.

.
.

28 Şubat 2010 Pazar

KURABİYE FORMUNDA YUVARLAĞIN KÖŞELERİ*

Puslu ve rutubetli bir Pazar gününe her yanım ağrıyarak uyandığım için kahvaltı sonrası ilk işim ağrı kesici almak oldu. Her ne kadar bir nefrolog arkadaşım ağrı kesicilerin böbreklerin baş düşmanı olduğunu ve zinhar içmemem gerektiğini söylese de bu tavsiyeyi gözardı etmek zorunda kaldığımı belirteyim. Hem bunu bana değil ağrıyan organlarıma tebliğ etsin ki belki ekip arkadaşları olan fasulyelere acıyıp bir daha ağrımazlar.

Bir parti çamaşırı makinenin sıcak kucağına emanet ettikten sonra yerleştim yine bilgisayarın başına. Koca bir çiftlik arazisi dolusu kuşkonmazı hasat edip yerine gelincik ektim. Onca kuşkonmazı nerede pazarlayacağımı kara kara düşünmekteyim, en iyisi Nişantaşı-Etiler civarındaki manavlarla ve 5 yıldızlı otellerle bir görüşmek. Bloglararası ufak bir gezintiden sonra biraz garip isimli kitabımla (Ve Hipopotamlar Tanklarında Haşlandılar) ilgilendim, edebi bir değeri olduğunu söyleyemeyeceğim ama konu olarak ilgi çekici, gerçek bir olaydan hareketle beat kuşağını anlatıyor. Yazarlardan birinin, Jack Kerouac'ın "Yolda" isimli kitabını da alınacaklar listeme ekledim. Yeteri kadar okuduğuma kanaat getirdikten sonra ani bir ilhamla kurabiye pişirmeye karar verdim. Aslında pişirmesem iyi olacaktı, zira saatlerce bilgisayar başında oturup atıştırmaktan koordinatlarım epey genişledi. Buna çözüm olarak da boy aynasına bakmaktan kaçınmak dışında birşey yapmıyorum. Pasta tariflerini aklımda tutamam, tarif defterimi Antalya'da bırakmış olmamdan dolayı da internetteki yemek bloglarında şöyle bir gezinip basit bir kurabiye tarifi aradım ve abartısız birinde karar kılıp geçtim mutfak tezgahına.

Ana malzemeleri eksiksiz ve ölçüsüne uygun olarak ekledim birbiri ardınca. Genel olarak kurabiyeden, özelinde de içinde ekstra çerez barındırmayanlarından hoşlanmadığım için bir miktar ceviz, likapa denilen yaban mersininden bir avuç, yarım çay kaşığı zencefil ve iki çay kaşığı tarçın ekledim. Sonuçta ortaya hamur değil un helvası kıvamında birşey çıktı. Yok ben bir daha internet tarifleriyle iş yapmayacağım, geçen gün yaptığım poğaça da hiç güzel olmadı, hayatımda yediğim en güzel kurabiyeyi ise geçen gün ziyaretine gittiğim arkadaşımın annesi yapmıştı, tipik anneanne kurabiyesiydi, muhteşem bir kıvam ve lezzet. Önünde şapka çıkarıyorum Müjgan teyze.

Neyse, uğraş didin malzemeyi önce hamur kıvamına, sonra yuvarlayıp kurabiye formuna getirdim, üstlerine birer ceviz yapıştırıp verdim fırına. Gidip gelip fırın camından içeriye baktıkça gözlerim büyüdü. Zira benim yuvarladığım ceviz boyutundaki kurabiyelerin koordinatları da aynı benim gibi genişlemiş, şekilleri de daireden kareye dönüşmüştü. "Kader utansın, üzüm üzüme baka baka kararırmış" dedim ve çıkardım pişince tepsiyi fırından. Görünümü yukarıdaki fotoğraftan da anlayacağınız gibi çay kurabiyesinden ziyade acıbadem kurabiyesine benzemişti. Tadınca farkettim ki lezzeti de benziyor. Biraz sert olmasının dışında sorun yok, neyse ki kaplama da olsa henüz dişlerimiz var, yiyebilecek durumdayız.

Hasılı Pazar kurabiyesi macerası bu şekilde sonuçlandı. Ben bir süre unlu işlere girişmesem iyi olacak. Şimdi gidip çay koyayım ve kare formlu çakma acıbadem kurabiyelerim eşliğinde içeyim. Kalın sağlıcakla...

*Yuvarlağın Köşeleri: Özdemir Asaf şiiri

Aşka gönül ile düşersen yanarsın.
Zeka ile düşersen kavrulursun.
Akıl ile düşersen çıldırırsın.
Duygu ile düşersen gülünç olursun.
Aşka düşmezsen kalabalığa karışırsın, ezilirsin.
Sersem sersem bakınıp durma bir yol seç.

26 Şubat 2010 Cuma

BAŞAĞRISINA İLAÇ: RESİM SERGİSİ

Akşam tiyatroda kesilen başağrım sabah tekrar başladı. Yalnızca başağrım değil üstüne bir de yağmur başladı, başlayan başlayana yani. Oysa kafaya koymuştum resim sergisine gitmeyi, birkaç dakika süren kararsızlık çabuk sona erdi. "Haydi" dedim, "caymak yok, şu yalan dünyada önüne gelen sanatsal fırsatları kaçırmayacaksın". Giyindim, mor laleli pembe şemsiyemi açtım, düştüm yollara. İlk mola kitapçıda, ikinci mola simitçide, üçüncü mola kolyemin düşen taşını tamir için gümüşçüde, dördüncü mola bir-iki parça giysi alışverişi için LCW'de verildi. Ne yalan söyleyim çok yoruldu, hem yürümekten zavallı ayaklarım, hem şemsiye ve poşet taşımaktan carpal tunnel sendromlu ellerim. O nedenle sergi salonuna çıkmadan Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi'nin kafeteryasında bir mola verdim. Plastik bardakta da olsa bir bardak çay ve yanına eşlik eden tuhaf isimli kitabımın birkaç sayfası iyi geldi. Sonrasında istikamet sergi salonları. İlk katta Kiwanis Kulüb'ün "Dünya Çocukları" konulu fotoğraf sergisi vardı. Değişik ülkelerden dünya tatlısı çocukların fotoğraflarını seyrettikten sonra üst kata çıktım.

"B Galeri" de "Fadime Baltacıoğlu"nun 47.Sanat Yılı Kişisel Resim Sergisi vardı.

Ord.Prof.Dr. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu'nun kızı olan ve küçük yaştan beri ciddi anlamda resim eğitimi alan bu zarif ve hoş hanımefendinin değişik tekniklerle yaptığı resimler gerçekten olağanüstü. Pekçok kişisel sergi açmış ve karma sergiye katılmış sanatçı Fadime Baltacıoğlu ile kısa bir sohbetimiz de oldu ve bana imzalı sergi katalogunu hediye etmek nezaketinde de bulundu. Alttaki resimler onun eseri.






Bir üst kattaki C Galerisi'nde Ressam Semiha Yılmaz'ın kişisel sergisi vardı. Üstte fotoğrafını gördüğünüz sanatçının canlı ve renkli bir tekniği var. Ben çok sevdim resimlerini ve sizler için görüntüledim.


Lalecim, bu resme bakarken seni hatırladım, içimden kulaklarını çınlattım ve senin için görüntüledim. Keşke satın alabilme imkanım olabilseydi de paketletip adresine yollayabilseydim. Ne demişler "Az veren candan", sen de fotoğrafıyla idare et artık, bahçene bir lale de benim aracılığımla ressam hanımdan...

Bu resme bayıldım. Sanki birazdan ayağa kalkacaklar, sol baştaki mutfağa girip çay demleyecek ve getirip ikram edecek. Sanatçının ellerine, emeğine sağlık.




Bu da bizzat kendim için, leylakların altında bir güzeller güzeli. Blogum adına görüntüledim.

Bir üst katta da Kadın Ressamların karma sergisi vardı, artık ondan fotoğraf koymuyorum, post çok uzadı çünkü, oysa orada da çok güzel resimler vardı. Sergiden çıktığımda gördüğüm güzel resimlerin, tanıştığım sanatçıların sayesinde başağrımdan eser kalmamıştı. Sözün özü, sağlıklı olmak istiyorsan ya sanatla uğraş, ya da sanat eserlerini seyret. Bu kadar...

TİYATRO GELMİŞ CİHANE, BAŞAĞRISI BAHANE

Bütün gün "Başım ağrıyor, başım ağrıyor" diye ev halkının da başını ağrıtmaya başlamıştım ki arkadaşımdan telefon geldi. "72. Koğuş" oyunu için fazla davetiyesi olduğunu söyleyip kendisine eşlik etmemi önerdi. "Başım ağrıyor", "Nasıl döneceğim", "Zor olacak" bik bik bik şeklindeki itirazlarımdan sonra "Tamam" dedim "Gidelim". Anneannem derdi ki "Kadın kısmına gökte düğün var de, merdiven kurar". Haklı galiba, ağrıyan başımı cebime koyup giyinmeye başladım, üstelik özendim de hani tiyatroya gidiliyor diye, etek bile giydim inanın. Benim çocukluğumda tiyatroya giderken çok şık giyinilirdi, küçük yaşıma rağmen ben bile epey süslenir öyle götürülürdüm. Hiç unutmuyorum Lise 1 deyken Matematik öğretmenimiz bizi bir oyuna götürmüştü sınıfca, üstelik matine yani suare bile değil. Zaten şık giyinen bir hanımdı, tiyatroda kıyafetini görünce nutkum tutulmuştu, üzerindeki giysinin eteği de uzun olsa rahatlıkla tuvalet giymiş diyebilirdiniz. Şimdi öyle mi ya, kot pantolonu çeken geliyor. Hangisi doğru çözebilmiş de değilim.

Her ne hal ise eski Çağdaş Sahne, şimdiki Şinasi Sahnesi'ndeydi oyun. Sadri Alışık Tiyatrosu'nun oynadığı "72. Koğuş"un Ankara turnesi. Fuayede arkadaşlarımın gelmesini beklerken epey eskilere gittim, gençlik yıllarımda çok oyun, çok film izledim bu tiyatroda ben, onca yılda değişen birşey olmamış, merdivenlerin başındaki seramik pano bile duruyor. Makul bir kalabalık vardı, salon hıncahınç dolmadı yani. İzleyiciler arasında Erdal ve Elvin Beşikcioğlu da çarptı gözüme. Erdal Beşikçioğlu'nu çok yetenekli, Elvin Beşikçioğlu'nu ise çok sevimli bulurdum, bugün bu görüşüm iyice perçinlendi, kadın sevimli de değil, çok güzel, çok zarif. Oyuna gelince, umduğumu bulamadım desem yeterli olur sanırım. Orhan Kemal'in bu artık klasikleşmiş eserini daha önce sinemada izlemiştim, Y.avuz Bingöl'ün canlandırdığı Kaptan rolünde Kadir İnanır vardı. Gerçekten iyi bir Ahmet Kaptan karakteri çizmiş ve rolün hakkını vermişti. Y.avuz Bingöl'ün Kaptan'ı ise havada kalmıştı ne yazık ki. Oyunun konusunu bilmeden ya da filmi izlemeden giden bir kişinin Kaptan'ı herhangi bir yere oturtması mümkün değil gibi geldi bana. K.erem Alışık fena değildi ama daha iyi olabileceğini düşünüyorum. Gündelik hayatında da hep bitirim, kabadayı bir tarzı varmış gibi gelir bana, o yüzden rol mü yapıyor, kendini mi oynuyor anlayamadım. Fatma rolünde A.zra Akın yetersiz ve fazla şehirli kalıyordu. Mahkum kalabalığı içinde kendini gösteren, isimlerini bilemediğim birkaç oyuncunun hakkını yemek istemiyorum, bence çok iyiydiler. Yine de harcanan emek, heves ve tutkuyu kutlamak gerekir, en azından Sadri Alışık'ın adını taşıyan bir tiyatro olduğu için desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Sürpriz bir gelişmeyle ortaya çıkan tiyatro maceram budur arkadaşlar, sürç-ü lisan ettimse affola...

25 Şubat 2010 Perşembe

İÇİNDE ÇİKOLATA OLAN ÖYLESİNE BİR YAZI


Bugün Cuma sanıyordum, az evvel Perşembe olduğunu farkettim. "Aşk-ı Memnu" tiryakisi olmadığım buradan belli. Benim izlediğim "Parmaklıklar Ardında" vardı Perşembe akşamları, o da geçen hafta yokoldu, nereye gittiyse.

Sabahtanberi fena halde başım ağrıyor, ilaç falan bana mısın demedi, üstelik midem de bulanıyor. Ufak çapta bir migren krizi yaşıyorum sanırım. Sırf midemi bastırsın diye koca bir paket çubuk kraker yedim fuzuli yere. Allah günahlarımı affetsin. Canım fena halde meyve istiyor aslında ama evde çürük bir elma bile kalmamış, sokağa çıkacak halim de yok. Buzdolabı ve mutfakta yaptığım sondaj sonucu havuç buldum meyve yerine geçebilecek. Aldım elime bir yandan yazıp bir yandan kemiriyorum, çok lezzetsiz bir havuçmuş, sabun yesem daha iyiymiş. Üstelik ne zaman havuç yesem dakikalarca hıçkırık tutar. İyi ki tavşan olmamışım. Off ne zor zenaat, hergün aynı turuncu nesneyi kemirip, hıck hıck ederek hoplayıp duracaktım ortalıkta. Hafazanallah.

Dün kızkardeş bana bir hediye getirdi. Parlak kağıda sarılı paketi açtım, içinden 2 paket Nestle çikolata (biri sütlü, biri şamfıstıklı bitter) ve "Çikolatam" adında görünümü çikolataya benzeyen ufak boyutlu kitaptan oluşan bir set çıktı. Çikolatalar oynadı güldü yerini buldu (Hepsini ben yemedim valla) kitabı şimdi karıştırıyorum belki içindekiler başağrıma iyi gelir diye. Mesela ünlü İsviçre çikolatası 1819 yılında imal edilmiş, tablet olarak piyasaya sürülme tarihi ise 1875. Kalıp halinde çikolata üretim metodunu kimyager Henri Nestle bulmuş ve bir süre sonra da ortaklık yoluyla çikolata sektörüne girmiş. Nestle çikolatalarının Türkiye'ye giriş tarihi ise 1909 muş. Sonra çikolata sözcüğü hemen bütün dillerde benzer şekilde telaffuz edilmekte imiş, mesela Endonezya dilinde "Coklat", Japonca'da "Chokoreeto", Hırvatça "Cokolada" gibi. Ayrıca üç çeşit kakao ağacı olduğunu da öğrendim: Orta Amerika kökenli Criollo, Amazon kökenli Forastero ve her iki türün melezi olan Trinitario. Kitapta bir de çikolata maskesi tarifi verilmiş, cildi yumuşatmak için. Yok ya, ben onu yerim ruhum yumuşar cildim yumuşayacağına, "7 Numara" dizisindeki Recep'in deyimiyle "Müsrüflük".

Kitapta başka konulara da değinilmiş, çikolatayı konu alan filmler, şarkılar, çikolatalı tarifler gibi mesela ki bunlardan birini mutlaka denemek niyetindeyim. Size de yazayım, hayli ilginç çünkü:

GELENEKSEL AZTEK ÇİKOLATASI:
4 kişi için:
700 ml süt
250 ml su
300 gr. bitter çikolata (önerilen Nestle Black Bitter)
3 yemek kaşığı bal
1/2 küçük kırmızı acı biber (cuşka biberi)
Bir tencerede süt ve su biberle birlikte kaynatılır. Sonra biber çıkartılıp ince kıyılmış çikolata eklenir. Eriyene kadar karıştırılır, ateşten alınıp bal ilave edilir ve çikolata köpürene kadar çırpılır. Çok sıcak servis edilir. Eh, afiyet olsun. Bunu içtikten sonra bir hafta birşey yememeniz önerilir:)

Başımın ağrısı geçti mi ne?

24 Şubat 2010 Çarşamba

ŞEMSİYEMİN UCU KÂRE


Yağan yağmurun altında herzamanki güzergahımdan ilerliyorum. Yağsın ne beis, ben arkadaşlarımın hediyesi, pembe zemin üstüne mor lale desenli şemsiyemin altında erken bir baharı yaşamaktayım. Arasıra şöyle bir çeviriyorum şemsiyeyi kendi ekseni etrafında, dudaklarımda sessiz bir türkü: "Şemsiyemin ucu kâre/Yok mu şu derdime çare"

Eski bir öğrencimle buluşuyorum sonra yıllardır görmediğim. Artık arkadaşız, öğretmen-öğrenci yok. Uzun bir sohbet gerçekleştiriyoruz çaylı-kahveli. Ben yeni mezun, gencecik bir öğretmen oluyorum yeniden, bulup çıkarıyorum sınıf arkadaşlarının isimlerini zihin çekmecelerimden. Nedense son dönem öğrencilerimden ziyade ilk yıllarda okuttuklarım daha canlı hafızamda. Onları daha çok sevip benimsediğim kesin. Sarılıp ayrılırken "İşte bu" diyorum, "şu üç saatlik içten sohbet, saygı bohçasına sarılmış candan sevgi 28 yıllık emeğin faizi".

Keyifliyim...

23 Şubat 2010 Salı

HOŞ OLSUN

Neydi bugüne hoşluk katanlar:

-Havada yaklaşan baharın kokusu,
-Evden 100 metre ilerideki cılız badem ağacının patlayan tomurcukları,
-Metro girişindeki seyyar çiçekçinin sepetine dizilmiş mor, pembe, beyaz sümbüller,
-Artık başka bir semtte oturan uzun zamandır görüşmediğim 35 yıllık komşuya yapılan ziyaret,
-Bindiğimiz belediye otobüsünde oturduğum koltuğa vuran sıcacık güneş ve kendimi bir kedi gibi hissedişim,
-Uzun zamandır görmediğim eski komşunun evine daha uzun zamandır görmediğim, daha eski komşunun da gelmiş olması,
-Neşeli sohbetler, kaybedilen anneyi, komşu Kifo teyzeyi, Mehemmed Emmi'yi ve artık aramızda olmayan tüm komşuları üzüntüyle değil eğlenceli anılarıyla yadetmek,
-Çay sofrasında yenen üstü kavrulmuş kadayıfla süslenip çıtırdatılmış sakızlı muhallebi,
-En son portakalda vitamin halini hatırladığım evin küçüğünün lise giriş sınavlarına hazırlanan genç kız görüntüsünün şaşkınlığı,
-Dönüş otobüsünde oturduğumuz koltuğun önündeki levhada "Hamileler içindir" ibaresini okuduktan sonra yaptığımız "Acaba gebelik testi uygulayıp yerimizden kaldırırlar mı?" geyiği ve bastırmaya çalıştığımız kahkahalar,
-Yüksel Caddesi'nde santur ve darbuka ile müzik yapan gençlerin coşkusu,
-Evde yemek hazırlarken uzun zamandır şarkı söylemediğimi anımsamam ve "Gülşen-i hüsnüne kimler varıyor/Kim ayağın öperek yalvarıyor" şarkısını meyan bölümü de dahil hatasız söylemem:))
-Ve yolda dinlediğim santurdan hareketle Ahmet Telli'nin dizeleri:
"........
İbrişim tel "bir mahpeyker"
İçin mi kırılmıştır bilmem
İçlenip santurun hüznünden
Artık az hatırlanacak olan
Bir şarkıyı terennüm eder.

Bir hatıradır Şehnaz Longa
Ethem Bey'den; ama dügâh
Şarkıyı kim bilir kim söyler:
"Düştü gönlüm
"Sen gibi bir zâlime"

Hoş olsun Leylak Dalı. Yıktın perdeyi eyledin viran, varayım sahibine haber vereyim hemân...

Şiir: Santurî Ethem Bey/Ahmet Telli

22 Şubat 2010 Pazartesi

GEÇEN YIL BU GÜNLERDE

Uzunca bir süredir düzenli günlük tutuyordum. Önceleri eski usul defter-kalemli günlüklerdi bunlar. Sonra "Tüfeng icat oldu mertlik bozuldu" hesabı bilgisayarda kayda almaya başladım yaşadıklarımı, fotoğraflarıyla birlikte. Şimdi böyle yazınca kendimi birden pek önemli hissettim, sanki "VIP" şahsiyetmiş gibi falan, çat orada, çat burada, o şehir senin, bu toplantı benim, bugün imza günü, yarın panel, öbürgün film galası vs vs. Ay lafından bile çok yoruldum, insan bünyesi dayanır mı bunca etkinliğe. Neyse ki sıradan bir adem kızıyım da vücut denen makineyi fazla yorup yıpratmadan götürüyorum işi. Sıradan insanların bile sıradan olmayan günleri olabilir düşüncesiyle başlamıştım zaten günlük işine. Bloga bulaşalı beri aksattım, eski sıklıkta kayda alamıyorum günlerimi. Bugün kendi kendime içimden konuşup dururken geçen yıl bugün nerede olduğumu, ne yaptığımı merak ettim. Benim gibi bir arşivci için çok kolay işte, günlük kayıtlarını, o da yetmedi fotoğraf klasörlerini açar bakarsın. Netekim şıpın işi buldum, geçen yıl bugün Hamamönü'ndeki restore edilen evleri görmeye gitmişim. Aman nasıl soğuk bir gündü, titreye titreye dolaşmıştık sokakları. Hatta bir ara kar yağdı aşağıdaki fotoğrafta rahatlıkla göreceğiniz üzere.

Restorasyon işi Altındağ Belediyesi tarafından yürütülüyor, geçen yıl henüz çalışmalar sona ermemişti, yazın daha derli toplu görmek mümkün oldu. Birkaç yıl önce gördüğümüz semti tanıyamadık; yıkanıp, eli yüzü silinip, giysileri değiştirilmiş pasaklı çocuklar kadar temizlenmiş, güzelleşmişti mahallenin evleri ve sokakları. Soğuğa rağmen büyük bir zevk ve merakla dolaştığımı çok iyi hatırlıyorum.


Tacettin Camiinin avlusundaki bu Beşiktaşlı pisi, karın durup güneşin kısa süre de olsa yüzünü gösterdiği bir zaman diliminde büzülmüş, ısınmaya çalışıyordu.

Burası Tacettin Camii yanındaki Tacettin Dergahı, nam-ı diğer Mehmet Akif Evi. İstiklâl Marşı bu mütevazı evde yazılmış. Geçmiş yıllarda içini de gezmiştik.

Restorasyon alanından sonra Hacettepe civarındaki sokaklara dalmıştık. Farkı farketmektesinizdir sanırım. Eskimiş evler, bel vermiş duvarlar, rutubetten kabarmış sıvalar, derme çatma soba borularından püsküren dumanlar olsa da bir mahalle sıcaklığı hissetmemek mümkün değil. Sokaklardan birinde rastladığımız yaşlı teyzeyle yaptığımız sohbette buraya gelin geldiğini, neredeyse 50 yıldır aynı evde oturduğunu söylemiş ve bize el sallayarak poz vermişti.


Hacettepe Camiinin tahta işlemeli zarif minaresi. Yapılış tarihi 14. YY'a ulaşan bu camii ve civardaki pekçok camii minaresi bu fotoğraftaki gibi ahşaptan yapılma. Geziye burada son verip eve dönmüştük zira soğuk dayanılmaz hale gelmişti.

Yine günlükte yazdığına göre geçen sene bu zamanlar Buket Uzuner'den "Yolda", Ayfer Tunç'dan "Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi", Onur Caymaz'dan "Yaz Tarifesi" kitapları ile "Fırat" çizgi romanını okumuş, "Cumhuriyet Devriminin Yolu: Atatürk Bulvarı" adlı eski Ankara'yı anlatan bir fotoğraf sergisi gezmiş, bir kere lise arkadaşlarımla buluşmuş ve bir akşam da onları yemekte ağırlamışım, menünün ana yemeği ise "Asma yaprağında somon balığı" imiş.

Geçmişten gelen bu kayda Onur Caymaz'ın çeşitli şiirlerinden alınmış dizelerle son vereyim:

"Ne romandı anımsamıyorum

Uzun bir zamanmış hayat, öyle dediler."


"Tüm fallarda mutluluktan bir hale

Yanına yine de biraz telve al sen

Ay doğacak hanene"


"Nü’ler çok üşür balkonlu evlerde"

21 Şubat 2010 Pazar

HAYAT VAR

Bulanık, yağışlı, sıkıcı bir Pazar gününü kurtaracak en iyi şeyin film izlemek olduğuna karar vererek başladım güne. Ama öncesinde mutfağa girip biraz hamaratlık gösterisi yaptım. Öyle tembel oldum ki son günlerde, konsantre bir Tatlı Cadı siparişi vermek istiyorum. Şişe içinde bir kenarda duracak, ihtiyaç olduğunda çıkarıp suya ıslatacaksın şişecek, normal boyuta geçecek. Sonra bir oynatacak burnunu şipşak heryer tertemiz, ardından mutfağa, ikinci bir burun oynatma ile kap kap yemekler tezgahın üstüne sıralanacak. Uğraşmasın, çamaşırı ben yıkarım gerçi işaret parmağım biraz yorulacak ama olsun. Ütü zamanı bir burun oynatma daha rica edeceğim sonra sıkacağım suyunu, tekrar şişenin içine. Off, hayali bile güzel.

Hayal karın doyurmuyor ne yazık ki. O yüzden önce dün Trabzon fuarından aldığım kırık mısır ve evdeki kabuksuz buğdayı haşlayıp ağzıma layık bir yoğurt çorbası pişirdim. Yoğurt çorbası hayatımın çorbasıdır, utanmasam bir tencereyi tek başıma içerim. Lakin yoğurt süzme olacak, içine de pirinç yerine aşurelik buğday ya da bugün yaptığım gibi mısır konacak, ohh miss. Çorba kaynarken bir de poğaça yaptım birazı peynirli, birazı kuru domatesli, kekikli. Poğaçayı fırına attım, pişen çorbadan aile boyu bir kupaya doldurdum ve film izlemek üzere konuşlandım ekran başına.

Filmin adı "Hayat Var", bir Reha Erdem yapımı. Çocukluktan ergenliğe geçme sancıları içindeki küçük Hayat, balıkçılığın yanısıra bir sürü yasadışı iş yaparak hayata tutunmaya çalışan bir baba, oksijen tüpüne bağlı yatalak bir dede, bütün sevgisini ikinci kocasından doğurduğu oğlana adamış ilgisiz bir anne, kuralcı bir üvey baba, tuhaf komşular, tacizci esnaflar, eve girip çıkan her tür garip insan, çıkarcı arkadaşlar, anlayışsız öğretmenler arasında, sevgisizliğin doruğunda yoksul yaşamını sürüklemeye çalışmaktadır. İstanbul'un, özellikle Boğaz'ın fon oluşturduğu, cam kırılmalarının, siren ve silah seslerinin, Orhan Gencebay şarkılarının film müziği olarak kullanıldığı, her türlü arabesk ögenin yoğun varlığına rağmen arabesk olmayan bir film. İnsanı çarpan, göğsüne taş gibi oturan bir film. Fırsat buldukça cenin pozisyonu alıp parmağını emen Hayat'ın film boyunca inleme, ninni, şarkı arası bir sesle mütemadiyen mırıldanması çarpıcı etkiyi artırıyor, buna yatalak dedenin gürültülü soluk alışları da dahil. Filmin sonunda Hayat'ın yüzü ilk kez gülüyor gülmesine de bu gülüşün kalıcılığı konusunda pek emin olamıyorsunuz. Hasılı insanın tepesine küt diye inen bir film bu, vurgun yemiş gibi oluyorsunuz ama izlemeye değer. Hele ki Hayat rolünde Elit İşcan'ın oyunu tartışmasız olağanüstü. 2008 Festivalinde saati denk gelmemişti, sinemalarda izleme olanağı da bulamamıştım, iyi ki kızkardeş DVD'sini vermiş yoksa çok iyi bir filmi kaçıracakmışım. Sizlere de tavsiye olunur...

20 Şubat 2010 Cumartesi

OY TİRABZON TİRABZON

Başına Trabzon peştemalı bağlamış bu sevimli ama biraz tombul hamsi 2011 yılında Trabzon'da düzenlenecek Avrupa Gençlik Oyunları'nın simgesi. Bugün kızkardeşle AKM'de gezdiğimiz "Trabzon Etkinlikleri Fuarı" nda mekanın dört bir yanından ziyaretçilere gülümsüyordu. Fuarın açılış günü ve hafta sonu olması nedeniyle iğne atsan yere düşmeyecek bir kalabalıkta insan seline kapılarak adeta sürüklene sürüklene zor gezdik standları. İlk kez bu kadar kapsamlı ve özgün bir fuar gezdim şimdiye kadar gördüklerimle kıyaslarsam. Trabzon'u Trabzon yapan ne varsa hem sergilenmekte hem de satışı yapılmaktaydı, ayrıca panel, konser, halk oyunları gösterileri, imza günleri gibi etkinlikler de fuarın devam ettiği 4 gün süresince izleyicilere açık. Özel olarak halk oyunları gösterisi izlemeye gelmek gereksiz zaten, attığınız 20-30 adımda bir toplaşıp horon tepen Karadeniz insanını görüyorsunuz, eğlenceli, neşeli insanlar, onları horon teperken izlemek büyük bir zevk, adeta transa geçiyorlar kemençe sesiyle. Şahsen ben de kendimi zor tuttum oynamamak için. Sadece izleyiciler ve görevliler değil, stand sorumluları da hem satış yapıp hem horon tepiyorlardı. Açılışa gelmiş koyu renk takım elbiseli, kravatlı, ciddi görünümlü bürokratlar bile kemençe sesine dayanamayıp attılar kendilerini ortaya, "Ha uşak ha!"

Ünlü Trabzon ekmeği

Karadeniz yöresi giysileri taşıyan küçük biblolar

Peştemal standında iki güzel kız

Bunlar da Halk Oyunları Ekibinin sempatik elemanları

Tahta kaşık ustası dede iş başında

Yiyecek çadırlarında tencere başında kuymak ustası, sündürüyor peyniri.

Biz ne mi yedik? Tabii ki kuymak, fasulye turşusu kavurması ve Hamsiköy sütlacı. Suyumuz da Uzungöl'dendi. Kuymak muhteşem, ancak çok ağır ve kalorili. Fasulye kavurmasını sevmedim ne yazık ki, çok tuzlu geldi bana, Lalecim kızmazsın değil mi? Yer bulamadığmız için masalarını paylaştığımız iki hanımla yiyeceklerimizi de paylaştık. Onlar kaygana yiyordu, tadına baktık, tuzu az krep gibi geldi bana. Benim bildiğimi kaygana tatlı olarak yapılır, Karadeniz'de farklı demek ki. Yiyecek çadırları o kadar kalabalık ve dumanlı idi ki, gördüğümüz ilk masaya oturduk, karnımızı doyurur doyurmaz da kaçtık. Ama o kadarcık süre bile üstümüzü başımızı hamsi tava kokutmaya yetti de arttı.

Trabzon işi meşhur hasır gümüş bilezikler ve telkari gümüş takılar

Trabzon peştemalları. Artık benim de bir fularım var Trabzon işi.

Fındık kırma makinesi

Ve ünlü Vakfıkebir tereyağı ve peynirleri

Kapsamlı ve güzel bir fuar gezdik. Merak edenlere ve Ankara'da yaşayan Karadenizlilere öneriyorum. 23 Şubat akşamına kadar açık. Daha detaylı bilgi için: tık

19 Şubat 2010 Cuma

ÖZLEM

Bu fotoğraf çekildiğinde birkaç aylıkmışım sadece. Yer Edirne-Meriç. Aslında doğum yerim olmayan ama nüfus kağıdımda yazan, hiç hatırlamadığım, hiç görmediğim ama çok merak ettiğim, birgün mutlaka gidip görmek istediğim kent. Mevsim yaz olmalı, giysimden belli, bu elbiseyi hatırlıyorum, taba üstüne beyaz çiçekli, yıllarca annemin sandığının bir köşesinde durdu çünkü, sonra ne oldu bilinmez. Korkmuşum, ağlamaklı yüz ifadem öyle gösteriyor, terkedildiğimi sanmış olabilirim. Akıl erdiremediğim bir nokta var, bu resme kendimi bildiğim günden beri her baktığımda bana doğru uzanan annemin bilezikli elini hatırlarım. Ben korkmayım, kendimi güvende hissedeyim diye uzatmış olmalı. Peki ama ben bunu nasıl hatırlıyorum, mümkün mü birkaç aylık bir bebeğin bunu aklında tutması. Ama görüntü o kadar net ki, şimdi bile o bilezikleri şıngırdayan bana uzanmış el gözümün önünde. Kimbilir, zihin derin bir kuyu, akıl ermez, bir yerlere fotoğrafını çekip gizlemiş olabilir o anın.

Birhan Keskin'le yatıp Birhan Keskin'le kalkıyorum ya bu aralar, okuduğum iki dize tam kalbimden vurdu beni. O dizeleri okuyup bu fotoğrafa bakınca da annemi ne kadar özledim...

"Hem hiçbir mevsim ısıtamaz ellerimi
Anne gibi"

18 Şubat 2010 Perşembe

ANKARA, GÜZEL ANKARA. SENİ GÖRMEK İSTER HER BAHTI KARA:))

Dün öğlen yemeği için teyze kızımla sözleşmiştik. Buluşma yerine giderken yanından geçtiğim simitçi camekanı ağzımı sulandırmadı desem yalan olur. Kendimi zor tuttum, dayanamayıp bir tane alsaydım öğle yemeğine giderken simit yiyen kişi olarak "Obezler Ansiklopedisi"nde müstesna bir madde açarlardı sanırım adıma. Ama ne yapayım simide, bilhassa da Ankara simidine bayılıyorum, her an, her yerde, her koşulda yiyebilirim. Hele de fırından yeni çıkmış sıcak ve çıtırsa, ısırdıkça mis gibi susam kokusu yayılıyorsa tek geçerim en güzel yiyeceklere. Neyse ki kendimi tuttum, iştahımı buluşacağımız cafede yiyeceğim yemeğe sakladım. İyi de etmişim. Uzun uzun incelediğimiz menüden teyze kızım ıspanaklı-mantarlı, ben mantarlı-tavuklu krep seçtim. Benimkinin beşamel sosu biraz fazla kaçmış olsa da yine de memnun kaldık seçimimizden, sefamız oldu yani. Ne demiş atalarımız:
"Demeyip Pazar, Salı, sofraya oturmalı
Zeytin, peynir, çay, çorba, sucuk, pastırma, lapa
Revani muhallebi, aşure, kazandibi,
Uskumru, hamsi, lüfer, dize derman göze fer
Piruhi, açma, çörek, pilav, makarna, börek
Ne bulursa yemeli, daha var mı demeli"

Aman diyet uzmanları duymasın, beni aforoz ederler:))


Yemekten sonra kızkardeşle buluşup Kızılay, Sakarya civarında küçük bir tur attık, çiçekçilerin, ıvır-zıvır satıcılarının önünde oyalandık. Bilgi Kitabevi'nin önünden geçerken geçenlerde ölen sahibi ve kurucusu Ahmet Tevfik Küflü'ye yürekten bir selam gönderdik. Ankara'nın en eski yayınevi ve kitabevlerinden biridir Bilgi Kitabevi, gençliğimin kitabevi. O uzun, loş dükkanda kimlerle tanışmadım ki kitapları aracılığıyla; Füruzan, Sevgi Soysal, Pınar Kür, Ayşe Kilimci, Attila İlhan bunlardan birkaçı. İlk okumalarını Bilgi Yayınevi'nden çıkan kitaplarıyla yaptım sonradan Türk yazınının tepesine kurulacak bu yazarların. Kapıdan girip sergideki kitaplara bakarak birkaç basamak merdiveni çıkar devam ederdik incelemeye, dükkanın sonunda, kuytu bir köşede oturuyor ya da raflardaki kitaplarla ilgileniyor olurdu Ahmet Tevfik Küflü, uzun boyu, beyaz saçlarıyla. Dükkanın mütemmim cüzü gibiydi, hep orada olurdu. Türk yayın hayatına büyük emeği geçmiş bu değerli insana Tanrı'dan rahmet diliyorum.

Kimbilir hangi vandal benim Sakarya Caddesi'ndeki şarkı hatırlatan heykelimin göğsünü aptal sloganıyla kirletmiş. Neymiş efendim: "Karnı delik insan olmaz! Postmoderniteye hayır!"mış. Sanat eserlerine zarar verenleri toplumun kiri olarak algılıyorum ve kendilerini sanat tanrıçası Athena'ya havale ediyorum. Olimpos dağının zirvesinden mi yuvarlar, babası Zeus'a mı teslim eder, artık orası onun bileceği iştir, ben karışmam.

Kızılay-Sakarya turumuzu birkaç alışverişle noktaladık ve "Evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine" diyerek ayrıldık kızkardeşle. Yeni bir Ankara keşif gezisinde buluşmak üzere...

17 Şubat 2010 Çarşamba

BİR TABAK DOLUSU ANI

Tabak deyip geçmeyeceksin, beni nerelere aldı götürdü. Bugün annemin mutfağında dolap raflarında birşey ararken bir tabak yığınının altından çıkıp geliverdi çocukluğum. Benim tabağımdı bu, takımı olmayan, tek başına bir tabakçık. Çok severdim desenini, formunu. Her sofraya benim için özel konurdu, bilhassa özgür yaz tatillerinin keyifle yenen balkon sofralarına. Yıllar öncesinin şehirden uzak, yemyeşil Yenimahalle'sinde bütün Ankara'yı panoramik gören bir arka balkonumuz vardı, minicik. Radyoda "Tarla Dönüşü" başladığında annem de akşam yemeği hazırlıklarına başlardı. "Yurttan Sesler" korosu dinlenirken sofra kurulur, "Ajans" başladığında da sofraya oturulurdu. Babamla ben karşılıklı yerleşirdik balkonun kenar kısmına, anneme iç taraf düşerdi her zaman, kapının önü, mutfağa yakın. Koca bir tabak meyve üstünde buz kalıplarıyla balkon duvarının üstüne yerleşmiş olurdu. Buzdolabımız yoktu henüz, zaten komşuların çoğunun yoktu. Akşam yaklaşırken elimde bir tabakla buzdolabı olan komşumuzun kapısına dayanır, "Annem biraz buz istedi" der ve tabağa tıkırdayarak dökülen buzları kapar, bir parçasını ağzıma atıp eve koştururdum. O buzların bir kısmı su sürahisine, bir kısmı meyve tabağına paylaştırılır, yaz sıcağıyla başetmeye çalışılırdı. Domatese benzeyen domatesler, mis gibi kokan salatalıklar, çıtır biberlerden yapılırdı salatalar. Hele yemekte bezelye-pilav varsa değmeyin benim keyfime. Mütevazı ama lezzetli sofralardı. Öyle pirzolalar, biftekler, tavuklar arz-ı endam etmezdi hergün menüde. Bu pahalı tadlar konuk ağırlanacağı günlere saklanırdı. Sebze ağırlıklı beslenirdik, köfte-patates kızartmasıydı lüksümüz. Patatesler daha sofraya gelmeden mutfakta aşırılmaya başlanırdı, ancak yarısı ulaşabilirdi yemek masasına. Neden artık o patateslerin tadı yok kızartmalarda? Colalı içecekler buyurmamıştı henüz hayatımıza. Su içerdik, ayran bazen, en fazla Ankara gazozu cam şişelerde, kapağı fışırdatılarak açılan, köpükleri burnumuzu gıdıklayan. Balkonun ışığını yakınca evin ışıklarını söndürürdük sivrisinek girmesin diye. Haberler biter reklamlar başlardı, ardından şarkılar, gününe göre "Mikrofonda Tiyatro". Yemek sonrası annem sofrayı toplarken ben babamın kahvesini yapar götürürdüm. Höpürtülü bir yudum aldıktan sonra her akşam aynı dizeleri tekrarlardı:

"Ehl-i keyfin keyfini kim tazeler,
Taze elden, taze pişmiş, taze kahve tazeler."

Yatağa başımı koyduğumda mutlu hissederdim kendimi, ertesi gün hangi oyunları oynayacağımı, hangi kitapları okuyacağımı düşünürken dalar giderdim pamuksu bir uykuya.

Güzel miydi o günler gerçekten, yoksa çocukluğun kendisi mi güzeldi? Artık ne o deliksiz uykular var, ne yemeklerde eski tad. Şairin dediği gibi:

"Bir beyaz yelkenmiş çocukluğum
Engin bir denizmişsin zaman
Geri ver istiyorum çocukluğumu"

Ey tabak, sen nelere kadirmişsin...

16 Şubat 2010 Salı

MOR SÜMBÜL, BİRHAN KESKİN ŞİİRİ, MACAR EDEBİYATI

Birkaç gündür hava yumuşadı, hafiften bir bahar kokusu duyulmaya başladı bile. Çiçek tezgahları muhteşem bu aralar, hem mevsim hem de Sevgililer Günü nedeniyle binbir çeşit çiçekle bezenmiş durumda. Bir arkadaşa geçmiş olsun ziyareti nedeniyle çıktım evden bugün. Mor kazağımı giydim, arkadaşımın hediyesi, iğne oyası "Kahire'nin mor gülü"nü taktım yakama broş olarak, yukarıda fotoğrafını gördüğünüz tezgahtan iki demet mor sümbül kaptım, mosmor olmuş bir vaziyette devam ettim yoluma.

Yolum Kumrular Sokak'tan geçiyordu, Ankara'nın en sevdiğim sokaklarından-aslında cadde-biridir. Koruma altına alınmış devasa çınarlar süsler iki yanı. Bir tarafta erken Cumhuriyet dönemi mimarisine uygun binalar vardır gözü tırmalamayan, gayet zevkli: Çankaya Kaymakamlığı, eski Milli Kütüphane, Namık Kemal İlkokulu ve bunların arkasında Ankara'nın, hatta belki Türkiye'nin ilk toplu konutları, Saraçoğlu Evleri. 65 yıllık mazisi olan bu mahalle şehrin en merkezi yeri olan Kızılay'ın ortasında yeşil bir vaha gibidir. Her ne kadar eskiyip artık yetersiz ve kullanışsız hale gelseler de bu ikişer, üçer katlı bahçe içindeki evler Ankara'nın göbeğinde bir banliyö sakinliği içindedir. Ne yazık ki birkaç yıldır Kumrular sokak hareketlendi, gürültüsü arttı. Bir yandaki asil binalara inat caddenin öbür tarafı dönerci, kuruyemişçi, eczane, gözlükçü, otobüs yazıhanesi gibi her türden gürültülü mekanlara evsahipliği yapar oldu. Üstüne üstlük dolmuş güzergahı ve taksi park yeri olarak kullanıldığı için de sokakların o asude havası da kalmadı. Oysa yıllar önce çınar ağaçlarının gölgesinde, kuş sesleri içinde, sakin, huzurlu bir yerdi Kumrular Sokak. Zaman içinde orası da heryer, herşey gibi kirlilikten, karmaşadan payını aldı.

Dönüşte kitapçıya uğradım ve son günlerde şiirlerine takıldığım Birhan Keskin'in bütün kitaplarını satın aldım. Birkaç zamandır ilgimi çekiyordu, geçenlerde "Ezel" dizisinde bir şiiri okundu ve son olarak da Ekmekçim blogunda bahsetti. Muhteşem metaforları var, şiirler harika. Şunu okuyun hele:

"Acımalı ki “insan olan yerlerimiz„

Işısın sol yanımızda sürekli çiğnediğimiz,

O ışık görmemiş aydınlığımız…"


Ve şu dizeleri:

"Dürtme içimdeki narı
Üstümde beyaz gömlek var"


Önümüzdeki 2 gün boyunca Birhan Keskin şiiriyle hemhâl olmak istiyorum.

Birhan Keskin şiirine ilaveten bu aralar Macar Edebiyatı'na takılmış durumdayım. Türkçe'de yayınlanan ilk kitabını okuduyup tiryakisi olduğum Magda Szabo'dan sonra edebî hayatıma iki Macar daha dâhil etmiş bulunmaktayım: Attila József ve István Örkény. Lâkin bu yazı çok uzadı. Macar arkadaşlar bir dahaki postun konusu olsun, günlerinize nergis, frezya, sümbül kokuları dolsun...

ADAM ECER


Geçen gün markette gözüme çarptı. Haribo bütün çeşitlerini minik poşetlere koymuş ve bir büyük paketin içinde satışa sunmuş, kaptım bir tane. Sık sık tüketilmese de bizim ailede özel bir yeri olan şekerdir lastik şekerler, bilhassa kızkardeş için. Yıllar önce, henüz Türkiye'de satışı olmadığı zamanlarda Almanya'dan gelen konu-komşu getirirdi arada bir ve pek hoşumuza giderdi. Renk renk minik ayıcık şeklindeki şeffaf şekerlerin neşeli görüntüsüydü herhalde bizi çeken. O yıllarda 3-4 yaşlarında olan kızkardeş çok severdi, lakin belirtiğim gibi Türkiye'de bulunan birşey değildi ki bakkaldan alıp eline tutuşturasın. Yaşadığımız apartmanın üst katında oturan ailenin kızı evlenmiş, Almanya'ya gelin gitmiş ve orada iki kız çocuk sahibi olmuştu. Yaşları kendisine yakın olan bu çocuklarla tatile geldikleri zaman oynamaya giderdi kızkardeş. Yine birgün oynamak için hevesle gittiği çocukların yanından kırık ve ağlamaklı bir şekilde dönüp geldi. Ne olduğunu sorduğumuzda önce söylemek istemedi ısrar edince anlattı. Komşumuz Almanya'dan lastik şekerler getirmiş ve oyun esnasında iki paket çıkarıp iki kızına vermiş. Bizimki çok sevdiği bu şekeri görünce belli ki hevesle kendisine de verilmesini beklemiş. Gelgelelim ona verilmediği gibi çocuklar da göstere göstere paketteki şekerleri yemeye başlamışlar. Hem canı çok çeken hem de ikram edilmediği için kırılan kızkardeş de dolu dolu gözlerle oyunu yarım bırakıp çıkıp gelmiş eve. Çok üzüldük, hem komşunun düşüncesizliğine, hem de bulunma imkanı olmayan bir şekerin sebep olduklarına. Bu olay hiç unutulmadı, sonraları bizim ülkede de bollaşıp üç kuruşa satılmaya başladığı zamanlarda bile gördükçe bu düşüncesiz tavrı hatırladık.

Sonraları lastik şekeri daha kolay bir yoldan elde etmeye başladık. Dayımın Almanya'da yaşayan kayınbiraderi tatile gelirken bol miktarda getiriyordu ve bizim eliaçık kuzenler de zevkle paylaşıyordu artık yaşı biraz daha büyüyen kızkardeşle. Bir de komik isim takmıştı kuzenlerin ufak olanı lastik şekere, ayı şeklindeki görünümünü insana benzeterek "Adam ecer" diyordu, yani "Adam şeker". İsmi biz de benimsedik ve adı "Adam ecer" olarak yerleşti kaldı kızkardeşle aramızda. Zaten bir süre sonra da "Adam ecer"ler market raflarını doldurmaya başladı, istediğimiz zaman alıp yiyebilecek durumdaydık artık.

Aradan yıllar geçti. Şimdi bile nerede görürsek görelim "Adam ecer" diye üstüne atlar, dayımın sağlığındaki güzel günleri hatırlar ve mutlaka komşunun kızkardeşe yaşattığı o tatsız olayı bir kez daha anlatırız hala geçmeyen kızgınlığımızla.