.

.
.

30 Eylül 2009 Çarşamba

OKUL YOLUNDA


Okullar açılıp da öğrenciler, öğretmenler ortalıkta görünmeye başlayınca eski günleri hatırladım. Ev okula yakındı, yürüyerek gider gelirdim. Tam 25 sene aynı kaldırımları çiğneyerek gittim geldim, birsürü değişik insan görüp birsürü olaya tanık oldum. Bunlardan beni çok güldüren iki tanesini yazmak istiyorum.

Bir sonbahar günü, sabah ilk saat dersim var, erken çıktım evden geç kalmamak için hızlı hızlı yürüyorum. Okul, Devlet Hastanesiyle karşı karşıya. Tam hastaneye yaklaşırken önümde yürüyen kadını farkettim. Ufacık tefecik, cılız bir kadıncağız, 5-6 yaşlarında toraman bir kız çocuğunu sırtına bindirmiş, ıhlaya tıslaya gidiyor. Zorlandığı o kadar belli ki sık sık durup nefesleniyor. Bir süre o önde ben arkada yürüdük, sonunda dayanamadım: "Bu çocuk yürüyemiyor mu da sırtında taşıyorsun hanım?" diye sordum. "Yürüyor da biraz hasta, hastaneye götürüyorum, kucağına al diye tutturdu, ben de bindirdim sırtıma" dedi. Üstüme vazife ya, karışmasam olmaz: "İyi de senin koca kızı taşıyacak ne canın var, indir yürüsün, az kalmış zaten hastaneye" deyip çocuğa döndüm: "Yazık değil mi annene, kocaman abla olmuşsun hadi yürü biraz da annen dinlensin." Kadın benden de desteği bulunca "İn de yürü bakayım biraz, canım çıktı" diyerek koydu çocuğu yere. Ufaklık çaresiz indi kadının sırtından ve yanısıra yürümeye başladı, benden çekindiğinden mızmızlanamadı da ama durumdan hoşnut kalmadığı kesindi. Biraz sonra hastane sapağına geldik, ben iyi günler dileyerek ayrıldım. Birkaç adım sonra arkamı döndüm çocuğa el sallamak için, anasının elinden tutmuş zorla yürüyen kız benim kendisine doğru döndüğümü görünce avazı çıktığı kadar bağırdı: "CADIIIIIIIIIIIII!.."

İkinci maceram ılık ve mis kokulu bir bahar günü gerçekleşti, bu defa dönüş yolunda. Dersi bitirmiş güzelim havayı içime çekerek keyifle eve gidiyordum. Karşımdan orta yaşı geçmiş bir beyle bir hanımın geldiğini gördüm. Adam belli ki felç geçirmiş, ağır adımlarla ayaklarını sürüyerek, bir baston yardımıyla yürümekte. Kendinden biraz daha genç karısı da koluna girmiş, bir yandan adamı çekiştiriyor, bir yandan da sürekli söyleniyor. Adamcağızın bu sözcük bombardımanından müşteki olduğu her halinden belli, itiraz etmeye kalkışıyor arada ama anında lafı ağzına tıkılıyor. Derken iyice yaklaştılar, tam yanlarından geçeceğim adam beni "Bir dakika hanımefendi" diyerek durdurdu. Birşey soracağını düşünerek "Buyrun" dedim ve işittiğim cümleyle ağzım bir karış açık kaldı: "Hanımefendi, karım sigara içmişsin diye tutturdu, lütfen benim ağzımı bir koklar mısınız, içmiş miyim, içmemiş miyim?" Gözlerim yuvalarından uğramış bir biçimde, ağzımın içinden "İçmemiştir, içmemiştir" diye söylenerek ordan nasıl koşturarak uzaklaştım şimdi aklıma geldikçe kahkahalara boğuluyorum. İşin komik tarafı biri benden bir istekte bulunduğunda zor durumda kalsam da çok zor "Hayır" diyebiliyor olmam, Allahtan bu sefer akıllıca davranabildim de hatır için elin adamının ağız kokusunu çekmedim:))

Eğlenceli anılar hayatınızdan eksik olmasın sevgili dostlar...

29 Eylül 2009 Salı

ÇIKRIKÇILAR YOKUŞU

Bugün sizi alışverişe götürmek istiyorum, Çıkrıkçılar Yokuşu'na. Ankara'lı olanlar ya da yolu Ankara'dan geçenler bilirler burayı, çok meşhurdur, hatta İlhan Berk'in bir de şiiri vardır aynı ismi taşıyan. İstanbullulara da yabancı gelmez, Mahmutpaşa, Eminönü, Kapalıçarşı havasında dik bir yokuştur. Anafartalar tarafından girerseniz hapı yuttunuz, epey terlersiniz çıkarken. En iyisi Altındağ Belediyesi'nin oradan girip aşağıya doğru sallanmaktır. Bir renk, ses, koku karmaşasıdır Çıkrıkçılar Yokuşu ve her zaman çok kalabalık, çok eğlencelidir.


Bugün çeyiz alışverişi yapacağız, sol baştaki bindallı giymiş gelin kızımız için. Biraz mahcup kendisi, kafasını kaldırıp yüzümüze bakamıyor. E, kolay değil yanında kaynana, görümce, elti kalabalığıyla alışverişe çıkmak. Siyah tuvaletli kaynana; biraz aksi, pek gönüllü değil ama oğlu ısrar edince ses edemedi. O aslında komşusu pastırma tüccarı Hacı Hüsamettin beyin kızını almak istiyordu. Hem zengin, hem ev kızı, hem de yaşı küçük, isteğime göre eğitirim düşüncesindeydi ama oğlan istemedi, "pastırma, sucuk, sarmısak kokar o kız, almam ben onu" dedi. Kırmızılı, kızın anası, kaynanayla pek araları yok, inatlaşıp duruyorlar. Daha yola çıkarken kaynananın "Koca kadın, yaşına bakmadan kırmızı giymiş" dediğini duydu, surat ediyor. Yeşilli ve yanındaki beyazlı eltiler. Beyazlı olan büyük elti, geçen sene ayrı eve çıkmış, diğeri kaynanayla oturuyor ama bu geline ayrı ev açılacak diye bozuk biraz. Eh, kocası sıksın poposunu da çalışsın, babasının eline bakmasın değil mi? Diğer üçü görümce, biri evli diğerleri bekar. En sondaki üç hanımsa Hacı Hüsamettin'in karısıyla kızları. Kaynana oğluna söz geçirip kızı alamadı ya şimdi geline nisbet yapacak, taktı peşine.

Bu mağazadan o beyaz gelinlik, kışlık siyah palto ve tezgahta duran gömleklerden kayınbiraderler için bohçaya konsun diye alınıp devam edildi yola.


Kızın anası üstündeki bindallıyı beğenmeyip soktu bu mağazaya, neden derseniz emanet çünkü o, akrabalardan birinin. Benim kızımın neyi eksik dedi ve kaynananın bir karış olan suratına ve sokurdanmalarına aldırmadan en baştaki bordo bindallıyı aldırdı kına gecesi için. Şimdiden taviz verirsek ilerde ne yapmaz bunlar, gül gibi kız veriyoruz sümsük oğullarına, alsınlar.


Sağa sola bakarak ilerliyoruz, soldaki dükkandan çamaşırlar alındı ama pek içe sinmedi, ucuza getirdiler işi oğlan tarafı. Gecelik-sabahlık takımı bile naylon, ipekli almadılar.



Burası kına malzemeleri satıyor. Madem çamaşırlar ucuza geldi bunlar bari bolca olsun da gelen misafirlere mahcup olmayalım dedi kızın anası. Sarı simli yüz örtüsü, kırmızı kına sepeti, kalpli kına tası, pullu mendiller, boncuklu kına keseleri, hepsini aldırdı kızın anası. Kendi de beş düzine havlu aldı kınaya davet yaparken "oku" olarak vermek için.


Gelmişken mutfak malzemelerini de alalım dediler. Kaynana surat yaptı, "Mutfak alışverişini kız evi yapar" diye. Kızın anası da karşı taarruza geçti: "Biliyoruz dünür, o kadar görgüsüz değiliz, herhal kendimiz alacağız" dedi. "Hoş sizin aldıklarınıza bakılırsa bizim hiçbirşey yapmamamız lazım ama" diye de ekledi. Az daha karşılıklı ağız dalaşına gireceklerdi ama görümceler araya girip "Hacı Hüsamettin'in hanımına karşı ayıp oluyor" diyerek engellediler kopmak üzere olan fırtınayı. 12 kişilik çatal-kaşık ve servis takımı alındı kaynananın beğenmez bakışlarına aldırmayarak.


Tahta kaşıklar da unutulmadı, "kızımızın çeyizinde teflon çok, çizilmesin" dedi anası, kaynana dudak büktü, "Gelin halı getirmiş, üstüne kendi oturmuş" diye mırıldandı, bereket duyulmadı da yeni bir buhran doğmadı. "Dünür, iki deste de oyun kaşığı al da, gençler kınada kaşık havası oynasın" diye dürttü kızın anasını, hayrettir makul karşılandı bu istek hatta iki değil üç deste alındı, kalabalık olur diye.



Havan ve bıçak da unutulmadı tabii. Kaynana havanı özel olarak seçti, "Oğlum sarmısağa hassastır, iyi dövülmüş olmalı ağzına gelirse yiyemez. Aah ah, zaten bu sarmısak kokusuna hassasiyeti olmasa herşey başka türlü olurdu" diye de ekledi, Hacı Hüsamettin'in kızının gözüne gözüne bakarak.


Oklavanın iyisi, sağlamı seçildi tek tek denenerek, "Kadının iyisi hamur açışından belli olur" buyurdu kaynana. "O konuda hiç endişe etmeyin dünür" dedi kızın anası, "Benim kız bir yufka açar, sanırsın ipek, tut ışığa arkasını gör." "Göreceğiz bakalım" dedi dişlerinin arasından kaynana.


Oklavanın yanında merdane de seçiliyordu ki kaynana celallendi: "Hayrola, oklava yetmedi mi? Oğlumun kafasında paralamak için mi alınıyor bu merdane?" Görümceler analarını dürtüp uzaklaştırdılar, yine bir tartışma son anda engellendi.


Alışveriş sona erdi, yokuşun sonuna gelindi. Kaynana şöyle buyurdu: "Acıktık ayol, gelin birer simit alayım da karnınızı doyurun."

Bu tekliften sonra olacakları izlemeye kalbim dayanmaz diye ben kaçtım arkadaşlar. Sonu nasıl gelmiştir siz düşünün...

BOZA-SANDVİÇ, EBRU SERGİSİ, BLOGGER DOSTLAR

Eveet, bugün kendimi diğer günlere göre daha iyi hissederek kalktım yataktan, umarım iyileşmekteyimdir. Gerçi hala öksürüğü atamadım ama en azından halsizliğim geçti. O nedenle planladığım sergiye gitmek üzere hazırlanmaya başladım. Emekli olduğumdan bu yana pantolon forma giysim haline dönüşmüştü. Birkaç kez etek giydim giymesine de yaz olduğu için çorap gerekmemişti. Bugün etek giyme kararı aldım ve çorap giymek de icap etti mevsim şartları nedeniyle. Çekmecemdeki bütün külotlu çoraplar beklemekten yatıklaştığı için elime aldığım yırtıldı. O nedenle en son aldığım paketi açtım. Çorapla ilgili bütün bildiklerimi de unuttuğum için açtığım çorabın rengi kötü, dokusu kalın çıktı. Ayrıca kendime haksızlık ederek neredeyse battal beden bir çorap almışım, boynuma kadar uzadı gitti. Zaten giymek başlıbaşına bir problem yarattı, bir kere eğilmek dert, omuzumdaki yırtık kas parmak ucuma ulaşmakta zorluk çıkardı, güç bela giymeyi başardığımda ne çare ki dönük oldu, çıkarıp yeniden giymeye çalışırken bilekliğimin kancasına takılıp teli kaçtı (Allahtan görünmeyen bir yerdeydi kaçık). Sonunda giymeyi başardığımda o kadar yorulmuştum ki neredeyse sokağa çıkmaktan cayacaktım. "Yaşasın pantolon, kahrolsun etek, külotlu çoraba ölüm" diyerek ayrıldım evden, ilk gördüğüm dolmuşa atlayıp güneş alan bir koltuğa kuruldum. Amanın güneşin sıcaklığı bir hoşuma gitti sormayın, mayıştım kaldım cam kenarında. Neredeyse uyuyup şoförle birlikte ring yapacaktım. Baktım vakit sergi için erken, Antalya'ya gitmeden bir Ulus Akman nostaljisi yapayım dedim.

Tabii Ulus'taki sandalyeler de değişmiş, aynı sakillikte, 70'li yılların gözlükleri gibi şeffaf, turuncu pleksiglastan. Ama başka değişen birşey yok şükür. Üzerinde el yazısıyla "Akman Pastanesi" kazılı eski metal tabaklar bile halen kullanımda. Sümerbank tezgahtarları yavaşlığındaki garsonlar hala aynı bordo papyonları takıyorlar ve hala masaların başında dikilip çaktırmadan müşterilerin konuşmalarına kulak kabartıyorlar. Çirkin sandalyeli masalardan birine yerleşip spesyalim boza-sosisli sandviç ikilisini yukarda birinin fotoğrafını gördüğünüz, yine bir Akman klasiği havuzdaki güvercinleri izleyerek götürdüm. Sonra da sergiyi gezmek ve sevgili blogger arkadaşlarım Nalan Hanım ve Gülen'le buluşmak için Vakıf Eserleri Müzesi'ne doğru yola koyuldum.

Ebru sanatçısı Hülya İlter'in eserlerinden oluşan bu sergiden Nalan Hanım sayesinde haberdar oldum. Böylece bir taşla iki hatta üç kuş vurarak hem sergideki birbirinden güzel ebruları görmüş, hem de Nalan Hanım ve Gülen ile tanışıp sanal arkadaşlığımızı gerçeğe dönüştürmüş oldum.


Aslında tanıştım lafı yanlış, biz zaten tanışıyormuşuz. Her ikisiyle de bir gün önce berabermişiz gibiydik, ne bir yabancılık, ne tutukluk, ne de ne konuşacağız endişesi. Bir başladık sohbete, sergiyi zor dolaştık, attık kendimizi Müze'nin kafesine, muhabbete devam.


Bizim sohbet çok güzeldi ama sohbete fon teşkil eden ebrular da muhteşemdi. Özellikle gül desenli ebrulara hayran kaldım. Son derece usta işi ve zevkli eserlerdi sergilenenler.


Ebruların yaratıcısı Hülya İlter Hanım'ın mail adresini aşağıda bulabilirsiniz. Kurs ve özel ders verdiğini söyledi ilgilenen olursa. Ayrıca Ankara'lı blogger arkadaşlar sergiyi izlemek isterseniz 10 Ekim'e kadar Vakıf Eserleri Müzesi'nde devam ediyor.
Hülya İlter
www.ebruevi.net
ebruevi@ebruevi.net

Evet sevgili arkadaşlarım. Ben bu güzelim sergiyi gezip, arkadaşlarımla da buluşunca kendimi çok daha iyi hissettim. Öksürüğüm azaldı, gerçi bunda akşamdan beri tazesini, kurusunu, tozunu yiyip durduğum zencefilin etkisini de yabana atmamak gerek. Hele tazesi, bir kadeh konyak dikmiş kadar oldum Allah sizi inandırsın. Cayır cayır yakıp gitti mideme kadar.

Hepinize dostlarınızla birlikte geçecek güzel günler diliyor ve yeni başlayan "Kapalıçarşı" dizisini izlemeye gidiyorum. Sevgiyle kalın...

28 Eylül 2009 Pazartesi

ÜÇÜZLER


Birkaç gündür uzağım blogdan. Hala tam iyileşemedim, keyifsizim. Öğleden sonra bir planım var, gerçekleştirebilirsem bu akşamki postun konusu o olacak. O zamana kadar kızkardeşin dün A.O.Ç. Hayvanat Bahçesinde çektiği şu fotoğraftaki Beşiktaşlı aileyle idare edin. Kafes arkasından da olsa tüm hayvan dostlarına benden bir hediye olsun...

25 Eylül 2009 Cuma

ÖYLESİNE BİR GÜN


Tanıştırayım; bu Cico, benim Pet Society oyunundaki yavrum. Her sabah önce kendi yüzümü yıkayıp sonra onunla ilgileniyorum. Besliyorum, yıkıyorum, arkadaşlarıyla oynamaya götürüyorum. Çok tatlıdır çok, hiç yaramazlık yapmıyor. Okula başlattık formasından anlayacağınız üzere, bir de kulaklarının şeklinden usandığı için peruk aldık, pek yakıştı kerataya.

Ya arkadaşlar "Delidir, ne yapsa yeridir" lafını son günlerde "Emeklidir, ne yapsa yeridir" diye değiştirecekler beni takip edenler. Hele de evden uzak olunca vakit gani, Cico'yla da oynarsın, çiftlik de kurarsın. Üstüne bir de hastalık hali gelince evin içinde kendini oyalayacak şey ararsın. Hala öksürmekteyim, hastalığıma misafir arası verdikten sonra döndüm tekrar portakal rengi battaniyemin sıcak kollarına ama bu sefer daha kısa süreler için. Mevsim dönümleri benim için sıkıntılı bir süreçtir. Uykuya yatmış kronik illetlerim depreşir; yaz sıcağıyla mayışıp genişlemiş sinir kanallarım tekrar daralmaya başladığı için Carpal Tunnel Sendromum azar, ellerim uyuşmaya başlar. Kolon spazmım atağa kalkıp kıvrandırır beni, öksürüğüm horozlarla yarışma yapar. Henüz psikosomatik vertigomdan ses yok Allah'a şükür, bir de baş dönmesi çekemeyeceğim doğrusu. Yok yokmuş bende de değil mi? Boşverin ya, Allah başka dert vermesin, yüz vermeyince küsüp gidiyorlar, biraz Carpal Tunnel Sendrom yüzsüz, ne kadar ilgilenmesem de yerleştiği yerden ayrılmaya pek niyet etmiyor. Ne yapayım kendi bilir, uyuşsun dursun o zaman.

Yanda gördüğünüz kitabı az önce bitirdim ve çok beğendim, öksürüğüme iyi bir eşlikçi oldu. Le Clezio'nun daha önce "Göçmen Yıldız" adlı bir romanını okumuş ve onu da sevmiştim, henüz Nobel almamıştı, bir hastane refakati nedeniyle Hacettepe Hastanesindeki küçücük bir kitapçıdan almış ve sabaha kadar sığışmaya çalıştığım plastik koltukta okuyup bitirmiştim. Le Clezio'nun kaderi galiba, ya hasta başında ya da hastayken okunuyor. Özellikle son 50 sayfası daha da hoşuma gitti. 2.Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında Fransa'da geçiyor, belli başlı bir konu yok, bir bütün halinde okuyup sindirmek gerek. Kitap bitince insanın içinde garip bir duygu kalıyor. Öneriyorum ve okuyanların fikrini almak istiyorum.

Şimdi vakit kaybetmeden Cahide Birgül'ün yeni kitabı "Eflatun Koza"ya başlamak istiyorum. Cahide Birgül benim yazarlarımdan biridir, bütün kitaplarını okudum. Pek adı duyulmuş olmasa da gerçekten iyi yazar. Epeydir yeni bir kitabı çıkmamıştı, nihayet ses verdi (soyadı da Sesveren zaten:) Yeni kitabının çıkacağını bildiren mailini alınca çok sevinmiştim ve dün kitap ete kemiğe büründü. Postu yayınlar yayınlamaz okumaya başlayacağım ve eminim ki beğeneceğim.

Epeydir balkon haberleri vermiyordum size, merak edenler var, çorap akasyanın tepesindeki ikametine devam ediyor, daha da kirlenmiş olarak. Bizim balkon bahçe hazan mevsimine yatay geçiş yaptı, son olarak biri kızarmış, diğeri alacalı iki domates daldan sarkmakta. Caddedeki ağaçlar henüz yeşil, karşıdaki kız yurtlarından ikincisi de American Siding'le kaplanarak mumyalandı, o da toz pembe renge büründü. İyiyiz iyi, pencereden baktıkça dünyayı toz pembe göreceğiz. Benim dilimdeyse şu şarkı var:

"Yine hazan mevsimi geldi
Yine yapraklar rüzgarların peşisıra gidecek
Yine deli gönlüm, yine bu mevsimde
Hicranını yalnız başına çekecek
Hüsranını yalnız çekecek."

Dilim bunu söylese de ne hicran, ne de hüsran çekmeye niyetliyim. Şekip Ayhan Özışık'ın değil Nedim'in söylediklerine uymak arzusundayım. Öyleyse, herşeye rağmen "Gülelim, eğlenelim, kâm alalım dünyadan".

Gülen yüzünüz solmasın sevgili dostlar...

İYİLİĞE DOĞRU

Bugün nihayet günışığına çıktım. Hala tam anlamıyla iyileşmiş sayılmam ama hem İstanbul'dan gelen bir arkadaşımla buluşmak, hem de biraz hava alıp açılmak için terkettim portakal rengi battaniyemin koruyucu kucağını. İstanbullu birine Ankara'da nereyi gezdirip beğendirebilirsiniz ki, en uygun Kale'dir diye düşündüm ve vurduk kendimizi Kale sırtlarına.


İlk durak Ceritoğlu Konağı oldu. Fotoğraftaki eski, güzel camaltı resmin asılı olduğu kapıdan girdik konağa. Çıktık üst kattaki balkona, yayıldık minderlerin, halı yastıkların üstüne, bir güzel götürdük kıymalı-cevizli Ceritoğlu usulü gözlemeleri kocaman bardaktaki çaylarla. Hakettim değil mi arkadaşlar, kaç gündür aygın, baygın, uyuşuk, dökük yatıp dururdum. Biraz temiz hava ve değişiklik iyi geldi.


Avlu duvarında asılı şu eski halıya da bayıldım. Adam suratlı aslanlar ama aslandan çok koyuna benzemekteler, ya yüzlerindeki o alık ve şaşkın ifadeye ne demeli, tepedeki yeleler de açılmaya yüz tutmuş. Dokuyan kadın model olarak kocasını almış galiba ikiz aslan biraderleri resmederken.

Karnımızı doyurup yorgunluğumuzu da attıktan sonra Kaleiçi'nde dolaştık biraz, tezgahlara baktık. Derken kahve saatimiz geldi, bu defa bir başka konağa, panoramik bir Ankara manzarasına sahip, sırtını kale duvarına yaslamış And Konağı'ndaki And Cafe'ye girdik.


Atbaşı formundaki merdiven trabzanları, oymalı tahta tavanları, antika iki piyanosu, yılların izini taşıyan mobilyaları, duvardaki tabloları ile insanda değişik duygular uyandıran, "Ne hayatlar yaşandı kimbilir?" diye düşündüren, çok sevdiğim bu güzel konağın surların üstündeki terasında kahvelerimizi içtik ve şeytana uyarak üstüne bir de ayva tatlısı götürdük. Ayva tatlısına bayılırım, bu defaki değişik bir sunumla geldi önümüze, ortadan ikiye bölünmüş ve gıda boyasıyla kırmızı bir renk verilmiş ayvanın içine kaymak yerine pişmaniye konmuştu ve hem tad hem de görünüm olarak çok yakışmıştı. Dondurmayla servis yaptıkları tatlıyı afiyetle götürdük vallahi, çünküüü hastayken yenen şeyler kilo yapmaaz:)



And Konağı'nda verdiğimiz ikinci moladan sonra Pirinç Han'a gittik. Kale civarındaki en favori mekanımdır. Avlusundaki şirin cafesi, dükkanlarda sergilenen çeşitli objeler; antikalar, takılar, elişleri, otantik örtüler, gramofonlar, eski plaklar, el yapımı bebekler, doğal kozmetik malzemeleri, akla gelmeyecek envai çeşit şeyle defalarca gitsem bıkmayacağım bir yerdir.



Uzun uzun gezdik dükkanları, dayanamayıp iki minik ve çok şirin uğurböceği biblo, üç tane bez bebek magnet, bir de ebru üstüne çiçek deseni çalışılmış kitap ayracı alıp çıktım handan. Bunu da hakettim değil mi, nekahat devresindeyim, şımarma hakkımı kullanıyorum.

Hastalıktan sonra biraz yorucu olsa da iyi geldi temiz hava. Hala çok sağlıklı hissetmesem de kendimi, battaniye altından çıktım ya bu da birşeydir. İyi ki gelmiş arkadaşım İstanbul'dan ve iyi ki sayesinde çıkmışım evden, güzel bir gün hediye etmiş oldum kendime...

Ayva tatlısının fotoğrafını eklemeyecektim ışığı çok iyi olmadığı için ama Asumancım merak etmiş, hatırını kırar mıyım hiç. Kendileri tüm haşmetiyle karşınızda...


23 Eylül 2009 Çarşamba

UGH!


Aynen yukarıdaki Snoopy gibiyim; tatsız, yorgun, hasta, bakımsız:( Ankara'nın sonbaharı çarptı beni. Bütün gün genç kızlık odamdan kalma portakal rengi, çiçekli battaniyenin altında, elimde Nobel'li Le Clezio'nun kitabı "Açlığın Şarkısı", kâh okuyup kâh uyukluyarak, arada kalkıp çay, ıhlamur, çorba içerek yattım durdum. Yatmaktan kafam kazana döndü ama kalkacak gücü de yeni bulabildim kendimde. Hâlâ da gözüm yastıkta.

Sıla hasreti sardı bünyemi, evimi özledim. Az kaldı bakalım iklimin değişip Akdeniz olmasına. Akıl oğulda kalsa da bir süre değişikliğe ihtiyaç var, gidelim yenilenelim.

Bugünlük bu kadar. Mazeretim var, hastayım ben:(

22 Eylül 2009 Salı

BAYRAM RAPORU


Arife günü başlayan kırıklık ve öksürüğe günün yorgunluğu da eklenince eni konu hasta oldum bayramda, hala da iyileşmiş sayılmam. İlk defa aile büyükleri olmadan bayram geçirdik, böylece aile büyüğü biz olduk. Birinci gün akşama doğru kızkardeş, kendini "Şıpaydıymen" sanan minik yiğen ve enişte geldiler. Bayramlaşıp yemeği birlikte yedik.

İkinci gün pijamalarımı bile üstümden çıkarmadan, hönk hönk öksürerek antibiyotik, ağrı kesici ve ıhlamur eşliğinde gün boyu kirpiden zerafet dersleri aldım. Geceyarısı kitap bitmişti ama öksürük devam ediyordu.

Bu sabah uyandığımda da öksürüğüm refakatini sürdürüyordu. "Kirpinin Zerafeti" bittiği için elime Hayyam'ın rübailerini aldım keyfimi yerine getirsin diye. Birkaç dörtlük okumuştum ki telefon çaldı, kuzenimin kayınvalidesi vefat etmiş. Hayyam'ı şarap şişesiyle başbaşa bırakıp düştük yollara. Taziye ziyaretinden az önce döndük. Tatsız bir bayramdı; misafirsiz, bayram ziyaretsiz, hastalıklı ve kaybedilen hayli yaşlı da olsa ölümlü. Daha iyilerini yaşamıştık, daha kötülerinden Tanrı korusun.

Ha, bu arada itiraf edeyim, fotoğrafta görülen Rocco'nun misket limonlu ve naneli yumuşak şekerlerinin hepsini ben yedim. Bu bayramın tek güzel şeyi oydu...

19 Eylül 2009 Cumartesi

İYİ BAYRAMLAR


Annelerce en kuytu köşeye saklansa da bulunan süslü şekerlikteki şekerler, babanın bayram namazından dönerken getirdiği renkli balonlar, oruçlu günlerden sonra hep birlikte yapılan sabah kahvaltıları, kapısındaki kuyrukta uzun süre beklenerek doldurulan Eyüp Sabri Tuncer kolonyaları, konukların getirdiği karton kutulu, altı bir sıra lokum dizili, hiç açılmayıp başka bir konukluğa götürülen hediyelik şeker paketleri, çikolatinle birlikte minicik, ayaklı kadehlerde ikram edilen, parlak renklerine imrenilen ama içilemeyen likörler, ev yapımı baklavalar, mendil arasında verilen harçlıklar, hediyeler, bahşiş almaya gelen davulcular, posta kutusuna atılmayıp bayramlaşmak için postacının bizzat kapıya getirdiği, heyecanla açılıp koleksiyona eklenen tebrik kartları, Bayram Gazeteleri, çaylar, köpüklü kahveler, "Biraz daha otursaydınız" ısrarlarına "Bayram gezmesi, badem ezmesi" diyerek atılan kahkahalar, yeni giysiler, el öpmeler, sırt sıvazlamalar...

"Arife suyuyla yıkanırsan büyürsün" derdi annem. Büyüdüm. Bayramların da eski tadı kalmadı, adı "Şeker" bile olsa. Yine de bu bayram kendimiz ve insanlık için iyi dileklerimizin gerçekleşmesine vesile olsun.

Kutlu olsun...

18 Eylül 2009 Cuma

ÖLÜM, YAŞAM, YERALTI, YERÜSTÜ vs vs

Bugün annemi ziyaret için mezarlığa gittik. Bayram öncesi o tarafların trafiğini bildiğimiz için toplu taşıma vasıtalarını tercih ettik giderken. Metroyu kullandık ilkin. İki kat merdiveni inip trenin gelmesini bekleyen kalabalığa karışınca bir garip oldum. Kafka'nın "Değişim"indeki gibi ama ben hamamböceğine değil de köstebeğe dönüştüm sanki. "Hadi bakalım" dedi iç ses, "bir süre köstebek ol bakalım, neler hissedeceksin?" "Fena fikir değil" dedim iç sese ve ossaat hem kendimi hem çevredekileri köstebek gibi görmeye başladım. Eğlenceli bir durumdu, burnumu oynatarak kalabalığı yarıp bindim önümdeki vagona. Bayram nedeniyle kalabalıktı, her türden köstebek doldurmuştu treni, ayakta kaldım. Tutunduğum direğin arkasında çok genç üç dişi köstebek güle, söyleye muhabbetteydiler. Biri diğerlerini yuvasına davet ediyor, diğerleri de evde kimlerin olduğunu soruyorlardı. Babaanne köstebeğin de onlarda olduğunu duyunca "Iyyy" dediler, geleceğin babaannesi olarak moralim bozuldu bu söyleme, kınadım bu yavru köstebekleri, tabii içimden. Az sonra boşalan yere oturdum. Tepemde dikilen iki genç köstebek-ki birinin dişlerinde tel takılıydı-Japonların teknolojideki gelişimleri üstüne derin bir muhabbet içindeydiler. Tam karşımda oturan sarışınsa hayli iddialı giyinmişti metro kullanan bir köstebek olarak; askılı siyah bluzunun üstüne kocaman turkuaz boncuklardan oluşmuş bir kolye takmış, sol elinin üç, sağ elinin iki parmağına da herbirinin çakıltaşı büyüklüğünde taşları olan beş yüzük geçirmişti. Muhtemelen yüzüklerine dikkat çekebilmek için yanındakiyle sürdürdüğü konuşmasını abartılı el hareketleriyle desteklemekteydi. Ayakkabıları gözüme takıldı düşmanı olmasam da-malum dost başa bakarmış, düşman ayağa-kolyesinin turkuazıyla uyumlu hayli yüksek dolgu topukların üzerinde nasıl yürüdüğüne akıl erdiremedim. Yavaş yavaş yeraltında gitmekten ve köstebeklikten sıkılmaya, etrafımdakileri tekrar insana dönüştürmeye başlamıştım ki ineceğimiz durağa geldik şükür. Yeraltından yerüstüne çıktık ve minibüse aktardık insana dönüşmüş bedenimizi. Cehennem sıcağı vardı minibüsün içinde ve oturacak yer olmadığı için yine ayaktaydık. Biraz yol almıştık ki şoför "Yatın yere" diye bağırdı. Tarandığımızı falan düşünüp panikle çöktük, meğer trafik ekibi varmış geçiğimiz caddede. Behey vicdansız cezadan korkarsın ne diye ayakta yolcu alırsın, haydi aldın, bunu söylemenin bir adabı yok mudur? Derken bir kavşağa geldik, trafik tıkandı, herkes zar zar korna bağırtıyor. Bizim şoför kafayı uzattı, önümüzdeki özel arabanın sürücüsüne "Yürüsene be" diye çemkiriyor, öndeki "Kırmızı yanıyor, görmüyor musun" diye el, kol işareti yapıyor. "Oruç bir yandan, sıcak bir yandan insanları dellendirmiş anlaşılan, yeraltında köstebekken daha sakindi ortalık keşke orada kalsaydım" diye düşünürken sürücümüz ses tonunu iyice yükseltip düşüncelerimi böldü, hazret kırmızı ışıkta duran öndeki adama veryansın ediyordu: "Ulan sadrazam mısın, bey misin, kırmızı ışıkta durmak sana mı kaldı, bas yürü, beni ne bekletiyon arkanda?" "Pes" dedim, "pes yani, trafik kurallarına uymak suç oldu, şimdi köstebekliği nasıl özlemezsin." Sonunda sağ salim attık kendimizi mezarlığın kapısında minibüsten. "Ölüm asude bir bahar ülkesidir her rinde" demiş Yahya Kemal, doğru demiş. Dışarının keşmekeşi şıp diye bitti içeri girince. Sakin, sessiz, gölgeli yollardan geçip annemin kabrine ulaştık, duamızı edip dönerken gözüm bazı mezarlara takıldı, abartının üstüne çıkmış mezarlara, 3-4 metreyi bulan mezar taşları, oymalı lahitler, cami formu verilmiş kabirler. Acaba burada yatan rahmetliler sağken de gösterişe düşkünler miydi, yoksa yakınlarının egolarının şişkinliği midir son istirahat mekanını bile böylesine tantanalı yapan. Yunus Emre'nin dizeleri düştü aklıma:
"Şunlar ki çoktu malları
Gör nice oldu halları
Sonuncu bir gömlek giymiş
Onun da yoktur yenleri"
Tüm ölenlere rahmet dileyip çıktık mezarlıktan, yolun karşısına geçtik. Caddenin bir yanında ölüm, diğer yanında cıvıl cıvıl yaşam vardı; sıra sıra seralar. Metrodaki köstebekliğimi geride bırakmak, minibüste daralan ruhumu ferahlatmak, mezarlıkta üzerime çöken hüznü dağıtmak için daldım seralara, renk renk çiçeklerin arasına. Buyrun siz de seyredin, içiniz açılsın...




Bu sardunyalar eğer okuyorsa sevgili Sardunya için, çiçek tazeliğinde geçsin günleriniz. Sevgiler hepinize...

17 Eylül 2009 Perşembe

OBJEKTİFE TAKILANLAR

Bugün ben sustum, söz fotoğraf makinemde...

Botanik Parkı'nda sonbahara yaklaşırken

Döner valla:)

Şeffaf

Kırmızı meyve şöleni1

Kırmızı meyve şöleni2

Kırmeızı meyve şöleni3

Uğur böcekli pastane

Uğur böcekli pastane

Bekliyor

Anıtsal İletişim

Kuşlar ve Minik Kuşlar

Çocuk Olmak

16 Eylül 2009 Çarşamba

SONBAHARIN YEMİŞİ BİR DİZİ ALIÇ

Alıç sevenler, alıç görünce çocukluğuna dönenler parmak kaldırsın!..





Tıklayın, kocaman olsun:))