Sayfalar

30 Kasım 2011 Çarşamba

ANTALYALI KASIM'A AÇIK MEKTUP


Sevgili Kasım,

Bu hitabı hakettiğini düşünüyor ve öncelikle senden özür diliyorum, beni affet. Bugüne kadar aramızda sıcak bir ilişki gelişmedi, ne bileyim bir türlü sevememiştim seni. Öyle ki ilkokul yıllarımda sevgili Firdevs örtmenimin öğrettiği "12 Arkadaş" şarkısının tüm aylara ait sözleri aklımda dururken bir tek seninle ilgili olanı unutmuştum. Ekimin sonuna doğru içim daralırdı geleceksin diye. Benim için kişiliksiz, sevimsiz, ruhsuz bir aydın. Ne aşırı sıcağın vardı hatırda kalıcı, ne soğuğun. Ne kuzular meleşirdi çayırlarda ne de kardam adamlar havuç burunları donarak gülümserdi yüzümüze. İlk değildin, son bile olamamıştın, en kısa aya yanaşamadığın gibi uzunluğu da burun farkıyla başkalarına kaptırmıştın. Eriği, kirazı, kavunu, karpuzu, üzümü, inciri, portakalı bile ya senden öncekiler mâletmişti kendine ya senden sonrakiler. Seni her sabah elinde sefertasıyla bodrum katındaki arşive, tozlu dosyaların arasındaki havasız odasına gelip, kolluklarını ve gözlüğünü takarak çalışmaya başlayan sıradan bir devlet memuruna benzetirdim. Yıllardır aynı boz renkli takım elbiseyi giyen, ayakkabıları pençeli, kravatı düğüm yerinden yağlanıp parlamaya başlamış bir silik kişilik. Görüntüne renk katan yegane şey arada bir yakana iliştiriverdiğin bir dal kasımpatı olurdu, onu da tıpkı kendin gibi çok az kişi farkederdi.

Sonra bu yıl ne olduysa birden değiştin sevgili Kasım ya da sen hep böyleydin benim gözlük camlarım çok aşırı tozlanıp sendeki incelikleri farkedemeyecek kadar kalınlaşmıştı. Yok yok, o kadar olamaz bu yıl başka bir eda geldi sana, ne bileyim ışığın değişti, renklerin, tavrın, tarzın. Karizman arttı ayol yakında Kıvanç Tatlıtuğ'la aşık atabilirsin. Gökkuşağı misali renk yağdırdın üstümüze; yeşiller, sarılar, kırmızılar, kahverengiler, turuncular. Güneş gökyüzünden sıcak okşamalar yolladı, cilveli oklar fırlattı üstümüze. Deniz cıva dökülmüşcesine parlattı yüzeyini, bulutlar pamuk şekere benzedi. Yağmur bile efendi efendi yağdı, sanırsın Göksel Baktagir kanun çalıyor. Kısacası sevgili Kasım bu yıl sana bir haller oldu, aşık mısın nesin? 

Sonuç olarak sebep her ne ise güzeldin be Kasım kardeş, güldün yüzümüze. Gündelik hayatın yükünü, depremi, iç karışıklıkları, vergileri, zamları, kısır politik çekişmeleri güzel ışığınla biraz dayanılır hale getirdin. Hep böyle kal e mi, seviyorum artık seni. Seneye görüşmek dileğiyle...

29 Kasım 2011 Salı

SALI SALLANIRMIŞ


Sabahleyin temizlik yapmak ve yan gelip kitap okumak şeklinde bir ikilemle karşı karşıya bıraktım kendimi. Gönlüm "b" şıkkından yana olsa da aklım "a" şıkkında diretti ve kuzu kuzu aklıma boyun eğdim. Elektrik süpürgesi, vileda, toz bezi üçlüsüyle geçirdiğim pek de keyifli olmayan saatlerden sonra kitap okumaya niyetlenmiştim ama Victoria devrinde gezinmektense kollarını açmış, davetkar bir şekilde bekleyen güneşli kanapenin sıcak kucağına bırakıverdim kendimi. Jet hızıyla uykuya geçmişim. Lakin aynı hızla uyandığımı da belirteyim, yatarken göz attığım kol saatim şahidimdir. Toplam 5 dakika bile sürmeyen uyku seansıma bir de rüya dahil etmeyi başardığım için kendimi ne kadar kutlasam yeridir. Üstelik öyle sıradan, alçakgönüllü bir rüya da değil. "Mor Menekşeler" dizisinin ekibine katılmış rol kesip duruyordum. "Allah hayırlar halgeylesin, aklın Osman fikrin Osman" derdi anneannem sağ olsaydı. Benim bu saatten sonra artist olmak gibi bir niyetim yok ama anneannem bu tür hafifliklere pek gelemezdi, her ne kadar "teatora"dan ve benzeri seyirliklerden müthiş zevk alan bir sefa insanı olsa da. Hocanın dediğini yap yaptığını yapma hesabı. Neyse ben "Mor Menekşeler" soslu 5 dakikalık uykumdan uyandıktan sonra bari film izleyeyim dedim. "Another Year"ı açıp geçtim başına. Ne kadar problemli, çok konuşan insan varsa doluşmuş filme, yarısına kadar zor sabredip teneffüse çıktım. Şimdi elimde ayvalı ıhlamurum blog aracılığıyla sizlerle hasbıhal ediyorum. Bir yandan da Tanini'nin "Dokunuşlar" CD'sini dinliyorum. Şu anda Reşat Aysu bestesi "Kürdilihicazkâr Saz Semaisi" çalıyor. Dinlemek ister misiniz? O zaman siz bir TIK lütfen, ben de filmime döneyim.

28 Kasım 2011 Pazartesi

DEDEMİZİN İNSANLARI


Dün başlayan sanatsal ve kültürel faaliyetler silsilesi bugün "Dedemin İnsanları" ile devam etti. Sinemanın bulunduğu alışveriş merkezinin girişinde beni fotoğraftaki şirinler karşıladı. Ben henüz olaya adapte olamasam da yılbaşı yaklaşmakta anlaşıldı. Aralık girmeden yeni yıl moduna geçemiyorum, sonra da kimse tutmasın beni vaziyeti ortaya çıkıyor, kendimi durduramıyorum.


Yalnızca dışarısı değil içerisi de girmiş yeni yıl havasına. Şıkır şıkır, ışıl ışıl pek hoş, şöyle bir dolandım gişeye gitmeden önce havaya girdim:)


Film hakkında söyleyeceğim fazla birşey yok; çok güzeldi, çok insancıldı, çok sıcaktı ve çok gerçekti. Kimi zaman dudağımda bir tebessüm, kimi zaman da yüreğimde bir taş ağırlığıyla izledim. Sizler de kaçırmamalısınız.


Dün öğleden sonra Antalya Piyano Festivali etkinlikleri kapsamında "Genç Yetenekler Konseri"ni izledim. Çok genç ve çok yetenekli 4 kızımız kulaklarımızın pasını sildi. 2006 yılında vefat eden piyanist ve eğitimci Prof. Kamuran Gündemir anısına düzenlenen konserde ilk olarak 11 yaşındaki Eylül Esme Bölücek'i  (fotoğraftaki kırmızı elbiseli) dinledik, olağanüstüydü. Suzanna Rudanovskaya ve Lara Melda'nın ardından son olarak sahne alan Ayşegül Yörükoğlu (en sağdaki krem rengi elbiseli) ise özellikle Paganini-Liszt eseri "La Campanella" da harikalar yarattı. Yolları açık olsun...

27 Kasım 2011 Pazar

PEK SANATSAL, PEK KÜLTÜREL GÖRDÜM KENDİMİ


Sabah üst kattaki sevgili komşularımın haftasonu nedeniyle gelen torunlarının nal sesleriyle vakitsiz uyandığım için güne erken giriş yaptım. Birkaç kez kesilen elektrik bilgisayar başına demir atmamı engelledi, iyi de oldu. Ankara'da başladığım ve epeydir elimde süründüğü için konusunu bölük pörçük hatırladığım Kemal Siyahhan'ın "Sanrı ve Gerçek" isimli kitabını bitirdiğim gibi o hızla yeni bir kitaba başlayıverdim. "Sanrı ve Gerçek"i okumasam da olurmuş, öylesine bir kitap işte hatta yazılmasa da olurmuş. Yenisi ise bütün zamanlarımın kült romanı "Jane Eyre"nin yaratıcısından, Charlotte Bronte'den, "Villette: Geçmişin Gölgesinde". Kırmızı Kedi yayınları basmış bu kitabı, Türkçe'de yeni keşfedildi sanırım. Postmodern öykülerden, absürd romanlardan, iç karartan içeriklerden, karmaşık kurgulardan sonra bir klasik iyi gelecek bana. Kendimi ortaokul yıllarıma, güneşli bir yaz tatili gününe, Yenimahalle'deki evin aydınlık salonuna, kendime malettiğim renkli yastıklı küçük divana ışınlayıp öyle okuyacağım bu kitabı. Konusu ne olursa olsun huzur verecek eminim. Victoria döneminin ağır mobilyalarına, kurdeleli, satenli, kabarık etekli elbiselerine, porselen çay takımlarına uyum sağlasın diye evdeki en süslü fincanda kendime kahve yapıp gümüşî püsküllü bir ayraç seçerek başladım okumaya Lucy Snowe'un öyküsünü. Bakalım başına neler gelecek.


Günün ikinci etkinliği ise 2008 yapımı "Lilit'in Kızkardeşleri" isimli belgeseli izlemek oldu. Doğayla barışık, kendi güç ve emekleriyle, kimseye muhtaç olmayan kadınların öyküsünü anlatmış yönetmen Emel Çelebi. Söke'nin Latmos Dağı'nda tek başına hayvanlarıyla birlikte yaşayan Hatice'yi, Gökova, Akyaka'da yüzme dahi bilmeden balıkçılık yapan Semiha'yı, Çomakdağ'lı kadınları; pamuk toplayarak belfıtığı ameliyatı için para biriktiren Ayşe'yi, kızına çeyiz için çabalayan Yeşim'i, çiftçilik yapıp evi çekip çeviren Nebiha'yı anlatmış. Güzel görüntülerle, ilginç detaylarla anlatmış, bulursanız izleyin derim.

Şimdi müsaadenizle, günün üçüncü etkinliği için hazırlanmam lazım. Piyano Festivali kapsamında sunulacak "Genç Yetenekler Piyano Resitali"ni izlemeye gideceğim. Keyfiniz bol olsun...

26 Kasım 2011 Cumartesi

EV ALMA KOMŞU AL YA DA KOMŞU ALMA SADECE EV AL


 Komşuluk güzel birşey, seviyorum komşularımı...
Biz Ankara'dayken alt ve üst dairelerin kiracıları değişmiş, yerlerine gelenlerin hiçbirinin daha doğru dürüst yüzlerini görmedim ama haklarında çok malumat sahibiyim. Misal üst kattaki kalabalık ailenin sabah kaçta güne başladığını biliyorum, neredeyse ezanla ayağa dikildiklerini topuklarının yer döşemelerini döverken çıkardığı tok sesten anlıyorum. Böylece üst katta sıradan bir aile değil de bir ritm atölyesi bulunduğu yanılsamasıyla uyanıyorum. Saat kurma zahmetine girmeden gözümün açılmasını sağladıkları için seviyorum komşularımı. 
Derken yattığım yerden başka faaliyetlerin sesleri gelmeye başlıyor kulağıma, kalkıp uyarmamak için zor tutuyorum kendimi. Bir kere klozetin kapağını çok sert kapatıyorlar: "Gümmm!.." "Yazıktır" demek istiyorum, "böyle kapatmaya devam ederseniz çok geçmez ya çatlar, ya da vidaları yerlerinde oynar. Yoksa kapak tepeme vuruluyormuşcasına çıkan sesin beni rahatsız ettiği falan yok, kendim için birşey istiyorsam namerdim. Ha bir de muslukları böyle şarıl şarıl açmasanız, su israfı hem günah hem de faturanız yükseliverir mazallah". Beni böyle tasarruf çareleri düşünmeye yöneltip ekonomik vatandaş olmaya zorladıkları için de seviyorum komşularımı.
Derken kahvaltı saati yaklaşıyor, hazırolun rota değişecek, bu defa alttan gelecek havadisler. Önce enfes bir ekmek kokusu yükselecek evin her yanında, nasıl bir baca sistemiyse sanırsın bizim evde pişiyor. Böyle anlarda hamile olmadığıma şükrediyorum, yoksa bebeğin bir yanının eksik doğması işten değil bu imrenmeyle. Lakin kazın ayağı her zaman öyle değil, kimi zaman yanık yağda hamur kızartılabiliyor öf ki öf o zaman. Bugünün menüsü patates tavaydı mesela, yarın Pazar olması hasebiyle sucuklu yumurta beklentisi içindeyim. Gerçi bu aralar kolesterolüm biraz yüksek ama kokudan fırlamaz herhalde. Öğlen ve akşam menüleri de hep farklı oluyor alt kat komşumuzda, her öğüne ayrı yemek, her öğüne ayrı koku demek. Bazen çözemiyoruz ne piştiğini o zaman eşimle bahse tutuşuyoruz; ben lahana diyorum mesela o karnabahar. Yakında apartman çapında bir çekiliş başlatmayı düşünüyorum sözkonusu komşuyla konuşup, ne piştiğini en çok bilene bir öğün bedava yemek. Sağladığı çeşitlilikle beni "ne pişirsem" derdinden kurtardığı için seviyorum komşularımı.
Ha bu menüler bayram-yılbaşı gibi özel günlerde daha da çeşitleniyor, mesela Arife gününden bir gün önce saatler geceyarısına  (evet bir kez daha kalın harflerle yazayım: geceyarısı) yaklaşırken derinlerden gelen balyoz sesleriyle ayağa fırladık evcek. Balkona koştuk, pencereden baktık anlayamadık, çıktık dışarı baktık birkaç komşu daha ayaklanmış. Apartman zangır zangır titrerken sesin kaynağını aramaya başladık. Yandaki ve arkadaki apartmanlara kadar gidildi bir inşaat durumu falan mı var diye. Meğerse iç mihraklarmış bu durumun sebebi; alt komşunun canı bayram nedeniyle haşhaşlı çörek çekmiş. Bizim balyoz sandığımız, apartmanı temellerinden sarsan ses de kocaman bir havanda dövülen haşhaş tanelerinden ibaretmiş. Tahammülsüz komşularız vesselam, incir çekirdeğinden değilse bile haşhaş tanesinden mesele çıkartıp büyütüyoruz işi. Eh geceyarısı çekilen bu eziyetin üstüne gündüz gözüyle iki kilo zeytini "alt kata gürültü gider mi, gitse de artık ne yazar" diyerek kırmamı sağladığı için de seviyorum komşularımı.
Bir de sık sık bizim balkona düşen çamaşır meselesi var. Bu çoraptan dona, faniladan havluya kadar değişiklik gösterebiliyor. 3-4 günde bir çalan kapıda "Ablaa donumuz, ablaa çorabımız" diyen bir genç kız görünüyor. Onların çamaşır çeşitleri üzerine ihtisasımız artarken alt katımızdaki merdiven sahanlığına yerleştirdiği ayakkabılığı ile kundura çeşitlerini görüşümüze sunuyor. Tüm gizlerini bizimle paylaşıp içli-dışlı olmamıza sebebiyet verdikleri için de seviyorum komşularımızı. 
Ayrıca üsttekilerin 3-5 torunu olduğunu, en çok kovalamaca ve futbol oynamayı sevdiklerini yukardan gelen seslerden, alttakilerin 2 ergeni olduğunu  basları sonuna kadar açılmış rock müzikle aşağıdan gelen dım-tıs seslerden anlıyorum. Torunların olmadığı sessiz zamanları evin genç kızının izlediği evlenme programlarının çığlıkları dolduruyor. TV ve müzik seti açmama gerek bırakmadıkları için de seviyorum komşularımı. İyi ki varlar, hayatımı renklendiriyorlar...

Not: Fotoğrafın komşularla alakası yok, o dünkü yürüyüşten.

25 Kasım 2011 Cuma

KEYİF



Sonbahar çayı ve neşe palamudu

Haftasonunuz neşeli geçsin...

ÖRTMENİZ, KUTLARIZ

"Körler, sağırlar birbirini ağırlar" demiş atalarımız. Atalarımızı yalancı mı çıkaracağız, biz de bütün kızlar toplandık ve kendi günümüzü kendimiz kutladık.


Manzaramız buydu


Mekanımız bu


Yedik, içtik


Gözümüz de doydu



Gönlümüz de


Adıyla uyumlu


Rengiyle uyumlu



Sonbahar güzelleri


Sular sarardı, vedalaşma zamanı

24 Kasım 2011 Perşembe

ÖĞRETMENİM, CANIM BENİM


Yıllar önce Denizli'de oturmuştum ilk kez bir sınıfın öğretmen kürsüsüne. Lise son sınıflaydı siftahım, karşımda taş çatlasa benden 4-5 yaş küçük bir öğrenci kalabalığı gözlerini dikmiş sınıfa giren incecik ve gencecik kadına bakıyordu dikkat ve merakla. Acemice yoklama yaptım, aksiliğe bakın ki öğrencilerden birinin soyadı "Oturak" idi. Gülmeden nasıl tamamladım o yoklamayı bir Allah, bir ben bilirim. Girdiğim ders sadece bir öğretim yılı yürürlükte kalabilen, kitabı hatta doğru dürüst müfredatı olmayan "Turizm ve Sanat Eğitimi" isimli saçmasapan bir dersti. Göreve başlama yazısı Nisan ortasında gelen tecrübesiz öğretmene idare resmen kakalamıştı bu dersi. Ne anlattım, nasıl anlattım hiç bilmiyorum sadece dersten çıkarken derin bir "oh" çektiğimi hatırlıyorum. Sonra çok sevdim o sınıfı, onu ve diğerlerini. Baharda bana leylak demetleri taşıyan Fethiye'yi, zeki ve kültürlü Ali'yi, gür sesiyle "Dersim dört dağ içinde" türküsünü çok güzel söyleyen Tuncelili Hüseyin'i, minik bir kedi gibi eteğimin dibinden ayrılmayan Muhteber'i, ikinci sınıfta kocaya kaçan güzel Nermin'i, cübbe benzeri bir pardesüyle derslere giren ve imam olmak isteyen İbrahim'i, çalışkan ve zarif Nurcan'ı hiç unutmadım. Adları ve yüzleri yavaş yavaş gözümün önünden silinse de ben Denizli'deki öğretmenlik yıllarımı kalbimde hep ayrı bir yere koydum. Tayinim çıktığında son ders için girdiğim sınıflardan birinde her zaman yaptığım gibi sıraların arasında dolaşarak veda konuşmamı yapıp karatahta önüne geldiğimde gördüğüm manzara zihnimin en nadide köşesine çıkmaz mürekkeple yazıldı; sınıfın tamamı ellerini yüzüne kapamış ağlıyordu. Çok iyi bir öğretmen oldum mu bilemem, bunu öğrencilere sormak lazım ama ilk göz ağrım olan okuldan ayrılırken yaşadığım bu sahne daha iyi olmak için bir itici güç oldu.

Öyle ya da böyle uzun yıllarım geçti okullarda, yüzlerce gence birşeyler öğretmeye çabaladım. Kimi zaman severek girdim sınıflara kimi zaman bezginlikle ama elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. Ödülüm yıllar sonra çeşitli yerlerde, çeşitli zamanlarda karşıma çıkıp boynuma atılan öğrencilerim oldu, bundan iyisi de can sağlığıdır herhalde. Anlamı ve önemi sürekli tartışılsa, yılda bir gün bile olsa özeldir benim için Öğretmenler Günü. O bir günün içine yılların anıları sığar, bunu da ancak ellerine tebeşir tozu sinenler bilir. O nedenle önce hayatıma yön veren, sahip olduğum birikimde büyük payı olan ilkokul öğretmenimi ve depremde hayatını kaybeden öğretmenleri saygıyla ve sevgiyle anıyorum, huzur içinde uyusunlar. Öğretmen blogdaşlarımın ve arkadaşlarımın da Öğretmenler gününü kutlayıp en güzel dileklerimi yolluyorum...

23 Kasım 2011 Çarşamba

YAPTIM, OLDU...


Diyet ehlinin diyetini ne bozdurur?
Pek taze olmayan elden, taze pişmiş, üzerine tereyağı sürülmüş, taze mısır ekmeği bozdurur.

Yemek blogu olma yolunda emin adımlarla ilerlemekteyim galiba ama ne yapayım mısır ekmeği yapmayı ilk kez denedim ve başarınca pek sevindirik oldum:)

BOŞ ZAMANDA HOŞ ZAMAN

 
Koskoca Salı gününde yapılanlar:

-Geceden serilmiş çamaşırları ipten alıp katlamak
-Tek bir lavaboyu ovmak
-Bulaşık makinesini boşaltıp mutfak tezgahını toparlamak
-Bilgisayarda "Slingo Quest Amazon" oynamak, tekrar oynamak, tekrar oynamak
-"Hoş Geldin" isimli Macar bir yazara ait romanın 100 sayfasını okuduktan sonra sıkılıp bırakmak
-Bilgisayarda bu defa "Angry Birds" oynamak, üç gündür uğraştıran 3.etap 15.leveli nihayet geçmek. Kuşları fırlatırken onlarla birlikte "Hulliiiiiiiiii" diye bağırmak
-Günün tek işe yarar faaliyetini gerçekleştirip fotoğrafta görülen "Kabak Çorbası"nı pişirmek
-Gültekin Emre'nin "Yitik Kent Ankara" isimli kitabına başlamak
-Akşam bilgisayar başında "Öyle Bir Geçer Zaman ki"nin TV'den gelen sesini dinlerken Deep Purple'den "Lalena"ya denk gelmek, sevinmek
-Bu kadar...

Buna itinayla koca bir günü "piç etmek" denir. Affınıza sığınırım, son seyrettiğim film ağzımı bozdu:)

22 Kasım 2011 Salı

BİR MEVSİM


"Bir mevsim o yollarda, o yaz bahçelerinde
Günler vererek elele hülya gibi geçti
Yapraklar uçarken kuru dallar üzerinden
Ömrün daha bir mevsimi rüya gibi geçti..."

 Söz: Munis Faik Ozansoy, Beste: Muzaffer İlkar, Makam: Nihâvend
Şarkıyı dinlemek isterseniz TIK

21 Kasım 2011 Pazartesi

CELAL TAN VE ÇATLAK AİLESİ


Afişini gördüğüm andan beri merak içindeydim. Bir an önce vizyona girse ve izlesem diye sabırsızlanırken nihayet bugün muradıma erdim. Kahramanların yerçekimine aykırı bir şekilde dimdik duran saçları, ilginç yüz ifadeleri, zemin yerine tavana yerleştirilmiş etajer, vazo ve abajurun başaşağı görünümü filmin ne derece absürd bir şekilde seyredeceğinin ipuçlarını veriyordu zaten, yanıltmadı. Oldukça önemli bir izleyici kitlesi olan "Leyla ve Mecnun" dizisinin yaratıcısı Onur Ünlü tarzına uygun bir film yapmış. Çokları için saçma bulunup, "bu nasıl film" dedirtecek bir yapım aslında Celal Tan ve Ailesi'nin filmi. Ama yer yer öyle güzel noktalara parmak basılıp öyle ince eleştiriler yapılıyor ki hem gülüp hem düşünüyorsunuz. Şunu da belirteyim izledikten sonra küfür dağarcığınız epey gelişme gösterebilir, çocuklarınızla gitmenizi önermem. Bembeyaz saçlarıyla evin babaannesi rolündeki Güler Ökten bile öyle yakası açılmadık bir küfür savuruyor ki hastane sedyesinde ağzınız açık kalıyor. 

Bir grup arkadaşla gittik filmi izlemeye; bir kısmı hiç beğenmedi, nefret etti filmden. Bir kısmı izlenebilir ama izlenmese de olur dedi. Ben ve bir-iki arkadaş ise hem beğendik, hem de çok ama çok eğlendik. Bir başyapıt ya da konusu itibarıyla çok güzel bir film değil ama kendine özgü bir tarzı var. Ana rollerdeki oyuncular çok iyiydi, yer yer çok iyi espriler ve çok iyi giydirmeler vardı. Konunun saçma olduğunu baştan bilerek giderseniz sizin de eğleneceğinize eminim. Tercih size ait...

20 Kasım 2011 Pazar

PASTIRMA YAZI

Haftasonu keyfinizi pastırma yazını yaşayan Antalya fotoğraflarına bakarak arttırmaya ne dersiniz? Cumartesi günkü uzun yürüyüşümde çekilmiştir. Pazar gününüz güzel geçsin...










19 Kasım 2011 Cumartesi

ŞARKILAR NEYİ SÖYLER?


"Şarkılar ve hikayeleri. Hani bazı şarkılar vardır, onları dinlediğinde mutlaka gözünde bir şeyler canlanır. Yaşanmışlıkların ya da tanıdığın birileriyle o kadar bağdaştırmışsındır ki ne zaman duysan hatırlarsın. Eskimez o şarkılar, özeldir. Bunların beş tanesini hikayesiyle yazıyoruz."

Bu mim sevgili Luna Sesi'nden geldi. Normalde mimlerle pek ilgim yoktur ama bu mimin konusunu pek sevdim, hemen yazacağım. Benim annem-hatta babam da-çok şarkı söylerdi küçüklüğümde. Tanıştığım ya da tanıştırıldığım ilk şarkıdır "Çıkar yücelerden haber sorarım". Annem beni uyuturken ninni niyetine söylermiş bunu, duyduğum anda dudağımı büzer, içimi çeke çeke ağlamaya başlar sonra da uyurmuşum. Ne kadar hassas bir young lady olacağım o zamandan belliymiş ama annemin beni ağlatma bahasına ninni olarak ısrarla bu şarkıyı seçmesi tuhaf. Ayakta sallandığım zamanları hatırlamıyorum tabii ama o kadar çok anlatıldı ki bu şarkıya gösterdiğim hezeyan, ne zaman işitsem Saimekadın'daki eve, 4-5 yaşıma, ergenliğinin başındaki haşarı dayımla çekişmelerimize dönerim. Ama benim için bir şarkı vardır ki kesinlikle annemdir: "Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına". İncecik belli, permalı saçlı, çok genç annemdir, beni "ümidim, demidim, malım, mülküm, samur kürküm" diye seven annemdir, emprime elbiseler giyinip ince topuklarını tıkırdatarak anneannemle Niğdelilerin kabul günlerine giden annemdir, ovma çorbası pişiren annemdir, bana elbiseler diken annemdir, artık başka bir alemde olan annemdir:(
Sonra "Kız sen ne güzelsin, sana gençler tapacaklar" var. Cengiz Sokak'taki, en sevdiğim evimizin şarkısı. Dal gibi ince, Eşref Kolçak bıyıklı, dalgalı kahkülü gözlerine düşen, henüz otuzuna yeni gelmiş babamın dilinden düşürmediği şarkısı. Elörgüsü perdeli pencerelerimizin, o zamanlar orman sandığım küçücük bahçemizin, tepesine yumruk yemeden çalmayan siyah radyomuzun, ilkokula başladığım günün, kapı önündeki betonda oynadığım seksekin, evsahibimizin kızları; oyun ve okul yolu arkadaşlarım Aynur ve gencecik giden Ayşe'nin şarkısı.
Ve büyürken yavaş yavaş, "El Cordobes"; okuduğum okulun silme sarmaşık kaplı duvarları,  baharda o duvara açılan pencerelerden giren iğde çiçeği kokusu, hergün belirli saatte kaldırımdan ıslıkla El Cordobes'i çalarak geçen genç, şarkının muhatabı arkadaşımıza dönen başlar, onun kızaran yüzü, tebeşir kokulu sınıflar, sert mi sert müdür başmuavinimiz, hergün kapıda yapılan etek-saç kontrolleri, bahçedeki çam ağaçları, güzelim güller, paydos saatlerinde çıkışa yerleşip kovalarındaki laleleri satmaya çalışan satıcılar, büyüme telaşı, hülyalı başlar... 
"Kan ve Gül", üniversite yılları, gençlik, çalkanan ülke, Ankara'nın gri kış göğü, staj yaptığım seyahat acentası, hayatının baharında kansere yenilen canım Lerzan, konser kuyrukları, Akün sineması, AST, Büyük Ankara Muhallebicisi, Alman Kültür Derneği, Bilgi Kitabevi, Füruzan, Sevgi Soysal, Attila İlhan...

En iyisi burada keseyim, fena daldım boğulacağım yoksa. Kimseyi işaret etmiyorum arkadaşlar. Bu güzel mimi kim cevaplamak isterse ben zevkle okurum. Haydi bakalım...

18 Kasım 2011 Cuma

BU DA CUMA KOMBİNİ OLSUN...

Beni kendine aşık eden ve tam bir doygunluk hissi yaratan Leyla Erbil'in "Kalan"ının üstüne Macar Edebiyatı ile bir cila çekeyim dedim.



-Kitap: Hoş Geldin/Krisztián Grecsó (YKY Satış Mağazası/Ankara)
-Ayraç: Bilge ve annesi sağolsun
-Kalem: Alkım Kitabevi, Lale çok yaşa sen
-Fincan: Kızkardeşim bidenemin armağanı
-Mavi çinko çanak: Anneanne Zarifanım'dan kalma
-Çanağın içindekiler: Antalya'nın dağından, taşından, ormanından toplama (Beleşçiyim dostlar görüldüğü üzere)
  Bu da aynı eserin Türk sazlarıyla yorumu Bengi Bağlama Dörtlüsü'nden

17 Kasım 2011 Perşembe

SABAH YÜRÜYÜŞÜNÜN TESBİTLERİ

Kaç gündür evden çıkmayıp hareketsiz kalınca bu yıl gerçekleştirdiğim 3D projemin en zor D'sinin sonuçları hafiften sinyal vermeye başladı. Geceden saati kurdum ve erkenden kalkıp kendimi sokaklara vurdum. Yaptığım uzun yürüyüşteki saptamalarım şunlar oldu:


-Antalya'da en erken yaprak döken ağaç çınar. Diğerleri mıh gibi dallarında çakılı dururken çınarlar takvime bakmışcasına Eylül ortasında sararmaya başlıyorlar.
-Yokluğumda Konyaaltı Caddesi'ndeki kocaman apartmanlardan birini yıkmışlar, yerine daha kocamanı yapılacak muhtemelen. Yürüdükçe gördüm ki pekçok apartman boşalmış, müteahhit eline gidip büyüyüp yenilenecek. Camları kırık, sıvaları dökük, mahzun mahzun dozerin kepçesini bekliyorlar. Onlar solarken bahçelerindeki begonviller inatla tırmanmayı ve çiçek açmayı sürdürüyor.
-Kaldırımlar yenilenmiş, güzelleşmiş ama insanlar güzelleşememiş. Heryer çekirdek kabukları, pet şişeler, kağıt mendil artıkları ve en kötüsü kuytudaki ağaç altları insan pislikleriyle dolu.


-Annemin ben çocukken özenle bakıp büyüttüğü, yapraklarını parlak olsun diye zeytinyağıyla sildiği kauçuk ağaçları Antalya'da sebil gibi. Farkettim ki kalın, kocaman, yorgan gibi yapraklarıyla hiç de dekoratif bir bitki değilmiş. Ev içine girmesin o, sokakları süslesin.


-Hurmalar yenecek hale gelmiş, tazesi pek güzel olur. Belediyeden bir ahbap bulmalı, bir salkım kestirip götürmeli eve:) Sahi belediye bunları toplatıp satıyor mudur?

Yürüyüş bitince pazara girdim. Bunlar da pazar incileri:

-Çiçek satan bir yaşlı adamdan bir demet beyaz kasımpatı aldım, sonra bir başka kovada daha minik sarı kasımpatılar gördüm, onlardan da almak isteyince adam demeti çekti elime tutuşturdu, "Al" dedi "bunlar kokulu hem, 1 liraya veririm. Ben öyle pazarlık yapmam, indirimi peşin yaparım. Bu yaşa kadar zengin olamadıysam s.ktiret parayı". Çiçek elimde bakakaldım.

-Çok taze kabaklar ve bostan patlıcanları gördüm bir köylü kadında, fiyatını sorar sormaz önce reklam başladı: "Al al bunlar çok taze, şinci kopardım dalından, hemi de organik hiç ilaç, formon yok." Ben seçmek için eğildiğimdeyse önce derin derin iç çekerek kelime-i şahadet getirdi. Ürktüm bir an, hazır eğilmişken bıçağı boynuma dayayacak sandım kurban niyetine. Ardından önce İhlas, sonra Fatiha surelerini okudu. Ruhanî bir havaya girdim aniden, sebzeleri tarttırdım, parayı ödedim "Hayırlı pazarlar olsun inşallah, Allah bol kazanç versin" diyerek uzaklaştım. Bu akşam okunmuş türlü yiyeceğiz anlayacağınız şifa niyetine.

-Her zaman portakal aldığım karı-kocanın sergisine uğradım sonra, ağaçlarından toplayıp getiriyorlar. Ben seçerken adam "pek datlandı bu hafta bunlar, pek datlandı" diye Fatmagül'ün abisi gibi tekrarlayıp duruyordu. İşin kötüsü ben tatlı portakal sevmem. Derken bir kadın yanaştı, "tatlı mı portakal" diye sordu. Adam "datlı, datlı, pek datlı" teranesine başlarken karısı araya girdi: "Portıkal bu datlısı da va içinde ekşisi de. Ne datlı datlı deyip durun" deyiverdi. Yeni gelen kadın almaktan cayar gibi olunca adam bir portakalı dörde böldü kadına doğru bir hamle edip "Sen avradın dediğine inanma yi de bak nasıl datlı" diye uzattı ağzına doğru. Kadın "yemem" diye geri çekildikçe ısrarını sürdürdü. Ben parayı ödeyip ayrılırken son gördüğüm kadının adamın portakallı elini ittiren eliydi.

Günün tamamını pazarda geçirsem hiç sıkılmam herhalde...

16 Kasım 2011 Çarşamba

GÜN EKSİLMESİN PENCEREMDEN


Yattığım odanın kapısı kapalı olunca hayli karanlık oluyor. Bu durum benim sabahları zamanı ve havayı yanlış tahmin etme sebeplerimden biri. Genellikle "ortalık aydınlanmamış biraz daha uyuyayım" dediğimde saat 10'a yaklaşmış oluyor keza hava durumu da öyle. Dünkü yağmurun ve ısı düzeyi çok düşük olmasa da insanın içini üşüten nemli soğuğun etkisiyle loş bir odaya keyifsizce açtım gözlerimi. Alışkanlıkla elimi attığım yerde bulduğum tokayla saçlarımı toplayıp ekşimiş bir suratla kapıyı açtığımda yerçekimine uygun olarak aşağı sarkmış yüz hatlarım aniden "Don't worry, be happy" pozisyonuna geçip yukarı kıvrılıverdi. Güneş sarışın ışıklarını evin tüm pencerelerinden içeriye cömertçe yollamaktaydı. Dilimde Cahit Sıtkı'nın dizeleri yüzümü bile yıkamadan balkona attım kendimi:
"Her mihnet kabulüm
Yeter ki gün eksilmesin penceremden"
Yumurtadan bu yaz çıktığı cüssesinden belli bir kumru mandal sepetinin kenarına tünemiş meraklı gözlerle karşı komşunun plastik kaplama maddesiyle mumyalanmış apartmanına bakıyordu. Bu kadar dikkatle baktığına göre bir sebebi olmalı diyerek ben de dikildim yanına ve incelemeye başladım apartmanı. Ürkmedi kumru yavrusu, pek evcil oluyor bunlar, neredeyse omzumuza konacaklar. Ayrıca biliyorsunuz balkonumuz yıllarca "Kumru Doğumhanesi" olarak hizmet verdiği için bir nevi gönül borçları var, aileden sayıyorlar bizi. Bu bizim karşı apartman pek bakımlıdır, bakımı bizzat apartmanın sahibi olan adam ve karısı tarafından yapılır. Giriş kapısının hemen yanında, iki taraftan demir kapıyla emniyete alınmış bölümde otomobilleri durur. Çok seyrek binerler ama her hafta Pazartesi günü, sabahın köründe tepeden tırnağa deterjanlı sularla Bn. Apartman Sahibi tarafından yıkanır, hatta keselenir:) Otomobilin bakımı bitince sıra apartmana gelir, merdivenler de dahil olmak üzere tüm apartman yine bizzat Bn.Apartman Sahibi tarafından foşur foşur yıkanır, atık sular ve pislikler biz zavallı ölümlülerin ortak kullandığı sokağa itekleniverir. Onlar temizlendi ya sonrası tufan...

Apartmanın bize bakan cephesinde hayat yok gibidir, yine tamamı Bay Apartman Sahibi tarafından taktırılmış panjurlar hep kapalı durur, kırk yılda bir çamaşır sermek için balkona biri çıkar. Onun dışında balkonları da yine Bay apartman Sahibi'nin bir örnek diktirip kiracılarına dağıttığı turuncu-beyaz branda perdeler kapatır. Kapı önünde oynayan bir tek çocuk görmedim zira bu apartmanda çocuk da yoktur, çocuklu kiracı kabul etmediklerini düşünüyorum. Ya o minik insanlardan biri apartmanın plastik dokusunu zedelerse ya da apartman önündeki sınırlı toprak bölümde yetişen ağaçlardan birinin meyvesini koparmaya kalkışırsa ne olur sonra, Bay ve Bayan Apartman Sahibi'nden biri oracıkta ruhunu teslim ediverir hafazanallah. İki apartmanı ayıran boşluktaki toprak bölümde itinayla yetiştirilip gururla gösterime sunulan bir dizi ağaç vardır. Sırayla bir zeytin, bir erik, bir yenidünya (ya da Antalyalıların deyimiyle muşmula), bir muz, bir incir, yine bir yenidünya ve uzun bir selvi. Erik kocamandı erken çiçek açar, geç yaprak dökerdi ama Ankara'dan döndüğümde kesilmiş olduğunu gördüm, muhtemel ki meyvelere dadanan çocuklardan ağacı korumak amacıyla kesilmiştir:) Aklıma Oscar Wilde'nin o güzelim öyküsü "Bencil Dev'in Bahçesi" düşmüştü ki yanımdaki kanat çırpışıyla kendime geldim. Bizim yavru kumru karşıdan bakmaktan birşey anlamamış olacak ki yakından incelemek üzere  "Aman dikkat et, netamelidir o ağaçlar" dememe kalmadan uçuverdi zeytin ağacının dalına doğru. "Eh, hayatla başa çıkmayı öğren" diyerek girdim içeri. 

Şimdi kahvemi içiyorum, içerken bilin bakalım ne yapıyorum?

15 Kasım 2011 Salı

YAĞMUR YAĞIYOR

Yağmur yağıyor...


Apartmana taşındığımız gün dikilen, şimdi 3.kattaki balkonumuza dalları uzanan çınarın yapraklarına yağmur yağıyor...


Çınara komşuluk eden selvinin dallarına yağmur yağıyor...


Çamaşır ipinde unutulmuş boynu bükük iki mandalın üstüne yağmur yağıyor...


Almanyalı komşunun gözünden sakındığı portakallarına yağmur yağıyor...


Mavi şemsiyeli adamın açıkta kalmış pet şişelerine yağmur yağıyor...


Elektrik tellerine konmaya çalışan kumrunun, dedikoducu berberin saçak altına sığınan kedinin üstüne yağmur yağıyor...


Yağmura rağmen oynamakta ısrarlı çocukların aldırmazlıklarına yağmur yağıyor...


Ve yağmurlu havaların CD'si "Mahur" dönerken battaniye ve kitap eşliğinde kedi olma zamanı geldi de geçiyor...