Sayfalar

30 Ağustos 2023 Çarşamba

ÇÜNKÜ HATIRALAR KUŞLAR GİBİ 7 / 30 AĞUSTOS

Cengiz Sokak No: 69'da bir yılı doldurmuştuk ki bir sabah annemin çocukluk arkadaşı telaşla geldi. Anneannemin oturduğu sitenin bir başka bloğunda-kendisi de orada oturuyordu-bir dairenin boşaldığını, hemen gidersek ev sahibini yakalayacağımızı söyledi. Acil babam arandı ve 17 yaşıma kadar oturacağım, beni büyüten, hayatımın en renkli günlerini geçireceğim eve bakmaya gidildi. 

İlk defa gördüğümüz ve son olduğunu henüz bilmediğimiz ev sahibinin yüzündeki gurur ifadesine hiç uymuyordu dairenin hali, adeta bir meydan muharebesinden artakalmıştı. Yerler çöp içinde, duvarlar leş gibi, camlar çatlamış ama ev sahibi hiç oralı olmadan evini övüp duruyordu. Hatta bir ara başını kaldırıp salonun tavanından sarkan tek kolu kırık, şakülü kaymış, kapkara olmuş, ampulü patlak avizeyi göstererek "Avizemiz de var, kontrata yazalım" demişti. Tam o sırada içeriye giren başındaki tülbentle uyumlu ak-pak yüzünde gözleri kara bir boncuk gibi parlayan, yaşlıca kadın "Sen buna avize mi diyorsun?" diyerek gülüverdi. Ardından da çıkan kiracıların pisliğinden, gürültüsünden, kalabalığından söz etmeye başladı. Ne dereceye kadar doğruydu bilmem ama en çok tuhafıma gidense evin kalabalığından tuvalet sırası gelmediği için idrarlarını şişeye yapıp balkondan aşağı fırlattıklarını söylemesiydi. Evin savaş sonrası haline şaşmamak gerekiyordu galiba. Oğlu askerde olduğu için bütün apartmanın "Asker Anası" diye seslendiği Müyesser Teyze ile ilk karşılaşmamız bu vesileyle olmuştu. "Sen iyi bir adama benziyorsun, tut bu evi, komşu olalım" diyerek babamı yüreklendirdi ve 10 yıl sürecek Seylap Sitesi C Blok maceramız böylece başladı. 

Ne zaman, nasıl taşındık tamamen silinmiş, sanki Cengiz Sokak'tan eşyalarla uçup bu eve konmuştuk. Çok geniş olmasa da öncekinden daha kullanışlı ve büyük, üstelik anneanneme de komşu olduğumuz için annem memnundu. Kırmızı koltuklarını bu kez evin en büyük odasına yerleştirip kapısını kapatmıştı, haliyle kapatacaktı misafir odasıydı orası 😃 Salon aydınlık ve o zamanki görüşümüze göre büyüktü, oysa genişçe bir odadan halliceydi ama sanırım benim çocukluğumda insanlar daha kanaatkardı, azla yetinmeyi biliyorlardı. Karşılıklı yerleştirilmiş iki somya (üzerleri halı örtülü, adetti o yıllarda), bir yemek masası, evladiyelik tahta koltuklarımız ve anneannemin evinden ayrılırken komşu Ağavni Tantik'in anneme hediye ettiği iki kişilik bir başka somya ile döşenmişti ev. O somya, ki aile arasındaki adı küçük divandı, bir nevi bana oda vazifesi görüyordu. Kitaplarımı orada okuyor, bebeklerimle orada oynuyor, öğle uykularımı orada uyuyor, tüm hayallerimi orada kuruyordum. Annemin gençliğinde ördüğü, rengarenk üçgen parçalardan oluşan bir yastık kıymetlimdi. "Hanım dilendi, bey beğendi" derdi annem yastığın modeline 😀Somyanın baş köşesinde durur, kimi zaman oyunlarımda görev alırdı. Tek çocuk olmanın getirdiği aşırı bir hayal gücüm vardı, elime aldığım her obje ile oyun kurabiliyordum. 

Henüz ne tüp gazlı ocağımız, ne de buz dolabımız vardı. Küçük bir teldolap mutfağın köşesinde duruyor, Cengiz Sokak'tan bizimle gelen gaz ocağı ise delikleri tıkandıkça annemi isyan ettiriyordu ki babam bir gün üç gözlü bir ocakla geldi. Gaz ocağı emekliye ayrıldı, Mobil Gaz ile anlaşıldı, yeni tanışmanın şerefine verilen ve tüpçünün uğrayacağı günleri belirten tombul bir tüp şeklindeki takvim mutfağa asıldı, annem gaz ocağı pompalamaktan kurtuldu. Şimdi sıra buzdolabında idi. 

Komşularla hemen kaynaşılmış, samimiyet artmıştı. Şefika Abla annemin kankası olma yolunda hızla ilerliyor, Müyesser Teyze babamın manevi anası pozisyonuna geçiyor, bitişiğimizde oturan Gümrükçü Amca (ya da komşular arasındaki adıyla Cümbüşçü Amca) akşamları toplanılan ev gezmelerinde bizi cümbüşüyle neşelendiriyor, en köşedeki İstanbullu genç ailenin 1,5 yaşındaki oğulları Cem ise benim her anımı güzelleştiriyordu. 

Sonra o büyük gün geldi, apartman bahçesine giren kamyonet küçük boy bir buzdolabını bize getiriyordu, elbette ki Arçelik 😃 Mutfak o kadar dardı ki kıymetli buzdolabımızı yatak odasının girişine koymak zorunda kaldık. Bir süre sonra geçişi zorlaştırdığı için salona, benim küçük divanın tam dibine konuşlanacaktı. Böylece buzdolabı ile komşu olacaktık. Dolap geldiği gün törenle fişi takıldı, ışığı yandı ve çalışmaya başladı. Anneannem pembe iç duvarına bakıp, "Kurban olurum, pembiş pembiş, nasıl da güzel" diye methiyeler düzüyor, annemin gözleri kırmızı koltukları aldığındaki kadar olmasa da ışıldıyordu. Akşamına Cümbüşçü Amca geldi ve babama çıkıştı: "Dolabı aldın da iyi mi ettin, başıma iş çıkardın" dedi ve gitti. Bir şey anlamadık, gizem ertesi gün aydınlandı. Bahçeye yanaşan bir başka kamyonet bizimkinden bir boy daha büyük bir buzdolabını Cümbüşçü Amcalara getirmişti. Bundan sonra bizim eve alınan her eşyanın bir boy büyüğü ve daha gösterişlisi Cümbüşçü Amcalara alınacaktı. Dolap kurulup çalışmaya başladığının ertesi günü amcamız uzun bacaklarının geniş adımlarıyla açık duran sokak kapısından girip destursuz yatak odasına dalmış, hayretle bakan gözlerimizin önünde buzdolabının önce kapağını, sonra buzluğunu açarken "İyi dolap kar yaparmış, sizinki yapıyor mu?" demişti. Buzluktaki karları görünce fena halde bozulmuş, "Güle güle kullanın" deyip geldiği gibi gitmişti. 

İçi pembiş minyon dolabımız hem bize, hem de bloktaki komşularımıza uzun yıllar hizmet verdi. Elinde kabıyla gelene buz, sürahiyle gelene soğuk su verdik, kıymasını, etini getirenin malzemesini buzluğa koyduk ta ki apartmanın tüm daireleri buzdolabı ile donanana kadar. Ne güzel komşuluklardı o zamanın komşulukları...


Taşındıktan iki yıl sonra Cem ve ben, evin arka balkonunda. Oğlum, yiğenim ve torunum dışında tutkuyla sevdiğim tek çocuk. Keşke bir yerlerde izini bulabilsem...

28 Ağustos 2023 Pazartesi

AĞUSTOS DÖKÜMÜ / 28 AĞUSTOS

Bu yılın en dökümü yapılası ayı Ağustos oldu sanırım. Sıcağıyla, nemiyle, teriyle, koşturmasıyla yoran ama aynı zamanda keyif veren bir aydı. 

Daha önce uzun uzun tüm gittiğim yerleri yazmıştım. Kısaca tekrar edeyim; önce Fındıklı, hemen aynı gün Arhavi, Hopa, Kemalpaşa sırayla. Ertesi gün Batum. Üçüncü gün Rize ve son gün Fındıklı'nın deresi Arılı. Detayları okumak isteyenler önceki yazılara bakabilirler.

Dönüşten bir hafta sonra günübirlik Eskişehir ile bu ayın seyahat kotasını doldurduk. Onca yerden minimal bir kolaj bırakayım:


Sırasıyla: Fındıklı, kaldığımız Babalık Doğal Yaşam Konağı, Hopa, Kemalpaşa Makriyali Kilisesi, Batum, Batum Ali ile Nino heykeli, Rize Kale'ye bakış, Rize Kale'den bakış, Arılı Deresi, Rize simidi, Eskişehir Adalar, Eskişehir OMM.

Nice gezmelere diyerek geçen hafta yaşadığım çok tuhaf ve komik bir olayı yazayım istiyorum, burada dursun. Oğlum telefon edip geleceğini söyledi, ben de balkona çıkıp beklemeye başladım. Hava kararmak üzereydi. Evin arkasındaki otoparka giden yola doğru eğilince neye uğradığımı şaşırdım. Aşağıda, binanın altındaki depoyu örten sacdan kapakların üstünde genç bir adam yatıyordu. Aynı olay yeri inceleme krokilerindeki gibi bir şekil almış, cep telefonu göğsünde, ayakları ayakkabılarının içinden yarı çıkmış, dizleri kıvrık, kolları iki yana açık, kıpırtısız uzanıyordu. Başının denk geldiği yerde koyu bir gölge vardı. Bir an kafasından akan kan sanıp panikledim. Sonra fark ettim ki depo kapaklarının üstündeki leke imiş. Lakin adam ölü mü, baygın mı, uyuyor mu, sızmış mı anlamak mümkün değil. Öyle kıpırtısız yatıyor. Yoldan onca insan geçiyor, işin garibi bir tanesinin de dikkatini çekmiyor. Kaldırımın hemen dibinde oysa ki. Derken oğlumun arabası göründü, otopark girişine dönünce o da fark etti yatan adamı. Arabayı arkaya bırakıp geldi, seslendi ama adamdan tık yok. Telefonla polisi ve ambulansı arayıp yukarı çıktı. Balkondan polis arabasının ya da ambulansın gelmesini beklemeye başladık ama gelen giden yok. Bu arada adamın göğsündeki telefon bir anlık hareketiyle kayıp kapağın yanındaki boşluktan deponun içine düştü. Anladık ki canlı 😃 Ama sanki kuştüyü döşekte yatar gibi uyumaya devam ediyor yarısı betonda, yarısı sac kapağın üstünde. Gelen giden olmayınca tekrar aradık ilgili ve yetkilileri. Neden sonra dört bekçi göründü karşıda. Seslenip gösterdik. Bekçiler uğraşa uğraşa uyandırdılar ama adam ruhen uyumaya devam ediyor. Derken telefonu aklına geldi, seslendik yukarıdan depoya düştü diye. Gelgelelim depo asma kilitle kilitlenmiş. Anahtarın olduğu dairenin sahibi evde yok. Adam telefonum da telefonum diye tutturdu gitmez. Dedik yarın gel, açılsın alırsın. Yok illa telefonumu verin. Sanki biz dedik gel depo kapağının üstüne yat uyu diye. Bekçiler zorla uzaklaştırdılar ama az sonra geldi elinde bir taş kilidi kırmaya uğraşıyor. Komşular tepki verince gitti. Çok geçmedi geri geldi. Baktık bu kez deponun yanındaki betona uzanmış uyuyor. Eh dedik, sert yer seviyorsa yatsın madem 😃

Ben ertesi gün Eskişehir'e gitmiştim erkenden, dönüşte öğrendim ki kapak açılmış, telefon bulunmuş ve sahibine teslim edilmiş 😃

Bu ay ne film, ne dizi izleyebildim. Sadece bölük pörçük bir seyirle "Kötü Adamın On Günü"nü seyrettim, kitabını da okuduğum için merak etmiştim, birebir çekmişler, aferin dedim 😃 Ama 12  kitap okumuşum, o konuda kendimi kutluyorum, kitaplar daha sonra detaylı olarak anlatılacak. 

Son olarak bu ayın kahveleri gelsin, 40 yıl hatırı olsun:




25 Ağustos 2023 Cuma

GEZGİN BACILAR ESKİŞEHİR'DE / 25 AĞUSTOS

Uzun zamandır gündemimizdeydi bu Eskişehir gezisi. Pandeminin bunaltıcı günlerinde salgın bittiğinde yapacaklarımızı konuşup yaldız sürüyorduk kararmış duygularımıza. Geçen yıl herkesin mazereti çıkınca gerçekleştiremedik, geç kalmıştık organizasyonda. Aslında bir şeyi kafama koyduysam bir an önce yapma taraftarıyım, zira erteledikçe imkansızlaşıyor. O nedenle bu yıl elimi çabuk tuttum, herkese uygun günü belirledim, fikirlerini aldım ve o akşam tren biletlerimiz alınmış, Eskişehir'e gidiş günü beklenir hale gelmişti. Ekmekçi Kız ve Radyo Z blogları benim blogumu açtığım zamanlardan beri takip ettiğim ve zaman içinde tanışıp arkadaş olduğum sevgili dostlarım. Üçümüze kız kardeşim de eklenince gezinin gayet keyifli olacağı baştan belliydi. 

Dün tarafların ikisi İstanbul'dan, ikisi Ankara'dan yüksek hızlı trene yerleşince günübirlik macera başlamış oldu. Ankara-Eskişehir arası daha kısa olunca ve bu kez 1,5 saatten de önce şehre varınca kız kardeş ve ben Gar'da beklemektense Eskişehir'deki en sevdiğimiz cafe olan "Adımlar"a gidip orada beklemeye karar verdik. Telefonla İstanbul yolcularını haberdar edip yol tarifi verdik ve at kestaneli bulvar boyunca yürüyüp Porsuk kıyısına ulaştık. Henüz öğlene vakit olduğu için hava müsaitti, kıyı boyunca yürüdük.


Birkaç yıl önceki ziyaretlerimizden birinde Mozaik Parkı'nı bulmuştuk araya sora, sanırım aşağıdaki kedi ve köpek oradan taşınmış Porsuk kıyısına.


Sonunda adım adım "Adımlar"a ulaştık, kahvelerimizi söyleyip İstanbullu bacıları beklemeye başladık. Görüş alanımızdan gondollar geçiyordu:


Venedikte miyiz, yoksa Osmanlı'ya ışınlandık da Küçüksu'da sandal sefasına çıkmış hanımları mı izliyoruz bilemedik 😀

Derken İstanbul ekibi geldi, onları da dinlendirip çaylandıktan sonra "Bacılar, ilk hedefimiz Odunpazarı OMM" diyerek ayaklandık. Bu sefer değişik bir yoldan gidelim derken sanırım yolu uzattık, biraz tereddüte düştük ama sonunda Odunpazarı'na vasıl olduk. İlk uğrağımız Modern Müze oldu haliyle. Geçen yıl büyük bir hevesle gelip kapalı olduğunu, ertesi gün açılacağını öğrenip hayal kırıklığına uğramıştık. Bu yıl da bir gün önce gelseymişiz aynı şeyi yaşayacakmışız. Neyse ki direkten döndük. Yeni serginin ilk günü bize kısmet oldu. 

OMM'nin yerleşik ve en önemli eseri Japon Tanabe Chikuunsai IV'ün  yalnızca Japonya'nın Kochi bölgesinde yetişen kaplan bambuları birleştirerek oluşturduğu yapıt. Eminim çoğunuz bir şekilde ya orijinalini ya da fotoğraflarını görmüşsünüzdür:

Günün değişik saatlerine ve ışığa göre değişik görüntüler arzeden bu görkemli eseri oluşturmadaki sabrı için Tanabe arkadaşı gönülden kutluyorum. "Hai, Wakarimasu TanabeSan, müthişsin" 😀

İkinci fotoğrafı Ekmekçi Kız çekmiş, bu açıdan bakınca birkaç hortumu olan bir file benziyor. 

Sonra diğer katlara, Erol Tabanca koleksiyonundan "İki Güneş Altında" isimli sergiyi gezmeye çıktık. En beğendiklerimden birini buraya bırakayım, Erol Akyavaş'ın "Seferi" isimli tablosu:


OMM'de işimiz bitince acıktığımızı  fark edip direksiyonu "Ayten Usta"nın Aynalı Konak'ına kırdık. Geçen yıl test edip onaylamıştık, gönül rahatlığıyla gittik bu kez. Aynı lezzet ve kalitede devam ediyordu. Porsiyonlar hayli kocaman, giderseniz aklınızda olsun, bizim bacılardan ikisi "Haluj" tabağını bitiremediler 😊 Ekmekçi bacım ve benim "Pehlivan köfte"lerimiz ise gayet lezzetliydi, içine Antep fıstığı ve hellim peyniri eklenmişti. Yediklerimizin hepsi güzeldi de içtiğimiz "Odunpazarı şerbeti"ni tadı ve kokusuyla ilk sıraya koymakta tereddüt etmeyeceğim. Yemek üstü kahvelerimizi de içince kaldığımız yerden devam dedik. 

İstanbul ekibi "Cam Müzesi"ni görmek istedi, biz daha önce iki kez gördüğümüz için etrafı dolaşmaya çıktık onları beklerken. Aklımızda fotoğrafını gördüğümüz ama orijinalini bir türlü bulup da bakamadığımız Osman Hamdi Bey'in "Vazo Yerleştiren Kız"dan kopyalanan duvar resmi vardı. Yine bulamadık ama başka bir duvar resmine rastladık, bu da çok güzeldi:


Cam Müzesi gezilince hemen yakındaki bir başka müzeye, geçen yıl açılan "Hamam Müzesi"ne girdik. Eskişehir müze Cenneti. Sabah başlasan birinden akşama tamamını bitiremezsin. Daktilo Müzesi, Göç Müzesi, Ticaret Müzesi, Ataol Behramoğlu Müzesi, Lületaşı Müzesi, Eti Arkeoloji Müzesi, Kırım Tatar Müzesi, Ahşap Eserler Müzesi.... Eee yeter ama hangi birini gezelim, bizimki de ayak, bizimki de cüzdan. Hoş bir kısmı parasız, şimdi günahlarını almayayım ama önemli müzeler ücretli. OMM mesela 70 lira, öğrenci ve 65 yaş üstüne indirim var. Müzekart geçersiz, Cam ve Hamam Müzeleri'nde de geçmiyor, oralar biraz daha ucuz. 

Neyse gelelim Hamam Müzesine, doğrusu ben çok beğendim. Tek sıkıntı hamam havasını hissedelim diye havaya sıkılan beyaz sabun kokusu idi. Bir süre sonra alerji tetikleyip baş ağrısı yapıyor. 



Bahçedeki havuzun mozaikleri


İç avlu



Kadın ve erkek bölümü canlandırmaları

Satış mağazasına da uğrayarak Hamam Müzesi gezimizi bitirdik. Hâlâ aklımızda olan duvar resmini görevli kıza sorunca Atlı Han'ın yakınında olduğunu söyledi, sonunda bilen birini bulduk. 


Bingo, sonunda murada erdik 😊 Yan tarafta Rıfat Ilgaz'ın leylaklı şiirini görünce bir an boş bulunup "Leylak Toplayan Kız" olduğunu düşünmüştük, sonra jeton düştü, kendisi "Vazo Yerleştiren Kız" efendim ama ne fark eder, o da kız, o da kız, bu da çiçek, diğeri de 😀 Tabii ki öndeki banka konuşlanıp fotoğraflanmayı ihmal etmedik. Az önce orada fotoğraf çektiren küçük çocuklu çiftin çocuğunu oyalayıp kıpırdanmasını engellediğimiz için ödül olarak bizim fotoğrafımızı da onlar çektiler 😉


A. Behramoğlu müzesinin kapısında uyuklayan köpecik, gölgeyi bulsam ben de uyurdum, pek de güzel olurdu 😴 

Gelmişken Atlı Han'a da girdik, bol miktarda lületaşı obje mağazası vardı ve çok kalabalıktı, oyalanmadık fazla. Tren saatleri yaklaşmaya başlamıştı. İstanbul ekibinin daha erkendi, Odunpazarı sokaklarında biraz daha dolaştık. Ekmek, simit, talkan kurabiyesi, met helvası aldık.  Ayten Usta'da bulamadığımız çi börekleri paketletip eve götürmek için "Kırım Çi Börek"e gittik. Böreklerin pişmesini beklerken oturduk, soda içip serinledik. Börekler hazır olunca paketler elimizde, biletler cebimizde ara sokaklardan ana caddeye indik.



İstanbullu bacılarımızı İstasyon'a yolcu ettikten sonra biraz daha yürüyelim istedik kız kardeşle ama bizi yanlış yöne yönlendiren genç kız yüzünden hem vakit kaybettik, hem yorulduk. Sonunda taksiye atlayıp hareketi yaklaşan trenimize kavuşmak için biz de İstasyon'a yollandık. 

Bir güzel gün, bir güzel buluşma böylece sona erdi. Gerçekleştirdiğimiz ve görüştüğümüz için mutlu döndük evlerimize. Dilerim arkası gelir, başka yerlerde, başka zamanlarda sağlıkla buluşuruz. İstanbul ekibimize buradan sevgilerimizi ve teşekkürlerimizi yolluyoruz...





23 Ağustos 2023 Çarşamba

ÇÜNKÜ HATIRALAR KUŞLAR GİBİ 6 / 23 AĞUSTOS

Yazın sonbahara meylettiği günlerden birinde taşınıyoruz Cengiz Sokak 69 numaraya. Üç katlı bir apartmanın bahçe katında nohut oda, bakla sofa bir yer. Ev sahibi zemin kattaki geniş dairenin büyük bölümünü kendine ayırmış, ufacık bir bölümü de aradaki kapıyı kilitleyerek bize kiralamış. Ev küçük ama en güzel yanı sokak kapısının bahçeye açılması. Bahçe dediğim o zamanlar gözüme Amazon ormanı gibi görünse de küçücük bir yer. Yıllar sonra gidip gördüğümde çok şaşırıyorum. Çocuk gözüne her şey büyük görünüyor. Üç-beş ne olduğunu hatırlamadığım ağaç, bir asma, biraz ot, biraz çiçek var ama benim için adeta bir cangıl. Orada yaşadığımız bir yıla damga vuran şey benim için o bahçe. 

Fazla bir eşyamız yok, 4 tane açılır kapanır tahta koltuk (biri hala benim evimde hatıra olarak durur), bir portatif masa, babamın iki meslektaşıyla bir anlık hevesle açtıkları ve 3 aya kalmadan kapattıkları sağlık kabininden payına düşen üç formika sehpa, annemlerin pirinç, benim maviye boyalı karyolalarımız, tek kapaklı bir elbise dolabı, annemin çeyizlik iki  halısı, yatak-yorgan ve bir miktar mutfak eşyasından ibaret mal varlığımızı subay dayımın ayarladığı askeri bir kamyonete yükleyip taşınıyoruz. Annem de, babam da mutlu, sonunda çekirdek aile olarak baş başayız. Ev küçük olmuş ne gam, sadece bize ait ya, o yeter. 

İki odanın ortasında küçük bir sofa, sokak kapısından sofaya uzanan bir koridor, koridorun solunda da mutfak vazifesi gören bir tezgah ve eviye var. Annem hevesle yerleştiriyor eşyaları fakat odanın birinin mobilyası sadece yere serilmiş Isparta halısı ve sağlık kabini artığı üç sehpadan ibaret. Orası güya misafir odamız ama neredeyse boş. Olsun göç yolda düzelir diyoruz ve hevesle başlıyoruz bu küçücük evdeki yeni hayatımıza. Çok geçmiyor, benim hayatıma daha esaslı bir yenilik geliyor, ilkokula başlıyorum. Annem her sabah tarayıp örmekle uğraşmamak için saçlarımı kestiriyor, önlüğümü dikiyor, yakamı kolalıyor, babam bir akşam kahverengi, kutu biçimli bir çanta getiriyor, defterler, kalemler alınıyor. Sağlık merkezine gidip çiçek aşısı oluyorum, vesikalık fotoğrafım çektiriliyor, kaydım yapılıyor ve hazırım.


Annem bu kez yan yatmış fıskiye modeli tercih etmiş, yamuk kahküllerim uzamış sanırım ve fakat saçım niye öyle yoluk yoluk? Vesikalık işini sevmemişim anlaşılan, huzursuzum dudaklarım yok olmuş 😀. Ah o yakalar, öyle sert kolalardı ki annem, boynumu keserdi her seferinde. 

Okula daha ilk günden bayılıyorum. Ertesi gün olsa da tekrar gitsem diye içim içimi yiyor. Diyorum ya, bizler safın "S"sinden hareketle "S" kuşağıyız işte. Evladım önünde en az 15 sene var okul yolunda tüketilecek, neyine bayıldın? 


Şahane bir öğretmenle 5 yıl okuduğum Fatih İlkokulu. Sondaki pembe boyalı kısım sonradan eklenmiş. Biz ilk katı taş kaplı ön binada öğrenim görmüştük. Neyse ki okul hala yerinde ve eğitime devam ediyor.

Okul işi tamam, ayrıca iki de arkadaşım oluyor. Ön dairede oturan ev sahibimiz Gül Hanım'ın kızları Ayşe ve Aysel'le çok iyi anlaşıyoruz, gelsin evcilikler, gitsin saklambaçlar. Lakin anneleri korkulu rüyam. Huysuz, aksi, ne yapacağı belli olmayan bir kadın. Bir bahar öğleden sonrası annemin Niğdeli hemşerilerinin kabul gününe gitmek için hazırlanıyoruz. Gül Hanım da bize uğramış, hazırlanana kadar laflıyorlar annemle. Annem diktiği ve pek beğendiği bir elbiseyi giymemi istiyor, ben onu giymek istemiyorum. Annem ısrar ediyor, ben direniyorum. Hafiften bir oyuna dönüşüyor inatlaşmamız, üstümde çamaşırlarımla sehpanın etrafında dönüp duruyorum, annem elinde elbise, "Giy şunu" diye arkamda. Birden bacaklarıma, kollarıma inen terlik darbeleriyle neye uğradığımı şaşırıyorum. Annem bana dayak atmaz, peki bu kim? Kim olacak ev sahibi Gül Hanım, kendini benim de sahibim sanıvermiş. Vay efendim annemin sözünü nasıl dinlemezmişim. Uzun yıllar sonra gidip evi buluyorum, elimde makine fotoğrafını çekerken üst katta bir pencere açılıyor, yaşlı bir kadın kafayı uzatıp kimi aradığımı soruyor. Bak sen şu işe, Gül Hanım bu. Kendimi tanıtıyor, annemi hatırlatıyorum. Koşturarak aşağı iniyor, kızı Aysel de aynı apartmanda oturuyormuş meğer, hani şu benim arkadaşım olan, onu da çağırıyor. Ön bahçede duygusal anlar yaşıyoruz, Gül Hanım beni vergi memuru sanmış, gülüyoruz. Sonra beni dövdüğünü hatırlayıp hatırlamadığını soruyorum, cevap kızından geliyor: "Annemin dövmediği çocuk var mıydı ki?"


Yıllar sonra gidip bulduğum Cengiz Sokak, No: 69/A. Esasen kapıyı da çaldım ama evde kimse yoktu. Öndeki betonda ne seksekler, ne evcilikler oynandı. Asma çardağının altında ne kahvaltılar yapıldı, ne akşam yemekleri yendi. O zaman pencerelerde demir yoktu, giriş kapısının camında annemin ağ ipinden ördüğü gül motifli perde asılıydı.

Bir gün okuldan eve geliyorum, kapı kilitli, annem yok. Bahçede oyalanıyorum, çok geçmiyor annem görünüyor, arkasında tornetini sürerek gelen ergen bir oğlan (Tornet çocukların, gençlerin portakal kasasından yapıp altına 4 bilyeli rulman ve bir taşıma sapı takarak arabaya dönüştürdüğü, pazardan öte-beri taşıyarak harçlığını çıkardığı ilkel bir tahta araba), tornetin içinde zorla sığıştırılmış 4 tane kıpkırmızı koltuk. "Anne bunlar ne?". "Koltuk". "E onu görüyorum, nereden çıktı?" "Pazardan aldım". Ah annem, çarşı-pazar paralarından arttırdıklarıyla (vallah-billah kesesi derdi o paralara) aylardır aklında olan koltukları pazardan ikinci el alıvermiş. Annemin ölene kadar çeşit çeşit koltuk takımları oldu ama hiçbiri pazardan alınmış ikinci el kırmızı koltuklar kadar sevindirmedi. Ben o gün annem o koltukları tornetten indirip içeri alırken, silip boş duran misafir odamıza yerleştirirken, sonra geçip karşısına gözleri parlayarak bakarken "mutluluktan etekleri zil çalmak" deyiminin hayata geçmiş halini izledim. Artık annemin de koltuklu bir misafir odası vardı, varsın misafirden misafire açılsın, o kıymetli kırmızı koltuklara çok az oturulsun, vardı ya...

Cengiz Sokak 69/A benim için çocukluğumun en saf halinin en güzel günlerini yaşadığım minicik bir yuva oldu. Bahçede oynanan oyunlar, akşamları mutfaktan yayılan ışıkta yenen yemekler, babamın sigarasını tellendirirken söylediği şarkılar, uykulu gözlerle yapılan ev ödevleri, heceleyerek okuduğum ilk kitaplar, kabakulaktan şişen yanaklar, pompalı gaz ocağından çıkan fışırtılar ve pazar sabahları radyodan yayılan tangolar kalbimin, zihnimin en güzel köşesinde saklı...

20 Ağustos 2023 Pazar

DÖRT GÜNLÜK BİR GEZİNİN DÖRDÜNCÜ GÜNÜ / 20 AĞUSTOS

Her güzel şeyin bir sonu var haliyle, biz de geldik son güne. Bugünün programında Fındıklı'nın deresi ya da halkın deyimiyle "irmağı" Arılı'ya gitmek ve yüzmek vardı. Denize bile girmeyen biri olarak derede yüzmem beklenmezdi tabii ki. Ben manzara seyircisi olarak katkıda bulunurken grubun diğer elemanları yüzmek için gerekli hazırlıkları yapmışlardı. Dereye gitmeden önce Konağımızla vedalaştık. Kahvaltı sonrası tatlı ev sahibemiz Büşra'nın yaptığı kahveleri şurada höpürdettik:


Çevrede bir tur atıp fotoğraflar çektik ve Babalık Doğal Yaşam Konağı'na "Hoşça kal" dedik.




Fındıklı'ya gelince sahilde biraz dolaşıp orayla da vedalaşalım istedik ama o kadar sıcaktı ki fazla kalamadık. İnsanlar plaja koşmuştu, biz de dereye gidip serinleyelim bari dedik.


Arılı Deresi aynı adı taşıyan köyün içinden geçiyor, köy de zaten adını dereden almış, derenin Lazca adı "Pishala" imiş. 4 günde birkaç Lazca kelime öğrendik, Derneğin minnak ve şirin kedisinin adı "Purki". Çiçek, gonca gibi bir anlamı varmış. "Şurimşine" ise "Canımın içi" demekmiş, kulağa pek hoş geliyor 😊

Bindiğimiz taksi bizi derenin havuz gibi yüzmeye müsait bir hal aldığı yerde indirdi. Buna da Lazca'da "Toba" diyorlar. 15 gün kalsak Lazca'yı sökecektik...dermişim ve kendime gülermişim. Tabii ki yine merdivenler, hem de en zorundan, ah protezlerim, vah protezlerim 😃


Neyse zorlansam da sağ salim indim ve indiğime değdi doğrusu:






O yaprak benimle Ankara'ya geldi

Bizim ekip kendilerini dereye atarken ben suyun içine yerleştirilmiş portatif koltuğumda serinliğin ve derenin tadını çıkararak onları izledim. 

Vakit akşama yaklaşırken toparlandık, sonuçta yolcu yolunda gerek. Fındıklı'ya döndük, derneğe bıraktığımız valizleri aldık, Havaş durağına yollandık. Çok geçmedi bizi Havaalanı'na götürecek otobüs geldi, ekibimizle vedalaştık ve çay bardaklı havaalanımıza ulaştık. Kontrol, bagaj işlemlerini bitirip bekleme salonuna girdiğimizde önce çay toplayan kadınları gördük, bu orijinaldi işte, bana bunlarla gelin:


Sonrasında da bu çıktı karşımıza:


Bitmedi:



Valizlerimizdeki çay paketlerini de sayarsak çaya doyduk diyebiliriz. Hareketi bir miktar geciken uçağımıza yerleştik ve Ankara'mıza doğru uçuşa geçtik.

Nice yolculuklarda buluşmak dileğiyle bu seferlik bu kadar...

19 Ağustos 2023 Cumartesi

DÖRT GÜNLÜK BİR GEZİNİN ÜÇÜNCÜ GÜNÜ / 19 AĞUSTOS

Rize'ye 80'lerin ortasında (sanırım Çernobil'in patladığı yıldı, 86), ilk ve pek sevgili arabamız olan maviş Anadol'umuzla Samsun'dan başlattığımız bir Doğu Karadeniz turunun sonunda uğramıştık.  Arkadaşlarımızda kalmıştık bir gece, ertesi gün aksi istikamette Ankara yoluna düşmüştük. Aklımda Çaykur'un yüksek binaları, arkasında çay bahçeleri, şehrin merkezindeki bir lokantada yediğimiz döner ve henüz çok küçük olan oğlumun Lazca konuşan bir çifti görünce "Bunlar turist mi?" diye soruşu kalmıştı. 

Kızkardeşle üçüncü günümüzü Rize'ye ayırmaya karar verdik, bakalım 37 yılda nasıl değişmişti şehir, tanıdık bir şey bulacak mıydım? Sabah konağımızda (konakta yaşamak Hanımağa havasına soktu, hemen iyelik ekine geçiş yaptım 😊) kahvaltımızı yapıp Fındıklı'ya gittik. Derneğin binasında kahvelerimizi içtikten sonra yolun karşısında bekleyen Rize minibüsüne yerleştik. Muavin ya da şoför yardımcısı, ne desem bilemedim, genç bir adamdı, sıcağın ve nemin tavan yaptığı saatte kapüşonlu şişme yeleğini giymiş yolculara talimat veriyordu. Ona baktıkça ben ilave terler döktüm. Yola düştük, Ardeşen'de yolcu almak için durdu minibüs, kalıplı bir adam kapıdan içeri bir baktı, her yer dolu. "Geptaaan, geptaaan, hani benim ayırtdiğum yer?" diye seslendi. Kaptandan tık yok. "Geptaaan, geptaaan" seslenmeye devam ama kaptan bakmıyor bile. "Geptaaan, ben iki saat önce iki numarayı ayırttım, hani nerdee?" derken şişme yelekli devreye girdi: "Abicim, arkaya oturuver, senin yerini bu ablaya verdik, Gürcistan'dan gelmiş oğluyla, mağdur kendisi". Kadın mağdur falan değildi, oğlu da kazık kadar herifti ama dönüp bakmadılar bile ne oluyor diye. "Geptaaan" seslenmeleri boşa çıkan adamcağız çaresiz arka koltuğa sıkıştı. Devam ettik yola. 

Rize'de iner inmez rastladık ona, Havaalanı'ndan beri aradığımız kayıp ikizi sonunda bulmanın mutluluğuyla kalın beline sarılacaktık neredeyse 😂


Rize'deki çay bardağı aşkı hiçbir yerde yoktur eminim. Yol boyu rastladıklarımı çektim, devamı ertesi gün Havaalanı Bekleme Salonu'nda çıkacaktı karşıma. 



Dolgu sahasına yerleştirilmiş devasa bardağın bir fonksiyonu yok, biz çıkmadık ama çıkanlardan duyduk. İçinde asansör varmış, parayı bastırıp biniyor ve Rize'ye kuşbakışı bakıyormuşsunuz, o kadar. Çevresinde de küçük küçük satış yerleri var, oraya da bakmadık. Sadece kapıdaki güvenlik görevlisine Kale'ye nasıl çıkacağımızı sorduk, yardımcı oldu sağ olsun, taksi çağırdı bize, binip Kale'ye yollandık. Çay bardağından daha yüksek ne de olsa, oradan bakarız Rize'ye. 

Taksi şoförü yardımsever bir insandı, dönüş için çağırmak üzere kartını aldık. Bize gitmek istediğimiz yerleri gösterdi, almak istediğimiz şeyleri nerede bulacağımız hakkında bilgi verdi  ve Kale'nin girişinde bıraktı. İş Sivas'taki Kale'ye döner diye korkmuştuk ama bu Kale replika değildi, gerçek Kale idi, içinde de Belediye tarafından işletilen tesisler vardı. 



Benim dizleri biraz zorlayan yüksek merdivenlerden çıktık ve girdik içeri. Kuş bakışına geçmeden içişe geçtik, soda, çay derken dondurmaya kadar uzandık. Tesis kalabalıktı, çoğunluğunu Araplar oluşturuyordu ama hoş bir mekandı, dört bir yandan fotoğraf çektik. Şehir betona kesmiş, onca yılda tek tanıdık gelen yer girişteki Çaykur binası ile lojmanlar oldu. 




Bakınız: Çay bardağı


Yeterince dinlenip, yeterince kuşbakışı seyran eyledikten sonra taksi şoförümüze telefon edip bizi almasını istedik, bekletmeden geldi, bu defa istikamet ters yöndeki Botanik Parkı idi.


Botanik Parkı'ndan Kale'ye şahin uçurduk 😀

Botanik Parkı deyince ben de dönümlerce arazi sanmıştım. Orta halli park boyutunda bir mekanmış, çok da fazla bir numarası yokmuş. Anladık ki Rize de bol miktarda manolya yetişiyormuş. Yine de yeşil ve hoş bir alandı. Hediyelik eşya mağazasından tabii ki çay bardaklı bir magnet ile minyatür bir serender kapıp parkı dolaşmaya devam ettik.





Park keşfimizi de tamamladıktan sonra aç karnımızı doyurmak için taksicinin yerini gösterdiği ve methini duyduğumuz Liman Lokantası'na gitmeye niyet ettik. Hayli dik bir yokuşu çıkmıştık taksiyle, bu kez yaya olarak inmeye karar verdik. Yokuş o kadar dikti ki ayaklarımız bizden önce gidiyor, adeta mankenler gibi cat walk yürüyüşü yapıyorduk.

Yol üstündeki devasa apartmanların arasında şuncağıza rastlayınca fotoğraflamadan edemedik, eskilerden kalmış bir ev ve bahçe duvarı:



Sonunda düze indik, tıklım tıklım dolu lokantaya girdik, teras kata tırmandık, Allahım her yer ya yokuş, ya merdiven, zavallı protezlerim. Kendilerinden sizlerin önünde özür diliyorum 😃

Garsondan karışık tabak istedik; kuru fasulye, tas kebap, kara lahana sarması, taze fasulye, İzmir köfte ve aynı tabakta geldiği için ne olduğunu anlayamadığım birtakım karışımlar kondu önümüze. Görüntüsü pek hoş olmasa da lezzetli olduğunu inkar edemeyeceğim. Üstüne pepeçura yemek niyetindeydik ama yokmuş, mecburiyet sütlacı istedik. Ben daha güzel yaparım, üstündeki bol fındıktan başka numarası yok. İki kişi bir kaseyi bitiremeden bıraktık.

Ben pepeçuraya taktım ya, yemezsem Rize'den gitmeyeceğim, öyle taktım. Lokantanın yanında bir pastane var, şansımıza bir soralım dedik, elimizde tek bir tane kaldı dediler. "Getir gardaş" dedik, yemezsem öleceğim. Sanırım tüm tatil boyunca yediğim en güzel şeydi. Isabella üzümünden yapılan bu tatlıyı hep duyardım ama yememiştim. O ekşimsi tadına bayıldım, bulsam her gün yerim vallah 😂


Ben pepeçuraya taktım, kızkardeş ise Sürmene bıçağına. Taksicimiz onun da tüyosunu vermişti bize, büyük marketlerde reyonu var diyerek. Gerçekten merkezdeki bir markette bulduk. Bıçaklarımızı da alınca Rize ile işimizi bitirdik sanıyorduk, meğer iki işimiz daha kalmış. Yol üstü bir kitapçıya rastladık, gittiğimiz yerlerden bir kitap alma ritüelim vardır, onu da gerçekleştirdim, hem de yüzde 50 indirimle. Vee minibüs durağına giderken "RİZE" yazısına rastlayıp pozumuzu da verdikten sonra çay bardağına "Eyvallah" diyerek Fındıklı minibüsüne yerleştik. 

O akşam kızkardeşin Gola Derneği'nde sunumu vardı. Sunum vaktine kadar sahilde biraz dolaştık, kahve içtik, fotoğraf çektik. 




Üçüncü günümüzü de böyle bitirdik. Yarın son günde buluşmak dileğiyle...