.

.
.

30 Eylül 2016 Cuma

ŞALANJJJJ 1-2-3-4-5

Ne demiştik, "şalannnnjjjj" demiştik, dediysek yaparız. Yaparız ki yaş ortalaması yükselsin daha ciddi olsun :) Yalnız biraz geriden başlarız, neden, yaşlı başlı insanız çünkü. Ancak yerimizden doğruluyoruz belimizi tuta tuta, dizlerimiz takırdıyor yürürken, kalem-pardon klavye-tutan ellerimiz uyuşuk, o yüzden arkadan gideriz tin tin tin, gölge gibi (Az daha böyle devam edersem beni bakımevine kapatacaklar, iyisi mi kesip sesimi başlayım şalanjja). Efenim sorular şöyle, ben Ferminaanım'dan feyz aldım, o da Zihin Bey, Afede ve Mariposa Hanımlardan sanırsam:

1- Sizi mutlu eden bir şarkı
2- Hayalimdeki meslek
3- Öğrenmek istediğini yetenek
4- Sizi ifade ettiğini düşündüğünüz ay
5- Size ilham veren şarkı sözü
6- Dünyada değiştirmek istediğiniz 5 şey
7- Korkmasanız denemek isteyeceğiniz şey
8- Bu hafta başınıza gelen en iyi şey
9- Size birini hatırlatan şarkı
10- Size ilham veren birisi

Haydi bakalım, göbek atalım. Yok yav göbek atmayacaktık, cevap yazacaktık, o zaman ilk soruyla başlayalım ve 5'e kadar devam edelim ki gençlere yetişelim:

1- Sizi mutlu eden bir şarkı:

İlkgençliğimde oturduğumuz evde üst katta doğma büyüme "Angaralı" bir komşumuz vardı, bir şey tam istediği gibi oldu mu değişik bir vurguyla "İşteheee buuu!" derdi, beni mutlu eden şarkı-daha doğrusu türkü-de işteheee buuu, "Çömüdüm yar":


Şaka tabii, dinlemeye doymadığım, beni mutlu eden şarkı aşağıda, Göksel Baktagir kanunu ile seslendiriyor: "Yalnız Sen"

 2- Hayalimdeki meslek:

Büyüyünce doktor olmak istiyorum teyzeciğim, amcacığım. Hastalara şifa, dertlilere deva oluciiiiim (Olamadı). Hayalimdeki mesleği belirlemek bu saatten sonra biraz komik olacak ama sanırım sanatla ilgili her meslek beni mutlu ederdi. Üşenmesem üniversite sınavına girip Sanat Tarihi bile okuyabilirim ama kim uğraşacak şimdi onunla. Hal böyle iken tam 25 sene en sevmediğim işi yaptım, Meslek Dersleri Öğretmenliği, şuraya altalta 25 senede girdiğim dersleri yazayım da acıyıp hak verin bana:

-Maliye
-Ekonomi
-Muhasebe
-Çeşitli Hukuklar (Deniz Ticaret Hukuku bile, pes diyorum yahu)
-Kooperatifçilik
-Daktilografi
-Turizm İşletmeciliği
-Pazarlama
-Sigortacılık
-Reklam ve Propoganda
-Mesleki Uygulama
-Büro Tatbikatı
-İstatistik
-Turizm-Sanat Eğitimi
Ve şu anda müfredatta olmadığı için unuttuğum birkaç tane daha. Iyk, gel de sev bu dersleri. Şu anda ise en sevdiğim mesleği sürdürmekteyim, yaşasın EMEKLİLİK.

3- Öğrenmek istediğiniz yetenek:

Tam da şu ilk soruda ikinci şarkıdaki adamın yaptığı şey: Kanun çalmak, mümkünse Göksel Baktagir gibi çalmak.  Olmayacak duaya amin dediğimin farkındayım ama ne olurdu yani olsaydı. Haydi bir tane daha gelsin o zaman, "Gülrû":


4- Sizi ifade ettiğini düşündüğünüz ay:

"Nisan, Mayıs ayları/Gevşer gönül yayları" demiş diyen her kimse. Aynen öyle ilkbahar beni benden alır. Ankara'nın bahar kokusu burun deliklerime dolar mesela ne zaman düşünsem. Antalya zaten bir ilkbahar cennetidir. Kıştan nefret eden bir kişi olarak coşkuyla karşılar, hüzünle uğurlarım Nisanı ve Mayısı. Nisan dallarda tomurcuklanan çiçektir, ot kokusudur, mavi gökyüzüdür, göz kırpan güneştir, babamın kesekağıdında getirdiği çağladır, kardeşimin doğduğu aydır ve Mayıs onun ektikleriyle beslenip semirir, gelişir. Nasıl sevmem...

5- Size ilham veren şarkı sözü:

Bestesi ve güftesi Ahmet Rasim'e ait bir şarkının, "Pek revadır sevdiğim ettiklerin" şarkısının bir sözü pek ilham vericidir:

"Gez, görüş, eğlen, sıkılma, zevke bak
Bir gelir insan cihane, durma çak"

Durmadan içmesek de olur ama adam doğru söylemiş.  Haydi dinleyelim, Melihat Gülses seslendirsin:


Eh yetiştim değil mi genşler, o zaman yarına kaldığımız yerden devam :)

29 Eylül 2016 Perşembe

BİR KEZ DAHA EXPO

Çocuklar gitti, tatil havası bitti. Hüzün yaptık bir miktar ve rutinimize geri döndük. Antalya'da hâlâ yaz hükmünü sürmekte, hatta iki gündür sıcaklıkta artış bile oldu, yine de geceleri rahat uyuyoruz ve nem bezdirici boyutlarda değil artık. Şehrin en güzel zamanları başlıyor. 

Çocuklar gitmeden son etkinlik olarak bir Expo ziyareti yaptık, benim için 3. gidiş oldu ve hemen hemen görmediğim köşe bucak kalmadı. Akşam saatlerine yakın gidip geç vakit döndüğümüz için gece halini de görmüş olduk. 


Artık kurumaya yüz tutmuş kekiklerin arasına konuşlanmış bu cüceler Alman pavyonundan. Amelie'nin kulaklarını çınlattık.


Önceki gelişlerimizde en sona bırakıp yorgunluktan gezmeyi ertelediğimiz yağmur ormanları konseptli serayı bu kez gezdik. Yağmursuz bir yağmur ormanıydı. 


Ülke pavyonlarını dolaştık bir süre, kimini ilk, kimini ikinci, kimini de üçüncü kez gezmiş olsam da aşağıdaki Afrikalı hatunların renkli görüntüsü için bile gezmeye değerdi: "Baaayaaan kınaaa?"


Turunculu makineyi görür görmez yüzünü kapattı, sonra da gülerek bir şeyler söyledi ama Afrikacam yeterli gelmedi, belki de küfretmiştir, canı sağolsun :)


Orkideler ve onlara bekçilik yapan zarif görünümlü samuray (bakmayın zerafetine bir kılıç darbesiyle uçurur kellenizi vallah) yanlış hatırlamıyorsam Taiwan pavyonundan. 


Bu laleli şirineyi önceki gelişlerimde atlamışım, bu sefer fotoğraflamadan geçmedim, ne tatlı değil mi?

Güneş ufukta yavaş yavaş kaybolurken yorulduk ve acıktık. Ring seferi yapan taşıtlardan birine atlayıp simit yiyip çay içerek birak dinlendik bir cafede.



O esnada kule ışıklanmış ve gölette su gösterisi başlamıştı, simitimize eşlik etti.

Daha sonra çocuklar kulenin tepesine çıktılar, ben daha önce çıkmış ve gündüz gözüyle görmüştüm, bir kez daha niyet etmedim, gece halini de oğlumun objektifinden gördüm:


Onlar Expo alanına kuşbakışı bakarken biz de kültür merkezindeki "İnanılmaz Böcekler" sergisini gezdik. Bırrr, benim açımdan çok neşeli bir gezi olmadı, akreplerin yanından geçerken gözümü kapattım, kelebeklere yakın durdum:


Maket böceklerle canlandırmalar yapılmıştı, ilginçti:


Sergi sonrası bir müddet daha oyalandık ve sonra gitmeye niyet etmiştik ki çıkıştaki meydana kurulan sahne dikkatimizi çekti, iyi ki çekti. Çok renkli ve keyifli bir buz gösterisi izledik "Moscow Circus on Ice"dan:




Bir Expo gezisi daha böylece sona erdi. Ekim sonunda bu macera bitecek, sonrasında o alan ne olacak şimdilik bilmiyoruz, umarım halka açık ve güzel bir amaçla kullanılır. Yarın Ferminanım ve diğer bazı blogcuların başlattığı yeni bir meydan okumaya başlıyorum. Onlar 4. güne geldiler, ben de arkalarından yetişmeye çalışacağım. Haydi sağlıcakla...

23 Eylül 2016 Cuma

YUVAYA DÖNÜŞ

15 gündür uğramamışım bu mahalleye, çok işim vardı çok, hala da var ama artık bir "merhaba" deyip kendimi hatırlatma zamanı gelmişti. 

Cumartesi günü sabaha karşı Ankara'yı, henüz mantosu dikilmemiş apartmanı ve kendini hissettiren sonbahar havasını geride bırakıp Antalya'nın Akdeniz iklimine geri döndük. Neyse ki poyrazlı bir hava karşıladı bizi, nem yoktu ve böylesi harikaydı. O çıldırtıcı sıcaklar bitmişti, en azından geceleri rahat uyunuyordu, sevindik. O günden bu yana da kah evde, kah dışarda koşturup duruyor, geziyor, deniz-güneş-kum üçlemesi yapıyoruz. Bilenler bilir 30 küsur yıllık Antalyalı olarak denizle karşısında kahve içip, sahilinde yürümek dışında pek haşır neşir değilimdir. İçinde değil, karşısında olmayı tercih ederim. Ve bir çocukluk travması nedeniyle yüzme öğrenemiyorum. Bu yaştan sonra da sahilde su balesi yapılmıyor :) Birkaç yazı hiç denize girmeden geçirdim. Bu defa hafta başı gittiğimiz Adrasan'daki deniz öyle kışkırtıcı bir görüntü arzetti ki bir dahaki sefere girmeye karar verdim. Lakin mevcut mayolara giremediğim için bir adet yeni mayo satın aldım ve dün Side'de kendimi kızgın kumlardan serin sulara bıraktım (Magnum reklamından arakladım, çaktırmayın). Sonra efendim duşumuzu aldık, mayomuzu değişip kostümlerimizi giydik, Side harabelerinde bir tur atıp evimize döndük. Buraya kadar her şey güzeldi de getirdiğimiz tuzlu giysileri çamaşır makinesine atarken olan oldu. Benim mayo aralarından firar etmişti, yoktu. Denizle irtibatım o kadar kesilmiş ki yepisyeni mayomu kabinde unutabilme kapasitesine kadar ulaşmışım. Gitti gider koç gibi mayo, kalkıp Side'ye mayo aramaya gidemeyeceğime göre "Geç buldum, çabuk kaybettim/Zindan oldu hayat bana" şarkısını mırıldanıp makineyi çalışırdım ve evdekilere gururla yaptığım salaklığı anlattım. Üstelik kabine girdiğimde duvarda asılı şortu görünce "Salağın biri şortunu unutmuş, insan şortunu nasıl unutur yav" dediğimi de ekledim. Kendimi bir de sizin huzurunuzda tebrik ettikten sonra Adrasan ve Side'den görüntülerle başbaşa bırakıp kaçarım :)


Bayram kalabalığı dağılmış ama Pazar günü olduğu için günübirlikçiler işgal etmişti Adrasan sahilini
 


Plajın olduğu bölümde dağlar yemyeşil ama gel gör ki girişteki tepeler son yangından fena etkilenmiş. Ağaçlar kömür olmuş, insanın içi acıyor. Eğer bu duruma insan eli biler-isteye sebepse canlı canlı yanmasını dilerim.


Beni baştan çıkaran deniz budur işte

 
"Zeytin Gözleme"nin tavukları. Adrasan girişindeki bu aile işletmesi güler yüzlü sahipleri, lezzetli gözlemeleri, tavuklu-horozlu, zeytinli-bostanlı bahçesi ile keyifli bir mekan, yolunuz düşerse uğramadan geçmeyin.


Side'ye yıllardır yolum düşmemişti, ben görmeyeli çok değişmiş. Zamanında bu sütunların hemen yanında sakin, tenha bir kumsal vardı, şimdi iğne atsan yere düşmeyecek şemsiyeli, şezlonglu sevimsiz "beach"lara dönüşmüş. 


Epeyce bir aranıp "beach" havasından uzak bir plaj bulduk kendimize ve serildik şezlonglara. Biraz deniz, biraz güneş bir-iki saat geçirdik.


Deniz sefası bitip ben de mayomu kabinde unuttuktan sonra Side'deki antik kalıntıları gezmeye çıktık :)




Yolumuzun üstünde Side Müzesi vardı, girmeyi düşündük ama adam başı 20 lira olunca sadece Müzekart sahibi olan ben girdim, girdim de ne oldu? Antalya Müzesi'nin bahçesindeki kadar bile eser yoktu, sanırım ne çıktıysa toplayıp Antalya'ya yollamışlar.






Ama hakkını yemeyeyim arka cepheden görülen manzara güzeldi:



Müzeden çıkınca geziye devam ettik, kalıntıların görkemine olağanüstü bir bulut şöleni eşlik etmekteydi:






Bulutlara baybay dedik ve rotayı Antalya'ya çevirdik, haydi kalın sağlıcakla...


7 Eylül 2016 Çarşamba

FANTOMANTO*

 

Bahsetmiştim değil mi, iri gövdeli apartmanımıza manto diktirmeye çalışıyoruz, kalabalık bir terzi ekibi günlerdir iş başında. Mantonun kumaşı eskilerin deyimiyle İngiliz kumaşı değil haliyle, o yüzden ortaya çıkan model de haute couture değil, sıradan, sentetik karışımı bir konfeksiyon işi olacak. Rengi ve biçimi iyi seçilirse göz boyayabiliriz üçüncü şahıslara karşı, dört bir yanımızı sarmalayan straforla oksijensiz kalacak ruhumuz ve bedenimiz ise apartmanın sürekli ve bu işe hevesli mûkimlerinin sorunu. Ben kapıların pencerelerin açılmadığı kış aylarında yokum, üstelik bu işe "hayır" diyen tek kişiydim. Muhalefet her zamanki gibi azınlıkta kalınca şimdi toz, strafor taneleri, sıva kalıntıları, matkap sesi, dört bir yanımızı saran paslı iskeleler, her pencerede bir işçi kafası, boya kokusu ve sürekli bir kalabalık ve gözlenme hissiyle birlikte yaşıyoruz. Sağ yanımdaki pencere Karagöz perdesi gibi şu an, çekili güneşliklerin ardında duvarı sıvayan işçinin hareketlerini bir gölge oyunu gibi izliyorum, yanık bir türkü söyleyen sesi de hafiften geliyor kulağıma. 

Sol yan ise matkap sesleriyle şenlenmekte. Kaç gündür o kadar aşina oldum ki bu sese artık musiki gibi geliyor. Normalde rutin bir zırıltı ama arada kime sinirleniyorsa "oraya gelirsem sorarım sana" der gibi bir tempoya dönüyor. Hatta "geldim ha, geldim ha" dediğini bile duyabiliyorum zaman zaman ve hemen ayağa kalkıp saygı duruşuna geçiyorum. Ne olur ne olmaz, matkap bu, hem de en iri kıyımından, kızdırmaya gelmez. Tepemde koca bir delik açıp üstüne duvardaki gibi, çiçeğe benzeyen, şık, kırmızı bir dübel kondurabilir. O zaman ebediyen huniyle gezer, bunca zaman gizlediğimiz delirme halini dosta düşmana ilan ederiz. Saygıda kusur etmediğim halde geçen gün balkon kapısının her iki yanındaki duvarda koca bir delik açıverdiler, bir nevi gözdağı olduğunu düşünüyorum, "ayağını denk al, duvarı delen beynini de deler" şeklinde yorumladım. Evlerden ırak :)

Dert bir değil üstelik, tam "erkekseniz teker teker gelin" demelik. Bitişiğimizdeki apartman da kendisine manto diktiriyor, yani duble gürültü, duble pislik. İşler senkronize bir şekilde gidiyor diyemeyeceğim zira onların terzileri daha hamarat, malzemeleri de daha kaliteli, o nedenle çabuk ilerliyor. Paris modaevlerinde kurs görüp ders aldıklarını düşünüyorum, haute couture değilse de biraz daha butiğe yakın. İskelelerinde bile koruma bariyeri var, bizim işçiler Allah'a ve kendi çevikliklerine emanet. "Bir Delinin Hatıra Defteri"ndeki Erdal Beşikçioğlu gibi sekiyorlar demirlerin üstünde. Yalnız yan apartmanda ilginç bir durum var, binanın ön ve yan yüzlerinden biri betebe mozaik kaplı, oraya hiç dokunulmadı. Arkaya ve boyalı tek yan cepheye dikildi manto, yani yarım manto. "Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe" hesabı. "Mozaikli cephedekiler üşürse üşüsün bana ne bana ne" dedi herhalde yönetici, kendisinin diğer cephede ikamet ettiğini düşünüyor ve bu gıybetle bir miktar günah üstleniyorum :)

Şimdi matkap sesleri üst katlara doğru uzaklaşmış, gölge oyunu da pencereden balkona kaymışken izninizle biraz kitap okumak istiyorum, bu fırsat her zaman ele geçmiyor. Mantolama illetinden cümleniz uzak olsun diyor ve huzurdan çekiliyorum. 

*Ben çocukken Gençlik Parkı'ndaki Lunapark'ta "Fantomanto" diye bir korku tüneli vardı, ödüm kopardı. Bu işten de öyle tırsıyorum yani :)

6 Eylül 2016 Salı

ANKARA SOKAKLARINDA

Cumartesi günü Ankara'yı iyi tanıyan bir rehber eşliğinde Ulus'tan başlayıp Yahudi Mahallesi'nde sona eren bir Ankara turuna katıldım. 10-15 kişi civarında katılımcı vardı, Opera binası önünde buluştuk, Eski Osmanlı Bankası binasından devam edip eski adıyla Sanayi Mektebi, şimdiki adıyla Ulus Erkek Teknik Lisesi, Kediseven Sokak, Posta Caddesi, Cihan Sokak üzerinden tarihi bilgiler alarak Heykel'e ulaştık. Eski Taşhan binasından Kale'ye doğru devam ederek Roma yolu ve Roma kalıntılarını takiben Güvercin Sokağa geçtik, oradan Bentderesi hakkında bilgi alıp kısa bir çay molası verdik. Buraya kadar olan mekanlar hakkında gerek kendi merakım, gerekse kızkardeşin mesleki ilgi alanı olması nedeniyle epeyce bilgim vardı, rehberin bana çok fazla katkısı olmadı. O nedenle fotoğraf bile çekmedim, takip edenler biliyordur, çeşitli zamanlarda pek çok fotoğraf paylaşımı yapmıştım. 

Çay molasından sonra Anafartalar tarafına geçtik ve burada, daha önce görmediğim, ilgimi çeken bir şey oldu. Denizciler Caddesi ile Çıkrıkçılar Yokuşu'nun kesiştiği köşede, özel sektöre ait bir binanın arka tarafındaki apartman boşluğunda Saint Clement Kilisesi'ne ait bir kalıntıyı görmek üzere binanın merdivenlerini en üst kata kadar tırmanıp yangın merdivenine çıktık. Ortaçağ'dan kalma bir Bizans eseri olan kiliseden geriye sadece iki duvar kalabilmiş zaten. Gördüğümüz manzara şu idi, Türkiye'de tarihi eserlere verilen önemi bildiğim için pek şaşırtıcı gelmedi:



Bu da kilisenin nisbeten ayakta olabildiği zamanlardan kalma bir fotoğrafı. 

Daha sonra Anafartalar Caddesi boyunca ilerleyerek eski Adliye binasını, Gazi ve Latife ikiz mekteplerini (şimdi fakülte binası olarak kullanılıyor), Çocuk Esirgeme Kurumu'nu, Kira apartmanlarını görüp bilgi aldıktan sonra merdivenlerden inip tarihi Şengül Hamamı'nın yanından geçerek Yahudi Mahallesi'ne giriyoruz. Benim fotoğraf makinesi de çantadan çıkıp göreve başlıyor.

Buraya gelene kadar Kolej hazırlıkta İngilizce öğrenip normal liseye geçmiş bir öğrencinin İngilizce derslerine gösterdiği kadar ilgi göstermiştim anlatılanlara, zira birkaç ayrıntı dışında çoğunu biliyordum. Beni anlatılanlardan ziyade halkın bizim gruba olan ilgisi meşgul etti. Rehberin anlattıklarını dinlemek için durduğumuz her yerde etrafımızda bir insan halesi oluştu. Kimi merakla, kimi şüpheyle, kimi kızgınlıkla yanaştı. Heykelin dibindeki simitçi mesela: "Az ileri gidin kardeşim, müşterimi engelliyorsunuz, ne anlatacaksanız orada anlatın" dedi, ne diyelim gittik ileri :) Bazıları beleş bir şeyler dağıtılıyor zannıyla yanaştı, baktı ki yok öyle bir durum, "cıkcık" ederek uzaklaştı. Bir kısmı konuya dahil oldu. Güvercin sokakta Bentderesi hakkında bilgi alırken bir ağacın altına oturmuş sigarasını içerek hiç ilgilenmiyormuş gibi görünen yaşlı adam konuşma bitip ayrılırken "Kale'yi niye anlatmadın?" diye hesap sordu rehbere :) Heykelin önünde toplu fotoğraf çektirmek istediğimizde "ben çekeyim" diye yardımseverlik gösteren çok oldu parmaklıklara yaslanmış izleyen halktan. Kısa boylu, koca göbekli, pala bıyık bir arkadaş da sanki bizim gruptanmış gibi "haydi çek çek" diyerek en başa yerleşip poz verdi, fahrî Ankarasever :) Yahudi mahallesinde pencerelerden başlar uzandı, genç kızlar el salladı, yaşlı kadınlar "eski evin neyini çekersiniz" dercesine bakışlar fırlattı, ev işi yapmaktan canları çıkmış ev kadınları ise kafalarını çevirip bakmadılar bile. Gelelim Yahudi mahallesi sokaklarına, ilk gittiğim zamandan beri merak ve ilgiyle gezdiğim bir mahalledir burası, her seferinde yeni bir bina, yeni bir sokak, yeni bir özellik keşfetmek de işin zevkli yanı.

Mahallenin adı Yahudi Mahallesi ama şu anda ikamet edenlerin tamamı Türk, burada yerleşmiş Yahudi ailelerin büyük çoğunluğu İsrail'e göç etmiş. Mahallede büyük bir sinagog var ama ziyarete kapalı, hatta yüksek duvarlarla çevrilmiş. Önceleri o arazide büyük bir okul varmış ama günümüze sadece aşağıdaki çerçevesi ayakta kalan kapı ulaşmış:



Bu da sinagogun iptal edilmiş kapılarından biri. Restore edilmiş esasen ama sadece özel günlerde ayin için açılmakta imiş, onun dışında kapalı. 

Sokaklarda ilerlemeye devam ediyoruz, karşımıza yıkılmış, harabeye dönmüş, ayakta kalmaya direnen, halen oturulur vaziyette olan ya da restore edilmiş evler çıkıyor. Hepsi ayrı bir dünya, özellikle harap durumdakiler insanı hüzünlendiriyor.







Bol miktarda kedi var, kimi gruptakilerden birinin yanında taşıdığı ve kedilere rastgeldikçe döktüğü kuru mamalara yöneliyor, kimiyse çok cool, yüzümüze bile bakmıyor. Bu Sarman önündeki evle uyum sağlamış.


Havalar soğuyup yağmurlar bastırmadan yünler yıkanıp paklanmalı, yataklar doldurulup yorganlar elden geçirilmeli değil mi?

Rehberimizin ardına düşüp sokakları arşınlıyor sonunda Kargalı Sokak'ta çok ilginç bir eve ulaşıyoruz, Muhammed Yalçın'ın resimli evi:


Muhammed Yalçın 24 yaşında zihinsel özürlü bir genç. Gittiği okullardan birinde resim yeteneği farkediliyor, öğretmenlerinin aracılığı ile bir ressamdan yardım alıyor ve kendini geliştiriyor. En büyük tutkusu resim yapmak haline dönüşüyor. Fotoğrafta gördüğünüz evin dışını resimlediği gibi içindeki tüm odaların duvar ve kapılarını da bir karış boş yer bırakmadan kendi hayal gücüne göre rengarenk çizip boyamış. Evi ziyaret etmek için izin istiyoruz, Muhammed bizi kapıda karşılıyor ve her girene kartını veriyor. Kartın üstünde "Ressam Muhammed Yalçın" yazıyor, telefon numarası ve mail adresi de var. Çok iyi konuşamıyor, annesi yardımcı oluyor, tuval üzerine yaptığı resimlerin satışında ise babası söz sahibi imiş. Ayakkabılarımızı çıkarıyor ve üst kata çıkıyoruz.


Bu Muhammed,  cıvıl cıvıl desenler O'nun elinden çıkma.






Gördüklerimize hayretler içinde kalarak ayrılıyoruz oradan, Muhammed'in resim yapan elleri dert görmesin, destek olanları artsın eksilmesin.


Neredeyse üç buçuk saattir dolaşıyoruz Ulus'un sokaklarında, yorgunluk belirtileri başladı. Mahallenin son sokaklarından geçiyor ve turu bitiriyoruz.




Korkarım bir süre sonra kentsel dönüşüme mağlup olacak bu evler, bu fotoğraflar da bize yadigar kalacak. Aşık Veysel gibi bir mesaj veriyorlardır bize belki: "Biz gideriz suretimiz kalır, dostlar bizi hatırlasın".