.

.
.

28 Mart 2014 Cuma

LEYLAK



Şöyle bir arkadaş edindim kendime. Aslında iklimin uygun olmadığının, burada bulunmadığım zamanlarda başkalarının elinde mahzun kalacağının falan farkındayım ama dün pazarda adeta "al beni" diye sinyal gönderdi çiçekçinin önünden geçerken. Dayanamadım, kucaklayıp getirdim eve. Yepisyeni bir saksı alıp diktik, belini, sırtını, başını yaslasın diye bir de baston bulduk, yerleştirdik güneşe karşı. Gerisi ona kalmış. Bir sezon çiçeklerini koklasam yeter. Hiç olmazsa her sabah kalkıp mis kokusunu içime çeker, güne güzel başladım derim. 

Ya kısmet...

27 Mart 2014 Perşembe

GÜNDEM DIŞI

Dünden itibaren bir karar aldım, seçim günü akşamına kadar kendimi gündemden uzak tutup kafamı rahatlatmaya çalışacağım. Paçavraya döndük, böyle giderse lime lime olacağız ruh sıkıntısından. Ve kararımı uygulamaya koyup uzun bir park yürüyüşünün ardından bir sergiyle günümü renklendirdim. Biraz fazla fotoğraf içeren bir post olacak ama belki sizin de kafanızı dağıtmanıza yardımcı olur:


İlk gördüğüm alev ağaçları oldu, çılgın bir kırmızıyla çiçeğe durmuşlar.



Kuş evlerinin güzelliğine bakar mısınız? Bunları üniversite öğrencileri yapıp, süsleyip ağaçlara yerleştirdiler. Çoğunun üstünde yapanların ismi yazılı.


Erguvanlar açmış. (Küçük fotoğrafları tıklayıp büyütebilirsiniz)

 

Gölet ve ağaç ahalisinin keyfi yerinde

Aşağıdaki fotoğraflar "Kadın Gözüyle Kadınlık Halleri" sergisinden. Onlar da benim keyfimi yerine getirdiler (tıklayıp büyütün lütfen):


Filiz Özbey (1.lik ödülü)


Dilek Erim (2.lik ödülü)


Gamze Öztürk


Emel Altay



Pınar Özbektaş


Selma Öztürk


Şerife Keser


Ayça Ersen

Ve bu da günün finali, kedili kahve :)


Bahar dolsun gönlünüze...

24 Mart 2014 Pazartesi

HAFTA SONU RENKLERİ

Çok bunaldık çok, biraz renklenelim de içimiz açılsın. Aşağıda fotoğraflarla hafta sonu özetim var, iyi seyirler...


Cumartesi sabahı uyandığımda lalelerim açmıştı, hem de güneşi görünce biraz fazla açmıştı. "Hop" dedim "kendine gel, lale misin, gelincik misin bilelim yani". Mutfak penceresinden içeri odaya aldım, kapattı kendini tekrar laleye dönüştü :)


Cumartesi öğleden sonra Opera Sahnesi'nde "Don Giovanni" operasını izledim, şahaneydi...


Akşam yeni bir kitaba başladım; Hüsnü Arkan'ın son romanı "Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer". Güzel başladı, güzel gidiyor.

 

Pazar günü hava bırakın baharı, yazdan kalma gibiydi. Uzun bir yürüyüş niyetiyle çıktık evden. Sokakta gördük ki herkesin niyeti aynıymış, bütün millet dışardaydı. Fotoğrafta görünen mekan Kadın Yarı.


Yürüye yürüye Karaalioğlu Parkı'na kadar gelmişiz, madem öyle dedik yukarıdaki manzaraya nazır, yeni açılan Kültür Merkezi'ni görelim.


Merkezin sergi salonunda Tufan Dağıstanlı'nın seramik kuş ve balıkları ile Himmet Öcal'ın resimleri sergileniyordu.


Daha sonra parkta dolaştık, bahar sen ne güzel bir şeysin:



Rengarenk olsun haftanız...

22 Mart 2014 Cumartesi

BUNALTI


Çok bunaldım çok; gündemden, twitter yasaklarından, caddelerde son ses şarkı-türkü çalarak geçen her türden seçim arabalarından, TV'lerde yayınlanan programlarda "bla bla bla" konuşan sözde otoritelerden, yerlerde gezen broşürlerden ve hatta insanlardan. Oysa bahar geliyor, bizim şehir turunç çiçeği kokularına garkoldu, ağaçlar yapraklandı bile, güneş gülümsüyor, doğa canlandı, heryer yeşerdi. Paylaşılamayan ne, anlamıyorum, anlayamayacağım da...

En iyisi yine sanata sığınmak, o da elden gitmeden. Opera izlemeye gideceğiz bugün, "Don Giovanni"yi. Mozart dinlemek ruha iyi gelebilir. Salona girerken kafamda ne varsa vestiyere bırakıp giriyorum. Çıkarken geri almak mecburi ne yazık ki.

Dün "Dünya Down Sendromu Farkındalık Günü" idi, twitter yasaklarıyla arada kaynadı gitti. Oysa ne kadar önemli, halkın bilinçlendirilmesi gereken bir konuydu. O çekik gözlere, o gülen yüzlere herkesin dikkatinin yönlendirilmesi gerek. Birkaç yıl önceydi, eve gitmek için dolmuşa bindim. Boş bulduğum yere otururken ön koltuktaki anne-kız dikkatimi çekti. Sıradan görünümlü , ciddi yüzlü, yaşlıca bir anne ve annesinin elini sıkı sıkı kavramış 30'lu yaşlarda gösteren down sendromlu kızı. Bir iki durak sonra yaşadığım şehrin tanıdık yüzlerinden biri bindi dolmuşa. Duraklarda kendince değnekçilik yapan, herkesin tanıyıp sevgiyle yaklaştığı, güler yüzlü, Down sendromlu genç adam. Anneyle kızın oturduğu koltuğun yanındaki boş yere ilişti ve onları gördüğü anda başladı o insanı aynı anda hem hüzünlendirip hem içini ısıtan etkileşim. Aralarında çakan şimşek gözle görülür nitelikteydi adeta. Kız mahcup gülümseyerek başını eğerken kaçamak gözlerle genç adama bakıyor, diğeri daha fütursuz, gözgöze gelme çabasında, kıkırdaşmalar, utangaç tavırlarla masum bir cilveleşme. Sanki iki serçe karşılıklı cıvıldaşıyor gibiydi. Anne kızını sık sık dürtse de dolmuştan inene kadar sürdü bu flört hali. Tek bir söz etmeden kendilerince muhabbetleştiler. Öyle naif, öyle güzel, öyle içtendiler ki ağlamamak için zor tuttum kendimi. Sanırım dünyanın en masum insanları onlar, en sevecen, en içten pazarlıksız olanları. Keşke dünyayı onlar yönetse.

Dağlarındaki kar erimese de denize girenlerin şehrinden bir manzarayla veda edeyim, güzel olsun hafta sonunuz:



18 Mart 2014 Salı

GÜNEŞ, SIKINTI, ÇOCUKLUK, SEKSEK, ANILAR, SİMON&GARFUNKEL VS VS


Görsel: Buradan


Dışarda parıldak bir güneş ve çok sıcak olmasa da sıkıntılı yaz öğleden sonralarını hatırlatan bir hava var. Antalya, insanı nemden ve terden boğacak bir yazın müjdesini veriyor sanki. Ergenlikteki yaz tatillerimde gibi hissettim bugün kendimi, aylaklığın ilk coşkusu geçmiş, hafiften sıkılma emareleri başlamış. Az evvel bir film izledim, filme değil altyazı tercümelerine güldüm. Kendilerini terkedip sevgilisinin evine giden kocanın ardından 3 oğlunu da kapıp gelen kadın "bunu unutmuşsun" diyerek otomobil anahtarını adama uzatır ve çocuklarına dönerek "artık arabamız yok, İETT ile gitmeye alışacaksınız" der. Sonra da "gelin balalarım" diyerek gitmek için çekiştirir oğlanları. Film Danimarkalı bir yönetmene ait, birkaç ülkenin ortak yapımı bu arada. Muhtemelen Danimarka'da İstanbul otobüslerinin özlemi çekilmekte, kadın-yani Uma Thurmann da-Azeri kökenli olsa gerek :) 

Film bitince çok sıkıldım, yaz tatilleri oradan geldi aklıma. Kitabı elime alıp bıraktım, mutfağa gittim yemek yaptım gönülsüzce, TV'yi açtım kapattım, Candy Crush'ta bir-iki şeker patlatıp usandım, aç olmadığım halde tost yapıp yedim. Bir türlü bunaltım geçmedi, 3 Hürel'in albümünü koydum, "Hoptirinom tiri tiri nom" diye başlayınca Yenimahalle günleri geçti gözümün önünden. Yaşları birbirine yakın epeyce yeni yetme genç kız vardı Babil Kulesi'ne benzeyen apartmanımızda. Yazları bir komün oluşurdu sanki binada, aynı ortak balkona açılan sokak kapıları hiç kapanmaz, herkes birbirinin evine teklifsizce girip çıkardı. Bir çocuğun büyümesi için en ideal yapıydı orası; sitenin bloklarının bitiminde neredeyse sonsuza kadar uzanan yemyeşil kırlar, önde, arkada, yanlarda kocaman bahçeler, balkon altları, merdiven sahanlıkları, arka bahçenin betonla kaplanmış bölümü, kömürlüğe inen basamaklar, giriş kapısına çıkan merdivenler ve merdivenlerin bitimindeki geniş alan ve hatta üzerinde kocaman bir ölüm tehlikesi işareti olan trafonun önündeki yükselti;  hepsi oyun oynamak için emrimize amadeydi. Yine de sıkılırdık, özellikle sıcak öğle sonları, zaman kuruması için ipe asılmış bir çamaşırdan ağır ağır düşen damlalar gibi tıptıplar, ikindi üstlerinin oyun oynamaya en uygun ferah saatleri bir türlü gelmek bilmezdi. Okul tatil olup karneler evdekilerin gözüne sokulur sokulmaz başlanmış bir elişi de bizim elimize tutuşturulurdu. Hanım kızlar nakış işlerdi, halen annemin evinde oradan buradan çıkan yarım kalmış çiniğnesi örtüler, ipek ibrişimle çam motifi işlenmiş tülişleri, çarpı işi mutfak bezleri, orlon lifler o sıkıntılı yaz öğleden sonralarından kalmadır. Hiçbiri tamama eremedi ne yazık ki, el kadar kauçuk toplarla "bir-ki üç buçuk" oynamanın, arsada çift ip atlamanın, kukalı saklambaçta ebe olmanın ve deliler gibi yakar top koşturmalarının dayanılmaz cazibesine galip gelemedi. Ama işte o uzun öğle sonları geçmezdi bir türlü. Uzandığım ve hükümranlık alanım ilan ettiğim küçücük somyada İlçe Halk Kütüphanesi'nden günaşırı aldığım kitaplardan sıkılınca balkona atardım kendimi. "Deli Bardakçı" geçerdi mutlaka kaldırımdan şarkı söyleyerek. Haftada iki gün kurulan semt pazarının girişindeki küçük tezgahta çay bardakları satardı esmer, bıyıklı, genç denecek yaştaki bu adam. Kara sevdaya tutulup aklını yitirdiğini söylerdi büyükler-daha ziyade anneler-"Deli Bardakçı" lâkabı bu nedenle idi. Birine aşık olmanın nasıl insanı delirtebileceğini düşünüp romantik, platonik hayaller kurardık apartman kızlarıyla. Çok sıkılırdık, oflar poflardık. Bir değişiklik olsun isterdik monoton hayatımızda. Bir gün Sema'nın kedisi Duman öldü. Cenaze töreni yaptık küçük kediye, üzücüydü ama değişiklikti işte. Bir kutuya koyduk ve ardarda dizilerek götürüp şantiyenin bahçesine gömdük. Şantiyede çılgınlar gibi açan papatya ve gelinciklerden bir demet yapıp küçük mezara bıraktık. Duman'ın toprağa karışmış minyon kemiklerinin üstünde şimdi apartmanlar yükseliyor. 

Sonra Serpil geldi Isparta'dan, üst kattaki komşumuz Şengül ablanın kızkardeşi, yaşıtımızdı. Rüzgarda savrulan uzun, güzel saçlarıyla birlikte hayatımıza da bir değişik esinti getirdi. Upuzun ortak balkona veya bahçedeki merdiven altına tebeşirle ya da bir kırık çömlek parçasıyla çiziktirdiğimiz çizgilerin üstünde ondan öğrendiğimiz ve "Isparta çizgisi" adını taktığımız bir tür seksek oyunu oynuyorduk artık. Taşra başşehire canlılık getirmişti. Serpil'i sevdik ve benimsedik, küçük yüzüne yakışan güzel saçlarına hayran olduk, yeni meşhur olan "Samanyolu" şarkısını günlerce birlikte söyledik ve Isparta'ya dönüşüne pek üzüldük. 

Akşamları ortak balkona açılan kapılardan birinin önüne toplaşır "Ankara İl Radyosu"nun istek programlarını dinlerdik. "Simon&Garfunkel"di favorim, hele de "El Condor Pasa" çıkarsa bahtıma değmeyin keyfimeydi. TV yok, bilgisayar yok, hatta teyp-pikap bile yoktu evde ama mutluyduk, sıkılsak da mutluyduk. Sıkıntıyla geçen saatler sonraki keyifli saatlerin keyfini arttırırdı. Radyo çocuklarıydık biz; "Beraber ve Solo Şarkılar"la, "Yurttan Sesler" korolarıyla, saat 18.00 reklam programlarıyla-favorim "Alpay'la Randevu" idi-"Mikrofonda Tiyatro"larla büyüdük. Ondandır belki hala devam eden naifliğimiz. Ne dersiniz "El Condor Pasa" dinleyelim mi "Simon&Garfunkel"den:



17 Mart 2014 Pazartesi

HAFTAYA BAŞLARKEN



Bugünlerde Snoopy gibiyiz galiba hepimiz, tek farkla, ben artık gazete okumuyorum. Gündem çeşitli kanallardan gözümüze sokuyor zaten kendini. Facebook'tan, Twitter'den sürekli tekrarlanan bayat espriler de kabak tadı verdi, trajikomik hallerdeyiz kısacası.

Haftasonu kendimi film izlemeye ve kitap okumaya adadım. Epeydir bekleyen filmler arasından "Camille Claduel"i seçtim Juliette Binoche aşkına, içim açılır belki diye ama film Claudel'in akıl hastanesinde geçen yıllarını konu alıyordu. İçimi açmak şöyle dursun aksine bunalıma sürükledi, Juliette Binoche da sanırım en çirkin göründüğü rollerden birindeydi. 30 yılı akıl hastanesinde geçirmek dile kolay, sağlam insan çıldırır. Cenaze törenine onunla tek ilgilenen kişi olan kardeşi bile gelmemiş, ortak mezara gömüp unutmuşlar bu yetenekli heykeltraşı. O Rodin'i ne yapmalı bilmem, kesin sebebi odur kadıncağızın bunalımlarının. Aşağıda "Dalga" isimli bir eseri var Camille Claduel'in, fotoğrafına bile dudağım uçukladı, kimbilir aslı ne kadar güzeldir:


Ve üç tane kitap bitirdim. Hafta içi başladığım ve Algan Sezgintüredi polisiyelerinden okumadığım tek kitap olan "Katilin Meselesi", çizer Kemal Gürses'in kızı ve genç bir yazar olan Can Gürses'in ilk kitabı "En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın" ve Selçuk Altun'un son kitabı "Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme". Üçünü de tavsiye ederim, bilhassa Can Gürses'in kitabı bir ilk kitap olarak düşünürsek oldukça başarılı. Bir sofrada biraraya gelen aile bireylerinin kendi ağızlarından tek tek yaşamları analiz edilmiş ve kanımca çok da güzel olmuş. Selçuk Altun'un kitabının yorumlarını  ise Nisan ayında Bibliyomanyaklar sitemizde dördümüzün ağzından okuyabilirsiniz. 

Bugün Ayfer Tunç'un nasılsa okumadan atladığım tek kitabı "Suzan Defter"e başlayacağım ama öncesinde bir PTT ziyareti yapmam lazım. Yeni haftanız bol güneşli, bol kitaplı, bol sanatlı, gündeminiz aydınlık olsun...


15 Mart 2014 Cumartesi

İÇ DÖKÜMÜ


Hafta başından beri gündemle şişen içime üst kattaki öğrenci tayfasının sabaha kadar yüksek sesle çaldıkları müziğin beynime beynime vuran basları da eklenince patlama aşamasına geldim. Üstelik dün gün boyu, operatörünü değiştirdiğim için banka tarafından akıllı mesaj işlevi bloke edilen cep tel numaramı açtırmakla, kablo TV'mi kapattırmakla, kablonun ve eski operatörün bakiye borçlarını ödemekle geçirdiğim için ekstra yorgundum. Gece de uyuyamayınca sevgi pıtırcığı modumdan cadaloz kişiliğe doğru bir metamorfoz geçirmekteyim. İki blok ötede durmadan foseptiği tıkandığı için mahalleyi kokuya boğan ve her seferinde kazıp açmak için gelen kepçeyle beton kırıcının gürültüsü kafa beyin bırakmayan apartmanın önüne gidip avazım çıktığı kadar bağırmak, balkona gelip kuğurdayan ve saksı topraklarını eşeleyen kumrulara çemkirmek, caddeden kulak tırmalayan müziklerini avaz avaz bağırtarak geçen her partiden seçim arabasını taşlamak istiyorum. Hiçbirini yapamıyorum tabii ki, gücüm sadece kumrulara yeter, onlara da kıyamıyorum. En iyisi gidip fotoğrafta gördüğünüz güneşle yıkanan frezyalarımı (onlara Antalya'da arpa çiçeği derler) koklayım, siz de bu arada Kadınlar Günü konserinden beri dilime takılan şu Elazığ türküsünü dinleyin: "Yeşil Yaprak Arasında Kırmızı Gül Goncası"



11 Mart 2014 Salı

:(



Yol uzun, güzergah zorlu; ne demeliyim?
Zarif kardeşim benim,
Seni aldım yanıma, ikizimi almış yürüyor gibiyim.

Sana yıldız, sana güneş mi demeliyim,
Günümde hayret, gecemde hayret istedim
Yer yer senin gibiyim ben, yer yer kendim.

İnsan olan yerlerim çok ağrıyor,

Olsun, yine de sen kapanma, şu sıra benim,
Yerine bırak ben incineyim.

Birhan Keskin


8 Mart 2014 Cumartesi

KADINLAR GÜNÜ VE BAZI ETKİNLİKLER

Bir "Dünya Emekçi Kadınlar Günü"nü daha eda etmiş bulunuyoruz. Gecikmeli de olsa evde, okulda, sokakta, tarlada, fabrikada, büroda, bankada, atölyede, stüdyoda, setlerde, sahnede, hastanede, postanede, mahkemede, mutfakta ve cümle işyerlerinde üreten, ter döken, hayatı güzelleştiren tüm emekçi kadınların Kadınlar Günü kutlu olsun...

Bendeniz emekli ve emekçi bir kadın olarak kendimi Opera Sahnesi'ndeki "Kadınlar Günü Konseri"ni izleyerek ödüllendirdim. "Anadolu'dan Ezgiler" konseptli konserde opera solistlerinden şahane türküler dinledik, kulağımızın pası silindi. 

 

Fuayede hepimize Kadınlar Günü nedeniyle "Kültür Sanat Sen" tarafından hazırlanmış mor kurdeleli ayraçlar dağıttılar. Sonra da salona girip o güzelim türküleri dinledik.

Akşam da Belediye'nin düzenlediği "Yeşilçam Şarkıları" konserine katıldık. Suzan Kardeş, Şebnem Sönmez ve Yasemin Göksu'nun seslendirdiği şarkılar  çok güzeldi lakin salon çok kalabalık ve uğultulu, ses düzeni de biraz sorunluydu. Sonuna kadar beklemedik o nedenle. Daha sakin bir ortamda ve daha düzgün bir akustikle izlemek isterdim aslında. Kısmet başka bir zamana diyelim.

 
Güzel bir hafta sonu dileğiyle...
 

6 Mart 2014 Perşembe

MÜZEDE ZAMAN


Müzeleri severim ben, Antalya Müzesi'ni biraz daha fazla. İçerisi çok güzeldir, büyüleyicidir, özellikle lahitler ve tanrılar salonları ışıklandırmalarıyla çok etkileyicidir. Yıllarca komşuluk yaptık, çalıştığım okulla karşı karşıyaydı. Arada bir bu eski komşuyu ziyaret eder kafeteryasında oturur, bahçesinde dolanırım. Özellikle baharda kafeteryanın çardağından mor salkımlar sarkar, heykellerin, lahitlerin arasında böyle bir garip, sakin, huzurlu oturursunuz. Bugün yine uğradım, satış mağazasında şöyle bir dolanıp çayımı aldım ve lahitin yanındaki masaya yerleştim. Kuş seslerinden başka bir şey duyulmuyordu, derin bir huzur içinde çayımı yudumlarken poposunu sallaya sallaya şu arkadaş geldi yanıma:


Lahdin etrafında biraz dolaştıktan sonra masamın altına girdi, ben fotoğraf çekerken de ciddi ciddi poz verdi. O sırada bir Fransız turist geldi bahçeye, horozu görünce ilgilendi yanına gelip horoz ötüşü gibi bir ses çıkardı. Bizimki bir sinirlensin, bir bozulsun. "Sen de kimsin, o nasıl bir ses?" dercesine göğsünü kabarttı, dikleşti ve ardarda on kere şiddetle öttü :)


Fransız turist gülerek "pardon" dedi ve uzaklaştı. Eee var mı ta oralardan gelip de bizim paçalıya hava atmak, yer mi Anadolu çocuğu, adamı böyle pes ettirir işte :) Buralar bizden sorulur icabında :)

Çayımı içince bahçede dolaştım biraz. Müzede tavuk, horoz, tavus kuşu bol, tarihi eser kontenjanından bahçedeki kocaman kümeste seyran eyliyorlar. Ve hepsi de pek havalı, çalımlarından yanlarına varılmıyor, bakınız aşağıdaki güzellik:


Pozunu verdi, fotoğrafını çektirdi, sonra da yüzüme bile bakmadan poposunu dönüp gitti :)
Onu bunu bilmem, bu müze ziyareti bugün iyi geldi bana, Antalya'da yaşayan dostlara tavsiye ederim, 15 güne kadar mor salkımlar da açar, o zaman değmeyin keyiflere...

5 Mart 2014 Çarşamba

YAĞMURUN ETTİĞİ


Geceden beri soluk almadan yağan bir yağmur var dışarda. Önce akşamki yıldızlara aldanıp balkonda bıraktığım çamaşırlarımı ıslattı, sonra postaneye giden beni. Yetmedi karşıdan karşıya geçerken bir direksiyon magandasının hışmına uğratıp pantolonumu ve ayakkabılarımı çamurlu suya beledi. Sevmiyorum arkadaş yağmuru, eskiden de sevmezdim, şimdi de sevmiyorum, ilerde de sevmeyeceğim. Sevenlere de şaşıyorum. tamam gerekli, faydalı, onsuz olmaz ama siz her gerekli, her faydalı şeyi, mesela ders çalışmayı seviyor musunuz? Ha bir de sevenleri en şiddetli Antalya yağmurunda sokağa çıkmaya davet ediyorum :)

Sokağın köşesindeki PTT şubesine gittim Bibliyomanyaklar'da kitap kazanan arkadaşa kitabını göndermek için. İki hanım çalışıyor şubede, biri yeni geldi. Yeni gelen dünyanın en ağır kanlı ama en iyi niyetli insanlarından biri. İşleminizi yaparken gecikme için binbir özür diliyor-hatta geçen sefer çay ısmarladı bana bilgisayarda linkin açılmasını beklerken-ama bu arada da neredeyse hayat hikayesini anlatıyor. Bir nevi kabul günü havasında posta işlemi yapıyoruz. Bugün kayınvalidelere anne demenin faziletleri üzerine özlü bir muhabbet gerçekleştirdi(k). İlaveten yağmurun bereketinden bahsettik, insanın kendisini severse  başkalarını da seveceği üzerine felsefik saptamalar yaptık, benim ne kadar iyi ve hoş bir bağyan olduğumu da eklemeden geçemediler :) Böylece biri bilgisayar başında işlem yapmaya çabalarken, diğeri yerleri paspaslayıp "Ne zaman yağmur yağsa utanıyorum" diye bir Neşe Karaböcek şarkısı terennüm ederken sohbet ederek sıkılmadık, yani onlar sıkılmadılar, ben çok sıkıldım. İyiler haslar da işler biraz daha hızlı yürüse daha iyi, daha has olacaklar. Yaklaşık yarım saatte çıkabildim şubeden ve haydi çıkmışken markete uğrayım dedim. Karşıya geçmem gerekti ve direksiyon magandasının sıçrattığı sularla o zaman ıslandım. Bazı insanlar direksiyona geçince yayaları yolları işgal eden gereksiz bir böcek olarak görüyorlar sanırım. Market alışverişinden sonra uğradığım yöresel ürünler satan dükkanın sahibi kadın tam çıkarken kolumdan yakalayıp alçak sesle şöyle dedi: "Yanlış anlamayın ama saçlarınız tepeden seyrelmiş, şu sarmısaklı şampuanı tavsiye ederim, benim dökülen saçlarımı yeniden çıkardı". Oy ben nerelere gidem, karizmayı temelli sıfırlayıp döndüm eve :)
Not: Şampuanı deneyeceğim, saçlarım gerçekten ayrım yerinden seyrelmeye başladı, sonuçtan haberdar ederim, olumlu olursa komisyon alarak sizlere de şampuan pazarlaması yaparım. Eee devir ekonomi devri :)))

3 Mart 2014 Pazartesi

FAKİRLER DE OSCAR TÖRENİ İZLER İCABINDA...

Yeni haftanız kutlu, mutlu, neşeli, huzurlu olsun sevgili dostlar, peşin söyleyim bu uzun ve bol görselli bir yazı olacak. Malumunuz üzere dün gece Oscar gecesiydi. Velakin biz Digitürk'ü olmayan fakir kullar ağız tadıyla izleme zevkinden mahrum bırakıldık. Yayın hakkını Digitürk'e verenler Oscar amcamın gazabına uğrasın derim de başka bir şey demem :) Sırf sizleri Oscarlı blog yazısından mahrum bırakmamak için durmadan kopan ve dakika başı reklam giren bir internet linkinden izledim töreni ama o kadar yorucu oldu ki ancak kırmızı halı bitimine kadar dayanabildim. O bile çekilir işkence değildi, bu fedakarlığımı unutmayın, sevildiğinizi bilin :)

Efenim, bilenler bilir geçen haftayı tadilatla geçirince Oscar komitesi nasılsa Leylak Hanım gelemez, işi vardır, yorgundur diye bana davetiye yollamamış. Ama kaçırır mıyım böyle etkinliği arsızlığımla düştüm yola. Malum davetiye yok, kaynak yapacağız ya aradan şık giyinmek lazım, "ye kürküm ye" meselesi. Çektim dünyaca ünlü moda markası LeCeWe'nin laci eşofmanlarını sırtıma, geçen yılkı burnu delik sofistike terliğim paralandığı için bu defa pul işlemeli kırmızı olanlarını geçirdim ayağıma, sinema alemine dalacağım için koca bir çanak mısır patlatıp yolluk olarak aldım yanıma, "Melekler korusun beni" diyerek düştüm Los Angeles yollarına. Kırmızı halıyı gördüm görmesine de davetiye yok neyleyeceğiz, baktım sarılar giymiş, yapılı üç adam dikiliyor halının başında, halden anlarlar belki diye döktüm içimi onlara, çıt çıkarmadılar. İngilizcem yetersiz ya ondandır dedim, bir daha sordum, bir daha sordum, Türkçe sordum. Taşta ses var onlarda yok, meğer heykelmiş ayol. Çaktırmadım kimselere, derken uzaktan parlak renkli, göz alıcı bir şey göründü. Aaa Gabourey Sidibe. Narçiçeği kostümünü Çıkrıkçılar Yokuşu'ndaki gelinlik mağazalarından almış belli, eh buradan bir yakınlık kurarız diyerek yanaştım yanına. Sempatik kızmış, "Hello"ma "Hello" dedi, uzattı kolunu, kolkola girip mısır atıştırarak adım attık kırmızı halıya:


İlk gözüme çarpan Lisa Minelli oldu, insan Milattan Önce'den bu yana hiç mi saç biçimini değiştirmez yahu? Çökmüş ama garibim, yine de perçemini kostümünün renginde boyatmayı ihmal etmemiş.


İlerlerde bir yerde kabarık siyah elbise giymiş eflatun saçlı bir kadınla gelinlik giymiş bir taze aralarına Gene Kelly benzeri bir adamı almışlar hababam debabam konuşuyorlardı, "Kim bunlar?" dedim Gabo'ya, "Sunucu ayol, hiç Oscar töreni izlememiş gibisin, gaf yapıp durma" diye tersledi beni, biraz hüzünlendim, sustum.


Kırmızı halının ilk heveslilerinden biri Christine Chenovet idi. Hac'a giden komşumuz dönüşte oğluma böyle yanardöner, sarı bir kalem getirmişti işporta işi, kostümünü ona benzettim.

Amanin o da ne, birileri çocuk bahçesi yerine Oscar törenine gelmiş. Acaba mı? Ya da yardımcısı ütülerken pantolonun dizden aşağısını yakmış da olabilir, kesip şort yapmış sonra. 



Anneeem dayanamam, Somalili aç çocuklar var burda. "Bi dakka" dedim Gabo'ya koşturdum yanlarına, eksik İngilizcemle "Kamaan, kamaan, luk pop korn, iiit, iiit" diye mısır çanağını uzattım. Alık  alık baktılar suratıma, "utandı garipler" dedim, ısrar ettim bu sefer Türkçe "ye annem ye, bak mısır, ellerimle patlattım, GDO'suz, çekinme" derken ızbandut gibi bir koruma geldi, "go hom" dedi. Zaten Gabo da yetişmişti o sıra, çeke çeke uzaklaştırdı beni. Meğer Tom Hanks'in korsanlarıymış ayol bunlar.


Derken bizim salonun pencerelerine yetecek kadar perdelik kumaştan diktirdiği tuvaletiyle neşeli bir hatun göründü. Sordum Gabo'ya Chrissy Teigen'miş, bunun babası da Çıkrıkçılar Yokuşu'nda perdeciymiş, oradan tanışıyorlarmış.

Ama artık benim de bildiğim meşhur birileri gelsin derken afet göründü kırmızı entarisiyle; Jennifer Lawrance:


Pek sade, pek şirindi ama sarsak bu kız yahu, yine düştü. Yürümeyi mi bilmiyor, kalsiyum eksikliği mi var anlayamadım gitti.


Jeno'nun rol arkadaşı Amy Adams lacivert tuvaletiyle hoştu. Filmde bol bol sergilediği memelerini bu defa epey kapatmıştı. Zaten ödülü de Cate'ye kaptırdı, oh olsun. O filmden nefret ettim ben yahu, izlerken sıkıntıdan patlamıştım, canıma değsin umduğunu bulamadı, ben de intikamımı aldım.


Bu yıl kırmızı halı hamileler cennetiydi, bu ilki.


Bu ikincisi...


Ve buyrun bu da üçüncüsü, zaten köşede bir ebe nöbette bekledi ha doğurdular ha doğuracaklar diye:) Ben çaktırmadan koltuk altından kafamı sokup baktım göbek mi, yoğurt torbası mı diye. Göbekmiş.


En iyi yardımcı kadın oyuncu adayı Lupita Nyoungo "olmayana ergi" yöntemiyle giyinmişti Oscar için. Olmayan memelerine derin dekolte, olmayan saçına taç. Sonuçta Oscar'ı kaptı ya ona bak sen. 


Ve asıl kızımız göründü Cate Blanchett. Çıplak denize girmiş de çıkarken üstüne sedefli deniz kabukları yapışmış havası veren kostümü güzel miydi, tuhaf mıydı bilemedim. İnsan neden kendiyle aynı renk giyinir ki? Yoksa yavruda endam yerinde Allah için...


Ve "Blue Jasmine" de Cate'nin kızkardeşini canlandıran Sally Hawkins. Ailesi çok mutaassıp galiba, boynundan parmak ucuna kapatmışlar garibi. "Ne iş?" dedim Gabo'ya, meğer o da Çıkrıkçılar Yokuşu'ndaki gelinlikçiden almış kostümünü, kına gecesi bindallısıymış. İki tane alınca ikinciye yüzde 50 indirim yapmış mağaza. Gecikince saçını da Ulus'taki kuaförlerden birinde maşalatıvermiş.


Baktım Anne Hateway geliyor, kızçeme benzediği için pek severim kendisini ama sanırım karıştırdı, Oscar töreni yerine kıyafet balosuna geliyorum sanıp "pırlantalı Bülent Ersoy mikrofonu" kostümü giyinmiş.


Ve bence geçen yıl olduğu gibi bu yıl da gecenin bir numarası Charlize Theron; asil bir siyah lale gibi göz kamaştırıyordu. Gabo'yla yediğimiz mısırlar boğazımıza tıkandı hasetten. 


Sandram Bullockum da Charlize'den geri kalmamıştı şıklıkta. Nefret ettiğim Gravity'yi unutturdu bana veletlik akan suratı ve enfes lacivert tuvaletiyle. 


Penelopumuz sarındığı bol döküm kumaşla hamam peştemaline bürünmüş gibiydi, göğüs altındaki siyah kurdele ayrı bir tartışma konusu zaten.


Ehehe absürd ikili :) Brad tombullaşan yanakları ve gölgeli bıyıklarıyla giderek mahalle kasabına benzerken Angelina "nerden giydirdiler şu saçma tuvaleti bana, başlarım sponsoruna, bitse de gitsek" duruşundaydı. 


Bir dalgalanma oldu kalabalıkta, baktık Gaga hanım insani bir kılığa girmiş kasıla kasıla geliyor. Oysa o çirkin sarı saçlarıyla vazoya hapsedilmiş Kibariye'nin annesine benzediğine bilseydi havası fos diye sönerdi.


Meryl teyzem tercih ettiği öğretmen kostümüyle "Artık beni aday göstermekten vazgeçin, giyecek kıyafetim bile kalmadı Leylak Hanım'dan ödünç aldım" der gibiydi.


Hepimizin Julia ablası ise camiler, kiliseler, sinagoglar, mescitler ve cümle tapınaklar yıkılsa da ben mihrabımla hep ayakta kalacağım mesajı vermekteydi. 

Öyle böyle derken kırmızı halı geçişi bitmiş ve Gabo'yla salona girmek üzereyken çam yarması bir bodyguard önümü kesip "Davetiye" dedi, "Hık-mık, ben, şeyy, davetiye Gabo'da" derken ne göreyim Gabo girip oturmuş bile yerine. Vefasız, hain. Yedirdiğim mısırlar haram olsun.  Kaldım iyot gibi açıkta, rica minnet kâr etmedi, "Yassah hemşerim" dedi de başka bir şey demedi kapıdaki yarma. "Eee başlarım töreninize, yarın netten öğrenirim nasılsa" dedim ve çanaktaki mısırları yarmanın kafasından aşağı boca edip yürüdüm gittim.


Leo arkamdan hüzünlü gözlerle bakakaldı...