaç ananın gündüzü geceye döndü bir daha ağarmamacasına. Elden gelen birşey yok ne yazık ki...

Acılara, ölümlere, kötü anılara, duyarsızlıklara, umarsızlıklara karşı tutunacak dal müzik olsun diyerek taktım kulaklığı Şirin Pancaroğlu'nun arpinden yüreğime akan notaları dinliyorum, ruhum yıkanıyor. "Elişi" muhteşem bir albüm. Arp sanatçısı Şirin Pancaroğlu ve Meriç Dönük perküsyoncu Jarrod Cagwin ile türküleri yorumlamış. Çok sevdiğim "Kırmızı Buğday" türküsü ile başlıyor ve Dilek Türkan'ın seslendirdiği "Al Fadimem" ile bitiyor. Aradakileri ne siz sorun ne ben söyleyim, alın ve dinleyin...

16 Ağustos 2011 Salı

MARMARAT

Sabah gözümü açar açmaz akşamdan şekere yatırdığım kayısıları reçel olsunlar diye yerleştirdim ocağın üstüne. Onlar köpükler kabartarak kaynarken ben de geçmişe kayıverdim gittim. Bunu defalarca yazmışımdır, çocukluğumun ve ilk gençliğimin yazlarının bir kısmı annemin akrabalarını ziyaret için Niğde'de geçerdi. Tatilin çoğunda büyük teyzenin muhteşem bahçesinde kalırdık ama birkaç günü de büyük dayıya ayırırdık mutlaka. Büyük dayı ahçı idi, kendine ait bir lokantası vardı. Bir insana mesleği ancak bu kadar yakışabilirdi sanırım, geçenlerde şık bir restoranın önünde gördüğüm heykelimsi ahçı objesi sanki büyük dayı model olarak yapılmıştı. Aynı boy-pos, aynı kocaman göbek, aynı gülen gözler, aynı sevimli yüz hatları. Anneme çok düşkündü; muhtemelen çocukluğundaki narin, hastalıklı hallerinden kaynaklı soluk ten renginden dolayı "Sarı" diye seslenirdi ona, yoksa annem inadına esmerdi. Niğdeye indiğimizi duyar duymaz elinde onun çok sevdiği bir kesekağıdı dolusu kuruyemiş "Hoşgeldin Sarııı" diyerek koşardı yanımıza. O iri gövdeli, yapılı dayının ufacık-tefecik bir karısı vardı. Hamarat bir karıncaya benzerdi yenge; bir karınca kadar minik, bir karınca kadar çalışkan. Evlerine konuk olduğumuz günlerde bizi rahat ettirmek için dönenir dururdu. Çok nüfuslarına göre küçük olan evlerine bir de biz dahil olup metre kareye düşen popülasyonu iyice arttırır, mekanı iyice daraltırdık ama yengenin kıvırcık saçların çevrelediği yüzü hiç eğilmez, gülerek bizi ağırlamaya çalışırdı. Geceleri uykumu duvarda asılı devasa saatin "ding-dong"ları bölse de alıştığım bu sesi kanıksamaz, mis gibi sabun kokan yastığıma biraz daha gömülür, üzerimdeki pikeyi hışırdatarak keyifle uyumaya devam ederdim. Uzun zamandır Niğde'ye gitmediğim, artık iyice yaşlanmış yengeyi yıllardır görmediğim halde ne zaman o günleri düşünsem huzur duyarım ve Melih Cevdet Anday'ın şu şiiri düşer aklıma:

"Bir misafirliğe gitsem
Bana temiz bir yatak yapsalar
Her şeyi, adımı bile unutup
Uyusam...


Kalktığımda yatağım hâlâ lavanta koksa
Kekikli zeytinli bir kahvaltı hazırlasalar
Nerde olduğumu hatırlamasam
Hatta adımı bile unutsam..."

Sabah olunca ayrı bir keyfe uyanırdık. Aşçı dayımız erkenden yemekleri yapmak için lokantasına gitmiş olur, biz yengenin hazırladığı kahvaltı sofrasına otururduk. Benim favorim yengenin kayısı marmelatı idi. Normal zamanlarda-ki hala öyledir-reçel yemeye nazlanan ben o marmelatla dilim dilim ekmek götürür, eve kilo almış olarak dönerdim. Bu durumun sonucu baştan belliydi, aynı marmelattan benim için de yapılacak. Yengemiz bir Perşembe Niğde'nin meşhur pazarına çıkar, kayısı alır ve benim için kendi deyimiyle "marmarat" yapardı. Sonra onları yine kendi deyimiyle "kanavoz"lara doldurur ve valizimize yerleştirirdi. Bize de dönünce afiyetle yemesi kalırdı. Yerdik yemesine de o birlikte oturulan Niğde sofralarındaki tad Ankara'ya gelince azalırdı sanki. Keramet yenilen şeyde değil, birlikte yenen insanlarda imiş demek ki. Şimdi birçoğu yok o insanların, ancak anıları kaldı; böyle reçel kaynatırken, bir elmayı dişlerken, toprak kokusu burun deliklerine dolarken, şu fışırtısı, yaprak hışırtısı, arı vızıltısı duyduğunda aniden aklına düşüveren. Onlar huzur içinde uyurken biz de dilerim hep iyi anılar biriktirelim yaşam denilen şu çetin savaşta...

15 Ağustos 2011 Pazartesi

DOPDOLU PAZAR

Dün yoğun bir Pazar günü yaşadım. Sabahın ilk saatlerini yukarıdaki kitap doldurdu. Haklarında okumadığım şey kalmamış Şakir Paşa ailesinin en küçük kızının, İstanbul'a ilk seyahatimde Tünel'deki Narmanlı Yurdu'nda  izlerini aradığım Aliye Berger'in yaşamöyküsü de eksik kalmasın dedim ve D&R'ın 4 liralık kitapları arasında bulup aldığım "Alyoşa"ya başladım. Esasen tüm öyküsünü biliyorum ama dönüp dönüp okuyabilirim bu sanatkar ruhlu ve çılgın ailenin maceralarını.
Kitaba ara verince bir film CD'si sürdüm DVD çekmecesine: "Yeşil Papayanın Kokusu". Bu film Lale için temin edildi aslında ve ona gidecek ama gitmeden evvel bir tadına bakayım dedim ola ki zehirlidir. Küçükleri ve sultanları muzır yayınlardan korumak gerek değil mi:) Film sakıncasız ama 5.dakikasına geldiğimde daha önce izlediğimi farkettim, hem de Antalya'da, hem de sinemada. Lakin üzerinden epeyce zaman geçmiş olduğundan ve filmin güzelliğinden bir kez daha izlemekte beis görmedim.
Film bitiminde içimdeki ahçı ruhu kabardı ve mutfağa yollanıp kısır yaptım. Üzerlerini süsleyen biberler balkon bahçedeki saksıların ürünüdür efendim.
Günün ikinci yarısında ailemizin güzellerinden birinin bir yaş daha büyümesini kutladık ama günü bununla bitirmedik. Akşam hepimizin sevdiği bir mekanda yemeğe ve oradan da artık bıkkınlık veren Ikea alışverişlerinden birine gittik. Tüm eksik eşyalar tamamlandığında  bir yıl Ikea'ya uğramayacağız muhtemelen, o derece kabak tadı verdi. 

Bunca yoğun haftasonunun üstüne güne başağrısıyla başladım. ilerleyen saatler neler gösterir bakalım. Ben şimdi Alyoşa'ya kaldığım yerden devam edeyim. Keyifle sürsün yeni haftanız...


14 Ağustos 2011 Pazar

HAFTANIN OKUYANI 10


10.haftanın okuyanı Clarence Coles Phillips'ten. Phillips 1880-1927 yılları arasında yaşamış Amerikalı bir illüstratör. Genellikle kadın çizimleri yapıyormuş. Bizim okuyan kadınımız da pek şık görüldüğü gibi. Dantel yakalı saten giysisiyle uyumlu perdeleri rüzgardan uçuşmakta. Muhtemelen sıcak bir yaz günü yumuşak minderlere gömülmüş zerafetle kitabını okuyor. Okumak için çok rahat bir pozisyon değil esasında ama genç hanımın aldığı terbiye yalnızken bile edepli bir oturuş gerektiriyor.  Ben bu fotoğraftaki güzel  kadını arkadaşımın annesinin gençliğine fena halde benzettim, bilmem sizde hangi duyguları uyandırdı. Haydi bakalım, söz sizde...

12 Ağustos 2011 Cuma

GÜNLERİN GETİRDİĞİ*

Oh, mestim mest iki gündür. Hele dün akşam keyfim beyde yoktu. Dışarda yağmurun tıpırtısı, mis gibi toprak kokusu, tül perdeyi dalgalandıran esinti, serinlik, arada bir tüylerimi havaya diken üşüme duygusu, elimde bir fincan çay ve hepsine eşlik eden Isabel Allende. Gerçi bir ara elektrikler kesildi ama neyse ki uzun sürmedi. Isabel Allende beni alıp alıp başka diyarlara götürüyor. Bazen kendimi okuduğum bir cümleden sonra kitabı kapatıp kendi kendime gülümserken yakalıyorum. Dilin akıcılığında yazar kadar çevirmen İnci Kut'un da katkısı var mutlaka ama ben yine de tüm kitaplarını orijinal dilinden okumak isterdim. Bu saatten sonra Allende okumak için İspanyolca, Prevert okumak için de Fransızca öğrenilir mi acaba? İyi kötü bildiğim Almanca'yı unutup yabancı dille muhabbetimi oğlum ortaokul hazırlık sınıfındayken öğrendiğim yarım yamalak İngilizce ile sürdürürken edebi eser okuyabilecek düzeyde İspanyolca ve Fransızca hayalden de öte gibi görünüyor. O zaman Türkçe çevirilere devam. Yukarıdaki kapak "Günlerin Getirdiği"nin orijinal kapağı. Acaba içinde fotoğraflar da var mı ki, aklım kaldı inanın. 
Isabel Allende bu fotoğrafta genç yaşta kaybettiği kızı Paula'nın fotoğrafı ile görülüyor. "Paula" anılarının ilk kitabı zaten, kızının ölümünden sonra terapi niteliğinde kaleme almış. "Günlerin Getirdiği"nde Paula'nın ölümünden sonraki süreci yazmış. Tüm yaşananlar Paula'ya hitaben anlatılıyor. "Klanım" dediği geniş ailesinin yaşadıkları romanlarından daha fantastik. Yer yer hüzünlü olsa da son zamanlarda okuduğum en sürükleyici, en eğlenceli, en ilginç kitap diyebilirim. Kahramanlar çılgın, yaşananlar emsalsiz, olaylar sanki gerçeküstü. 
Bu Tabra; kitapta sık sık bahsi geçen, yazarın takı ustası yakın arkadaşı, onun yaşadıkları da en az Isabel'in ki kadar olağanüstü. Isabel'i, Willie'yi, Nico, Celia ve Lori'yi, Tabra'yı, Sabrina, Grace ve Fu'yu, Alejandro, Andrea ve Nicole'yi, Jason, Sally ve Jennifer'i ve daha nicelerini merak ediyorsanız dalın "Günlerin Getirdiği"nin sayfalarındaki labirente. Ama okumadıysanız önce tabii ki "Paula"dan başlayın, hüzünlü olsa da.

Isabel Allende ve Tabra'yı merak ediyorsanız web sitelerindan daha fazla bilgi ve fotoğraf görebilirsiniz:
http://isabelallende.com/
http://tabra.com/


*Günlerin Getirdiği/Isabel Allende
Can Yayınları, Haziran 2011, 436 sayfa

11 Ağustos 2011 Perşembe

ESKİ SEMTLER, ESKİ SOKAKLAR

Dün cezaevi müzesini ziyaretimiz bittikten sonra sıcağa pek aldırmadan Ulucanlar semtinin ara sokaklarına daldık. Bunca yıldır Ankara'da yaşarım buraları ilk kez gördüm. Zaten yakında sadece sokaklar kalacak korkarım, evler yıkıldım yıkılacağım diyor. Tüm eskiliğine ve köhneliğine rağmen takip ettiğimiz yollar karşımıza hoş sürprizler çıkarıverdi zaman zaman.
Pastadan bir dilim alınıvermiş gibi değil mi?


Ya bu uçan pantolona ne dersiniz?

Bu tıknaz minareli camiin minaresi kadar ismi de ilginç. Hiç böyle bir cami adı duydunuz mu: HEMHÜM CAMİİ


Ya bu vitraylı pencereleri nasıl buldunuz?


Sadece biber değil pet şişe de kuruturuz icabında...


Kapı açık, arkanı dön ve çık:))


Her tür terkedilmiş bina itinayla kurutma merkezi olarak kullanılır


Halis ile Yunus. Beni elimde fotoğraf makinesiyle görünce büyük olan küçüğe eğilip "Karı bizim resmimizi çekcek" dedi. Yanaştım, "Haydi, poz verin" dedim. Söylediğini duyduğumu anlayınca utandı, "Halis'i çek" dedi. "Olmaz, ikinizi de çekmek istiyorum" deyince de hemen poz verdi. Yunus'muş adı. Arkadaş olduklarını öğrendik, çok yakışıklı olduklarını söyledik ve el sallaşıp ayrıldık. Hüzünlü cezaevi ziyaretinin üstüne iyi geldiler...

10 Ağustos 2011 Çarşamba

MÜZELERİN EN HÜZÜNLÜSÜ

Bir türlü uykuyla buluşamadığım, yatağın içinde fırdöndü gibi dönüp durduğum ancak sabah ortalık ağardıktan sonra kısa süreli dalabildiğim rahatsız bir geceden sonra kendimi pek keyifli hissetmesem de ziyarete açılan "Ulucanlar Cezaevi Müzesi"ni görmeye gittik. Cezaevi artık işlevini yitirmiş olsa da ana kapıdan içeri girerken insan kendini huzursuz hissediyor hala.

Yukarıdaki idare binası, mimarisi cezaevini düşündürmeyecek kadar hoş görünüyor sanki göze. Yan taraftaki alçak binadan giriş yaptık ve duvarlardaki okları takip ederek dolaşmaya başladık.

Şimdi kafeteryaya dönüştürülmüş Kadınlar Bölümü'nün koğuş kapılarından biri.

Burası "Hilton Koğuşu" olarak isimlendirilen ve genellikle devlet adamlarının kaldığı bir bölüm. 1957 yılında milletvekili Osman Bölükbaşı'nın tevkifi üzerine yaptırılmış. Konukları arasında Bülent Ecevit, Necip Fazıl Kısakürek, Nazım Hikmet, Halikarnas Balıkçısı, Cüneyt Arcayürek, Ahmet Emin Yalman, Fakir Baykurt, Metin Toker, Zekeriya Sertel gibi ünlü isimler var.

Bülent Ecevit'in kaldığı oda ve ranzası


Hilton Koğuşu'nun manzaralı balkonu(!)

Adı Hilton diye beklentinizi yüksek tutmayın, bu da duvarları


Koğuşlardan birinin tavanı


 Volta avlusu


Tuvaleti


Tecrit odalarının girişindeki temsili balmumu gardiyan
Tecrit odaları (Müteferrika) cezası kesinleşmemiş tutukluların cezaları kesinleşene kadar bekledikleri hücreler, yine cezalandırma amacıyla da kullanılıyor. Bu bölüm oldukça rahatsız ediciydi. Karanlık bir koridor üzerine  daha da karanlık küçük hücreler sıralanmış. Kapıların üstündeki sürgülü kapaklardan bakınca içeriye yerleştirilmiş balmumu mahkum modellerini görebiliyorsunuz. Bu arada sürekli sesler geliyor; çığlıklar, yalvarma sesleri, inlemeler. Hayli rahatsız  çıkıyorsunuz bu bölümden.

Siyasi mahkumların yerleştirildiği 4-5-6 numaralı koğuşların açıldığı avlular. O yıllarda üzeri tel örgüyle kapatılmış olan bu avluları mahkumlar havalandırma, volta yeri olarak kullanmakta imiş.


Avluda sergilenen fotoğraflardan: Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan. İdamlarından önceki son fotoğrafları imiş.


Ve Erdal Eren


4 numaralı koğuşun kapısı


 Siyasi koğuşlarında balmumu modellerle yapılmış canlandırmalar


Poster 80'li yıllardan kalma


Koğuş girişinde mutfak ve lavabo olarak kullanılan bölüm


Bilgi veren rehber tavanın şeklinden dolayı bu koğuşlara "tabut koğuş" dendiğini söyledi.


 Yine o yıllardan kalma bir duvar resmi


 Tavan detayı



Erdal Eren, Feride Çiçekoğlu, Sırrı Süreyya Önder, Bülent Tanık, Deniz Gezmiş. Çeşitli zamanlarda 4-5-6 numaralı koğuşlarda kalan ünlü siyasi mahkumların ranzaları.


Deniz Gezmiş'in hırkası ve Hüseyin İnan'ın idam sırasında üstünde olan ve sonra kesilerek çıkarılan fanilası koğuşta sergilenenler arasında.


Ceza amaçlı hücreler

Gözetleme kulesi. "Uçurtmayı Vurmasınlar" filmini anımsadım. Zaten sergilenen fotoğraflarda Feride Çiçekoğlu kucağında muhtemelen filmin öyküsüne ilham veren Barış isimli çocukla görülüyor.



Umumî hamam ve tuvalet
Görüş bölmeleri


Ve en iç acıtıcı görüntü: Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının asıldığı darağacı ve urgan. İşin en ilginç yanı da bunun önüne geçip gülerek poz verip fotoğraf çektiren ziyaretçilerdi.

Üç gencin son gördüğü şey de idamın gerçekleştiği avludaki bu ulu kavak ağacı olsa gerek.

Hasılı çok hüzünlü, çok iç acıtıcı, ibretlik bir ziyaretti. Tur bittikten sonra bir süre bahçedeki banklara oturup daralan nefesimizi açmak gereğini hissettik. İyi bir girişim olmuş ama keşke daha doğal bırakılabilseydi herşey, boyama, yenileme, makyajlama olmasaydı. O zaman geçmişten ders almak biraz daha kolay olabilirdi belki...