.

.
.

31 Mart 2011 Perşembe

YENİ AİLE ÜYEMİZ

Bu arkadaş pılıyı pırtıyı topladı, hafta sonundan beri bize yerleşti. Evlerinde salça ekmek kalmamış da...

30 Mart 2011 Çarşamba

DİŞ İŞLERİ 5



 Ballıbaba görmeyeli o kadar çok olmuştu ki. Sergiden dönerken çocukluğumun bu alçakgönüllü çiçeğine bir bahçe dolusu rastlayınca baharın geldiğini anladım. Küçükken ballıbaba toplayıp çiçeklerinin dibindeki balı emmeyen yoktur sanırım. Temizliğinden emin olsam oracıkta bakacaktım tadına ama çok sayıda köpek gezdirilen bir semtteydik cesaret edemedim. Uçsuz bucaksız kırlık bir alana açılırdı evimizin arka bahçesi; gelinciklerin, papatyaların arasında koştururduk, ballıbabalardan bal toplar, pisipisi otlarını yastığımızın altına koyup niyet tutardık. Çekirge yakalayıp kibrit kutusuna hapsetmek gibi şimdi kesseler yapamayacağım birşeyi bile yapmıştım. Ah çocukluk, sen başlı başına bir mevsimsin...

Efendim gelelim fasulyenin faydalarına; bugün yine diş randevum vardı. Emaneten takılan yeni köprülerimin yükseklikleri törpülendi, sonra da çıkarılıp biraz boyu uzatılmak üzere teknisyene geri gönderildi. Dolayısıyla ağzıma eski dişlerim yerleştirildi geçici olarak. Aman Allahım bir rehavet, bir ferahlık. Korseyi çıkarıp şalvar giymiş gibi oldum, Cuma'ya kadar böyle, Cuma günü yeni bir deneme sürüşü yapacağız:))

Muayenehaneden çıktığımızda yağmur başlamıştı, hem yağmurdan kaçmak hem de çay içmek için her zaman simit aldığım simit sarayının (bu saray lafına çok tutuluyorum) tentesinin altına sığındık. Küçük bir mekan zaten, alçak tabureler ve sedirler dipdibe yerleştirilmiş, yan masadakiyle neredeyse bitişik nizam oturuyorsunuz. Benim sıra arkadaşım ben yaşlarda bir hanımdı, karşısında da eşi oturuyordu. Biz birer bardak çayı bitirene kadar üç parti kavga ettiler, sanırsınız evlerinin oturma odasındalar. Adam kadının her söylediğine itiraz edip bağırdı. İstemeden mahremiyetlerine girmiş olduk, insanlardaki bu fütursuzluğa şaşıyorum ben, kontrol mekanizmaları iflas etmiş.

Eve dönerken çiçek açmış beş tane badem ağacı gördüm, üçü beyaz, ikisi pembe. Pembe açanların acıbadem olduğunu biliyor muydunuz? Doğa acı olana daha güzel bir çiçek bahşederek dengeyi sağlıyor galiba.  Ne renk olursa olsun, beyazı da, pembesi de, eriği de, bademi de baharı müjdeliyor ya acı-tatlı farketmez...

29 Mart 2011 Salı

CEMİLE BEBEK KİMİ SEVİNDİRECEK?

Bu Cemile...
Biraz önce tarafımdan imal edildi. Kendisi 23 Nisan-Lösev Oyuncak Etkinliği'ne katılacak. Belki boynu bükük bir çocuğun yüzünün gülmesine sebep olur. Bu konuda bilgi almak ve katılmak isterseniz "Bulut Gölgesi" blogunun sahibi Tülin Hanım'ın linkine bir bakın. Çocuklar hiç üzülmese, hiç ağlamasa, hiç hasta olmasalar keşke...

28 Mart 2011 Pazartesi

BU SERGİ BAŞKA SERGİ...

Uzun süredir hayal ettiğim birşeyi bugün gerçekleştirdim. "Ölmeden Önce Yapılacak 100 Şey" listesinden bir maddeye daha çizik attık şükür. Gerek basından, gerek internetten Zerrin Tekindor'un resimlerini görüp hayranlıkla seyrediyordum ve orijinallerini görmek için de müthiş bir istek duyuyordum. Bu istek nihayet bugün yerine geldi. Zerrin Tekindor'un,  bir filme konu ve mekan olmuş ünlü "Siyah-Beyaz Cafe Bar"ın bünyesindeki Siyah-Beyaz Sanat Galerisi'nde sergilenen resimlerini gittim, gördüm ve büyülendim. O kocaman gözlü, uzun kirpikli, gizemli kadınları tuvalden kucağıma atlayacak kadar yakından görüp inceledim. Kullanılan malzeme, teknik, tarz herşey olağanüstüydü, fotoğraflarda gördüğünüz hiçbirşey değil. Mutlaka tabloların aslını görmelisiniz. Ankaralı blogger arkadaşlarım, bence ayağınıza gelmiş bu fırsatı kaçırmayın. Sergi 13 Nisan'a kadar açık, Kavaklıdere Sokak No:3 deki Siyah-Beyaz Sanat Galerisi'nde. Gidin, görün ve içiniz açılsın. Zerrin Tekindor'un "Vahşet Tanrısı"nda şahit olduğum muhteşem oyun gücünden sonra resimdeki yeteneğini benim gibi sizler de test edip onaylayın. Şimdi ben susayım, resimler konuşsun...










27 Mart 2011 Pazar

ZAMANI ŞAŞMIŞ GÜN

Ağzımın içine diş köprüsü adı altında Toros dağ silsilesi yerleştirileliberi 5 gün oldu. Alışmam bekleniyordu, alışmadım arkadaş, alışamadım. Hem niye ben dişe alışıyorum, diş bana alışsın ayrıca bunun hazır alışılmışı yok mu? Günlerce ağrı, sızı çek, yemek yiyeme, hatta konuşama, üstüne bir sürü para ver sonra bir de alışmaya uğraş. Ne bela iştir bu yahu. Dişin tohumu olsa, eksek boşluğa, kök salıp büyüse, âlâ olmaz mı Hanımın Çiftliği'nde söyledikleri gibi. Olur, hem de "alîyülâlâ" olur. Velakin kader utansın, yok öyle bir güzellik. İş alışmakla çözülecek illa. Herşeye alışmıyor muyuz zaten? Mozilla Firefox'un yeni versiyonunu yükledim, "sevmedim bunu" deyince oğlum da "alışırsın" dedi. Alışmayacağım işte, hiçbirine alışmayacağım. Yarın gidiyorum bu dişleri elden geçirtmeye; beş gündür çiğnerken yağsız kapı gibi gıcırdıyor, bir yandaki yükseklikten ağzım yamuldu, "s"leri söylerken yılan gibi tıslıyorum, sürekli olarak tükürmek hatta kırmak istiyorum, hayırlısı bakalım, diş mi galip gelecek ben mi?

Şu yukarıdaki Nijeryalı bebeği kızkardeş hediye etti bana bugün; ismi Şetaret. Yalnız ayakkabısının teki memleketinde kalmış, eve gelince farkettim. Öğlen Kitap Fuarı'na bir kez daha gitmek için kızkardeşle sözleşmiştik. Pazar olması ve gece çok geç yatmış olmam nedeniyle 10.30 civarında güne merhaba deyip ağır ağır toparlandım.Geç bir kahvaltı tabağı hazırlayıp bilgisayar başına yerleştim ki ne göreyim, saat 12.30. Şaşkın şaşkın bir kol saatime, bir bilgisayar ekranına bakarken birinin Facebook'a yazdığı yazıdan saatlerin ileri alındığını okudum. Buluşma saatimiz 13.00, gitme sebebimiz o saatte kitaplarını imzalayacak bir arkadaşı görmek.Nasıl fırladım oturduğum yerden, nasıl giyindim bilemedim. Bu yetmemiş gibi bir de telefon edip kızkardeşi alarma geçirdim. Fuara ulaşıp imza standına geldiğimizde ne yazar vardı, ne de bekleyen. Görevlilere sorduk, saat 13.00'de başlayacağını söylediler. Ben kolumdaki saate bir göz attım: 13.30, gayet kendimden emin "Eee yarım saat gecikmiş, saatler ileri alındı ya" deyince hepsi birden gülmeye başladılar. Meğersem yarın olacakmış o eylem. İki ayağımı bir pabuca soktuğuma mı yanayım, rezil olduğuma mı:)

Bildiğim fuarı bir kez daha gezdik bir uçtan bir uca, gezmişken bir-iki kitap daha aldım, sonra standa  imza için gelen arkadaşımla görüştüm. Kitaplarla vedalaşıp gelmişken gezelim diyerek arka taraftaki Hediyelik Eşya Çadırına yollandık. Herzamankinden farklı birşey görmedik gerçi ama vakit geçirmiş olduk, sonra da yanımızda Şetaret, günü bir saat ileride yaşamış olarak döndük evimize. Şimdi Behzat Ç. zamanıdır...

26 Mart 2011 Cumartesi

5. ANKARA KİTAP FUARI'NDAN NOTLAR

Aslında bugün hiç niyetim yoktu, açılış günü geçsin diyordum ama dışarıda parlayan güneş ve kitapların bulunduğu bir ortamın dayanılmaz cazibesi beni 5. Ankara Kitap Fuarı'na yöneltti. Geçen yıldan bildiğim için fazla bir beklentiyle gitmemiştim o nedenle herhangi bir hayal kırıklığı yaşamadım.
-Fuarın kapsamı çok geniş değil, öyle çok sayıda tanınmış yayınevleri falan beklemeyin.
-Genellikle standlarda çeşitli yayınevlerinden çıkmış kitaplar karma olarak satılıyor.
-Hepsine sormadım ama ufak çapta indirimler var, Sel Yayıncılıktan aldığım kitaplar % 30 indirimliydi örneğin.
-Geçen yıl katılan tüm yayın ve dağıtım firmaları bu yıl da katılmış, standları bile aynı yerde.
-Geçen yıl kitaplarını imzalamak için fuara gelen yazarlar bu yıl da fuardalar. 
-İlk gün olduğu için tenhaydı, rahat dolaşıldı. Hafta içi topluca getirilen ve kitaplardan başka herşeyle ilgilenen öğrencilerden dolayı çekilmez olur. 


-Sınav hazırlık, test ve çocuk kitapları çoğunlukta. Bugün çocuk kitapları yazarı Miyase Sertbarut kitaplarını imzalıyordu.
-Fuar alanının tamamına fena halde kebap, köfte ve soğan kokusu hakimdi, kitap ve mürekkep kokusunu bile bastırmıştı. Böyle olması çok doğaldı zira standlardaki görevlilerin çoğu kıtlıktan çıkmış gibi dürüm ya da kebap götürmekteydi.
-En ilginç olanı kitap standlarının arasına yerleşmiş kravatçıydı, renk renk, dizi dizi kravatlar asker gibi sıralanmıştı. Kitaplara saygı gereği olsa gerek:)
-Bunun yanısıra Kitap Fuarı'nda tur, yazlık ya da termal tesis tanıtımı yapan standlar neden mevcuttu anlayamadım. Madem kitapları aldınız rahat bir yerde okuyun demek istiyorlardı galiba. 

Bugünlük bu kadar, Pazar günü bir kez daha gideceğim, imza gününe katılan bir arkadaşımı görmek için. Farklı birşeyle karşılaşır mıyım bilmiyorum, sonuç olarak Ankara'da Kitap Fuarı ancak bu kadar oluyor...

25 Mart 2011 Cuma

DİKİŞ GÜNÜ

Dün bütün gün eve kapattım kendimi. Ülkenin ve dünyanın gündemi tahammül edilmez boyutlarda, kaplumbağa gibi kabuğuma çekilmek istiyorum. Neredeyse günün tamamını şu yukarıdaki emektarın başında geçirdim. 60 yıla yakındır bunun yaşı, ta annemin genç kızlığından kalma ama değme çıtırlara taş çıkartır. Makine aksamına dokunulmadı fakat mobilya kısmı bir kere estetik operasyon geçirdi. Babam daha yeni bir dikiş makinesinin gövdesiyle bununkini değiştirmişti 10-15 yıl kadar önce ama ben hala eski ahşabını ararım elimin altında. Daha koyu renk, daha pürüzsüz ve daha tanıdıktı herşeyden önce. Mesela makine kısmını içeri alınca üstüne kapatılan kapak çocukluğumun evcilik oyunlarına az iki oda, bir salon  hizmeti vermemiştir. Bir de ahşap kutu vardı; masif ceviz, iç kısmı yeşile boyalı ve bölmeli. İlk hali neye hizmet ediyordu bilmiyorum, ben tanıştığımda babamın ayakkabı boyalarına evsahipliği yapıyordu. Lakin ben o kutuya bayılıyordum, çaktırmadan alıp boyaları boşaltıyor ve bebeklerimi iki oda bir salon dikiş makinesi kapağından ayakkabı boyası kutusu villaya taşıyordum. Sahi nerede o kutu, ben onu bir arayayım, bulursam elden geçirip sahipleneyim.

Makinenin başına geçince önce daralmak için bekleyen pantolonları en az iki beden küçülttüm ağzım kulaklarımda. Sonra da bu yıl başlattığım 3D Projesi'nin sonuncu D'si kapsamında şu gördüğünüz kumaşlara el attım; bunlar minik keselere dönüşmeye başladılar, açıklamalar daha sonra. O kocaman sarışın makas sürfile makası, geçenlerde aldım. Onunla kesmek çok eğlenceli, önüme gelen herşeyi zigzag doğramak istiyorum. Tezgahtar gösterdiği üç makasın içinde bunu almam için özellikle ısrarcı oldu, sarışınlardan hoşlanıyor belli:) Özlemişim makinede dikiş dikmeyi, ışık durumu engelleyene kadar tıkır tıkır diktim, parmağımı kollayarak tabii ki. Zira yıllar önce teyellemeye üşendiğim bir kumaşı bir yandan toplu iğnelerini çıkararak dikmeye çalışırken sol elimin işaret parmağını da dikmiş, kırılarak tırnağımın üstünden girip parmağımın altından mavi ipliğiyle çıkan makine iğnesini gülmekten gözlerim yaşararak pense ile çekip almıştım. Acısı sonradan çıkmış, kemiğe denk gelmediği için de şanslı saymıştım kendimi. Anlayacağız geçmişi pek masum değil bu makinenin, birtakım kanlı olaylara imza atmışlığı da var:)

Ve akşam, Fatmagül'ün suçunu analiz etmeden önce mutfak masallarında gezindim yaseminlisi bittiği için güllüsüne (ki kendisiyle akraba sayılırız isim yönünden) talim ettiğim yeşil çayımla birlikte. Her zaman yemek kültürü ilgimi çekmiştir, Ayşe Kilimci de öyle güzel anlatmış ki çocukluğunun tatlarını, yemek ritüellerini. Pekçok yerinde kendi çocukluğumu buluyorum. Altını çizdiğim birkaç şey oldu, birini paylaşmadan geçemeyeceğim çok sevdiğim dayımın anısına:

"Çayın şarabî ummanından, rakının ağaran ve avutan ufkuna geçerek büyür dayılarımız, terkilerinde umutsuz mahalle arası aşklarıyla..."

Peki ben bugün evde oturup dikiş dikmeye devam mı etsem yoksa dışarıda neşeyle göz kırpan güneşe uyup bugün açılan, pek kapsamlı olmasa da en azından kitapların arasında olacağım "5. Ankara Kitap Fuarı"na mı gitsem? Ne dersiniz?

23 Mart 2011 Çarşamba

BİR SÜRÜ ŞEY SIĞAN GÜN

Aman, aman, aman, pek yoğun bir gündü. Dizlerim, dişlerim ve ben yorulduk ama olsun, değdi.
Sabahla öğlen arası bir saatte gittiğim kuaförümün kapısında çifte kilit görünce biraz bozuldum doğrusu. Azimliydim, caymadım, yolüstünde gördüğüm uygun bir kuaföre uğramak kararıyla devam ettim. 3 yıl önce İstanbul'da böyle kuaför ararken adımı taşıyan bir salon görüp hemen dalmıştım içeriye, bunu düşünerek bakınırken rastladığım tabela "münasiptir" dedirtti bana, iki dakika sonra da aynanın karşısındaki koltuğa yerleşmiştim bile. Zira kuaför salonunun ismi lisedeyken bana takılan lakapla aynıydı: "Eftelya". Saçlarım lakapdaşım kuaförün hizmetinden memnun yoluma devam ederken bunun günün güzel geçeceğine bir işaret olduğu kanısındaydım ki ikinci işareti aldım (bugün mistik takılıyorum), sabah yataktan kalkar kalkmaz aklıma gelen şarkı caddeye kurulmuş müzik sisteminden son ses yankılanmaktaydı. Aman da ne hoş, attım kendimi metroya, istikamet Yenimahalle. İndiğim istasyondan aradaşlarla buluşacağım yere kadar geçmişe bir yolculuk yaptım. Metro istasyonunun hemen önünde anneannemin evi, karşısında mezun olduğum ortaokul ve lise. Çocukluğumun en güzel yıllarını geçirdiğim bina iyiden iyiye yaşlanmış, kendisini yerle bir edecek bir müteahhit bekliyor. Gözlerim her daim yazın balkondaki tahta sedirde, kışın camın önünde oturup sokağı seyreden anneannemi aradı üst kat penceresinde, gideli 17 yıl olduğu halde. Okulumsa garip bir asker yeşili-bej karışımı renge boyanmış, oysa ben onu hep eski pembe rengiyle hatırlıyorum; anneannemin "dikolta" dediği iç gömleğinin tıpatıp aynı rengindeki pembeyle. Karşıya geçip Musta Bakkal'ın camekanı maviye boyalı kırtasiye-bakkaliye dükkanının yerini almış cep telefonu bayiinin önünden devam ettim ve ayak izlerimi aradım, oysa bina bile yıkılmış, yerinde koca bir apartman yükseliyor. Gözüm eski, tipik Yenimahalle evlerini aradı cadde boyunca. Şaşırarak bir tanesinin, giriş katında arkadaşım Serap'ın babasının terzihanesinin olduğu üç katlı evin yerinde durduğunu gördüm. İlkokula giderken bahçe çitlerini saran kuzukulaklarını koparıp yediğimiz tek katlı binaysa yer ile yeksan olmuş yerine betebeli bir kazulet dikilmişti. Ağzımda kuzukulağının ekşisiyle yürürken kocaman yeni apartmanların arasına sıkışmış, gariban görünüşlü küçük kırmızı evi görüverdim.Yan tarafındaki merdivenle inilen, şimdi terkedilmiş gibi duran küçük bölmede ilk kitaplarımı aldığım Karakedi Kitabevi vardı, sonra kapandı. Ardından giriş katındaki, şu an emlakçıya dönüşmüş dükkana bir öğretmenimiz Kırtasiye mağazası açtı ve bize  nedense hep oradan alınacak malzemelerle yapılacak ödevler verdi:)

İlkokulumu gördüm sonra, kışın kayarak indiğimiz ve pek dik sandığımız yokuşu, önündeki seyrek çamlığı, sınıfın penceresinden görünen, boş derslerde resmini yaptığım camiyi, köşedeki, prenses pastasının tiryakisi olduğumuz, hala faaliyetini sürdüren pastaneyi, lisedeyken güzellik yarışmasına katılıp finale kalan arkadaşımızın hala yıkılmamış evini, doğumgünlerimde fotoğrafımı çektirdiğimiz Foto Lale'nin yerine açılmış bir başka fotoğrafçıyı, önlüklük kumaşlarımızı aldığımız eski Sümerbank binasını. Çirişli bez kokusuyla dolan burnum karıncalanıp gözlerim sulanmak üzereydi ki buluşacağımız pastaneye geldim. Orada beni iki  genç ve güzel blogger hanım (Şuşu ve Meyra) bekliyordu. Küçük bir zaman dilimine kahveli, çaylı, ayçörekli bir sohbet sığdırdık ve ben her gelişimde olduğu gibi hüzünle karışık bir mutlulukla ayrıldım Yenimahalle'den.

Günün ikinci yarısı diş randevumla başladı. Şu anda ağzımda görünümü oldukça güzel yeni köprülerim var, lakin dişten ziyade Toros Dağları yerleştirilmiş gibi damağıma. Doktorum geçici olarak yapıştırdı ve Pazartesiye kadar alışacağımı söyleyerek yolcu etti beni. Tüm kalbimle öyle olmasını arzu ediyorum, yeniden yapılması için aynı eziyete katlanamayacağım zira. Diş hekiminin muayenehanesinden ağzımda parıldayan, fabrikadan yeni çıkmış dişlerimle çıktım ve bir başka arkadaşımla buluşup günün geri kalanını da bitirdim. Gün güzeldi, umarım dişlere de alışırım, bıktım zira. Hepinize sevgiler yolluyorum...

21 Mart 2011 Pazartesi

MART AYI SERGİSİ

Yorgunum bugün, ayrıca dişlerim fena halde sızlıyor, bıktınız değil mi benim dişlerimle ilgili vırvırımdan ama biraz daha sabır bu hafta sonu bitecek inşallah. Tabii bir sorun çıkmazsa. Bugün metal provası yapıldı, pek rahat olmadı sanki ama bakacağız. Kesik dişler bu esnada açıkta kaldığı ve geçici jacketler öylesine yerleştirildiği için fena halde sızlamakta ağzımın içi. Gelgelelim gezenti ruh durmuyor, gel evine ilacını al, yat uyu değil mi? Olmaz, arkadaşla buluşuldu ve sergiye gidildi. Çağdaş Sanatlar Galerisi'nde "Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltraşlar Derneği"nin sergisini gezdik, çok güzel resimler ve heykeller gördük içimiz açıldı. Sonra arkadaşım bana sergi katalogunu alıp hediye etti, Sanat Cafe'ye konuşlandık, çaylı-kahveli uzun bir sohbet yaptık. Sefamız oldu mu, oldu tabii ki, varsın ağrısın dişler, geçer nasılsa. Haydi buyrun siz de seyredin en güzellerinden birkaç tanesini...

Selmanur Aktaş

 Şükran Pekmezci

 Aynur Ocak

 Çiğdem Öztürk

 Himmet Gümrah

Kayhan Aybatlı

Reva Kabael

19 Mart 2011 Cumartesi

CUMARTESİ'YE DAİR

İki gün önce çalan kapı zili Makbule'ye fotoğraftaki güzel mi güzel elbiseyi getirdi. Makbule mutlu, ben mahcup ve duygulu kalakaldık öyle. Kılıfın güzelliği ve zerafeti bir yana asıl onu yapan kişinin zerafetine hayran oldum. Her zaman kişiye özel, onu yansıtabilen hediyeler seçmeye gayret ettim, bana bu özellikte hediyeler gelince de ne kadar mutlu olduğumu söylememe gerek yok sanırım. Bu kılıfın kendisi, yapılışındaki ince düşünce, eklenen karttaki hoşluk ve bana kazandırdığı dostluk kalbimdeki "Hayatıma anlam katan küçük şeyler" çekmecesinin en nadide yerine yerleşti. Balkondaki kadına bir kez daha teşekkür ediyor ve kucak dolusu sevgiler yolluyorum...

Bugünü tembelliğime tavan yaptırma günü ilan ettim. Hiçbir iş yapmamak niyetindeyim, herşey atıldığı köşede dinlenmeye devam edebilir, tıpkı benim gibi. Her ne kadar bilgisayar masamın üstündeki karmaşaya baktığımda başım dönüyorsa da bir tanesini bile kaldırıp yerine koyma isteğinde değilim. Bulundukları yerde; ağrıkesiciyle boş antibiyotik şişesi, kapağı açık dikiş setiyle el kremi, "Fırat" biblosuyla cep telefonu, yeşil çay kupasıyla Zeki Müren CD'si, üstüste dizilmiş ajandalarla Şükran Atay Pekmezci'nin sergi katalogu, sırtüstü yatmış Snoopy ile gözlüklü yeşil kurbağa, gidilememiş "Gölgeler ve Suretler" filminin gala davetiyesi ile flash bellek, Stevya poşetleri ile kağıt mendiller, sıvı silikon tüpü ile siklamen rengi, göbeğinde "I love you" yazan minik tavşan birlikte yaşamaya devam edebilirler. Yaşasın objelerin kardeşliği...

Bugün beni harekete geçirecek tek eylem akşama doğru gideceğim, neredeyse 25 yıldır görmediğim çocukluk arkadaşımın oğlunun nikahı. O zamana kadar da gelsin miskinlik...

17 Mart 2011 Perşembe

KALE'Yİ BLOGCULAR BASTI

Bugün çok güzel, ılık, güneşli bir gündü.
Diş ağrım ve ben birbirimize tahammül etmeyi öğrendik.
Sonra ben, Mavi Balon Şeniz, Bilge ve annesi buluştuk Kale'ye doğru yola çıktık. İzmir'den ağır misafirimiz geldi, yükseklerde ağırlamak gerekir değil mi:)
Atpazarı'ndan yürüyüp Kaleiçi'ne geldik. And Cafe'ye yerleştik kuşbakışı Ankara manzarasına karşı. İzmir'den sonra Şeniz'e manzara gibi gelmemiştir ama birlikte olunca bunun pek önemi kalmadı. 
Yukarıdaki harika resim Bilge'nin bana armağanı. Ortadaki kaplumbağaya hazine sandığıyla korsan, köpek ve dinozor eşlik etmekte. Ben bayıldım, sanırım siz de çok beğendiniz.
Aslında Bilge'nin resmine annesinin fimodan yaptığı kırmızı gül formunda çok güzel bir yüzük de eşlik ediyordu ama hain Makbule kıskandı galiba, onun fotoğrafını hatalı çekmiş.
Kahvelerimiz bitince kalktık, istikamet Pirinç Han'dı.


Bu güzel hanım ressamımız Bilge hanım, "peyniiir" diyerek poz veriyor.
Pirinç Han'da yeteri kadar gezdikten sonra "Baykuşlar ve Diğerleri" dükkanına gitmeye karar verdik ama 4 kişinin içinde en Ankaralı olan ben daha önce 2 kez gidip 3 kez de önünden geçtiğim dükkanı bulmak için zorlu bir savaş verdim. Kızları indirip çıkarmadığım merdiven, sokmadığım ara sokak kalmadı, bu yetmezmiş gibi bir de "bu konudan blogda bahsederseniz karışmam" diye tehdit ettim. Sonunda bulduğumuzda sağ elimizle sol kulağımızı gösterdiğimizi farkedip gülüştük, Pirinç Han'ın hemen yanıbaşındaymış dükkan. Natalicim senin için fotoğraf çekecektim ama Makbule'nin bugün huysuzluğu üstündeydi, bu defa da şarjını bitirdi. Diğer arkadaşların makinesindeki fotoğraflar gelince ekleyeceğim, şimdilik beni mazur gör.


Kaleiçi'nden bir görüntüyle bitireyim. Biz bugün çok güzel bir gün geçirdik, Şenizcim yine gel; Bilge, annesi ve ben  seninle birlikte olmaktan çok keyif aldık, biliyorsun değil mi:))

16 Mart 2011 Çarşamba

DİŞ İŞLERİ 4

"İstanbul'da bahar bacağını salladı" demiş Lale, e İstanbul bu bacağını da sallar, zil de takar anacım, kaç kocadan artakalmış Bizans aşüftesi. Bizim Ankara öyle cilve milve yapmayı bilmez, değil bahar yaz bile gelse. Ne de olsa ağır oturaklı bürokrat şehri, yapsa yapsa hafiften bir reverans yapar. Netekim öğleye doğru diş randevuma gitmek için sokağa çıktığımda güneş önümde eğiliverdi kendini göstermek için. İşin şakası bir yana bahar bugün artık iyiden iyiye podyumlara çıktı, her ne kadar Aslım bidenem "erken sevinmen, daha kocakarı soğukları gelecek" diyorsa da kocakarı dediğinin ne kadar gücü olur ki, iki günde işini tamam ederiz onun:)

Bahar gelmişti gelmesine de ben bahar havasının tadını çıkaramadan kendimi muayenehanede, diş hekiminin koltuğunda buldum. Sağlı sollu iki adet dişimin kesilmesinden önce ve sonra  muhtelif renk, tad ve kokularda çamur kıvamında birtakım maddeler değişik ebatlarda fırıncı kürekleri içinde (Müge duymasın:) ağzıma girdi çıktı. İğrençti ama doktorumdan aferin aldım öğürmediğim, mızmızlanmadığım için, karneme pekiyi yazıp yıldız attı. Sonra da dişlerimi tornalamaya başladı; ben içinde bulunduğumuz yılın Çin takvimine göre Tavşan Yılı olmasından ötürü kesimin tavşan şeklinde yapılmasını istedim ama doktorum henüz heykeltraşlık mektebinden diploma almadığı için isteğimi reddetti, hem tavşanın kulakları takılıp sorun oluşturabilir dedi. Çaresiz sade bir kesime razı oldum ama en azından bir iki çiçek motifi atsaydı ya:(  Uyuştuğu için yamulmuş ağzım bir karış açık,  su emici zımbırtı (adı ne onun Müge?) damağıma yapışık, üst öndeki eksik dişlerin çehreme kattığı ekstra güzellik ve zerafetle kesim işleminin bitmesini cızırtılar eşliğinde beklerken bir yandan doktorum ve yardımcısının konuşmalarına kulak misafiri olup sohbete katılamadığım için de kahroluyordum. Sonuçta kesim bitti, koruyucu jacketler takıldı ve prova randevusu verilerek uğurlandım. Ben ve diş ağrım kendimizi güneşli bahar havasına atıp bir "oh" çektik ama çekmesek daha iyiymiş, çekilen her "oh" yol, su, elektrik-pardon sızı-olarak geri döndü. Yamuk ağzımı kağıt mendille kapatarak birtakım mağazalara girdim çıktım, bir giyim mağazasında yüklendiği 5-6 elbiseyi yangından mal kaçırırcasına kasaya yetiştirmeye çalışan bir hanım kızımız askının ucunu yün ceketimin koluna takıp kocaman bir ilmeği kaçırdıktan sonra kısaca "pardon" deyip yoluna devam etti. Şükretsin ki ağzım eğriydi ve kelimeleri toparlamakta zorlanıyordum, ters ters bakmakla yetindim. Zira ağzımdan içeri giren her hava kırıntısı kesilen dişlerime "ben burdayım" diye çığlık attırmaktaydı. Sonra birkaç parça kumaş almak için kumaşçı mağazasına girdim, aradığım kumaşları el yordamıyla bulduktan sonra ilgilenecek bir tezgahtar beklemeye başladım. Kimsenin umurunda değildi, sonuçta zor bela ağzımı açıp birisinin bakmasını istedim. Falanca filancaya, filanca falancaya havale etti, yine gelen giden olmadı. 10. dakikanın sonunda tezgahın arka tarafında çömelmiş duran birisinin sırtını farkettim, "B ak a r mı y dın ız" diye seslendim (harfler ağzımdan aynı yazdığım gibi çıktı, dudaklarımı toparlıyamıyordum zira:). Gençten biri gönülsüz gönülsüz yanaştı, "bu müşteriler  insana yemek de yedirmiyor" dedi. Buyrun!.. Kaza geliyorum demiyor arkadaşlar, lank diye insanın önüne düşüyor ama uygun zamanda değil. İçimden fena halde çemkirmek geldi ama ne dediğim anlaşılmıyordu ki çemkirsem. Çaresiz "La Linea"daki gibi abuk subuk birşeyler mırıldandım ve aç tezgahtarın  istediğim kumaşları gönülsüzce kesmesini izledim. Sonra birtakım tuhafiye malzemesi için yan taraftaki mağazaya geçtim. Ben birşeyler seçerken kadının biri üstüste duran kumaşlara bakıp görevliye "Bunlar ne için?" diye sordu. Görevli "Patchwork için" dedi. "O ne?" diye sordu kadın tekrar, "Patchwork, patchwork, hani kumaşları kesip birleştiriyorsunuz ya" diye açıkladı genç. "Haaa" dedi kadın "şuna Peyçbuk desene, yanlış söylüyorsun". Kadın yan tezgaha yönelirken biz görevliyle gülme krizine girmiştik bile hem de toparlayamadığım ağzıma rağmen.

 Bu kadar aksiyon yeterli diyerek evin yoluna vurdum kendimi. İçim açılsın diye Sakarya çiçekçilerinin arasından geçtim, baharı iyice hissettim. Şimdi ağrıyan dişlerimi biraz rahatlatmak için ilaç içeceğim, bir faydası olur mu bakalım. İlaç deyince aklıma geldi, artık rahmetli olan Kilisli bir komşumuz vardı, çok yaşlı bir karı-koca. Ağrı, sızı çeker dururlar durmadan, ilaç da etki etmiyor bir zaman sonra, gelip anneme dertlenirlerdi: "Elleç içok olmooor, heb yudok olmooor, ne poh dökek". Tercümesini de yapıp kaçayım: "İlaç içiyoruz olmuyor, hap yutuyoruz olmuyor, ne b.k yiyelim". Baharınız hoş gele...

14 Mart 2011 Pazartesi

HAFTAYA GÜNEŞLE BAŞLAMAK


Şu anda fena halde sırtım ağrıyor olsa da güzel bir gün geçirdim bugün, az evvel blogspot üzerindeki yasak kararının kalktığını da okuyunca katmerlendi keyfim. Sabah önce Roma'yı inşa edip tamamladım, aman ne güzel oldu. Aslında daha evvel 156789 kere falan kurmuştum Roma'yı ama bilgisayarım revize edilirken uçmuş oyunun ilk versiyonu, biz de daha yeni bir versiyon yükledik. Önceki daha klasikti, bu daha modern, şükürler olsun belirlenen sürede bitirdim inşaatı, arsa sahiplerine kira ödemekten kurtuldum:)) Sonra epeydir ertelediğim çok önemli bir işe giriştim; yeniden yapılanma sürecim nedeniyle en az iki beden bollaşan ve üstüme giydiğimde beni ablasının eskisini giymiş küçük kardeşe benzeten pantolonlarımı daralttım. Bu sayede annemin çeyizinden kalma dikiş makinesiyle de hasret giderdim. Üzerindeki 40 yıllık çıkartmayı; kocaman bir aslanı halkadan atlatan kırmızı pantolonlu, lepiska saçlı kızı görünce de eski bir dostu görmüş gibi oldum. Bundan sonraki eylemim kuaföre gidip kahküllerimi kestirmekti. Baharı müjdeleyen güneşli havada, eriyen karların oluşturduğu dereciklerin üstünden atlayarak kuaföre ulaştım. Her zaman bomboş olan salonda bu kez saçlarını fönleten bir grup "altın günü bayanı" vardı. İçlerinden Neriman Köksal'ın son yıllardaki görüntüsüne tıpatıp benzeyeni esmer yüzünü çevreleyen karamel rengi, kıvırcık saçlarına fön çeken kuaföre "İyice kabart, iyice kabart ki saçım gür görünsün" diyordu. Saçları istediği kabarıklığa ulaşınca kuaföre teşekkür edip leopar desenli parlak kadife bluzu ve file çoraplarıyla kendinden emin çıkıp gitti salondan.

Öğleden sonra daha önce sizlere sözünü ettiğim "Misket" isimli anı-romanın yazarı İnci Gürbüzatik ile buluştuk. Mülkiyeliler Birliğinde oturup Ankara, eski evler, eski mahalleler, çocukluğumuz, geçmişte kalan komşuluk ilişkileri ve "Misket" üzerine keyifli bir sohbet yaptık. Geçen gün kızkardeşle kitapta sözü edilen mahallelerde yaptığımız gezide çektiğim kapı fotoğraflarından birinin yazarın çocukluğunun geçtiği evlerden birinin kapısı olduğunu da  fotoğrafları kitapla karşılaştırınca farkettim.


Eve dönüş yolunda kendime bir demet frezya armağan ettim, bununla yetinmedim mağazalardan birinde öylesine bakınırken gözüme çarpan, eteklerinde zürafa desenleri olan çok şirin bir elbiseyi de başarıyla süren diyetimin ödülü olarak çocuk ruhuma sundum. E bu kadar yeter, hadi ben şu yeni başlayan diziye bir göz atayım, sevgiyle kalın...

13 Mart 2011 Pazar

GÜNDÜZ ASLI AKŞAM SURETİ :)

Bugün kendime tam anlamıyla sanatsal bir ziyafet çektim, sefam olsun. Ne zamandır baş ve tek rolünde Behzat Ç. olarak gündeme oturan Erdal Beşikçioğlu'nun oynadığı "Bir Delinin Hatıra Defteri" oyununu izlemek istiyor lakin bilet almayı bir türlü beceremiyordum. Daha satışa çıktığı gün internette tükenmiş oluyordu. Sonunda bir jestle biletler elime geldi ve bugün öğleden sonra da oyunu izledik. Oyunun sahnelendiği salon biraz uzak, İrfan Şahinbaş Stüdyo Sahnesi, Büyük Tiyatro önünden servisler kalkıyor ama biz arabayla gitmeyi tercih ettik ve son anda ulaştık. Deneysel bir mekan burası, ortada yuvarlak bir sahne, izleyiciler etrafına üç sıra halinde oturuyorlar, esasen koltuklar da hayli rahatsız, biz geciktiğimiz için biraz gerilere düştük ve sandalyelerimiz metal olduğu için haliyle üşüttü kış günü. İzleme açısındansa sorun olmadı zira oyun sahnede değil sahneye yerleştirilmiş devasa bir forkliftin tepedeki kabininde oynanıyordu.


Salona girdiğimizdeki görüntü buydu, kısa süre sonra da oyun başladı. Yıllarca Genco Erkal'ın oyunuyla bir efsaneye dönüşmüş "Bir Delinin Hatıra Defteri"nin ondan sonra nasıl sahneleneceğini hayli merak etmekteydim doğrusu. Ama gördüklerim ancak bu kadar olur dedirtti. 1,5 saatlik sürede Erdal Beşikçioğlu'nun sunduğu performans akıllara ziyandı. Sadece oyun gücü değil sarfettiği enerji de takdire şayandı doğrusu.


Oyun süresince hem forklifti idare etti, hem neredeyse akrobasi denilecek düzeyde hareketler yaptı, inanılmaz mimikler sergiledi, sesini olağanüstü düzeyde kullandı. Biz, o tepedeki konstrüksiyonların arasında, forkliftin direklerinin üstünde adeta cambazlık yaparken nefeslerimizi tutup izledik, Erdal Beşikçioğlu ise evinin kanepesinde otururmuşcasına çevik ve rahattı.




"Bir Delinin Hatıra Defteri"nin konusu çoğunuza malumdur, delirme yolunda adım adım ilerleyen bir küçük memurun günlüğüdür. Zaten önemli olan oyun ya da konusu değil, burada izlenecek olan oyuncu ve onun sunumu. Bu olağanüstü performansı ne yapın edin kaçırmayın derim Ankaralı blogger arkadaşlarıma. Salona ulaşmak biraz meşakkatli olsa da göreceğiniz şey buna değiyor inanın... 
Görseller Devlet Tiyatroları sitesinden

Not: Aslım bidenem, yeni headerim için çok teşekkürler...

12 Mart 2011 Cumartesi

DİŞ İŞLERİ 3

Kaç gündür en çok hissettiğim organım ağzımın içi. Küçücük yerde kıyamet kopuyor; iki adet çekilmiş dişin henüz geçmemiş yarası, ağrısı yeni son bulmuş bir köpek, sağlı sollu toraman aftlar, alt dudakta anestezi hissizliğinden kaynaklı bir ısırık kesiği ve bugünün sürprizi üst dudağımın ortasında çiçek açan bir uçukla alev alev yanmaktayım. Yiyemiyorum, içemiyorum hatta uzun süre konuşamıyorum. Benim gibi bir geveze için çok zor birşey bu. Çok küçükken, ilkokul iki ya da üçteydim sanırım, bir akşam galiba çok fazla soru sorup konuşmuş olmalıyım ki babam şöyle bir öneride bulundu: "Saat tutayım 15 dakika konuşmadan dur, istediğin kitabı alacağım sana". O zamandan kitap kurduydum ve ucunda kitap olduğu için hayli cazip bir teklifti. "Peki" dedim ve hevesle oturdum bir köşeye, 15 dakika dolsun diye beklemeye başladım ve fakat o hain dakikalar nasıl yavaş geçiyor bilseniz. Bir, iki, üç, beş, gözüm saatte, gelgelelim yelkovan efendi işi yavaşlatma eylemine geçmiş, yürümek bilmiyor. Dişimi sıka sıka bir hal oldum, işin ucunda kitap var ama olmadı, 10. dakikanın sonunda sesimi sonuna kadar koyverip "Ben niye konuşamıyorum yaaaa!.." diye başladım ağlamaya. Ev halkı gülmekten yerlere yuvarlanırken ben kaybettiğim kitabın acısıyla kapıları çarpıp öbür odaya kapatmıştım kendimi. Haliyle ağzımın içinin durumundan dolayı yiyip içememekten ziyade istediğim gibi konuşamamak zoruma gidiyor:)

Esasen bugün yine diş randevum vardı, köprü ayağını oluşturacak dişlerim kesilecekti ama hekimim ağzımın içini  görünce halime acıyıp Çarşamba gününe erteledi. Kanal tedavisi yapılmış köpeği ilaçlayıp yolladı beni. İlacın ne olduğunu sorduğumda "çamaşır suyu" diye dalga geçiyor benimle. Tevekkeli değil, diş köküne salındıkça kendine yol bulup beynime gidiyor olmalı ki zihnim pek açıldı bugünlerde, ak-pak oldu, herşeyi hatırlamaya başladım. Bir tertip daha yollarsa doğum anımı bile çıkarabilirim diye düşünüyorum:)

Daniel Pennac'ın yeni kitabına başladım "Okul Sıkıntısı". Yazarın diğer kitaplarından farklı olarak yazılmış, eğitimle ilgili ilginç bir eser, hem eğitimcilerin hem de velilerin okuması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum, ilginç saptamaları var Daniel Pennac'ın.
Hasta olacak gibiyim, demin bir hapşuruk krizine yakalandım, ayrıca heryerim ağrıyor sanki. Keçiler bize de mi geliyor acaba?

11 Mart 2011 Cuma

CUM CUM CUMA

Biz geç kalmış karla kışla uğraşalım elalem leylakları açtırmış bile. Fotoğraf California'dan, "My Romantic Home" blogundan alınmadır. 2 yıldır bahçesinde açan harika leylakların daha da harika fotoğraflarını koyuyor bloguna, şaşırtıcı olan bu kadar erken açmaları. Karın, soğuğun içinde hasretle leylak zamanını bekleyen bu Leylak kişisinin özlemini fotoğrafla da olsa  giderdin ya: "Thanks Cindy".

Dün eriyen karları ve açan güneşi izleyerek evde geçti. Gönüllü ev hapsine "elektrik süpürgesi-vileda-tozbezi" üçlüsü, "kurufasulye-pilav" ikilisi, takılıp dakikalarca çalan kapı zilinin mekanik "Für Elise" solosu, 50 sayfa Daniel Pennac, bir saatlik Fatmagül Suçu ve yatmadan evvel bir doz "Zorba" filmi eşlik etti. Çay, kahve, yaseminli yeşil çay, bol su, antibiyotik içilip yeşil salata üzeri haşlanmış tavuk beyaz eti yendi. Diyetten, diş ağrısından, ikide bir "mahkeme kararı" diye dil çıkaran blogdan, bir türlü gidemeyen gri kıştan  ve itiraf edeyim ki Ankara'dan da bıkıldı...

10 Mart 2011 Perşembe

DÜN-BUGÜN

TIKLAYINIZ VE 2 FOTOĞRAF ARASINDAKİ FARKI BULUNUZ:)




9 Mart 2011 Çarşamba

KAR ALTINDA ANKARA

İki gündür  üşüttüğümün farkındayım ama bahar kapıya dayanmışken bir sürpriz gibi geliveren bu karın güzelleştirdiği Ankara'yı sizlerle paylaşmak istedim. Bugün karın en yoğun yağdığı saatlerde çıktım dışarıya. Ayaklarımın altında ezilen karların çıtırtısı bir yandan, yüzüme, gözüme, ağzıma çarpan kar tanelerinin serinliği diğer yandan, manzaranın güzelliği derseniz doyumsuz, müthiş keyif verdi bana. Hayatımın 20 küsur yılı kesintisiz Ankara'da geçti; havaların daha soğuk, karın daha uzun süreli, evlerin kalorifersiz, havanın leş gibi kirli olduğu kışlar geçirdim. Öylesine bıkmıştım ki soğuk mutfaklardan, her nefeste ciğerlerime dolan kurumdan, buzda kayıp düşmelerden, eriyip leş gibi bir çamura dönüşen kar sularından, sabah-akşam trafiğinden evlenip Antalya'ya yerleşince "Kar, kar" diye inleyenlere uzun yıllar güldüm geçtim "Dışı seni, içi beni yakar" diyerek. Ne zaman ki pekçoğunu ardımda bıraktım Antalya'nın gökten yağmurdan başka birşey düşmeyen kışlarının, yavaş yavaş ben de özemeye başladım karın beyazlığını, çirkinlikleri örten o akpak güzelliğini. Tabii bunda artık keyfî nedenler dışında sokağa çıkma mecburiyetimin olmaması da etken. 2 yıldır kışlarım Ankara'da geçiyor ve Godot'yu bekler gibi bekliyorum kar yağmasını. Bu kış pek verimli olmayan iki kar yağışı yaşamış ve umudu kesmiştim ki cemrelerin üstüne geliverdi, hem de nasıl bir haşmetle ve şiddetle. Epeydir böylesini görmemiştik.

Bütün pisliklerin, çirkinliklerin üstünün örtüldüğü, henüz erimeye başlamadığı bir zamanda çıkmışım sokağa. Bir yandan konfeti gibi yağarken üstüme bir yandan da gözlerime bayram ettirdim.

Dolaştığım sürece bana arkadaşlık etti gökten düşen taneler. Düşündüğümün aksine sokaklar insan doluydu ve şaşırtıcıdır ki kar hepsinin yüzüne çocuksu bir gülümseme eklemişti. Kimi kartopu oynuyor, kimi fotoğraf çekiyor, kimi buz tutan kaldırımlarda kaymaya çalışıyor, karın tadını çıkarıyordu.

Güvenpark'a kadar uzandım, en bozulmamış görüntüler ordaydı. Güven Anıtı karın birikimiyle soyut bir resme dönüşmüştü sanki. Herkes Akdeniz ikliminden gelip de ilk kez kar görüyormuşcasına fotoğraf çektirmekteydi. Ankaralılar sıkıntısından şikayet etseler de karı özlemişler anlaşılan. Yağış kesilip, karlar erimeye başlayınca ve hafiften botlarım ıslanınca dönüş yoluna vurdum kendimi, dilimde ozan Ahmed Arif'in Ankara'yı en güzel anlatan Karanfil Sokağı şiirinden dizelerle:

"Dumanlı havayı kurt sevsin
Asfalttan yürüsün Aralık,
Sevmem, netameli aydır.
Bir başka ama bilemem
Bir kaçıncı bahara kalmıştır vuslat
Kalbim, bu zulümlü sevda,
Kar altındadır."


Bunlar da yol boyunca gördüğüm kardan adamlar.