.

.
.

11 Mart 2024 Pazartesi

AND OSCAR GOES TO LEYLAK DALI / 11 MART

Malumunuz iki gündür Hollywood'daki otelimde, suit dairemdeydim. Tören zamanına kadar elimde Niğde gazozu (hemşehrilik bağlarım kuvvetlidir), dizimde evden taşıdığım Mamaklı Meliha Teyze'nin ördüğü yün battaniyem film kritiklerini kıraat ettim. Favorilerimi daha önce yazmıştım zaten. Tören saati yaklaşırken Snoopy'li pijamalarımı ve diğer kombinlerimi kuşanıp kapıya gelen Limuzinle salona ulaştım. Bordo terliklerimi tıpırdatarak kırmızı halıda yürürken tüm gözlerin üstümde olduğunu farketsem de çaktırmadım. Zaten iki adım atmıştım ki önüme şu çıktı:


Düşmüş şaşkın, yürümeyi bilmezler hamam takunyasıyla kırmızı halıya çıkarlar. Esasen ben bu performansı Jennifer Lawrance'den bekliyordum ama bu sefer ön çalışma yapmış sanırım, kazasız atlattı. Yalnız o kostüm neydi öyle, "Neşeli ol ki genç kalalım" puanlısı. Yavrucum yeşil çayırlarda uçurtma uçurmayacaksın, Dolby Theather'da ödül vereceksin. Ağır ol da molla desinler:


Biraz ilerlemiştim ki Bradley Cooper'ı gördüm, yanında boyu beline gelen yaşlıca bir hanım, adeta fotokopi ile çoğaltılmış iki surat, meğer anasıymış. Takmış gözüne koca gözlükleri "Analar neler doğuruyor" dercesine kasılıp durur. Sen Berkun Oya'nın eline düşseydin görürdün kasılmayı, o Bradley neler yapardı sana da yavrumun yavrusu diye yılana bile sarılırdın. Zaten içim kıskançlıkla doldu, okyanus aşırı demedim açtım telefonu oğlana, "Bana bak" dedim, "eğer günün birinde Oscar'a neyin aday olursan törene giderken yanına beni almazsan hakkımı helal etmem". "Parazit var, duyamıyorum" dedi kapattı telefonu, gitti paralar.


Kırmızı halı maraton pisti gibi, bitmek bilmiyor, baktım yan tarafa Luna Parklardaki gibi kartondan, insan boyunda bir siluet koymuşlar, kafamı çıkarayım da benim de fotomu çeksinler diye koştum yanına, tam arkasına geçecektim, kıpırdadı, amanın canlıymış:


Her sene gelirim şuraya bu milletin tuhaflıklarına alışamadım. İleride gözüme kabarık, pembe bir yığın çarptı. Parası ve cesareti bol biri dikkat çekmek için paraşütle indi zahir kırmızı halıya dedim, az yanaştım, bak sen şu işe, Arianna Grande ve kostümü imiş paraşüt sandığım şey, pancar suyunda pişmiş karnabahar gibi dolanıp dururmuş ortalıkta.


Arkamı dönmemle çığlık atmam bir oldu, devasa bir iguana. Hollywood ya burası, filmlerden birinde kullanılan dekordur diye sakinleşmeye çalıştım.


Yüzünü döndü ki ne göreyim, Cynthia Erivo imiş. Kim giydirdi a bacım sana bu zalım şeyi:


Tanıdıklardan kimler var diye bakınıyordum ki Billy Elish'e rastladım. Yavrum yine okuldan çıkıp soluk soluğa yetişmiş, çoraplarının hizası kaymış, onun bile farkında değil. Golden Globe'dan bu yana büyümüş olsa gerek, forması tam gelmiş bu defa üstüne, yalnız o saçları ya kestirelim, ya örelim, olmaz öyle, giyim yönetmeliğine aykırı (Öğretmen stayla 😂):


Epey ilerde gözüme devasa bir lavabo fırçası çarptı, ne alaka diye yanına yanaştım ki ne göreyim, canımın içi Carey Mulligan. Ah Bernie ah! Şu güzelim kadına ne çektirdin be, kapamadın ya Oscar'ı, bu da sana dert olsun Maestro:


Kafamı bir çevirdim Sandra Hüller. Kadın iki filmle gelmiş Oscar'a, ikisindeki rolü de birbirinden fena, birinde kocayı öldürmekten yargılanıyor, ötekinde ölüm kamplarının komutanı Höss'ün karısını oynuyor. Nasıl etkilendiyse tövbe edip kostümüne bile melek kanatları taktırmış vicdanı rahatlasın diye. Gel gör ki hayın terzi kanatları sırta dikeceğine göğse dikmiş. Yanından geçerken dikkat, batabilir.



Emily Blunt nasıl aceleyla hazırlandıysa iç çamaşırı giymediğini kapıdan çıkarken fark etmiş. O telaşla kocasının çekmecesine el atmış olsa gerek, elbiseyi çıkarmaya da vakti kalmamış, geçirivermiş slipi kostümünün üstüne.


Gözümüzün bebişi Lilymiz Oscar'ı kucaklayamasa da gökteki yıldızları eteğine toplamayı başarmış. Ne de olsa dolunay kadını o. Kolyesini ve küpelerini sevmedim, fazla abartılı ve kitsch ama o kadar kusur kadı kızında da olur. Kırmızı halıda yürüdükçe öğrenecek.


Barbie ve yönetmeni kırmızı halı için balıkçı tezgahından giyinmiş gibiler. Biri uskumru, öteki lüfer. Lakin Barbie de Barbie yanisi:



Yavaş yavaş salon kapısına yürürken kırmızı halı gediklisi Charlize Theron çıktı karşıma. Her zaman törenin en asili, en şıkı odur, adeta tanrıça. Yine güzeldi ama sanki kıyafet biraz aceleye mi gelmişti acaba? Astarlık kumaştan dikilmiş, yaka ve kol dikişleri alelusül bastırılmış gibi geldi. Yine de zarfa değil mazrufa bakacaksın eskilerin deyimiyle:


Sonunda salona girip yerleştik. Yardımcı Kadın Oyuncu ve Kadın Oyuncu ödülleri açıklandı. Da'vine Joy Randholph favorimdi zaten ama diğerini Lilycik alıverse ne vardı. Neyse Emma'nın da hakkını yemeyim şimdi, muhteşem oynamıştı:


Da'vine Joy sanırım kolejdeyken ponpon kızmış ve atmayıp saklamış o ponponları. Kazanırsam koluma takarım, kazanamazsam da tezahürat yaparım diye yanında getirmiş 😂

Ben bu yılın kostüm Oscar'ını aşağıdaki elemana verdim. Satın aldığı görünmez kumaştan diktirdiği kostümünü giyip gelmiş adamcağız ama uyanık seyirciler "Aaa kral çıplak" diye bağırınca apar topar deli gömleği giydirip aldılar sahneden garibi.


Tören tam bitmek üzereyken, ahali gitmeye hazırlanırken bir anons yapıldı ve sahneye çağrıldım. Bunca yıllık emeğimin karşılığı olarak aşağıdakini de bana takdim ettiler. Alkış efekti gelsin lütfen 👏👏👏





9 Mart 2024 Cumartesi

OSCAR ADAYLARIM / 9 MART

Efenim malumunuz yarın büyük gün, ben şu an Hollywood'da, Dolby Tiyatrosuna nazır oteldeki suit dairemde yarınki tören için son hazırlıklarımı yapıyorum. Akademi'den kırmızı balmumlu mühürle gelen davetiyeye bu sene olumsuz cevap vermeye utandım. İnsanları pandemiydi, ameliyattı derken kaçtır refüze ediyorum, zor olacak ama bu sefer katılayım bari dedim. Kostüm olarak pembe renkli, Snoopy'li pijamamı hazırladım. Bordo terlik ve Snoopy'li bez çanta ile kombin yapacağım. Sizler için de kırmızı halıda gözümü dört açacağım 😁

Gelelim Oscar tahminlerime, bu yıl aday filmlerin tamamını yalayıp yuttum, sağ olasın İzocam, pardon İnternet (tövbelerce, yaşım ortaya çıkacak İzocam Mizocam derken). Bazılarında sıkıntıdan bayılayazdım, bazılarını ise gerçekten beğendim:

-EN İYİ FİLM:

Ben: Past Lives
Akademi: Oppenheimer 

-KADIN OYUNCU:

Ben: Lily Gladstone (Killers of Flower Moon)
Akademi: Emma Stone (Poor Things) Sürpriz yapıp Lily de diyebilirler

-ERKEK OYUNCU:

Ben: Paul Giamatti (The Holdovers)
Akademi: Cillian Morphy (Oppenheimer)

-YARDIMCI KADIN:

Ben: Da'vine Joy Randholph (The Holdovers)
Akademi: Da'vine Joy

-YARDIMCI ERKEK:

Ben: Mark Ruffalo (Poor Things)
Akademi: Ryan Gosling (Barbie)

-ULUSLARARASI FİLM

Ben: The Teachers Lounge ile Perfect Days arasında kararsızım
Akademi: The Zone of Interest

Yan dallara da Akademi karar versin, her şeyi devletten beklemeyin canım 😂




Tören sonrası görüşmek üzere sevgili sinemaseverler...

8 Mart 2024 Cuma

KEVGİR MESELESİ / 8 MART

Bulutlu bir havaya uyandım. Zaten kevgir gibi delik deşik bir uyku uyumuştum. Bak şimdi kevgir nereden aklıma geldi, öyle uzun zamandır kullanmadım ki bu kelimeyi, epeydir yerini süzgece bırakmıştı. Sanırım eskinin o ağır, bakır mutfak eşyaları yerlerini hafif plastiklere verince sözcükler de yer değiştirdi. Annemin vardı bakır bir kevgiri; epey büyük, ortasındaki delikler çiçek motifi gibi düzenlenmiş, kenarında gerektiğinde asmak için bir halkası olan. Çeliklerin rahatlığı mutfaklara girince kalay derdi olan tüm bakırları babamın itirazlarına rağmen kömürlüğe yollamıştı annem. Sonra bakırlar bir gece kömürlük kapısı kırılıp çalınmış, bu defa da ardından yas tutmuştu, kevgir de dahildi o çalınanlara elbette. Kevgir dışında kendilerine has isimleri olan başka bakırlar da vardı, mesela anneannemin "kuşane" dediği "kuşhane". Fazla yüksek olmayan, iki kenarında oymalı iki kulpu olan, bir nevi karnıyarık tenceresi. Çok eskilerden bir de kapak kalmış aklımda, tutma yeri kuş şeklindeydi, belki de ismi oradan geliyordu. Sonra "kirtikli sahan". Çukur tabak formunda, kenarları dilimli ve dilimlerin üstünde süsler olan. Birkaç tane mevcuttu, sonra yok oldular kömürlüğün karanlığında :) Bir tanesini bir-iki yıl evvel annemin mutfak dolaplarının derinliklerinde bulunca eski bir dosta rastlamış gibi sevinmiştim. En çok teşrik-i mesaide bulunduğum ise küçük bir bakır tastı, aile arasında "Funda'nın çorba tası" olarak anılırdı. Annem yaz tatillerinde her sabah babamı işe yollar, sonra ayakkabılarını giyip bana "Kahvaltı bulaşıklarını yıka, kardeşinin çorbasını pişir" talimatını vererek apartmandaki milyon tane komşudan birine kahveye giderdi. Bu her gün sırayla tekrarlanan bir gelenekti adeta komünal yaşanan sitemizde. Haliyle söylenerek çay bardaklarını yıkar, ardından domates rendeleyip henüz bebek yaşlardaki kardeşimin şehriye çorbasını pişirirdim, başkasını yemezdi çünkü. Yaa, "Kuvvetli Bir Alkış" o zamanlar çekilse annemle kıyak bir diyaloga girebilirdim sanırım 😂 Sonuçta bu hatıra değeri yüksek olan tas da mevcut değil, kömürlük hapsinden kurtulamamış belli ki.

4 bloklu sitemizin kocaman bir bahçesi vardı, yetmezmiş gibi arka cephesi de Atatürk Orman Çiftliği'ne kadar uzanan bakir bir kırlık alandı. Mutfak eşyalarının çoğunun bakır olduğu o yıllarda kalaycılar gelir, ya sitenin bahçesine ya da arkadaki kırlara yerleşir, sabahtan akşama kap kalaylarlardı. Biz çocuklara da eğlence çıkar, o gün oyunları unutur, tiyatro izler gibi kalaycıları seyrederdik nişadır kokuları arasında.

O siteden taşınıp şimdilerde yazları gittiğimiz eve taşındığımızda bakır kaplar hala kullanımdaydı. Babam bir gün eve ellerinde paketlerle geldi. "Ne bunlar?" dedik, "Bakırları kalaylayacağım, kalay malzemesi" dedi. "Nerede?" dedik, ana cadde üstünde, bahçesiz bir apartmanda oturuyorduk. "Mutfakta" dediği an annemde sigorta attı. Ciddi bir kavga koptu ama babamı caydıramadık. annem kepenklerini indirdi ve olay sona erip kalaycılık macerası unutulana kadar mahkeme duvarı moduna geçti. Babam bizim "Sen kalaycı mısın?" şeklindeki caydırma çabalarımıza Demirel'i de aşan bir demagoglukla "Babanızın kalaycı olmasından utanıyor musunuz?" cevabını verdi. Çaresiz mutfağı babama ve kalay malzemelerine terk ettik.

2 saatlik nişadır koklamalı ve dumanlı seansın sonunda babam eli yüzü kapkara, üstü başı kir içinde yanımıza geldi. "Anladım ki" dedi, "şu dünyada beceremeyeceğim yegane iş kalaycılıkmış". Mutfağa girdiğimizde saçımızı başımızı yolacaktık. Her santimetre kare nişadır tozuyla simsiyah, bakır kaplar ise alaca bulaca bir şekilde tezgah üstünde sıralıydı. Babamın kalaycılık hevesi ossaat sönmüştü ama bizim mutfağı temizlememiz üç gün sürmüştü 😂

Bir kevgir sözcüğü beni nerelere götürdü. Buraya kadar gelebildiyseniz sabrınıza teşekkür eder, tüm kadın takipçilerimin Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nü kutlarım. En güzel günler henüz yaşanmamış olanlardır diyor ve buralarda mimoza olmadığı için bu karanfilleri her yaştaki kadın dostlarım için paylaşıyorum...



5 Mart 2024 Salı

MART GÜNLERİ / 5 MART

Sabah biraz keyifsiz kalktım, umarım hasta olmam. Balkona çıktığımda ilk gördüğüm şey merkez ilçemizin şu andaki başkanı ve aynı zamanda seçimdeki adayının tüm mahalleye gülücük saçan kocaman suratı oldu. Önce bir afalladım, Kızılcık Şerbo'nun Pembo'su gibi bir "La havle ve la kuvvet" çektim, sonra fark ettim aile boyu bir afişe baktığımı. Seçim bürosunun olduğu apartmana boylu boyunca asmışlar. Ben sokaklardaki her partiden en havalı pozlarını vermiş adaylara tahammül edemezken penceremden bayrak gibi sallansa ne tepki verirdim bilemedim. Bir de muhtar adayımız var, eski Yeşilçam filmlerindeki kavgacı figüranlara benziyor. Bezden bir posterini köşemizdeki apartmanın 1. kat balkon demirine bağlamışlar, önünden her geçişte adam balkonda oturmuş mangal yapıyor sanıyorum. Her yerde boy boy muhtar afişi var ama birini bile hayatımda görmedim. Madem adaysın bir uğra, kendini tanıt, mah cemalini görelim, öyle fotoşoplu afişle olmaz, az bilgi ver, kimsin, necisin, ne iş yaparsın, bir intiba uyansın üstümüzde. Bugüne kadar tek bir kadın çaldı kapımızı, güler yüzle tanıttı kendini, broşürünü bıraktı, ayak üstü sohbet ettik gitti. Eh benim kalbimi de, oyumu da çaldı, bıyıklılara oy yok, Kadınlar Günü de yaklaşıyor zaten işte sana kadın dayanışması 😃

Dün çoğunluğun beğenmediği "Kuvvetli Bir Alkış" dizisini izleyip bitirdim. Zaten her biri 20 dakika ancak süren 6 bölümlük bir şey, aşırı absürd oluşu nedeniyle çoğunluğun sevmeyeceği malumdu, ben de "Leyla ile Mecnun"u ve Onur Ünlü filmlerini (birkaçı dışında) pek sevmem mesela. Lakin bunu sevdim, tabii ki bazı sahnelerde, özellikle dizide temsil ettiği yaştan çok büyük duran oğulun bölümlerinde sıkılmadım diyemem ama yer yer çok güldüm ve zekice kurgulanmış metaforik sahnelere, göndermelere bayıldım. Notum 3 ama en yüksek puanım Aslıhan Gürbüz'ün oyununa. O finale yakın, portakal oğlan yılanıyla havada oturup dilenirken tasına para atan adama "Oğlum" deyişi vardı ya fena çarptı beni, ah analık!

Pazar günü bahar "Ben geldiim!" diye bağırıyordu ama bu bahar kısmına ve Mart ayına pek güvenilmez, toparlanıp gidebileceği gibi yerleşip kalabilir de. Haydi dedik, madem gelmiş, bir hoş geldin diyelim. Uzun uzun yürüdük, Varyant'ın başında durup on yüz milyon bininci defa Konyaaltı sahilini ve açmaya başlamış badem çiçeklerini fotoğrafladık:


Hemşehrilerimiz daha leylek görmeden, Mart girer girmez marteniçkaları asmışlar dallara, biz kolumuza yeni geçirdik, bir durun arkadaşlar hele 😄

Beachpark'a indik sonra, iğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalıktı. Cafeler, restoranlar fiyatları arşa çıkarınca portatif iskemlesini, termosunu, piknik sepetini kapan gelmiş, çimlere yayılmış, hem deniz havası, hem konser alanından gelen nağmelerle felekten bir gün çalmaktaydılar. Biz de biraz oyalandık sonra asansörle falezlerin üstüne, parka çıktık.


Manzaraya biraz da öbür yönden bakalım.

Parktaki yürüyüş sonrası her zamanki gözlemeciye oturduk ama sahibi mi değişti, yapan kadınlar mı bilemedim eski tadı yoktu.

Mideye yolladığımız hamurları biraz olsun eritmek için eve yürüyerek döndük. "Yargı" dizisi, Marias'ın "Beyaz Kalp"i derken uyku vakti geldi.

Bugün hava sulugözlü, şımarmayın, o marteniçkaları ağaçtan alıp kolunuza takın bakayım diyor. Kalın sağlıcakla...


2 Mart 2024 Cumartesi

ŞUBAT DÖKÜMÜ

Şubat ayının son haftası Twitter'de "Mermer zemine düşen gözlüğü 9 saniyede bulabilir misiniz?" fotoğraf üstü sorusunun zırt pırt karşıma çıkması ile geçti. İlk seferde 9 olmasa da az zamlı olarak bulmuştum ama övünerek söylüyorum ki sonrakilerde saniye sektirmedim 😂 Hay mermer zemininize de, gözlüğünüze de. "Şaşı bak şaşır" zamanları ne güzelmiş, en azından her sefer başka bir görüntüye şaşırırdık. Sosyal medya iyice çığırından çıktı, millet paylaşım altı meydan savaşı veriyor. Geçen ünlü bir eski gazeteci kadının Instagram fotosunun altında takipçiler birbirine girdi. "İkinci ayak parmağı ne kadar uzun" dedi biri, öteki "Sana ne" diye çemkirdi. Bir diğeri "Benimki de uzun" diye daldı konuya, alta yanaşan "Şanslı olur, şanslı" dedi. Parmak bitti saça geçildi, kimi çamur attı, kimi müdafaa etti, kimi "çirkinsiniz" dedi, kimi bunu diyene sataştı. Hesap sahibinin umurunda olmayan şeyler için neredeyse saçsaça, başbaşa kavga edeceklerdi. Yahu her fırsatta m.k atmaya çalıştığınız birini niye takip ediyorsunuz, hesap onun, istediğini paylaşır, zorunuza gidiyorsa mecbur musunuz?

Neyse dönelim gerçek hayata, güdük Şubat epeyce dolu geçti. Doğmalara doyamadığımız artçı doğum günü kutlamaları, arkadaş buluşmaları, park piknikleri, konser, bale, tiyatro izlemeleri, sergiler, evde izlenen filmler, okunan kitaplar, dinlenen kitaplar, dostlarla yemekler, kahveler, yağmurlar, fırtınalar, su baskınları derken bitmek bilmez Mart'a ulaştık. Bakalım kapıdan baktırıp kazma kürek yaktıracak mı, yoksa madem başladık bahar havasıyla devam edelim mi diyecek, yaşayıp göreceğiz.

Malum Oscar töreni bu ay içinde, gedikli davetli olarak dersime çalışmam lazımdı, Ocak içinde başladığım aday filmleri Şubat'ta izleyip bitirdim. Umarım çalışmadığım yerden soru çıkmaz:


İzlediğim 13 filmin 8 tanesi şu ya da bu şekilde Oscar adayı gördüğünüz gibi. Uluslararası daldaki 4 film içinde "Das Lehrzimmer" ile "Perfect Days" favorim. Lanthimos'un merakla beklediğim filmi "Poor Things"i izlemek de son güne kısmet oldu. Beğendim mi, evet, abuk mu, tabii ki, zaten adamın tarzı bu. Oyunculuklar ve görüntüler nefis ama bir "Köpek Dişi" değil tabii ki. Favorim hala "Past Lives". Akademinin favorisi "Oppenheimer"den ise çok sıkıldım. "Barbie"yı geçelim, "Rustin" de Oscar adayı olmak anlamında alakasız geldi. "The Zone Of Interest" asabımı fena bozdu, yanıbaşlarında yakılan Yahudilerin dumanları göğe savrulurken lüks villalarında sefa süren soğuk nevale sevimsiz Hess çiftinin ağızlarına terlikle vurmak istedim. Hazmı güç bir filmdi kısacası. Diğer fimlerden "Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri" Sinematek ve Onat Kutlar belgeseli idi. "LCV" tek mekanda geçen, düğün öncesi gelin-damat ve sağdıç arasındaki hesaplaşmaları konu alan ve ters köşe yapan bir filmdi, sevdim. "Kar ve Ayı" için meraktaydım, izlediğime değdi. Bir orman yangını esnasında gelişen olayları konu alan "Afire" ise bir çok Oscar adayından daha iyiydi. İntihara meyilli bir genç, kardeşi ve annesinin ana rollerde olduğu depresif bir film olan "Safe Place" ise gerçek bir olaya dayanıyordu.


Bu ay ana akım medyada takip ettiğim üç dizi (Kızılcık Şerbeti, Yargı ve Bahar) dışında farklı platformlardan üç dizi daha izledim. "Obsession" "Yara" isimli kitaptan uyarlanmış hayli trajik bir mini diziydi. Prime'da izlediğim diğer ikisinden "Alice Hart'ın Kayıp Çiçekleri" anne babasını bir yangında kaybeden Alice'in babaannesinin aynı zamanda bir nevi sığınma evi görevi üstlenen çiçek çiftliğindeki büyüme sürecinde yaşadıklarını konu alıyordu, biraz sertti ama ben sevdim. Sigourney Weaver'in estetiksiz, doğal yaşlanmış hali de hoşuma gitti, hele ki "Expats"da Nicole Kidman'ın ölü donukluğundaki yüzünü görünce. Dizi görev gereği Hongkong'da yaşayan ve kayıp küçük oğullarının peşine düşen bir aileyi anlatıyordu.


Ayın sanatsal etkinlikleri ise "Giselle" balesi, "Misafir" isimli tiyatro oyunu, kadın sanatçılardan oluşan "Venera Ensemble" isimli oda müziği topluluğunun konseri ve Devrim Erbil ile çocuklarının eserlerinin yer aldığı "Buluşma" isimli sergi oldu.

Kitaplara gelirsek, masaüstü bilgisayarım halen arızalı, laptopun Q klavyesi beni çok zorluyor, o yüzden uzun uzun açıklama yazamayacağım, yorumlara cevabı da bu nedenle aksatıyorum, kusuruma bakmayınız.


Şubat ayında kırmızı kapaklı kitaplar konsepti yaptım, böylesi daha eğlenceli oluyor :) Biri dışında hepsi yeni yayındı zaten, kırmızılar bitince da alttaki ikisi dahil oldu okumalarıma. "Almanca Dersi" bu ayın en beğendiğim kitabı oldu, okuyunuz. "Şilili Şair" ardından geldi, onu da çok sevdim. "Direnişin Melankolisi" iyi edebiyattı ama bazıları bir sayfa süren uzun cümleleriyle biraz zorladı. "Mermer Yalıyar"ı okumasanız da olur. "Sakin Adamın On Günü" serinin dördüncü kitabı, ilk üçü kadar sevmesem de seriyi takip ediyorsanız bunu da okuyun derim. "Beyhan Saran"ın yaşam öyküsünü konu alan nehir söyleşi ise oyuncuyu sevenleri memnun edecek.

Kırmızı olmayan ilk kitap orijinal ismine ve yazarın çok sevdiğim ilk kitabına güvenerek aldığım "Cennetteki İlk Günüm Bir Tık Daha İyi Olabilirdi" benim için hayal kırıklığı oldu. "Unutulmazlar" ise Fabien Toulme'nin çizgileriyle her daim gideri olan bir grafik roman.

Dinlediklerime gelirsek:


Tolga Korkut'un seslendirdiği "47 Numaralı Kamara" ile Hikmet Hükümenoğlu külliyatını tamamladım ve diğer kitaplarına kıyasla zayıf buldum. Emre Melemez'in seslendirmesine güvenerek açtığım polisiye "Karınca Karambolü" de tat vermedi. "Ara Nağme" Fuat Sevimay'ın öykü kitabıydı, romanlarını tercih ederim. "Papazın Kızı"nı Deniz Yüce Başarır seslendirmişti, bu ay dinlediğim en iyi kitaptı. Fikret Adil kıymeti pek bilinmeyen ama bir devri çok iyi anlatan bir yazar, "İntermezzo"yu sevdim. Ve son olarak canım Tanpınar. "Aydaki Kadın" bitiremeden öldüğü son kitabı, konusundan ziyade betimlemeleri ve incelikli detaylarıyla kalbimi çaldı.

Ve tüm bunların üstüne kahve iyi gider değil mi?



Mart güzelliklerle gelsin...

26 Şubat 2024 Pazartesi

HAFTA SONU RAPORU / 26 ŞUBAT

Dün hava o kadar güzeldi ki, bahar geldi sandık. Eli kulağında gerçi, tüm belirtiler onu gösteriyor. Madem öyle dedik, gidip parkta yürüyüş yapalım. Derken yürüyüşten pikniğe evrildik, çay demleyip termosa doldurdum, yol üstü bir fırından da simit aldık. Mangal yakacak halimiz yok ya. Parka giriş yaptık ve en sevdiğim, insan eli değmemiş bölüme serdik postu.


Sütleğenler kaya diplerinde çiçeğe durmuştu:


Deniz havasını ciğerlerimize, çayla simidi midemize yolladık:




Seyirden bıkmadığımız manzaralara doyunca eve döndük. "Yargı" dizisini izleyince yatmam gecikti. uykum kaçtı, delik deşik bir uykuyla sabahı buldum. Kalktığımda tatsız bir sürpriz bekliyordu beni. Dünkü havaya güvenip balkonda bıraktığım çamaşırlar sırılsıklamdı, yağmur da yağmaya devam ediyordu. Toplayıp makineye tıktım, bir fasıl daha yıkayıp salona açtığım kurutma teline serdim. Alelacele bir kahvaltı yapıp önceden randevu aldığım kuaförüme yollandım. Uzamaktan usanmayan saçlarım boyanırken yağmur devam ediyordu. İşim bitince evden çıkmışken kesim işini de halledeyim diye diğer kuaförüme gitmeye karar verdim. Lakin salon kalabalık, benim kuaför de yoktu, kısmet değilmiş diyerek ve bir miktar da üşüyerek eve döndüm. Bir kahve yapıp dün izlemeye niyet ettiğim filmi açtım : "Safe Place". Hırvat bir yönetmenin psikolojik ağırlıklı ilk filmi, ana rollerden birini de kendisi üstlenmişti. Sonlara doğru uyku bastırsa da azmedip bitirdim, konu ağır olsa da iyi filmdi.

Cumartesi günü Bilgesu Erenus'un yazdığı "Misafir" isimli oyunu Antalya Devlet Tiyatrosu yorumuyla bir nevi seyirlik oyun gibi izledik. Almanya'daki işçilerin yaşadıklarını anlatan oyunun sunumu da, oyunculukları da gayet iyiydi. Yarın akşam da Opera Sahnesi'nde bir konsere gideceğim. 4 yıl aradan sonra sanatsal faaliyetlere tekrar kavuştuğum için mutluyum. Üstelik bilet bulmak Ankara'da olduğu gibi zor değil, mis gibi ön sıralardan hop diye alıyorum biletleri. Şehrimizi seviyoruz ❤

Bugünlük bu kadar, kalın sağlıcakla...

19 Şubat 2024 Pazartesi

SEVDA FERDAĞ, NERİMAN ABLA VE HAYAT / 19 ŞUBAT

Sevda Ferdağ'ın öldüğünü Twitter'den (Hoş, artık oraya da "X" deniyor ya, bir türlü alışamadım) öğrendim. Hakkında yazılanları okuyup en parlak dönemlerinden seçilmiş fotoğraflara bakarak ne kadar uzun zamandır aklıma bile getirmediğimi fark ettim. Bir dönem, hatta dönemimiz yavaş yavaş kapanırken zamanında dört büyüklere takılıp bu güzel ve yetenekli kadınlara ettiğimiz haksızlık için adeta suçlandım. Yeni yetmeliğimizde Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Türkan Şoray, Fatma Girik peşinde koşar, yan rollerdeki, "vamp" olarak nitelendirilen (Ses dergisinin yalancısıydık) bu güzelim kadınlara burun kıvırırdık. Evlerimize henüz girmeyen, girdiğinde de uzun süre magazine yüz vermeyen TV'nin yokluğunda "Ses Mecmuası" sağlardı sevdiğimiz yıldızlarla bağlantımızı. O iri gözlü, kara saçlı, endamı yerinde oyuncuyu Tamer Yiğit'le olan ilişkisi başlayınca magazinel ilgi alanımıza almış, bir ortaokul öğrencisinin merakıyla takip eder olmuş, biz teneffüs saatlerindeki, annem ve komşularsa kabul günlerindeki dedikodulara konu etmiştik bir süre.


Görsel: Buradan

Babam bizi eve giren tek memur maaşıyla çalgılı gazinolara götürürdü sık sık. Mevsim yazsa açık havada Lunapark, Japon Bahçesi, Yazar Gazinosu gibi Gençlik Parkı içindeki mekanlara, kışsa Maltepe'deki Güneypark'a. Bazen de toplaşır yine Maltepe'deki Köşk Gazinosu'nun hıncahınç dolan Kadınlar Matinesi'ne giderdik eş dostla. Sevda Ferdağ'ı da şarkıcılık yaptığı dönemde Japon Bahçesi'nde izlemiştik. Keseyi yormayacak bir giriş ücreti ve masanıza getirttiğiniz semaverle en ünlü sanatçıları izleme lüksüne orta gelirli bir aile bile sahipti o yıllarda. Hangi şarkıları söyledi elbette hatırlamıyorum, gözümün önündeki hayalse "vardakosta" tabir edilen türden, güzel, heybetli ve hafif külhan bir görüntü. Programının sonuna doğru izleyenlerden "Tamer", "Tamer" tempolu alkış artınca sahneye Tamer Yiğit de gelmiş, elele tutuşup "Aman döne döne yar geliyor" türküsünü "Tamer'le Sevda geliyor" nakaratıyla söylemişlerdi. Sonrasında "Sıcak Saatler" dizisindeki olgunlaşınca daha da anlam kazanan yüzüyle anne rolünde görünene dek günlük telaşların arasında varlığını bile unutmuştum.

Sevda Ferdağ'ın ölümü içimi yaktı; hem onun kişisel varlığı bağlamında, hem çocukluk ve ilk gençliğimizin giderek yalnızlaşması anlamında, hem de kendisine çok benzettiğim ve çok sevdiğim komşumuz Neriman Abla'yı sanki bir kez daha yitirmişim duygusuyla. Neriman Abla hep söz ettiğim Babil Kulesi benzeri sitemizin ortak balkonuna açılan köşe daireye taşındıklarında iki çocuklu bir ailenin annesiydi ve çok güzeldi, tıpkı Sevda Ferdağ'ın gençliğiydi. Mütevazı evini çekip çeviren, kendi dikişini diken, örgüsünü ören, ertesi yıl dünyaya gelecek olanla üç erkek çocuğunun peşinde koşturan bir kadın, apartman annelerimizin bir benzeri daha. Kocası uzun yol şoförüydü ve 3. oğlan henüz bebekken feci bir trafik kazasında can verecekti. Neriman Abla'nın dönüşümü de o zaman başlayacaktı. O kendi halinde kadının içinden bir Amazon çıkacak, hayatla didişe didişe onu mağlup edecekti. Kısa süre sonra girdiği memuriyetle 24 daireli apartmanımızın yegane çalışan kadını olacak, ona verdiğimiz annelik rolünden sıyrılıp babalarımızınkine benzer bir statüye geçecekti. Mert kadındı Neriman Abla, sözünü sakınmaz, tavrını koyar, ihtiyacı olan kimseden de desteğini esirgemezdi. O güzel endamın, süzülür gibi yürüyüşün altında çocuklarını ve kendi yaşamını koruyan demirden bir yumruk gizliydi. Komşuluk yaptığımız yıllarda yakınlığını ve gerekiyorsa yardımını hiç esirgemedi. Yaşının ilerlediği zamanlarda bile yüzünün o anlamlı güzelliği hiç kaybolmadı. O mahalleden taşındığımızda seyrek de olsa sürdü bağlantımız. İşlem yaptırmak için gittiği bankanın merdivenlerinde düşmek gibi akıl almaz bir sebeple öldüğünü duyduğumda çok yandım. Ne zaman aklıma gelse Dranas'ın dizeleriyle andım: "Ne güzel komşumuzdun sen Neriman Abla".

Şimdi Sevda Ferdağ'ı uğurlarken Neriman Abla'yı bir daha uğurluyormuşuz gibi algılıyor beynim. Hem O'na, hem Sevda Ferdağ'a bir kez daha yanıyorum. Huzurla uyusunlar...