Güle güle Temmuz, hoş geldin Ağustos. Ne çabuk da gitti yaz mevsiminin iki ayı, daha karpuz keseceğidik 😀 Sıcaklar bile yeni başlamıştı, anlaşılan mevsim sarkacak, artık Ağustos böcekleri cırlar durur bağlık bahçelik yerlerde, şaşkın karıncalar da kışlık peşinde koşar. Şehirde Ağustos böceği sesi falan yok, onun yerine karşıdaki yurt binasının adeta mahkum muamelesi yaptığı köpeğin havlamalarını dinliyoruz 7/24. Ses var, görüntü yok. İki yıldır o köpeği bir kez bile görmedim, tel örgüyle çevrili, yüksek duvarların ardında minicik bir bahçeye tıkılmış, sabaha kadar ağlayıp akşama kadar havlıyor. Belediyeyi arasak alıp hayvanı barınağa tıkarlar daha fena olur diye elimiz kolumuz bağlı, şu sıcakta hayvana eziyet.
Ankara Temmuz sonuna kadar yaşattığı sonbahar havasından sonunda vaz geçti, "Alın size sıcak" diyor. Desin bakalım, yaz mevsiminin şanı da sıcaktır, Antalyalı olarak bozkır sıcağına hiç itirazım yok. Nemin ne olduğunu yaşayan bilir ancak. Pandemi atak yapınca, bu aralar hastanelerle haşır neşir olunca tekrar kapattık kendimizi eve. Her yerden Covid haberleri, en son kuzenin hastaneye yattığını duyunca hiç niyetim yokken aldım yine aşı randevusu. O da karaborsa olmuş zaten, zor buldum. Yarın gidip yeni bir çip taktıralım bakalım, deneme tahtasına döndük.
Uzun yıllardır kendime belirlediğim, daha doğrusu okuma potansiyelimin sınırı olan bir kitap sayısı var. Aylık 10, yıllık 120. Çoğunlukla zorlanmadan bu sayıya erişiyorum, ender olarak 5-10 kitap altında kaldığım, bazen de (geçen yılki ameliyat, pandemi gibi zorunlu kapanma dönemlerinde) daha üstüne ulaştığım oluyor. Böyle durumlarda ekstra kitaplar alıyorum araya. Mesela bu ay 12 kitap okumuşum ve neredeyse Ağustos kotasını da doldurmuşum. İki kitapla 80'e ulaşınca elime neredeyse 5 yıldır kitaplıkta sabırla bekleyen, şişman mı şişman Jun'ichiro Tanizaki'nin "Nazlı Kar"ını alacağım. Beklemekten rengi sararmış garibin, artık vuslat zamanıdır 😃 Ağustos bitmeden biterse ne ala, bitmezse de beis yok.
Gelelim Temmuz ayı kitaplarına:
-Monique Truong'un daha önce "Dilimdeki Acı" kitabını okumuştum ve çok sevmiştim. "Tuzun Kitabı"nın övgüsünü çok duymuş ama baskısı olmadığından okuyamamıştım. Yeni baskıyı görünce hemen edinip okudum. Vietnamlı aşçı Thin Binh'in Vietnam Genel Valisi'nin mutfağından, Paris'e Alice Toklas ve Gertrude Stein'in mutfağına uzanan öyküsünü bu iki kadının yaşamından da kesitlerle okuyorsunuz. Kolay bir kitap değil, öyle su gibi akmıyor ama etkileyici. "Dilimdeki Acı" kadar olmasa da sevdim...
-"Gavur Mahallesi"ni Mıgırdıç Margosyan'ın ölümünden sonra okumak kısmetmiş, huzurla uyusun. Diyarbakır'daki bu mahalleye Silva Özyerli'nin "Amida'nın Sofrası" kitabından aşinaydım zaten. Hatta yanılmıyorsam Margosyan'ın öykülerinden birinde adı geçen Silva da aynı Silva. Öyküler mahallenin henüz şeklinin şemalinin değişmediği, insanların birbirini dinine, ırkına, düşüncesine göre ayırt etmediği, yoksul ama güzel zamanları anlatıyor. Margosyan'ın dili huzur veren bir türkü gibi. Benim gibi okumakta gecikenlerdenseniz daha fazla gecikmeyin derim...
-"Hat Bekçisi Thiel" karanlık bir novella, insanı huzursuz ediyor. Prusya demiryollarında hat bekçisi olarak çalışan Thiel yaşamı boyunca talihsizlerle boğuşacaktır. İlk eşinin doğumda ölümü, geriye kalan oğlu Tobias, huysuz, geçimsiz ikinci eşi, makineleşmenin getirdiği insani sorunlar ve tatsız bir akıbet. İncecik bir kitaba bunca sıkıntı nasıl sığmış derseniz okuyup görün derim...
-"James ve Nora" bu ay okuduğum en sıkıcı kitap oldu. İrlandalı yazar James Joyce ve eşi Nora'nın tanışmalarından itibaren birlikteliklerini anlatan kitabın ilginç olacağını düşünerek almıştım ama anlatım ve dil beni rahatsız etti. Ben okudum, siz okumayın, değmez 😀
-Amerika'ya yerleşmiş Meksika göçmeni bir ailenin kızı Julia, ablası Olga'yı bir trafik kazasında kaybeder ve ailenin tüm yası bir yerde Julia'nın üstüne yıkılır, yasaklar, engellemeler, koruma çabaları, ablası ile kıyaslamalar, Meksika tutuculuğu farklı bir kafa yapısındaki Julia'yı çileden çıkarır ve ailesiyle mücadeleye zorlar. "Ben Sizin Mükemmel Meksikalı Kızınız Değilim" hoş ve akıcı bir kitap, okuyun derim...
-"On İkinci Nota" olumlu beklentimin aksine "James ve Nora"dan sonra beni en zorlayan kitap oldu bu ay. Kudüs'te, yaşlı kemancı Josef Asche'nin şüpheli ölümünden önce Filistinli öğrencisine emanet ettiği partisyon, açılan soruşturma, partisyondan hareketle iki ayrı ülkede verilen konser, iki ayrı virtüoz, bir çeşit yarışma hali vs vs. Kitapta her şey o kadar birbirinin içine girmiş ki sıkıldım diyeyim, siz anlayın...
-Orhan Kemal'in "Cemile"si, üzerinde yazmaya gerek var mı bilmiyorum. Türkiye'nin en büyük yazarlarından birinin kitabını eleştirmek haddim olmadığı gibi kitap yazıldığı çağın çok üstünde bir konuya, dil hakimiyetine sahip. Sözü burada kesmek en doğrusu...
-"Buz Kandilleri"ni sosyal medyada çok övüldüğü için ve itiraf edeyim ki o neşeli renklerle bezeli kapağına vurularak aldım. Çok iyi etmişim, Uzun zamandır okuduğum en güzel öykülerdi. Son derece sade bir dille yazılmış, sıradan insanların sıra dışı hikayeleri adeta gözümün önünde canlandı. Öyküye benim gibi mesafeli duruyorsanız bile bir şans verin derim...
-Marian Izaguirre'yi "Bir Zamanlar Hayat Bizimdi" kitabıyla tanımış ve kitabın konusunu çok sevmiştim. Bu yeni kitabı da tamamen yazara referans vererek aldım. İlki kadar etkilemese de güzeldi "Pek Çok Kışın Ardından". Kitabın tanıtımında sanki bir polisiye okuyacakmışız duygusu uyansa da esasen öyle değil. İspanya'dan Yunanistan'a uzanan bir tutku hikayesi bu. Yaz için uygun bir kitap arayanlara önerilir...
-Ve Kerem Eksen, yenilerde okuduğum "Ölümden Uzak Bir Yer" ile bende "her yazdığı okunabilir yazar" intibaı uyandırmıştı, gayet güzel bir metindi. Buna dayanarak ilk kitabını, Alef'den çıkan "Buradayız"ı da aldım. Herhangi bir romana konu olabilecek sıradan bir genç adamın hayatından bir kesiti okuyoruz kitap boyunca. Aslında o kadar dikkate değer bir yönü de yok yaşadıklarının ama Kerem Eksen okuru kendine bağlamayı biliyor. Son kitabı kadar sevmesem de güzeldi, Kerem Eksen okumaya devam...
-"Güzel Dünya Neredesin?" yazarı Sally Rooney'le vedalaşma kitabım olacak, aynı tutarsız, sıkıcı, bir sonuca ulaşmayan ilişkileri okumaktan yoruldum zira. Sevimsiz, depresif kahramanlar arasında cımbızla kendime yakın kahraman aramaktan da. Evet, okunuyor, sıkılmıyorsunuz ama aynı metinleri dönüp dönüp okumanın da bir sınırı var. Siz bilirsiniz kategorisine koyuyorum kitabı...
-Ve ayın son kitabı Doğan Yarıcı'dan "Miyop" oldu. Kitabı içine hiç bakmadan, daha önce okuduğum "Hodan"a güvenerek almıştım. Okumak için açınca şaşırdım. Minimal öykülerdi kitabı oluşturanlar, bazısı tek cümlelik, kimi çok anlamlı, kimi ironik, kimi hüzünlü, kimiyse "niye yazdı ki bunu?" dedirten, o da okur olarak benim yetersizliğim tabii ki. En etkili olansa kitabın sonundaki, minimal diyemeyeceğimiz "Parçası Benim" bölümü idi, açıkçası çarptı beni. Bu tarz öyküleri herkes sever mi bilemem ama Doğan Yarıcı okumak istiyorsanız "Hodan" ile başlayın derim. Ve yazar ile "Miyop" kitabı hakkında daha detaylı bilgi almak istiyorsanız İnstagram'da "Algodon Edebiyat" ismiyle tanıdığımız Melisa Aymutlu'nun "Masamdaki Mikrofon" isimli podcast serisinde Doğan Yarıcı ile yaptığı söyleşiyi dinleyebilirsiniz, ufkunuzu açacaktır.
Efendim bir aylık kitap tanıtım postumuz daha burada sona ermektedir. Yeni kitaplarda buluşmak dileğiyle hoşça kalın diyorum (Spiker stayla 😀)