.

.
.

30 Mart 2013 Cumartesi

SEVDALI KUMRU*


Fotoğraftaki balkonumuzun 10. nesil anne adayı Türkan, müstakbel yavrusu ile poz vermekte. Uzun süre didiştik, bu sefer kiracı olarak kabul etmemekte kararlıydım ama olmadı. Onlar daha ısrarcı çıktı, buldukları her yere; klimaya, hortum rulosuna, yedek bütangaz tüpünün üstüne, çöp kovasının kapağına ağızlarında getirdikleri 2-3 çöpü yerleştirip yumurta bırakmaya niyetlendiler o ve Cüneyt. Sonuçta elcağızımla bir yuva yaptım ve yerleştirdim, oturur oturmaz da yumurtladı garip ve hemen ertesi gün de ikinci yumurta diğerinin yanında yerini aldı. Beklemedeyiz şimdi. 10-15 güne tüysüz, çirkin mi çirkin yavrular çıkar. Bu güzelim kuşların bebekken bu kadar çirkin olabileceklerine ihtimal vermezsiniz. Sonra o minik, çirkin şeyler hızla büyüyor ve bir de bakıyorsunuz hop uçup gitmişler.


Bizim kumru maceramız "Parmaksız Salih" ile başladı. Türkan ve Cüneyt'in büyük büyük büyük dedeleri olur Parmaksız Salih. Pençe mi denir, parmak mı her ne denirse bir tanesi kopuktu sağ ayağında. Oradan tanıyorduk zaten onca kumrunun içinde. O aralar bizim balkonda rengarenk açan saksı saksı kedi tırnakları vardı. Sanırım kuş kısmının sevdiği sebze türüne giriyordu yeşil yaprakları ki her balkona çıkışımda saksılardan birine yerleşmiş bir kumru buluyordum. Çıt çıt yiyordu o yeşil yaprakları, yemekle kalmıyor toprağını da deşip yerlere saçıyordu. Kovalarken, azarlarken gel zaman git zaman ahbaplığı ilerlettik Parmaksız Salih'le, aileden biri gibi oldu. Balkonda kahvaltı yaparken teklifsizce masaya konuyor ve peynir parçalarını, ekmek kırıntılarını didikliyordu. Fena halde yüzgöz olmuştuk anlayacağınız. Sonrasında Salih'in verdiği, arkasında "Hamili kart yakinimdir" yazan kartvizit ile çocukları torunları bizim balkonu mesken edindiler. Bir süre sonra meskenlikten çıkıp doğumevine dönüştü. Yılda iki kez çifter çifter salıyorduk yavruları gökyüzüne. Salih torunlarının mürüvvetini görmüş bir dedenin gururuyla tüylerini kabartarak geziniyordu balkonda, tabii eşiyle birlikte. Eşi, Salih'ten daha beter ilerletti samimiyeti, ben okuldayken oturma odamın tam  ortasına tuvaletini yapacak kadar vıcık bir ilişkiye girmiştik kendisiyle. Hanımefendi açık balkon kapısından girmiş ve ne kadar entellektüel olduğunu belgelemek için bol kitaplı odayı seçmişti tuvalet olarak. Neyse ki bu ilk ve son oldu, Salih'e diskur çektim, o da karısının kulağını çekti de alışkanlığa dönüşmedi bu olay.

Salih uzun yıllar yaşadı, sanırım ecdatları Tibet dağlarından gelme, temiz hava, doğal gıda alıp meditasyon falan yapmış kişilerdi ki bu kadar uzun oldu ömrü. Kendisi kuşlar cennetini boylayalı birkaç yıl oldu ama torunlarına hizmet vermeye devam etmekteyiz gördüğünüz gibi. Altın Portakal Film Festivali zamanı doğdukları için Türkan ve Cüneyt adını alan son kuşak şimdi ana-baba olmaya hazırlanıyor. Haydi bakalım bu kez isimlerini birlikte koyalım yavruların. Önerilerinizi bekliyorum...

*
"Nedir bu dünya hali
Nedir bu bozuk düzen
Dün çıktı yumurtadan
Bugün sevdalı kumru"

Oktay RİFAT /Vazife şiirinden

28 Mart 2013 Perşembe

YAĞMUR, PAZAR, NARENCİYE ÇİÇEKLERİ


İki gündür evden çıkmıyordum, pazara gittim bugün, tam zamanını seçmişim yağmura yakalandım. Biraz ıslandım ama pazarın kurulduğu sokaklarda bahçelerden sarkan narenciye ağaçları tümden çiçeklenmişti ve öyle güzel kokuyorlardı ki hiç acele etmedim. Pazarcılar haldır haldır brandalar çektiler tezgahlarının üstüne. Bir yandan alacaklarımı aldım bir yandan konuşmalarına kulak kabarttım:
-Ya tam yağ, ya dur be yağmur.
-Al abla al, tarla çileği bunlar, formonsuz.
-Kara koyun çoğusa bir yerde oranın adı Karakoyunlu, sarı keçi çoğusa oranın adı Sarıkeçili oluvermiş işte. 
-Endee çiçeklerin dediğin renginden beş dene var, isten mi?
-Adını bilmiyom yenge o otun ben, bi yaşlı deyze bıraktı satıve diye, yımırtalı mı oluyomuş ne, bi lira bi lira...
-Apla sen seç onları, ben şu çadırı açıverem gelcem.
-Çağla güzel alın deezem, gendim topladım.
-Enginarın 4 denesi 10 lira, bu taraftakilerin 5 denesi 10 lira.
-Pirokoli al gızım, çok teze.
-Kahvaltılık bu biberler, bi dene acı bulursan getir gel.
-Arılı domat, arılı...

Ben havadaki çiçek kokusunu içime çekerek dönerken güneş çıktı, lakin şimdi kara bulutlar toplanmakta. Yine yağacak anlaşılan...


26 Mart 2013 Salı

ÖZETLE

Görüşmeyeli ben iyiyim, sizi sormalı. Ne yaptım derseniz aşağıdaki fotoğrafta ayrıntıları görebilirsiniz:
-Antalya Devlet Tiyatrosu'ndan "Yol, Ter, Gül (Ahi Evran)" oyununu seyretmiş,
-Smoke (Duman) filmini izlemiş,
-Ve evde bir arkadaş toplantısı gerçekleştirmiş bulunuyorum.


İkramlarım konusunda merakınız varsa yakından buyrun:


Sırasıyla: kadayıf böreği, kıymalı poğaça, kuru patlıcan dolması, armut tatlısı, çikolatalı muffin, limonlu jöle. Haydi ben kaçtım...

24 Mart 2013 Pazar

YAĞDÖKTÜ


Güneş pırıldıyor dışarıda, hava gayet güzel. Balkona yuva yapmak için günlerdir benimle amansız bir mücadeleye girişen kumruların sesleri giriyor açık kapıdan: "guuguuk guk guuguuk guk". Artık gündelik hayatımın olmazsa olmazı haline gelen bu ötüşü ilk kez Denizli'de duymuştu Ankara'nın güvercin vıcırtısına alışık kulaklarım. Birkaç ay önce evlenmiş, ilk kez Ankara dışına çıkmıştım yerleşik olarak ve başka bir işe, öğretmenliğe başlamıştım. Hayatımdaki her şey yeniydi; eşyalarım, okulum, mesleğim, arkadaşlarım, alışmaya çabaladığım şehir, o şehrin bir kez başlayınca sokaklarını sel basmadan dinmeyen yağmurları, bahçelerden sarkan nar ağaçları, hâldeki dükkanların önlerinde kara hevenkler halinde asılı kurutulmuş patlıcanlar, Şeytan Pazarı'nda çuval çuval satılan dalından yeni kopmuş yeşil zeytinler, ne kadar cingöz olduğunu daha sonra anlayacağım deli-dolu evsahibem, bana uzaydan gelmiş bir yaratıkmışım gibi bakan komşularım, ev bulamadığımız için son anda mahkum olduğumuz duvarları yeşil, marleyleri mavi, salonun tam ortasındaki gömme dolabı pembe, camekanlı kapı bolluğu içindeki evim ve tüm bunlara yeni doğmuş bir bebeğin öğrenme telaşı ve heyecanıyla alışmaya çalışan ben. Bol yağmurlu, elektrik kesintili, ev sahibimizin uyanıklığı sonucu aldanıp aldığımız kömür nedeniyle akan sobalı, dumanlı ve kurumlu ilk kışı geride bırakmıştık. Gözüm yeşermiş otlar, mavi bir gökyüzü arıyor, kaldırım kenarlarındaki papatyalara öpücük göndererek gidiyordum artık okula. İşte böyle bir sabah o sesle uyanmıştım: "Guuguuk guk, guuguuk guk". Odanın perdesini aralayıp pek fazla çıkmadığımız arka balkona baktığımda da görüvermiştim o minik kuşları. Beni farkedince ürkmüş "pırr" diye havalanıp gitmişlerdi. "Güvercinler gelmiş" diye seslenmiştim eşime, "kumru onlar" diyerek gülmüştü kuşbiliminden pek fazla nasibini almamış apartman çocuğu karısına. "Dinle bak, onlar 'yağdöktü, yağdöktü" diye öterler" demiş ve sonra da öyküsünü anlatmıştı: "Biri kız biri oğlan iki kardeşin anaları ölünce babaları yeniden evlenmiş. Üvey anaları pek zalim, pek gaddarmış, pek korkarlarmış çocuklar ondan. Bir gün üvey ana evde yokken iki kardeş ve komşu kızı oynamaya durmuşlar. Oyun sırasında kız kardeş zeytinyağı dolu testiyi düşürüp kırmış, zeytinyağlar yerlere dökülmüş. Çocuklar korkudan ne yapacaklarını şaşırmış ve kız yere dökülen yağ görünmesin diye üstüne kül serpmiş. Lakin üvey ana gelir gelmez durumu anlamış ve hepsine fena bir dayak atmış. Ağlayan çocuklardan erkek olanı "Allahım beni ve sevdiğimi kuşa dönüştür" diye dua etmiş. Masal bu ya o anda kuşa dönüşmüş ve komşu kızını da yanına alıp uçup gitmiş pencereden. O gün bu gün hiç ayrılmadan gezerlermiş, öterlerken de şunu derlermiş: 
"Yağ dööktü, yağ dööktü
Ben döökmedim kız dööktü
Yağ dööktü, yağ dööktü
Ben döökmedim, kız dööktü"

Bu öykü ne kadar doğru, tartışılır elbet ama Antalya ve Burdur yöresinde kumruya "yağdöktü" dendiği bir gerçek. İşte bu aşık yağdöktülerin Festival zamanı mahsulü olan Cüneyt ve Türkan günlerdir benim balkona yuva yapma çabasında. On nesildir üremelerine katkıda bulunan biri olarak bıktım artık. Balkon, bebek ve ailesi taburcu olduktan sonra mezbeleliğe dönüyor, duvarları spatulayla kazıdığım vâkidir. O yüzden doğumhaneyi kapatmak ve bu mutlu çifti başka bir yere nakletmek istiyorum ama onca balkonun içinde benimkine meftunlar. Sanırım benim Denizli'den bu yana onlara olan aşinalığımı ve sevgimi fena halde suistimal etmekteler. 2 gündür beklentilerini büyüttüler, klimalı bir daireye yerleşmek istiyorlar ama nafile, bu kez kararlıyım. Balkonun her yanını poşetle donatttım vazgeçmelerini bekliyorum. Bakalım bu savaştan kim galip çıkacak...

22 Mart 2013 Cuma

ŞİİR BİR İNATTIR*

 

Malumu âliniz dün Dünya Şiir Günü idi. Buradan hareketle Antalya'da geleneksellleşmiş bir etkinlik daha gerçekleşti. 16. Antalya Altın Portakal Şiir Sempozyumu başladı ve dün akşam da "16 Altın Şair" sergisinin açılışı ve takiben  Şiir Dinletisi yapıldı. Şiirden ziyadesiyle hoşlanan bir Leylak Dalı olarak böyle bir etkinliği kaçırmam mümkün değildi tabii ki. Nitekim başlama saatinden önce mekanda yerimi almıştım bile. 

Sergi açılışından sonra kokteyle geçildi. Racona uygun olsun diye aşağıda asker gibi sıralanmış kadehlerden bir tane edinip 16 yıl boyunca ödül almış şairlerin fotoğraf ve şiirlerinin yer aldığı posterlerin arasında dolaşmaya başladık.



Ben en çok Birhan Keskin posterinin önünde oyalandım, kadehimi O'nun ve şiirlerinin şerefine kaldırdım. Salonda aralarında Altın Portakal Şiir Ödülü jüri başkanlığını yapan Doğan Hızlan'ın da bulunduğu pek çok şair ve yazar vardı; Ahmet Telli, Cevat Çapan, Şükrü Erbaş, Mahmut Temizyürek, Latife Tekin gibi...


Kokteyl sona erince şiir dinletisinin yapılacağı salona geçtik. Dinleti başlamadan Doğan Hızlan Eray Canberk'in kaleme aldığı "Dünya Şiir Günü" bildirisini okudu ve 2013 Altın Portakal Şiir Ödülü'nü kazanan şairi açıkladı: Bağbozumu Şarkıları isimli kitabıyla Şükrü Erbaş.  Sonra da dinletiye geçildi. İlkin Ahmet Telli bize kendi şiirlerinden üç tanesini okudu sonra da Şenol Morgül'ün udundan dökülen nağmeler eşliğinde Sezai Sarıoğlu'nun dağarcığındaki şiirleri dinledik. Şiir aralarında Şenol Morgül "Kanatları gümüş yavru bir kuş" ile başlayıp "Ömrün şu biten neşvesi tam olsun erenler" ile biten olağanüstü güzellikte şarkılar söyledi. Hasılı çok güzel bir akşamdı.

 

Ve programın sonunda bu yılın Altın Portakal Şiir Ödülü'nü alan Şükrü Erbaş 21 Mart'ın aynı zamanda Aşık Veysel'in ölüm yıldönümü olduğunu belirterek O'nu anmak adına kısa bir anekdot nakletti: Aşık Veysel'e hayran bir hemşehrisi onun gibi şair olmak ister, sık sık ziyaretine gider fakat bir türlü meramını açık edemezmiş. Sonunda bir gün yine bir mecliste sohbet muhabbet sonrası Aşık Veysel'i yatağına götürme bahanesiyle yalnız kaldıklarında "Usta, ben de senin gibi ozan olmak istiyorum, ne önerirsin bana" diye sormuş. Aşık Veysel şu cevabı vermiş: "Gözel sev". Anısına saygıyla...

*Alıntı



20 Mart 2013 Çarşamba

KARRRRGO, HIRRR!..

 

"Akılsız başın zorunu ayak çeker" diye boşa dememişler.  Dün Müze'ye, Opera koristlerinin konserini izlemeye gitmiş ve yanıma okuduğum kitabı almıştım; polisiye idi kendileri, ismi de "Kadıköy Cinayetleri". Konser piyanodaki bir problem nedeniyle gecikince birkaç sayfa okumuş sonra da yanımdaki koltuğa bırakmıştım pardesüm ve çantamla birlikte. Konser sonrası eve dönünce kaldığım yerden devam etmek için kitabımı aradım ama koydunsa bul. Çantayı altüst ettim yok, bir ümit Müze'yi aradım telefonla, beni güvenliğe bağladılar, görevli gidip baktı ve evet benim sarışın polisiye kendi başına koltukta oturup dururmuş. "Eh" dedim görevliye, "madem öyle, katil de komiser de bu gece misafiriniz olsun, ben biraz merakta kalayım, yarın gelip teslim alırım kendilerini".

Ve efendim o nedenle bugün annemin lafıyla "it ayağı yemiş gibi" koşturdum. Günümün büyük bir bölümünü kargolar, kargo şubeleri ve kargo görevlileri işgal etti. Sabahın ilk kargocusu bir siparişimi teslim edip gitti ama asıl gelmesi gereken önemli kargodan henüz ses seda yoktu, benim Müze'ye gidip komiser ve katili sırra kadem basmadan teslim almam gerekiyordu, ayrıca yine kargoya verilecek bir kolim mevcuttu. Kargo şubesini aradım, gelecek olan kargoyu bekletmelerini akşam uğrayıp alacağımı söyledim ve Müze'ye doğru yola düştüm. Yolda şeytan dürttü ve şubeye uğradım ki ne göreyim, benim paket gelmiş ve dağıtım için arabaya yüklenmiş bile. Kös kös geri döndüm, bir saat bekledim ve kargomu teslim aldım. Sonra ne mi yaptım? Göndereceğim kargoyu hazırladım ve tekrar aynı şubeye gittim, teslimatımı yaptım ve doğru Müze'ye ondan sonra. Yarabbi şükür komiser ve katil herhangi yeni bir vukuat yapmadan güvenlikçinin çekmecesinde beni bekliyorlarmış, teslim aldım ve çıktım Müze'den. Ben çıkarken bahçeye ne giriyordu biliyor musunuz? Bir kargo arabası, elime taş alıp fırlatmamak için zor tuttum kendimi. Mümkünse önümüzdeki bir hafta içinde bana kargo lafı edilmesin. 

Sonraa biraz papatyalar, yoncalar ve erguvanlar arasında dolandım, yorgunluktan canı çıkmış bir şekilde eve döndüm. Şu anda tabanlarım zonkluyor, elime polisiyemi alıp köşeme çekileyim.


Haa bu arada bizim Beyler bugün biraz dumanlı idi...

18 Mart 2013 Pazartesi

SEVİYORUM 2

-Jordi Savall dinlemeyi,
-Dinlerken bloglarda gezinmeyi,
-Kahvenin her türlüsünü,



-Tam göz hizamda asılı fotoğraftaki Datçalı zeytin ağacımı ve değirmenleri,
-Tüm kalorisine rağmen bademi,


-Ve eşlikçisi olarak günkurusu kayısıyı,
-Evimin duvarlarını süsleyen Füsun Ürkün tablolarını,



-Antalya Müzesi'nin heykel ve lahitler salonlarını,
-Arkadaşlarımın armağan ettiği magnetleri,


 

-Kırtasiyenin her türünü,
-Leylak desenli herşeyi,


-Leylağın bizzat kendisini, çiçeğini, yaprağını, ağacını,
-Artık koyacak yer bulmakta zorlandığım ayraçlarımı,


-Ve iki günlük rüzgar ve soğuğun ardından tekrar sıcacık gülümseyen güneşi...