Dün hayli hareketli bir gündü. Akşamdanberi devam eden yağmur günün ilerleyen saatlerinin istikbali hakkında pek olumlu şeyler düşündürmese de belirlediğim planı bozmaya niyetim yoktu. Öğleye kadar evde oyalanıp tam çıkmak üzereyken gelen kargoyu iyiye işaret olarak yorumladım. Bu vesileyle kargoyu yollayan güzel arkadaşıma kucak dolusu sevgi postalıyorum buradan.
Niyetim saçıma başıma bir çekidüzen verdirmek için önce kuaföre uğramak, oradan da günler öncesinden biletini aldığım oyunu izlemek üzere tiyatroya gitmekti. Sokağa çıktığımda yerler ıslak olsa da yağmur durmuştu, karşıya geçmek üzere caddeye doğru yürürken oldu olan. Karşı apartmanın altındaki pastanenin önüne döşenen cilalı seramikler yağmurla iyice kayganlaşmış ve bir nevi buz pistine dönüşmüştü. Haliyle ayağımdaki spor botlar paten ayakkabısı, ben de Jane Torwell olmadığım için ikinci adımda şık bir uzun kayışla salto bile atamadan kendimi sırtüstü yerde buldum. İlk işim gören oldu mu diye etrafa bakmak, ikincisi de "acaba yerden kalkabilecek miyim?" diye düşünmek oldu. Kalktım kalkmasına, can havliyle destek yaptığım sol elimdeki hafif ağrı ve pantolonumun arkasındaki ıslaklık dışında bir sıkıntı olmamasına da sevindim hatta. Hemen pastanenin kapısına baktım, sahiplerinden birini orada görsem feci çemkirecektim ama içeri girmeye üşendim, kuaföre yollandım. Kızlar halimi görünce başıma üşüştüler, fön makinesiyle üstümü başımı kuruttular. Ucuz atlattım diye şükredip oturdum koltuğa. Onlar benim kaportayı düzeltirken ben de yan koltuğa evinin kanepesi gibi yayılmış pedikür yaptıran şalvarlı, beyaz tülbentli, çok konuşup herkese akıl veren orta yaşı tamamlamış hatunu izlemeye başladım. Yüzükleri dikkatimi çekti ilk önce, on parmağında 5 tane ve hiçbirinin biriyle akrabalığı olmayan yüzükleri. Sağ elde iki adet nohut ve iki adet mercimek büyüklüğünde yaldızları soyulmuş 4 çakma incinin süslediği bir metal halka ve sıra arkadaşı, üzerinde lale motifi bulunan zirkonyum çerçeveli sedef yüzük "biz neden biraradayız" dercesine ayrıksı bir görünüm sergiliyordu. Sol ele üç yüzük konuşlanmıştı; altın çerçeveli kehribar halkanın altında zirkonyum olması kuvvetle muhtemel gümüş bir tek taş ışıldıyordu. Orta parmağı ise ortasına turkuaz bir taş oturtulmuş ve kalan kısmı zirkonyumla bezenmiş bir yüzük şereflendiriyordu. Yüzüklerin ağırlığından ellerin hareket gücü biraz kısıtlansa da sahibinin bir şikayeti olduğunu sanmıyorum çünkü bileğinde farkettiğim lastikli bir ipe dizilmiş üç sıra çakma inci ve üzerindeki parlak taşlı kelebek takı konusundaki merakını ve zevkini iyice açığa vuruyordu. Sıkıldım bir süre sonra takılarından ve bilmiş konuşmalarından çaresiz aynaya, kendime döndüm, ki hiç sevmem kuaför aynasında kendimi dikizlemeyi. Neyse ki işim bitmek üzereydi. Son retuşlar yapıldı ve ben kuaförden çıkıp tiyatroya gitmek için bir taksiye atladım. Yol boyunca şoförle tramvayın aksattığı trafik ve partilerin seçim arabalarından yayılan müziklerin rahatsız ediciliği konusunda bir sohbet geliştirdik. Taksiden indiğimde yağmur durmuş, hava açmaya meyletmişti. Gişeden biletimi aldım ve tiyatro salonuna girip ikinci sıradaki yerime oturdum. Az sonra yanıma en genci 75'in üstünde gösteren üç hanım teyze gelip oturdu. Bir tanesi iyiden iyiye yaşlı, bastonlu ve iki büklümdü, buna rağmen evde oturup hastalıklarından şikayet edeceklerine 65 yaş üstü ücretsiz avantajından yararlanıp tiyatroya geldikleri için takdir ettim kendilerini. Oyun başlamak üzereyken telefonlarını sessize almak istediler ama beceremediler bir türlü, önce bana baktılar, gözleri tutmamış olacak ki sağ yanlarında oturan çıtıra rica ettiler sessize alması için. Çıtır son model telefonlara alışık olduğundan kendisine verilen nostalji nesnesinin menüsünden girip epey uğraşarak halletti işi, oysa bana verselerdi tek tuşla anında işlem tamamdı :)
Sonunda önce oyun, 10. dakikada da arkamda oturan ve anoraklarımızın benzerliğinden dolayı dikkatimi çeken kadın başını koltuğa yaslayarak horlamaya başladı. Yanındaki hanım dürtünce uyanıp toparlandı ve perde arasında oyunun sıkıcılığından bahsedip bazı insanların uyuduğu yönünde bir sohbet geliştirdi onu dürten hanımlarla. "Hem kel hem hodul" diye buna dense gerek. Teyzeler perde arasında arka sıraya geçti, ben tuvalete gittim ve girdiğim kabinin iç kapısında ispirtolu kalemle yazılmış şöyle bir şiir okudum:
"Yaşayacak yer açın onlara
Ve düşünmeyin onların adına
Hep aynı kitapları okutmayın
Keşfetsinler şafağı bırakın"
Pablo Neruda
Oyunu merak ettiniz sanırım, Tarık Buğra'nın yazdığı; Selim Gürata'nın yönettiği ve karakterlerden birini "Muhteşem Yüzyıl"ın Sümbül Ağa'sı Selim Bayraktar'ın canlandırdığı "Ayakta Durmak İstiyorum". Evet, fena değildi ama bu oyunu AST'tan izlesem çok daha fazla keyif alabileceğimi düşündüm. Yine de emeklerine sağlık, tiyatro varolsun diyelim...
Eve dönünce apar topar kıyafetimi değiştirdim ve çalıştığım okulun çok eski mezunlarının düzenlediği bir yemeğe katılmak üzere yollara düştük yine. Eski öğrencilerimle birlikte olmak, eski arkadaşları görmek güzeldi lakin eve dönünce gündüz sıcağıyla ağrısını farketmediğim bileğim sıkıntı vermeye başladı. Buz koydum, ilaç sürdüm, ağrı kesici aldım, ağrıyı kesemedim. Son çare olarak alkol kompresi geldi aklımıza. Yemeğin yapıldığı lokalde içki servisi olmadığı için içemediğimiz rakıyı kocaman bir pamuk parçasına emdirip ağrılı bölgeye doladık ve eflatun oyalı, mor çiçekli bir yazmayla hediye paketi yaptığımız bileğimi yanıma alarak yatmaya gittim. Tabii ki içten içten dürten ağrı uyumamı engelledi, birkaç öyküsü kalmış "Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz" kitabını okuyup bitirdim. Işığı söndürüp uyumayı denedim ama bu defa dudağım uçuk sinyali verdi. Kolonyalı pamukla silmezsem ertesi güne silikonlanmış gibi uyanacağım için mecburen kalktım, şifonyerin üstünde sıralı kolonya şişelerini elden geçirmeye başladım; Lavanta, Vahşi İncir, İğde Çiçeği, Bodrum Mandalinası gibi egzotik isimler ve Ege kıyısından esintiler taşıyan kolonyaların en sonuncusu çıktı Çeşme Limonu. "Turistik seyahate mi çıktım, kolonya mı arıyorum" diye söylenerek uçuk tehlikesi gösteren dudağımı Çeşme limonu'nun koruyup kollayıcı aromasına teslim ettim. Sonra da gidip yattım. Ne limon ne de rakı kokusu uykumu getirdi. Tekrar kalktım, bir bardak süt ve sevgili arkadaşım Selgin GB'nin yeni çıkan kitabı "İğneler"i alıp bu defa yatağa oturdum. 50 sayfa kadar okuyup rakıyla paketlenmiş bileğimi burnuma dayayarak uyumaya çalıştım.
Şimdi siz bu uzun yazıdan kaçmayıp hala buradaysanız önce sabrınız için teşekkür ediyorum, bu kadar uzun bir yazıyı 10 parmakla yazıp klavye kullanabildiğime göre bileğimin biraz daha iyi olduğunu da anladığınızı düşünüyorum. Düşmeden, şaşmadan güzel bir Pazar günü geçirmenizi diliyorum...