Sayfalar

30 Ağustos 2012 Perşembe

EYLÜL'E BİR KALA



Bugünün etkinliği buydu:

Tunalı Hilmi Caddesi'nde yürüyüş, Kuğulu Park'ta çay molası, kuğular, ördekler, güvercinler, iyice kirlenmiş havuz, fıskiyenin verdiği serinlik, kalabalık, çoluk-çocuk, köpek, sokak çalgıcıları, cafelerden taşan kalabalık, falan filan...

29 Ağustos 2012 Çarşamba

BÖYLEYKEN BÖYLE


Serin Ankara sabahı
İkinci doz kahve
Cızıklı roman
Fonda Jordi Savall müziği
"Böyleyken Böyle"

28 Ağustos 2012 Salı

PARKA GİDERİM PARKA

Sabah erkenden kalkarak kokusu tadından güzel biber dolması pişirip, haftanın ikinci Majid Majidi filmi olan "Baran"ı da izledikten sonra kızkardeşle buluşmak üzere yola düştüm. Güneş dün yaktığı devasa mangalla ızgara yaptığı beyinlerimizle doymamış olacak ki aynı mangalı bugün de yakmaya niyetli, üfleyip duruyordu tutuşsun diye. O tutuşturmak için üflese de odunlar ıslaktı sanırım beceremedi, aksine saç baş uçuşturan bir esinti hasıl oldu. Bu durumdan memnun uygun adımlarla ilerlemeye başladım. Bizim apartmandan sonraki bir sıra dükkanı işleten esnaf ya komşu, ya da buraya taşındığımız 17 yaşımdan beri aynı kişi olduğu için yaklaşık 100 metrelik bir mesafede 23 Nisan bayramında Şeref tribünü önünden geçen ilkokul öğrencisiymişim gibi selam verme zorunluğu sözkonusudur. El sallamadan, dışardalarsa hal hatır sormadan gidemem, sadece en sondaki bakkal görür görmez ayağa kalkıp hazırola geçer, ben "rahat" demeden de oturmaz. O mesafeyi de el sallayıp gülücükler dağıtarak ve komut vererek geçtikten sonra buluşacağımız yere kadar uzun uzun yürüdüm, sonra da yıllar önce doğal halindeyken gittiğim ve uzun süredir uğramadığım, yeni restore edilmiş "50. Yıl Parkı"nı ziyaret etmek için Cebeci sırtlarını tırmanmaya başladık kızkardeşle. Eşlikçilerimizden biri şu arkadaştı:

 

"Ayva çok olunca kış sert geçer" demişler eskiler (ya da ben uyduruyorum), bahçelerde gördüğümüz ayva ağaçlarından sarkan meyvelere bakacak olursak kış hakikaten sert geçecek. Sanki geçen yıl çok yumuşak geçmişti.


Parkın eski haliyle alakası kalmamış, yenilenmiş, yeşermiş, düzenlenmiş. Burada çok eskilerde iki kez piknik yapmışlığımız vardı ailecek. Hatta bir seferinde köfte yapmak amacıyla aldığımız kıymayı biz mangal yakmakla uğraşırken bir kedi çetesi yüklenip götürmüş, salataya talim etmek zorunda kalmıştık:)

Park güzel olmasına güzel olmuş ama insanı huzursuz eden bir tarafı var. Metre kareye bir güvenlik görevlisi düşüyor neredeyse ve sanki takip ediliyormuşsunuz gibi bir duygu sarıyor bünyeyi. Nitekim banklarda biraz samimiyeti ilerleten bir çift gördüler mi anında düdük öttürüp "ayrılın" diye yanaşıyorlar yanlarına, çok komikti esasen, kooperatif gibi,  "Sınırlı-Sorumlu Muhabbet Parkı"


Gezeceğimiz kadar gezip, Ankara'yı da çeşitli yönlerden kuşbakışı olarak gördükten sonra aynı yoldan yokuş aşağı saldık bu kez kendimizi. Düze indikten sonra da ne kadar yorulduğumuzu farkettik. Bu arada Güneş Hanım mangalı yakmayı başarmış ve beyinleri ızgaraya dizmeye başlamıştı bile. Oysa biz bulutlar kıyak yapar da ateşi söndürür düşüncesindeydik, olmadı. Kader utansın...

27 Ağustos 2012 Pazartesi

HAFTAYA FİLMLİ BAŞLANGIÇ



İran sineması ile tanışmam birkaç yıl önce Antalya'da, film festivalinde, Majid Majidi'nin "Serçelerin Şarkısı" filmiyle olmuştu. Aslında yok denebilecek bir konudan böylesine şiirsel bir filmin nasıl çıkarılabildiğine şaşmış, sinema salonundan yüzümde kocaman bir gülümseme ile ayrılmıştım. O hızla festivalde gösterilen bütün İran filmlerini izlemiştim. Reza Mir Karimi'nin "Be Hamin Sadegi" (Bu Kadar Basit diye Türkçeleştirilmişti)si de en az diğeri kadar etkilemişti beni. O zamandan beri denk geldiğim İran filmlerini kaçırmaz oldum. Bu yaz ise zirve yaptım. Önceki haftalarda Abbas Kiarostami ve Mohsen Makhmalbaf'tan epeyce film izledikten sonra sıra İran sinemasına ilgi duymama sebep olan Majid Majidi'ye geldi. Bu haftayı ona ayırdım ve ilk olarak "Cennetin Çocukları"nı seyrettim sabah kalkar kalkmaz. İki yoksul kardeşin kayıp bir ayakkabıdan yola çıkan öyküleri kimi zaman gözümden yaş getirdi, kimi zaman kendimi istemsizce gülümserken yakaladım. İzlemediyseniz kesinlikle önereceğim bir film bu, herşey bir yana iki küçük çocuğun zaman zaman yüzlerinde beliren sıcak tebessümleri görmek için bile seyretmeye değer. Yarın sırada "Baran" var. Göreyim neylemiş Majidi ve eminim ki güzel eylemiş...

26 Ağustos 2012 Pazar

PAZAR



"Kirazın Tadı", kağıtta kek, Zuma, "Alemlerin Sürekliliği", kısır, "Spring, Summer, Fall, Winter... and Spring" 
ve Pazar biter...

24 Ağustos 2012 Cuma

BAYRAMI KOLAJLADIM


Efenim, henüz gelmesini beklediğim 4-5 kart daha var ama belki postada kaybolmuş olabilirler düşüncesi ile bayram rekoltemi kolajladım, arkadan yetişenler olursa bilahare ilave ederim. Bu vesileyle etkinliğe katılıp-ya da katılmayıp-yolladıkları kartlarla bayramı güzelleştiren blog arkadaşlarıma, posta kutusu kullanmaktan hoşlanmayıp kapı demirine sıkıştırsa da Antalya'daki suratsız postacım gibi 15 günde bir değil günaşırı uğrayan postacıma, kartları yerlerden toplayıp kapıma teslim eden komşularıma çok teşekkür ederim. Sol baştan sayarsak:

-Buğday Tanesi
-Biraz Şöyle Biraz Böyle
-Dolu Dolu Mutfak
-Cessie
-Fıstıklı Tombi
-Dışavurum
-Ece's Sun 
-Fermina Daza
-Kağıt Faresi
-Halide
-Hayalden Bozma
-Kara Kitap
-Mavi Balon
-Sabunlarım
-Sanat Damlası
-Sanat Notları
-Verba Volant/Aylağın Günlüğü
-Vladimir
-İnsan Olmak
-Ness'in Kelebekleri

iyi ki varsınız...
Ayrıca e-kart yollayarak bayramımı kutlayan Eflatun'a da çok teşekkür ediyorum...

Unutmadan, kahveli blog ilgilerinizi ve sevgilerinizi bekliyor: http://fincandakimucize.blogspot.com/


23 Ağustos 2012 Perşembe

BEBEKLER


Sunay Akın sağolsun, "bu kadıncağız kaç kez İstanbul'a geldi, bizim müzeyi gezmeye fırsat bulamadı, bu yıl da ya gelir ya gelemez" diye düşünmüş ve müzenin bir bölümünü ben göreyim diye Ankara'ya yollamış. Haliyle gidip gördüm, pek kapsamlı bir sergi değildi ama yukarıdakileri görmek bana yetti; çocukluk bebeklerim. O beşiğin içindeki zencinin beyaz olanı ve yanındaki daha küçük olanından onlarca eskitmiş biriyim. Gerçi bu standın üzerinde tarih olarak "Amerika-1900" yazıyor ama benim tevellüt o kadar da eski değil, demek ki Türkiye'ye daha sonra gelmiş.

Ortaokulun üçüncü sınıfına kadar bebeklerle oynamış biriyim, itiraf ediyorum:) Gerçi ilerleyen yıllarda bu bebeklerden kesilip elbise giydirilen kağıt bebeklere terfi etmiştim ama bu işin hakkını tam olarak verdiğimi kesinlikle söyleyebilirim, bugün gördüğüm oyuncak oda ve mutfak takımlarında da gözüm kalmadı desem yalan olur. Aaah ah, çocukken elime geçecekti bunlar. Ben zavallı kısıtlı imkanlarla evde bulduğum ceviz ağacından yapılma, çanta boyutundaki, bölmeli bir kutuyu bebeklerime ev yapar, kartondan yaptığım eşyalarla da bir güzel döşerdim (o kutu hala duruyor, ayakkabı boyaları ikamet ediyor şimdi içinde). Çeşit çeşit de elbise dikerdim, gelinlik dikip düğün bile yapmıştım, damat geline göre biraz daha cılız ve kısaydı ama olsun varsın, iyi bebekti, severdim kendisini:) Annemle az tartışmadık bu yüzden, o kadar yayılarak oynardım ki salon halısının üstünde adım atacak yer kalmazdı, okula giderken de öylece bırakmak isterdim, dönünce kaldığım yerden devam edeyim diye. Bugün bu bebekleri görünce çocukluğum çıktı geldi bir yerlerden, keşke bebeklerden bir-ikisi saklansaymış, ne kadar sevinirdim öyle olsaydı.

Oyuncaklı bir günü de savuşturduk, hepinize sevgiler yolluyorum...

ANKARA KEŞİF TURU


Ankara keşif turlarından birine daha çıktık dün yürüyerek. İlk istikamet Hamamönü idi. Ramazan'ın bitmesiyle kalabalığından kurtulmuş, sakinleşmiş semtin Sanat Sokağı'ndaki kafelerden birinin hasır taburelerine yerleştik ilkin.


Başına geçirdiği kovboy şapkası ve kareli gömleğiyle kendine country şarkıcısı havası vermiş gitarist genç canlı müzik yapıyordu, onu dinlerken yudumladık çaylarımızı. Herbir masadaki müşteri için birer şarkı sundu, kısmetimize "Dido" düştü. Biz iki çay, bir kahvenin üstüne ayrılırken o "Aldırma Gönül"ü söylüyordu istek üzerine.

Hamamönü sokaklarında biraz dolaşıp yeni restore edilen evleri teftiş ettik, sonra Ulus'a gitmeye karar verdik. Her zaman bir açıkhava müzesine dönüştürülmesini arzuladığım Ulus civarının muhteşem bir mimariye sahip ama harap binalarının arasından yer yer hayıflanıp yer yer beğenimizi belirterek yürüdük de yürüdük. Yolüstündeki Eyüp Sabri Tuncer kolonyalarının satış mağazasına girip eski haliyle korunmuş yer karolarına incitmekten korkarak basarak zeytinyağlı sıvı sabun aldık, galonlar içindeki rengarenk kolonyaları eski bir dosta kavuşmuş gibi gözümüzle okşayarak dükkandaki ağır ama mis kokuyu içimize çektik.

Ulus'ta önce Hâl'e girip biraz alışveriş yaptık, sonra çay içmek için ilk kez gördüğüm kitsch ötesi bir mekana girdik. O kendini cafe-bistro sanıyordu ama ne yazık ki mahalle kahvesi bile değildi. Severim böyle yerleri, eğlenceli bulurum, özellikle girip oturmak istedim o yüzden.


3. kalite giysilerin satıldığı konfeksiyon dükkanlarının çepeçevre sardığı kahvemsi-pastanemsi bu mekan damalı ve nazar boncuklu pembe örtülerle bezeli masaları, kahverengi vinylexle kaplı koltukları, şırıldayan mini boy yapay bir havuzun yanında yükselen yapay palmiyesi ve ona dolanmış yapay yeşillikleri ile cidden  görmelere değerdi. Tavandan sarkan araba tekerleği şeklindeki avizenin tam karşısındaki TV'den Hakkı Bulut duyulmayan bir sesle çığrınıyordu. Aynı zamanda hem cafe, hem bistro, hem pastane, hem çay bahçesi olduğunu çeşit çeşit tabelalarla ilan eden mekanda yapay havuzu bir de heykel süslüyordu.


Oğlan çocuğunun sırtına binip su içmeye çalışan kız çocuğu gibi nadide bir heykelle süslenmiş havuzun şırıltılarını dinleyerek birer çay içtik, şaşılacak şey çay güzeldi.


"Ç.ino" adını taşıyan bu nadide mekandan ayrıldığımızda vakit akşama dönmek üzereydi. Yorgun ama keyifli eve doğru çevirdik rotayı...

22 Ağustos 2012 Çarşamba

GÖĞE BAKALIM


"Yorgan yitti, kavga bitti" derdi annem, bayram bitti rutine döndük biz de şükür. Öncesi ve ilk günü telaş ve yorgunlukla sonrası rehavetle geçen günlerden geriye seyredilmiş üç Makhmalbaf filmi ve yarılanmış Sandor Marai kitabı kaldı. Bu bayram da bunlarla hatırlanacak. Şimdi artık Turgut Uyar okuyup "göğe bakma zamanı"dır. Ölüm yıldönümünde ustaya saygıyla:

"İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım
...........
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım"


Göğe bakalım...

21 Ağustos 2012 Salı

VARAN 3


-Gündemin sebep olduğu iç sıkıntısıyla bayramın son gününe uyanıldı.
-Kahvaltının ardından bu bayrama damgasını vuran Makhmalbaf fimlerinden bir tane daha izlemek için kahve elde ekran karşısına konuşlanıldı. Bu defaki kör bir çocuğun seslere olan hassasiyetini anlatan son derece güzel bir filmdi: "Sokout/Sükut". Beethoven'in 5. senfonisinin de ilginç bir biçimde kullanıldığı film çok beğenildi.
-Rutin şaşmadı, yine Sandor Marai'ye geçiş yapıldı film sonrası, bu kez 50 sayfa hatmedildi.
-Öğleden sonra ziyarete gelen kuzenle sohbet edilip kahve içildi.
-Telefonla yapılan kutlamalara bugün de devam edildi.
-Bayram için pişirilenlerden son kalanlarla akşam yemeği yenildi.
-"Bitsin artık bu bayram" havasına girilip pijamalara geçiş yapıldı.
-Sandor Marai ile olan muhabbete kavun şarabı eşliğinde devam edilmek üzere bilgisayar başından kalkıldı. 

Ve nihayet bayram biter...

20 Ağustos 2012 Pazartesi

VARAN 2


-Sabah yorgunluktan kaynaklanan bir bel ağrısıyla kalkıldı yataktan, kahvaltının ardından bir ilaç yuvarlanıp kahve elde bayramın ikinci filmi izlenildi. Yine bir İran filmi; Mohsen Makhmalbaf'dan "Gabbeh/Kilim". Şiir gibi bir filmdi; naif, rengarenk, masalsı.
-İkinci kahve Sandor Marai'nin 20 sayfasına daha eşlik etti. 
-Bayram ziyaretine gelen iki komşu ağırlanıp, dün evde bulanamayan komşuya bayram ziyaretine gidildi.
-İlk kez dışarı çıkıldı, çocuklara uğranıp bir kahve içildi, sonraki istikamet IKEA oldu, İsveç köfteleri yenilip ufak-tefek alışveriş yapıldı.
-Eve dönüldü, çay içilip blog yazıldı.

2. gün de biter...

19 Ağustos 2012 Pazar

VARAN 1


-Sabahın köründe kalkılıp dün yetiştirilemeyen yaprak sarması yapıldı. Yapraklar sarılırken bir İran filmi izlendi: "Kadın Olduğum Gün". Yönetmenliğini Marzieh Makhmalbaf'ın yaptığı film çok tarafımdan çok beğenildi.
-Sarmalar pişerken Selgin'den tarifi alınan "Ratatouille" hazırlandı. Artık yabancı isimli yemekler yemeye karar verildi, sarmanın ismi" Sarmouille" olarak değiştirildi:)
-Bu hamaratlığa ödül olarak kahve yapılıp 20 sayfa kadar kitap okundu: "Bir Burjuvanın İtirafları/Sandor Marai".
-Bir sürü telefon konuşması yapıldı.
-Üç komşunun zili çalındı, sadece birisinin kapısı açıldı, bayramlaşıldı. İkram edilen çikolata ve tatlı başarıyla geri püskürtüldü.
-Eve geri dönüldü, bilgisayarda "Zuma" oynandı, 14. dereceye kadar yükselindi.
-Vakit akşama yaklaşırken önce börek (pardon borekouille), ardından ratatouille fırına verildi. 
-Şık bir sofra hazırlandı. 
-Çocuklar, kardeşler ve minik yiğen geldi, bayramlaşıldı, yenilip içildi.
-An itibarıyle bulaşık makinesi çalıştırılıp, "of, puf" denilerek blog yazmaya geçildi.

1. gün biter...

18 Ağustos 2012 Cumartesi

MUTLU BAYRAMLAR

Bayram mesajımı size Snoopy'm getirsin:


Bayramınız kutlu, yüreğiniz umutlu, yüzünüz güleç, kahveniz köpüklü, ikramlarınız bereketli, arayıp soranınız çok, sevdikleriniz yanınızda, sağlığınız yerinde olsun. Barış ve huzur içinde bir dünyada daha nice bayramlarınız olsun.

Not: Mümkünse bayram kahvelerinizi fotoğraflayıp iki satır mesajla Kahveli Blog'umuza yollarsanız bayram süresince yayınlar ve çok mutlu oluruz. Mail adresi: kahveciguzelleri@gmail.com  . Şimdiden teşekkürler...

17 Ağustos 2012 Cuma

KİTAPTAN KULELER


Euphoric'in önerisiyle evde bekleyen kitap kulelerini görüntüleme etkinliği başlattık, yok mu katılan?

Benim Ankara'daki ilk kulede bekleyenler şunlar:

-Cumhuriyet'in Ütopyası Ankara 
-Bir Dönem İki Kadın/Oya Baydar-Melek Ulagay
-Karagöz ile Boşverin Beni/Ferhan Şensoy
-Kış Bahçesi/Kristin Hannah
-Yavaş/Nihan Eren
-Bertie'nin Dünyası/Alexander McCall Smith
-İskoçya'da Aşk/Alexander McCall Smith
-Kahve Öyküler/Alexander McCall Smith
-Kadınlar Dekameronu/Julia Voznesenkaya (Bunun yarısı okunmuş durumda)
-Bir Burjuvanın İtirafları/Sandor Marai
-Büyükler İçin 17 Masal/Elif Savaş Felsan
-Zarf/Haydar Ergülen
-Eldivenler, Hikayeler/Murathan Mungan
-Şeylerin Masumiyeti/Orhan Pamuk

Benzer yükseklikle 2 kule daha var ve benim gözüm kitapçılarda, gönlüm kitaplarda. Bakalım ne olacak...

16 Ağustos 2012 Perşembe

KOCAMAN BİR YILDIZ KAYDI


İlk sesiyle yer etmişti hayatımda; küçücük bir kızdım, henüz ilkokulun ilk sınıflarında. Akşamın olmasını bekler, radyonun başına yerleşirdim. Reklam programları arasında "Uğurlugiller" skeci yayınlanırdı ve ben buna bayılırdım. Metinlerini Selçuk Kaskan'ın yazdığı bu kısa radyo oyunu yetişkin iki çocukları olan ve evin emektarı Arap Bacı ile birlikte yaşayan bir aileyi konu alırdı.  Müşfik Kenter değildi o zaman benim için sanatçı, evin babası Salim Bey'di. Karısı Nebahat Hanım'ı Yıldız Kenter seslendirirdi ve ben onların kardeş olduğunu bilmez gerçekten karı-koca sanırdım soyadlarının aynı oluşuna bakarak (Şükran Güngör'ü de bir ara kadın sanmıştım:). Kızları Türkan'a o güzel sesiyle Çolpan İlhan can verirdi ve yurtdışında yaşayan oğul Doğan ise sanırım Genco Erkal'dı. Yaşlı bir kadın olduğuna yemin edebileceğim Arap Bacı Kalfa'nın aslında oyuncu Tevfik Gelenbe olduğunu öğrenince çok şaşırmıştım. Sadece ben değil komşu teyzeler arasında da şaşkınlıkla karşılanıp günler boyu konuşulmuştu. Yıllarca devam etti "Uğurlugiller"in radyodaki yayını. Müşfik Kenter oturma odamızdaki sihirli kutudan süzülen aşina bir ses olarak hayatımıza girdi. Ve hep orada kaldı, aileden biri gibi, sanat dünyasının demirbaşlarından biri gibi,-bugün Asu'da yazısında değinmiş-Olympos'ta yaşayan ölümsüz bir tanrı gibi. Ondandır belki reel olarak hiç tanışmadığımız birinin ölümünün bu kadar acı verip bu kadar eksiklik duygusu yaratması. 

Uğurlugiller radyo oyunu sonradan TV'ye de uyarlandı ama ben artık büyümüştüm, izlesem de radyodaki kadar cazip gelmiyordu, seçenek çoktu çünkü ama Müşfik Kenter hâlâ en beğendiğim aktör olmaya devam ediyordu. Bu kez üniversitenin ilk sınıfındaydım. Soğuk bir kış günü evden çıkmış, önce-Ankaralılar bilir- Meşrutiyet Caddesi'nin dik yokuşunu tırmanmış bir süre sonra da inişe geçmiştim. Fena halde üşümüş, Ankara'nın o zamanlar berbat derecede kirli havasından genzim yanmış ve yorulmuştum. Bezgin bir şekilde ilerlerken karşımdan gelen adam beni "zınk" diye yerime çaktı. Uzun siyah paltosunun etekleri uçuşan, kalkık yakalarının arasından görünen müthiş karizmatik yüzündeki mavi gözleri adeta ışık saçan uzun boylu adama bakarken donup kalmıştım. Bir an "Ben bunu tanıyordum ama kimdi?" düşüncesi sardı kafamın içini, Müşfik Kenter olduğunu anladığım anda ilâh zaten yanımdan epeyce uzaklaşmıştı. Bir süre arkasından bakakaldığımı hatırlıyorum, sonra da Müşfik Kenter hep o bir anlık, uçucu ama müthiş etkileyici görüntüsüyle yer etti aklımda. 

Yıllar onun yüzüne çizgiler ekledi, ben yetişkin bir insan oldum ama sanatına olan hayranlığım, o güzel sesinin bana verdiği huzur duygusu hiç bitmedi. Ne yazık ki sahnede izleme imkanını bulamadım. Dedim ya, bana ölümsüz gibi gelirdi, hep erteledim fırsat olduğunda. Yine de en azından filmlerde, dizilerde seyretmek, sesini dinlemek bile büyük bir şans. Türkiye'nin değerleri arka arkaya yok olup giderken çocukluğumuzun, gençliğimizin birer parçasını da yanlarında götürüyorlar. Huzur içinde uyu güzel sesli kocaman adam, seni unutmayacağız...


15 Ağustos 2012 Çarşamba

BEL AĞRILI BİR HİKAYE

Evvelki akşam geçen haftaların sıcağı, teri ve cereyanıyla had safhada hassaslaşmış belime ters bir hareket yapınca acaip bozuldu, tepkisini anında elektrik çarpmış gibi bir cızlamayla gösterdi ve ardından ağrı kartını dayadı burnuma. Dik otururken ve ayakta dururken bir şekilde tahammül edilebilen ağrı yatma vakti geldiğinde bel nahiyemde ter ter tepinmeye başladı. Bedenimin hiçbir yanına yatabilme şansı tanımadı bana-ki yüzüstü yatmadan uyuyabildiğim çok nadirdir-sabaha kadar fırdöndü misali döndüm yatakta, zaten sorunlu olan uykum hepten yokoldu. Gece boyu ağrıyı en az hissedebileceğim şekilleri denedim; yüzüstü yatıp bir süre nefes almazsam ya da aldığım nefesi bir süre vermezsem ağrıyı daha az duyumsuyordum. Lakin bu işi uzun zaman yaparsam daldığım uykudan bir daha uyanamayacağım kesindi, vazgeçtim. Yan yatıp sırtımı 45 derecelik bir açıyla geriye verdiğimde de biraz rahatlıyordum ama bu defa sırtım sinyal veriyordu. Sırtüstü yatmaya bir dakikadan fazla tahammül edemediğim için gece boyu topaçtan beter hallere düşüp sabaha karşı muhtemelen bitkinlikten biraz dalmışım. Kalktığımda ağrı biraz hafiflemiş ya da dikey konumumdan dolayı sinmişti bir köşeciğe. İşlerimi halledip uzun süredir görüşemediğim lise kızlarıyla buluşmak için belağrılı bedenimi giydirip süsledim ve yola koyuldum. Ana caddelerden birinde üstüme üstüme gelen yoğun trafiğin içine kendimi kahramanca atma gücünü belimden dolayı bulamadığım için mecburen Angara Başganı'nın mebzul miktardaki âtıl üst geçitlerinden birini kullanmaya karar verdim. Ağır ağır çıktım o dik merdivenlerden, bitmek bilmedi. Sonunda tepeye ulaştığımda benden başka muhtemelen akşamki bir sefahat aleminden kalma iki adet yeşil renkli "Güzel Marmara" şarabı şişesi, yerde birkaç müstehcen çizim, geçidin üstünü şemsiye gibi kaplayan çınarlardan dökülmüş yapraklar ve artık seyrelmeye başlayan akasya çiçekleri vardı. Her geçişimde olduğu gibi bu kez de üst geçidin çınar gölgesi alan esintili köşesine bir çay ocağı açma fikrimi gündeme getirdim, ardından asansör sistemi kurmanın maliyeti yükselteceğini düşünerek caydım:) Ağır ağır indim merdivenlerden ve buluşma mekanımıza ulaştım.


Burası eskiden Akman Kızılay şubesi idi, bu yaz başı kapandı ve beni çok üzdü. Şimdi yerine bir başka mekan açılmış ama Akman adını da yaşatıyorlar. Dekorasyon biraz değişmiş olsa da hâlâ Akman bozası var, iç salondaki pencere vitrayları da korunmuş. Onun dışında yiyip içtiklerimiz pek takdire şayan değildi ama görevliler ve servis geçer not aldı. Zaten çok da umurumuzda olmadı yiyecekler, içecekler. Biz bir-iki eksikle de olsa biraraya gelmenin keyfiyle lafı birbirimizin ağzından kapmakla meşguldük.  Öyle ki bel ağrım bile geçici olarak etkinliğine ara verdi. 

Dönüş aynı güzergahtan oldu, bu kez üstgeçide tırmanmadım, kendimi attım araç trafiğinin ortasına, kibar sürücülerdi yol verdiler. Bizim evin önündeki caddenin sürücüleri aynı kibarlığa sahip olmadıklarından kendi üstgeçidimizi kullandım. Yaklaşan bayram nedeniyle üstgeçit üstü dilenci ve esnaf(!) popülasyonu yoğunlaşmıştı akşam vakti. Girişte yelpaze satıcısıyla başladı, havalar serinlemeye durduğu için satışlar da durmuştu, etrafa bakarak çekirdek çitliyordu yelpazeci. Az ilerisine Deniz Gezmiş'in yaşam öyküsünü konu alan bir kitaba gömülmüş çorap satıcısı konuşlanmıştı. Müşteri yanaşınca kitabı tezgahın altına ters çevirip bıraktı, çoraplar 1 liraymış ihtiyacınız varsa, uzaklaşmadan onu da öğrendim. Leş gibi kokan suni deriden kemerler satılan bir tezgahın yanından geçtim, cılız tartıcı çocuk "tartıyım mı teyze?" dedi, ters ters baktım, kadınlara yaş ve kiloyla ilgili birşey söylenmeyeceğini öğrenmemiş henüz bu yavru:) Geçidin sonuna yaklaştığımda kulağıma gelen nağmeler kaval sesine aitti. Yaşlıca bir adam mendilini önüne açmış elindeki kavaldan biteviye aynı sesleri çıkarmaktaydı. Kulağımda "dürülülü" sesiyle indim kaldırıma ulaşan merdivenleri. 

Akşam artık bittiğini düşündüğüm ağrı meğer sinsice pusuya yatmış, benim yatmamı bekliyormuş. Dünkü macera bu gece de tekrar etti kendini, üstelik sabaha karşı zor bela daldığım uykumdan çalan telefonun sesiyle uyandım. Sabahın 5'inde arayan bilmediğim numara "Mamıt abeeey nerdesin?" diye sordu, "Öyle biri yok" deyince de "Kusura bakman yalnış dokanmışız" diyerek kapattı. Kalbimin çarpıntısı yarım saat sürdü, sülalesine gönderdiğim iltifatlarsa hâlâ devam ediyor...

Hâlâ okuyacak gücünüz kaldıysa bu uzun yazıya ek: Kahve blogumuzu ihmal etmeyiniz lütfen: http://fincandakimucize.blogspot.com/

13 Ağustos 2012 Pazartesi

ÖYLESİNE


Snoopy der ki:

"Hem okudum hemi de yazdım
Yalan dünya senden bezdim of of!.."


11 Ağustos 2012 Cumartesi

BİR DÜĞÜN HİKAYESİ


Dün akşam kuzenlerden birinin oğlunun düğününe davetli idik. Şık bir mekanda önce nikah kıyılacak, ardından düğün yemeği ve eğlencesi ile devam edilecekti. Eh araziye uygun olsun diye ben de şık birşeyler giyeyim istedim. Siyah dantel bir tuvaletim var, onu çıkardım dolaptan, giyindim, süslendim, yola koyulduk. Önce kuzenlerin evine gidilecek, oradan hep birlikte düğünün olacağı yere. Biz gittiğimizde damadın anne babasıyla-ki babası benim kuzen oluyor-diğer akrabalar yola çıkmaya hazır bekliyorlardı. Tam arabalara binileceği sırada farkettim ki ben o şık dantel tuvaletimin içine astar giymeden çıkmışım. Böyle bir şeyi nasıl yaptım akıl erdiremedim ama sanırım aceleyle unutmuşum. E ne yapacağız, böyle gidilmez, gayet transparan bir durum, Cannes Film Festivaline katılacak yıldız adayı değilim sonuçta. Kuzenimin eşine-yani damadın annesine-nazım geçer, gözünü seveyim dedim bana bir astar uydur. Bu arada nikah vakti yaklaşıyor, herkes söyleniyor, bir grup bindi gitti, biz dolaplarda astar arama derdindeyiz. O meret de bir türlü bulunmuyor, kadıncağız deşmedik dolap çekmece bırakmadı, damadın babası yani benim kuzen "geç kaldık" diye söylenmeye başladı. Onu da yolladık, biz aramaya devam ediyoruz. Lakin vakit geldi çattı, neredeyse nikah başlayacak, kadıncağız oğlunun nikahını kaçıracak. "Gidelim bari dedik, arabada bir çözüm buluruz". Sıkışık akşam trafiğinde mümkün olduğunca gaza basıp salona yetişmeye çalışırken ben de arabada duran oğlumun bebekliğinden kalma üzeri ayıcıklı pazen battaniyeyi belime doladım. Karizma yerle bir ama yapacak birşey yok. Kanter içinde salona girdik ki nikah kıyılmış bitmiş. Kuzenin eşi yani damadın annesi yüzüme öyle bir bakış fırlattı ki, yerin dibine girsem olurdu.
Sonra mı?
Sonra telefonun alarmı çaldı, uyandım:))

10 Ağustos 2012 Cuma

FİNCANDAKİ MUCİZE: KAHVE


Berbat bir başağrısıyla uyandım bugün. İlaç içmek için mutfağa gittim, ilacı unuttum elimde kahveyle döndüm. Normalde kahve başağrısını tetikler ama benim kafeine ihtiyacım var, içmem gerek. Hem içmekle kalmadım kahveli blogu açıp tek tek kahvelere baktım, katmerli oldu yani. 

"Fincandaki Mucize: Kahve" isimli mis kokulu, lezzetli blogumuz katkılarınızla giderek güzelleşiyor. Fotoğraf, yazı gönderen, izlemeye alan arkadaşlara buradan tekrar teşekkür ediyorum. Bu blog ortak bir blog, sizin yolladığınız fotoğraf ve yazılarla varlığını sürdürecek, lütfen desteğinizi esirgemeyin. Sevdiğiniz bir mekanda içtiğiniz bir kahve, anısı olan, sizi biryerlere taşıyan bir fincan, şık bir sunum, ilginç bir tasarım, hatta çirkin bir mekan ve tatsız bir kahve bile konu olabilir yollayacağınız fotoğraf ve metinlere. Sizin adınız veya rumuzunuzla yayınlanacaktır gönderilenler. Bloglarınızda duyurursanız katılımcı sayısını arttırabilir, blogu daha da renklendirebiliriz. Haydi bir gayret, her ne kadar blogda varsa da fotoğraf ve metinlerin yollanacağı mail adresini tekrar yazıyorum:
kahveciguzelleri@gmail.com
Blog linki:
Bugün güzel fotoğraflar ardarda gelecek, gözatmanızı öneriyor, tekrar teşekkür ediyorum.


Bunlar da posta kutumun dünkü ganimetleri. Posta kutusu demek yanlış aslında, sevgili postacımız bu dört zarfı bu defa doğal gaz borusunun arkasına sıkıştırmış. İkisi yanyana üstelik. Sanırım kendisinin posta kutularına alerjisi var, değerse kaşıntısı tutuyor:) En azından getiriyor, bu da birşeydir diyorum ve kartları yollayan İnsan Olmak, Cessie, Aylağın Günlüğü ve Vladimir'e teşekkür ediyorum...

9 Ağustos 2012 Perşembe

ÇOK GEZDİK ÇOK

Dün baktık hava fazla sıcak görünmüyor, "Ankara keşif turu" zamanıdır dedik. İlk durak Cermodern'di. Niyetimiz sergiyi gezmekti ama afişteki yaratıklar gözümüze o kadar korkunç göründü ki "bu sevimsizlere bir de üste para mı vereceğiz" deyip caydık. Bu sergilerin parayla gezilmesi olayına da kılım doğrusu, sanat merkezi açmışsan bırak halk yararlansın yahu. Neyse sergiden vazgeçince Divan Cafe'ye yerleştik, sade kahvemizi söyledik, en sevdiğim taşıt aracına bakarak höpürdettik.

Fincanı çevirmedim, fal olayından hiç hoşlanmam ama kendiliğinden çıkan şekilleri göresiniz isterim:


Fincan "Haremlique" tasarımı ve ben bu şekilleri Topkapı Sarayı'na benzettim. "İnsan yaşadığı yere benzer" demiş Edip Cansever "Mendilimde Kan Sesleri" şiirinde. Kahve de kabına benzedi, Haremlique fincanında Topkapı Sarayı çıkar, Eyfel Kulesi çıkacak değil ya. Ama bu iş burada kalmadı yazının ilerleyen bölümlerinde göreceksiniz.

Cermodern'den o zamana kadar hiç uğramadığımız bir mekana, "Kore Şehitleri Parkı"na gitmek için ayrılırken masalardan birinde Behzat Ç. ekibinden Eda'yı gördük, yalnız başına oturuyordu ve su gibi duru bir güzelliği vardı. 
Kore şehitlerine adanan bu anıtın yer aldığı park yapıldığında ben belki lisedeydim ve hiç ziyaret etmişliğim yoktu, bugün bir ilki, hatta iki ilki gerçekleştirmiş olduk. Kore Savaşı'nda ölenler anısına yapılan bu pagoda biçimindeki anıtta Kore'den getirilmiş toprak, temsili bir mezar ve anıtı çevreleyen levhalarda da şehitlerin künyeleri yer alıyor. Hangi amaca hizmet için savaştıklarını bile bilmeden gencecik yaşta ölenlerin anısını yaşatmaya çalışan anıt-parktan karmaşık duygularla ayrıldık.

Ve ikinci ilke doğru yol aldık; yıllarca önünde geçtiğim ve bir kez bile girip gezmediğim Roma Hamamı kalıntılarına. III. Yüzyılda Roma İmparatoru Caracalla tarafından Sağlık Tanrısı Asklepios adına yaptırılmış hamam VII. Yüzyılda bir yangında tahrip olana kadar yaklaşık 500 yıl kullanılmış.


Şimdi bakın bakalım son fotoğrafa, benim fincanda çıkan kemerli şekle benzemiyor mu? Siz bu kadar hızla çıkan fal gördünüz mü:))


Oldukça geniş bir alana yayılmış kalıntıları gezmek neredeyse iki saatimizi aldı. Ne yalan söyleyim bu kadar kapsamlı birşey göreceğimi hiç sanmıyordum ve bunca yıldır ihmal ettiğim için kendimi ayıpladım. Ankaralı bloggerler, siz de benim gibi hala gidip görmemiş iseniz daha fazla geciktirmeyin derim.

Biraz yorulsak da hayli faydalı bir gezi oldu bugünkü, yeni keşif gezilerinde buluşmak üzere...

Not: Fotoğrafları tıklayın ki büyüsün, güzelleşsin ve arada kahve molası vermeyi ihmal etmeyin: http://fincandakimucize.blogspot.com/2012/08/ikisi-bir-arada.html

8 Ağustos 2012 Çarşamba

KARTLAR UÇUŞMAYA BAŞLADI


Dün artık yavaş yavaş bayram kartlarım gelmeye başlamıştır düşüncesiyle posta kutusuna bakmaya niyet ettim. Sokak kapısını açmamla gözlerimi şaşkınlıkla açmam eşzamanlı oldu. Yerde, paspasın üstünde, üzerine kart yapıştırılmış bir paket duruyordu. Sevgili postacımız gelmiş, yukarıya kadar çıkmış ve zile dahi basmadan paketi sürpriz yumurta gibi paspasın üstüne bırakıp gitmişti. Allahtan komşular yıllardır bu apartmanda oturur, gireni çıkanı fazla bir mekan değildir de biri benim paketi mideye indirmemiş. Kaptığım gibi içeri koştum tabii ki, sevgili Sanat Notları Sinem güzel kartıyla birlikte bana çok sevdiğim Ferhan Şensoy'un bir kitabını yollamış anı olarak, buradan bir kez daha teşekkür ediyorum. 
Paketimi açıp kartımı okuduktan sonra posta kutusuna bakmaktan vazgeçtim, nasılsa başka gelen birşey olsaydı paspasın üstüne o da atılırdı. Akabinde şeytan dürttü, postacı halleri bu, belli mi olur deyip indim aşağıya. İndim ki ne göreyim, posta kutusu boş ama apartman kapısının dışındaki demir parmaklıkların arasına içinde bana ait 5 tanenin bulunduğu bir sürü zarf sıkıştırılmış. Kartları aldım, diğerlerini ait oldukları posta kutularına gönderdim ve birkaç dakika düşündüm: "Bu adam içeri girdi mi? Girdiyse kartları neden kutulara atmadı? Girmediyse benim paketi getirip kapının önüne nasıl bıraktı? Girdiyse paketle birlikte kartları da neden paspasın korunaklı kollarına emanet etmedi?" Yok, bir cevap bulamadım, Allah ıslah etsin, bu da "memleketimden postacı manzaraları"na bir ilavedir deyip kartlarımı okumak üzere yukarı yollandım.

Efendim ilk etapta elime geçen altı kartı yollayan Sanat Notları, Dışavurum, Sanat Damlası, Kara Kitap, Fermina Daza ve etkinliğe dahil olmayan Darla'ya çok teşekkür ediyorum. Harika kartlarınız, zarflara yapıştırdığınız (ne büyük çabayla elde edildiğini biliyorum) güzel pullarınız ve sımsıcak dilekleriniz günümü aydınlattı. Sağolun, varolun...

7 Ağustos 2012 Salı

EDEHMS


-Ev ödevlerimi bitirdim. Öğretmen vişne şurubu yapmamı istemişti, ben çalışkan öğrenci olarak "erik şurubu da yapayım örtmenim" diye parmak kaldırdım, kabul etti. Dün akşam hazırlık çalışmalarımı yaptım, kalemlerimi açtım-pardon eriklerimi haşladım-, defterime kenar süsü yaptım-yine yanlış oldu, vişneleri şekerledim. Bu sabah da erkenden kalkıp erik şurubumu kaynattım. Kalan taneleri süzgeçten geçirip erik marmelatına çevirdim, vişnelerimi  hallettim, şimdi çıkan su ekşisinin sinmesi için posanın içinde bekliyor. Süzdükten sonra şişeleyeceğim, kalan posayı da üzerine votka ilave edip likör olması için kaldıracağım karanlık bir köşeye. Bir taşla dört kuş vurmuş olacağım. Kısacası benimki ev ödevi olmaktan çıkıp dönem ödevine dönüştü neredeyse, örtmenim yıldızlı pekiyi istiyorum.
-Ev ödevim bitince örtmenime yaranmak için yarının ödevini de yaptım, gıcık talebe modundayım. Taze fasulye yemeği ocakta pişmektedir.
-Teneffüste balkona çıkıp çamaşırları astım. Kendimi feda edip nefes almadan çalışıyorum görüyorsunuz. "EDEHMS" ye hazırlanıyorum. Açılımı "En Domestik Ev Hanımı Madalya Sınavı". Annem babam zamanında çok emek verdiler; annem bizzat çalıştırdı, babam dersaneye yolladı, onlara layık olmam lazım.
-Şimdi etüt zamanı, Ferhan Şensoy'un anılarından yazılı var, ona çalışmam gerek. Benim için dua edin, okunmuş pirinç yollarsanız makbulumdür...

Bu arada Kahveli Blog'a uğrayın arkadaşlar, uğramakla kalmayın katkıda bulunun, memnun oluruz:
http://fincandakimucize.blogspot.com/

6 Ağustos 2012 Pazartesi

HAFTA BAŞI GANİMETLERİM


Kaç yıldır bekliyordum unuttum Ferhan Şensoy'un anılarının ikinci cildini. İlk kitap olan "Kalemimin Sapını Gülle Donattım"ı büyük bir keyifle okumuş ve ikinci cildi beklemeye başlamıştım ama epey zaman aldı yayınlanması. Nihayet Qunegond geçen hafta duyurdu çıktığını, meğer o da benim gibi dört gözle bekleyenlerdenmiş. Ve bugün diş hekiminin muayenehanesinden çıkar çıkmaz kendimi kitapçıya, kitabı da çantaya attım. 540 sayfalık küçük çaplı bir tuğla oluşu da ayrıca sevindirici bir durum, bu kadar beklediğimize değsin. Diyor ki kitabın giriş sayfasında Ferhan Şensoy: 
"bir ırmak kıyısında doğdum ben
bu yüzden
bir ırmak romandır bu özgeçmişsel
hem el yazması 
elle tutulan
elde var ikinci cilt
sapını gülle donattığım kalem
başkaldırıyor
kurşun olarak
dağlardan geliyor ırmak."
Ferhan Şensoy'u tiyatro sahnesinde izlemek kısmet olmadı ama sanatına ve zekasına hep saygı duydum. Birkaç yıl evvel Antalya Devlet Tiyatrosu'nda "Haneler" isimli bir oyunun yönetmenliğini yapmıştı. Tesadüfen yolumuzun tiyatro gişesinin önünden geçtiği bir gün gişede oturan Ferhan Şensoy'u gördüm. Bir an aklım bulandı ve Ferhan Şensoy'u bizim akrabalardan ya da arkadaşlardan biriymiş gibi algıladım (öyle içselleştirmişim demek) ve mutlaka selam vermem gerektiğini düşündüm. Camı tıklatıp el salladım adama, evet bunu yaptım yahu, hala aklıma geldikçe yüzüm kızarıyor:) Ve elimi indirdiğim anda ne yaptığımı farkettim, karşıdaki şahıs akraba falan değil ünlü bir oyuncuydu ve ben ergen kız tepkisi vermekteydim. Acilen sıvışmaya çalıştım ama o bu durumlara o kadar alışıktı ki kocaman gülümseyip el sallamama karşılık verdi. O kadar utandım ki oyun gösterimden kalkana kadar tiyatro civarında dolaşmadım, bereket daha evvel gidip seyretmiştim. Birazdan akraba mertebesine yükselttiğim sanatçının kitabına büyük bir keyifle başlayacağım. Siz de okumak isterseniz:
Başkaldıran Kurşunkalem/Ferhan Şensoy-Ortaoyuncuları Yayınları-Temmuz 2012

İkinci kitabım en sevdiğim şairlerden birinin Attila İlhan'ın kendi kaleminden anıları: Büyük Yolların Haydudu. Can Yayınları'ndan çıkmış daha yeni, dumanı üstünde yani. Kapağında Attila İlhan'ın en sevdiğim fotoğrafı var, çarpık, çapkın gülüşlü, dağınık saçlı, karizmatik bir genç adam olarak. Kitabı yayına Öner Ciravoğlu hazırlamış. Resimli ve büyük boy bir kitap, tam hoşlandığım gibi. 

Kısacası bugünkü ganimetlerimden memnunum, şimdi müsaadenizle başlamak için sabırsızlanıyorum zira...

Not: Kahveli blogumuz ilgilerinizi, sevgilerinizi ve katkılarınızı bekliyor. Şu adreste:
http://fincandakimucize.blogspot.com/

4 Ağustos 2012 Cumartesi

Bİ DAKKA, BİŞİ DİYCEM


Charlie Brown bize taşındı, galiba böylesi hepimiz için iyi oldu...

3 Ağustos 2012 Cuma

CUMA RAPORU


-Yağmur yağdı yağacak. Balkonda kurumaya terkettiğim patlıcan ve biberleri kedi yavrusu gibi taşımaktan hâl oldum. Dışarıya asıyorum yağmur yağıyor, içeriye alıyorum güneş çıkıyor. Dalga mı geçiyorsunuz kardeşim...
-Erken yatmanın faydasını sabahın 6'sında hortlayarak gördüm. Hazır uyanmışken kalktım bir tencere sarma yaptım. Sarma yaparken bir yandan da Abbas Kiarostami'nin "Ve Yaşam Sürüyor" filmini izledim. Yönetmenin "Köker Üçlemesi" ismiyle çektiği üç filmin ikincisi bu, ilkini dün izlemiştim: "Arkadaşımın Evi Nerde?". Üçüncüsü de yarına kısmetse. Lale ile eşzamanlı bir izleme yaptık sayılır. 
-Kiarostami ile yetinmeyip festival zamanı kaçırdığım ve bir türlü temin edip izleyemediğim "Kevin Hakkında Konuşmalıyız"ı da alıverdim seansıma. Ruhum daraldı, içim karardı, lakin film iyiydi. Tilda Swinton'sa muhteşem oynamıştı ama çok itici bir tipti.
-Sabah sürprizi Lale ve Gamse'dendi, yolladıkları kitaplarla günümü güzelleştirdiler, sevgilerimi üfledim kızlar, yakalayın.
-Kahve meraklısı olarak ortak bir blog açtık Ece, Zero, Lale ve ben: "Fincandaki Mucize: Kahve" . Katkılarınızı bekliyoruz. Kahve içmek için gidip sevdiğiniz mekanların ve içtiğiniz kahvelerin fotoğraflarını birkaç satır yazı ile blogda belirtilen mail adresine gönderirseniz ekler ve blogumuzun içeriğini zenginleştiririz. Haydi kahveseverler işbaşına.
-Bugünlük bu kadardır, hafta sonunuz keyifli, serin ve güzel geçsin...

1 Ağustos 2012 Çarşamba

NEREDEN NEREYE?

Söylemesi ayıp (söylemesi niye ayıptır bir türlü anlamam ama bu deyimi kullanmak pek eğlenceli gelir) bamya pişirdim bugün. Doğal olarak önce bamyaları ayıklamam sonra da sarmısak soymam, soğan doğramam gerekti. Ön hazırlığı uzun ve uğraştırıcı olan bir yemektir kendileri. Bamyayı ayıklamak hüner ister, anamdan az azar işitmemişimdir yeni yetmeliğimde. "Gördüğün banaysa öğrendiğin sana" diyerek pekçok ev işini kakalamıştı rahmetli büyüdüğümü farkeder farketmez ben zavallıya. Tabii önceleri işin kolayına kaçıp bamyaların kafalarını giyotine vururcasına uçurmuştum ama cin annemden kaçmadı bu durum, doğal olarak yemek salyalandı. Sonra da zinhar konik ayıklama biçiminin dışına çıkamadım. Bu iş tarz ister efendim öyle baştan savma yapılmaz. Bamyayı sol elinizle tutarken sağ elinizdeki bıçağı tepe soktasına sabitleyip şık bir piruetle kendi etrafında döndüreceksiniz ki tepede bir koni oluşsun, sofraya oturanlar "sümüklü bamya" demesin:) "Bamya diye bir sebze olmasa da olurmuş" diyerek bıktırıcı ayıklama işlemini tamama erdirip soğanları doğrarken "nereden nereye" denecek bir şekilde aklıma Tarık Akan'ın uzun yıllar önce seyrettiğim bir filmi geldi. Bir yandan soğanın sebep olduğu gözyaşlarımı koluma silip burnumu çekerken bir yandan da filmin ismini ve kadın oyuncusunu hatırlamaya çalıştım. Amonyak kokusunun zihnimi açmasını bekledim ama sadece bir Gülşen Bubikoğlu ismi yankılandı beynimde, ve fekat o ismin Necla Nazır'a dönüşebilmesi de kuvvetle muhtemeldir, filmin adıysa katiyen aklıma gelmedi. Her neyse, filmde 70'li yıllardaki en yakışıklı haliyle kalplerimizi gürp gürp attıran Tarık Akan (dünya ahret kardeşim olsun:) fakir bir genç idi ve bir plajda cankurtaranlık yapıyordu. Plaja dadanan şımarık zengin kızı ile (ki kendilerinin Gülşen ya da Necla olduğu konusu açıklığa kavuşamamıştır) aralarında bir aşk doğuyordu doğmasına da kız pek yontulmamış, pek işten güçten anlamaz hamhalatın biriydi. Tarık kardeşimizin evhanımlığındaki becerisini sınamak için soymak üzere eline verdiği soğanı elma soyar gibi soyuyordu salak. Eh erkeklerin kalbine giden yol da mideden geçtiği için ilk sınavdan ikmale kalıyordu. Kazara bamya ayıklamasını isteseler doğrudan sınıfta kalır hatta belge alırdı hafazanallah (bu arada belge almak diye birşey kaldı mı, ben bırak öğrenciliği öğretmenliği de unutmuşum zira). Neyse efendim film yine de mutlu sonla bitmişti. Aralarında oluşan geçici dargınlık durumu zengin kızımızın Tarık abimize, boyuna hitaben "Sırııık, seni seviyorum sırııııık" diye ünlemesi sonucu ortadan kalkmış ve mahallenin katıldığı bir düğünle evlenmişti gençlerimiz, Hulusi Baba da şahitleri olmuştur muhtemelen. Bamya pişti gitti ama filmin adı aklıma gelmedi, var mı aranızda hatırlayan. İnsaniyet namına bir yorumcuk yazıverin şuraya.

Sonunda gişe kapanmadan kartlarımı postaya verdim efendim, tüm listeme yolladım eğer elinize ulaşmazsa bilin ki postada kaybolmuştur. Bu görevimi de yerine getirmenin dayanılmaz hafifliğiyle huzurlarınızdan ayrılır, iyi akşamlar dilerim...