Sayfalar

30 Eylül 2012 Pazar

KIESLOWSKI HAFTASI


Kaç gündür önüm, arkam, sağım, solum Kieslowski oldu ama hala sobeleyemedim. Onca yönetmenin onca işe yaramaz filmini bile izlemiş olan sinema meraklısı ben bu zamana kadar Kieslowski'yi ihmal ettiğim için kendimi tek ayak üstünde gün boyu durmakla cezalandırsam yeriydi. Yine de menüsküslü dizlerime hürmeten herkes gaflet, delalet ve hatta hiyanet içinde bulunabilir diyerek affettim ve tek ayak cezası yerine toplu gösterim ödülüne layık gördüm içimdeki sinema kurdunu. 

Toplu gösterim 555 Film kapsamında "Üç Renk" ile başlamıştı ama "Kırmızı"dan sonra 555'e ara verip "Dekaloglar"a geçiş yaptım. Az evvel "Dekalog 9"u izledim ve bu akşam 10.yu izleyerek bu olağanüstü görsel şöleni nihayetlendireceğim. "Dekalog 1"i izlemeye başladığım andan itibaren filmin büyüsüne kapıldım, diğerlerine devam ettikçe de tiryaki kıvamına geldim. Herbiri birbirinden güzel-ama bazıları daha da etkileyici-bu filmler biraz daha fazla sayıda olsaydı Lehçe'yi sökecek ve Varşova'ya gitsem yabancılık çekmeyecek duruma gelecektim. Şimdilik "Tak" ve "Nie"yi öğrendim. Evet-Hayır bazen çok şey anlatır değil mi:) Ayrıca kibar bir insan olarak yardım istemek için "Proşe", bana yapılan yardımlara karşılık "Cenkuye" diyebilirim, yetmez mi? Sittirella, bebeyim neredesin, yanlış mıyım:))

Şamatayı bir yana bırakacak olursam Dekaloglar mutlaka izlenmesi gereken filmler. Yönetmen 10 Emir'i farklı şekillerde yorumlamış. Her emir bir filmin konusunu oluşturmuş; "Senin Rabbin benim, benden başka Rabbin yoktur.", "Tanrının ismini boş yere ağzına almayacaksın", "Altı gün çalışıp bir gün dinleneceksin", "Annene ve babana saygılı davranacaksın", "Öldürmeyeceksin", "Zina etmeyeceksin", "Çalmayacaksın", "Yalan yere şahitlik yapmayacaksın", "Komşunun karısına tamah etmeyeceksin" ve "Komşunun malına tamah etmeyeceksin" başlıklarıyla senaryolaştırılan filmlerin hepsi Varşova'nın sosyal konut olduğunu düşündüğüm çok daireli, yüksek apartmanların olduğu bir semtinde geçiyor. 7 dışında tüm bölümlerde ince-uzun, sarışın bir genç adam filmin bir bölümüne kısa bir süreliğine dahil oluyor-meleği ya da İsa'yı temsil ettiği söyleniyor-bir bölümdeki olaylar bir başka bölümde konu edilebiliyor. Kısacası insanı fena halde etkileyen, düşündüren, bazıları dehşete düşüren, bazıları hüzne boğan 50-55 dakikalık filmler bunlar. Benim gibi izlemekte geciktiyseniz zararın neresinden dönerseniz kârdır diyorum...

27 Eylül 2012 Perşembe

KEÇİ



Görsel: Cheerful Thrifty Door

İnternette gezinirken şu fotoğrafı görünce hatırlayıverdim birden keçinin benim hayatıma ne çok yamandığını:) Bu yamayı yapanlar yukardakini görseler Japon yapıştırıcısıyla yapıştırırlardı sanırım üstüme keçilik halini. Çok küçükken, henüz hatırlamadığım zamanlarla ilgili bir maceram var, yıllarca kahkahalar ve imalarla anlatıldı durdu. Zeytini çok severmişim, siyah zeytini. Öyle ki ilaçlar zeytinin arasına konup yutturulur, yemek yememekte ısrar edince zeytin-ekmekle kandırılırmışım. Günün 24 saati zeytin ver yesin durumu yani. Ben henüz 2 yaş civarındayken babam o yıllarda yaşadığımız Meriç'teki evin bahçesine birkaç kök sebze dikmiş, gübre olarak da keçi gübresi atmış. Bilmeyeniniz yoktur herhalde keçinin nasıl def-i hacette bulunduğunu, kendisi yukarıda sözü edilen yiyeceğe benzer biraz. Bendeniz ebeveynlerin meşgul olduğu bir ara sebze bahçesine dalmış ve gördüğüm keçi gübrelerini zeytin sanarak arpa ambarına düşmüş aç tavuk misali avuçlayıp avuçlayıp ağzıma götürmeye başlamışım. Bereket bir yandan da duyduğum sevincin etkisiyle avaz avaz "Zeytiniiii, zeytiniiiii" diye bağırmaktaymışım. Duruma ayılan annemle babam zeytinimsiler henüz ağzıma giremeden vaziyeti kurtarmışlar ama bu benim yıllarca "Keçi moku yiyen kız" olarak damgalanmama engel olamamış. Tabii sözkonusu olay allanıp pullanıp sülaleye nakledildiği için uzun zaman sofraya zeytin gelse ya da ufukta bir keçi görünse alaycı bakışlar üzerime üzerime yöneldiler. Hâlâ ara sıra hatırlatılır.

"Keçi moku yiyen bebe"den "Cinara Keçisi"ne ilkokul yıllarında dönüştüm. Çok hareketliydim; sürekli evin içinde bir oraya bir buraya seğirtir, ders çalışırken salonda metrelerce yürür, yüksek bir yer görünce tırmanır sonra atlardım. Bu nedenle anneannem ve büyük teyzem tarafından "Cinara Keçisi" ünvanına layık görüldüm. Cinara Keçisi ne menem bir şeydir veya böyle bir keçi türü var mıdır bugüne kadar bilmek kısmet olmadı ama hareketli bir yaratık olduğu malum. İçinizde bir bilen varsa ve beni de bilgilendirirse çok mutlu olacağımı belirteyim.

Sonra efendim baştaki "Cinara" nitelemesi kaldırıldı ve ben yalın halde keçiye dönüştüm. Sülaleden birçok kişi beni bazen "Keçi", bazen "Çeçi" olarak çağırmaya başladı. İşin garibi keçilere atfedilen inattan bende eser yoktu. Hayatımda tek bir olay yaşadım inadımla başardığım belki ondan mülhemdir. Bir yaz tatilinde Konya Ereğli'deki Dokuma Fabrikası'nı ziyarete karar verdi evinde misafir olduğumuz annemin akrabaları. Esas amaç bizi gezdirmekti ama çocuklara sakıncalı olabilir diye benim evde kalmama karar verildi. Öyle bir olay çıkardım ki, bir daha öylesini hiç başaramadım. "Ben de gitcaaaaaaaam" diye yırtınmam Gülbahçe semtinin tüm evlerinde yankılandı da ağlamaktan kızarmış gözlerim ve şişmiş suratımla taktılar yanlarına götürdüler. Ha ne gördün derseniz hiç kayda değer birşey yoktu ama işte muhtemelen benim keçilik oradan gelme. 

Velhasıl bu yazıyı okuyan sülaleden biri varsa fotoğrafa ve okuma aşkıma atfen lakabımı "Okuyan Keçi" olarak değiştirebilirler şeklinde bir öneride bulunayım istedim, hiç olmazsa daha entellektüel bir nitelemeye sahip olmuş olurum böylece. Saygılar efendim...

26 Eylül 2012 Çarşamba

AN RAPORU


Bugün:
-3 fincan kahve, 2 kupa çay içtim. Çayın biri limonluydu.
-555 Filmin 55'i kapsamında Kieslowski'den önce "Mavi"yi, sonra "Beyaz"ı izledim. Bu yazıyı bitirip yayınlayınca da "Kırmızı"yı izleyeceğim. Yarın yazı yayınlamazsam bilin ki aşırı dozdan mefta olmuşum:)
-Kieslowski izlemekte bu kadar geciktiğim için önce kendimi kınadım, sonra "Daha önceleri neredeydiniz?" şarkısını terennüm ettim, sonra da kendime "Salak" dedim, siz duymamış olun.
-Balkona çıkıp caddede avaz avaz, "Taşköprü sarmısak 5 lira" diye bağıran minibüslü sarmısak satıcılarına baktım .
-Başka da birşey yapmadım. Yaşasın tembellik.

Not: Alıç çıkmış, çiçekçilerde saksıların, vazoların arasına yerleşmiş ama artık almıyorum. Zira her dizide ya iki, ya üç tanesi sağlam, geriye kalan hepsi kurtlu...


24 Eylül 2012 Pazartesi

K


Dün geceyarısı yapılıp kahvaltıda yenen şahane mürdüm eriği reçeli, çorap ve hırkalı serin sabah, kahve güzelliği, Brenda Mac Crimmon'dan "Kulak Misafiri" ezgileri, bitirilen "Bir Dönem İki Kadın", başlanan "Kaybın Türküsü/Kiran Desai", kardinal üzümü, 555 listesinden Kim Ki Duk filmi "Boş Ev", kapıya gelen nerden çıktığı, ne istediği belirsiz kalaycı ve Gülten Akın'dan "Kış Yolculuğu" şiiriyle başlayan bol "K"lı hafta...

"Karlı bir bahçede apansız karşıma çıkan
Adını bilmediğim o fırtına mavisi çiçek
Eğilsem baksam yeniden görünecek

Bozkıra uzanmış sereserpe
Gökyüzü maviliğinde
Dünya, onunla ben, ikimiz
Çok genciz daha çok genciz
Okul kaçağı tadında
Gülümsememiz

Dönüş mü hayal mi yaşlandık mı
Aramızda o fırtına mavisi çiçek
Onunla ben dünya ikimiz
Gider döneriz"

22 Eylül 2012 Cumartesi

CUMARTESİ KOLAJI



1- "Komşuda pişer, bize de düşer" hesabı şeker bir kızın annesinin getirdiği taze fıstıklar Cumartesi çerezi olarak mideye gönderildi. (Ben masumum, tüm sorumluluk bu tehlikeli maddeyi bana getirene aittir:)

2- "Bir Dönem İki Kadın" hevesle, zevkle, merakla okunmaya devam edildi. Yarılandı bile...

3- Kitaba eşlikçi olarak arkadaş hediyesi mırra fincanlarında yine arkadaş hediyesi kahve ve ev yapımı vişne likörü içildi.

4- ntvmsnbc'nin "ölmeden önce izlemeniz gereken 555 film" listesi gözden geçirildi. Görülmüş olan 100 tanesi ayıklandı. İlk etapta izlenmek üzere seçilen 55 filmden ilki olan Jean Luc Godard'ın "Serseri Aşıklar"ı izlendi. Jean Paul Belmondo'nun ne kadar sempatik, Jean Seberg'in ne kadar güzel olduğu bir kez daha test edilip onaylandı.

Ustamın adı Hıdır, bugünlük budur...

20 Eylül 2012 Perşembe

BUGÜN


Görsel: Gabriel Diana

Sabahın ilk müjdesi bloggerin değişen arayüzü oldu. Hiç sevmem bu tarz değişiklikleri, alıştık gidiyorduk ne güzel, şimdi bunun kodunu çözene kadar epey söylenirim eminim.
Gece şakır şukur yağan yağmur sabah yerini güneşe terkedip gitmişti. Kahvemi içerken "Zakkum" dinledim. Dün Selgin ödev vermişti, çalışkan öğrenci olarak yaptım dersimi. Çok sevemedim ama ara sıra dinleyebilirim.
Yaklaşık bir saat telefonla arayan eski bir komşu tarafından esir alındıktan sonra arkadaşlarla buluşmak için çıktım. Yolda bir apartmanın merdivenlerine oturmuş, bir yandan cep telefonuyla konuşurken bir yandan hıçkıra hıçkıra ağlayan orta yaşlı bir kadın gördüm.  O kadar dokunaklı bir görüntüsü vardı ki aklım onda kaldı.
Sanat Cafe'de hoşsohbetle geçen bir-iki saatin ardından bu defa rotayı Aylak Madam'a çevirdik. Eşlikcim Bilge'nin Annesi idi. Kahveleri orada içtik.
Eve dönerken kamyonetli çiçekçinin alıç satmaya başladığını görünce sonbaharın geldiğine emin oldum. Akdeniz'e kaçmak lazım, az kaldı. Antalya'da festival başlar, Leylak yuvaya döner.
Bamya ayıklarken İranlı yönetmen Bahman Ghobadi'den "Sarhoş Atlar Zamanı"nı izledim. Bamya yarım kilo olunca haliyle film bitmeden ayıklama bitti. Devamı yemekten sonra. 
Dün akşam epeydir okunmayı bekleyen bir kitaba başladım; Oya Baydar ve Melek Ulagay'ın ortaklaşa yazdıkları "Bir Dönem İki Kadın". 100 sayfa okuyuvermişim, çok iyi gidiyor.
İşte böyle, şimdi mutfağa gider, gitmeden önce de yukarıdaki fotoğrafı bana yollayan çikolata fabrikatörü Neslihan'a teşekkür ederim:)

19 Eylül 2012 Çarşamba

İKİSİ BİRARADA



Ardarda 2 günde okudum Yalçın Tosun'un kitaplarını. "Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler"e parkta çay eşliğinde başlamıştım, "Peruk Gibi Hüzünlü"yü evde kahve eşliğinde bitirdim. Aslında epeydir direnmekteydim okumamak için, etkileneceğimin farkındaydım ama kitap konusundaki görüşlerine güvendiğim arkadaşlardan ardarda beğeni ifadeleri okuyunca şart oldu almak. Biri için girmiştim YKY Yayınlarının Ankara'daki yenilenmiş ve çok güzel mağazasına, ikisini de alıp çıktım ve üstüste okuyup bitirdim. İç acıtan, düşündüren, yer yer ürperten öykülerdi, sarstı bünyeyi biraz ne yalan söyleyeyim. Etkilenme katsayınızı hesap ederek okumanızı öneriyorum.

Dün çok yorgun ve uykusuzdum, neyse ki bu gece uyuyabildim ama hâlâ tam kendime gelemedim. Günün salaklığı ise sabah açık kalmış telefon alarmını susturmak için kalktığımda gerçekleşti. Telefon elimde tuşları bulmaya çalışırken panik içinde net göremediğimi, bir bulanıklık ve kısıtlılık hali olduğunu farkettim. Aklıma bir saniyede retina yırtılmasından, göz tansiyonuna kadar çeşitli uç ihtimaller hücum etti ve akabinde anladım ki gözümün tekini henüz açmamış, tek gözle idare etmekteymişim. Böyle zamanlarda kendimi çok beğeniyorum. Ya siz, siz de beğeniyor musunuz beni:))

18 Eylül 2012 Salı

NELER GÖRDÜK BİZ


Bugünün programı sürpriz gelişti esasen, planlanan şey iptal oldu, onun yerini Cermodern, bir sergi ve Behzat amirim aldı. Yanımda arkadaşımın doğumuna şahit olduğum ama artık yetişkin olmuş kızıyla önce sergiyi gezdik, sonra da Divan Cafe'ye yerleşip gelsin çaylar gitsin pastalar yaptık.


Serginin ismi "Bahçe Masalları", Kolombiyalı sanatçının ismi ise  Luz Angela Lizarazo idi. Sanatçı bahçe parmaklıklarının modellerinde bakır tel, saç gibi malzemelerle örgüler yapmış ayrıca kuşyemi serperek plexiglas şablonlar aracılığıyla aşağıdaki desenleri oluşturmuştu. Amaç kuşların zaman içinde yemleri yiyerek desenleri yok etmesi imiş.


Dar kapsamlı bir sergi idi, çabucak gezip Divan Cafe'nin avludaki masalarından birine kurulduk, affınıza sığınarak aşağıdaki taamları mideye gönderdik, yol, su elektrik olarak bünyeye geri dönmesini bekliyoruz.


Ve efendim biz midemizi şenlendirirken uzaktan Cermodern'de Tiyatro Atölyesi çalışmalarını yürüten Behzat amirim göründü, yanımıza gelip "Ne yiyonuz la?" demesini bekledik ama yüz vermedi bize, görevli ile yan masaya oturup benzer birşeyler de o yedi:) Ben de paparazzilik görevimi yerine getirip çaktırmadan fotoğrafladım. Kendim için birşey istiyorsam namerdim, ne yaptımsa sizin için yaptım. Saygılar efenim...

17 Eylül 2012 Pazartesi

HAFTAYA BAŞLARKEN


-Dün günü "Lizbon'a Gece Treni" ile sonlandırıp bu sabahı "Lizbon'a Gece Treni" ile başlattım. Ve sonunda yolculuk da, kitap da bitti. Son zamanlarda okuduğum en sıkı kitaptı, tüm kitabın altını çizmek, dönüp tekrar tekrar okumak istedim. Öyle etkiledi ki uyumadan evvel okuduğum sayfada kahramanın başı dönüyordu, rüyamda benim de başım döndü. Hayırlara vesile olsun inşallah:))
-Şimdi yeni bir kitaba başlama zamanı, sanırım Yalçın Tosun okuyacağım: "Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler".
-Hafta sonu iki gün Ankara yokuş ve inişlerini tırmanıp inmekten dizlerim perişan vaziyette. Heryere düz ayak ulaştığım Antalyamı özledim. 
-Cumartesi günü 2 yıldan beri ilk kez bir tabak ay çekirdeği yedim. Ne kadar lezzetli ve keyifli bir eylem olduğu unutmuşum. Ama mümkünse bir daha eve girmesin, başlayınca bırakılmıyor meret. Aklıma gelmişken ay çekirdeğine İç Anadolu'nun bazı yörelerinde "devramber" denir.
-Dün kırk yılda bir yediğim üç top dondurmanın farenjitimi tetiklemesiyle sabaha kadar öksürdüm. Hay bin kunduz, onu da mı yemeyeceğiz yani?
-Kuğulu Park'a girdik bir ara; yine kalabalıktı, havuz yine pisti, cafenin terasında yine yer yoktu. Alt kat köşe masada içtiğimiz çaylara kuğularla kazların bet sesleri eşlik etti. O güzellikten o çirkin ses nasıl çıkar, bir nevi denge hali olsa gerek, hani fazla kasılmasın bâbında:)
-Akşam kızkardeş için keçe kalemlerle üç tane taş boyadım. Şuşu'nun çizdikleri kadar güzel olmasalar da ben beğendim:) Ne yapalım eksik yetenek, eksik malzemeyle ancak bu kadar oluyor.
-Emekli olmasaydım bugün ne kadar telaşlı olacağımı düşünüp "yaşasın emeklilik, yaşasın özgürlük" diye bağırmak istedim;)
-Öğle olmadan iki kahve yuvarlamış bulunuyorum, şimdi gidip üstüne bir çay içeyim, kitabımı alıp bir köşeye kıvrılayım. İyi bir hafta dileğiyle...

Not: Fotoğraf Tunus Caddesi'nde, yıkılmak üzere olan bir evin duvarından...

15 Eylül 2012 Cumartesi

DÜNDEN KALANLAR


Dün bir garip gündü, ben mi şaşkındım, gün mü bilemedim. Öğleden sonra Şuşu ve Bilge'nin Annesi ile buluşmak için sözleşmiştik. Ben bir an önce işleri yola koymak için telaşla evin içinde deşinmeye başladım. Hafif yollu bir temizlik, akşamın yemeğine ilave falan derken öğleyi bulmuştum ki telefon çaldı. O arada banyonun zeminini yıkamakla meşgul olduğum için "şimdi bu telefonun sırası mı?" diye söylenerek son anda yetiştim. Telefonu elime alıp arayan kişiyi gördüğümde ise başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Hafta başında, bir öğle tatilinde buluşmak üzere sözleştiğim Mavianne arıyordu ve buluşma tarihi ve saati o andı, ne yazık ki bu durum benim aklımdan tamamen çıkmıştı. Fena halde mahcup itiraf ettim Mavianne'ye unuttuğumu, başıma böyle bir şey ilk kez geliyor desem yeridir. Neyse ki henüz yer belirlememiştik de kadıncağızı randevu yerinde ağaç etmedim. O saatten sonra bu işi gerçekleştiremeyeceğimiz için hafta içi buluşmak üzere sözleştik ve ben öğleden sonraki randevuyu unutmamak için hazırlanmaya başladım:)

Şuşu ve Bilge'nin annesiyle buluşmamız sabahki fiyaskoyu unutturdu neyse ki. Bol bol konuşup bol bol gülüştük. Öykü ve Bilge bir başka masada şahane resimler çiziktirirken bizim masaya geldi çaylar gitti kahveler, yanlarında tüketilen sandviç, pasta, tiramisu ve benzerlerinden söz etmesem daha iyi olacak:) Fotoğraftaki taşlara gelince; alttaki iki tanesi Şuşu tarafından üstteki iki tanesi de dibine düşen armut misali Öykü tarafından çizilmiş ve boyanmış, sonra da şahsıma hediye edilmiştir. Şuşu'nunkiler de güzel ama Öykü'nün taşlarına bayıldığımı söylemeden geçemeyeceğim. Öykücüm, annene biraz çizim alıştırması yaptırsan hiç fena olmayacak:)

Günü böylece bitirdikten sonra gecenin ilerleyen saatlerinde yine Lizbon'a giden trendeydim ben. Bu kitap büyülü gibi, zor yudumlanan ama sonrasında başdöndüren sert bir içki gibi, insanı kendisini sorgulamaya yönelten zoraki bir yargıç gibi. Hasılı pek çok kişinin ortak görüşüne ben de katılıyorum. Yıl henüz bitmedi ama senenin en iyi kitabı olmaya benim nezdimde de aday.

Ve dün o danteli elime alıp annemi andım bu dünyaya veda ettiği günde. Hâlâ gerçek fotoğraflarına bakamasam da, zihnimdeki  hayalî albümün fotoğraflarından biridir kanepenin iyi ışık alan köşesinde, dantel örerkenki görüntüsü. Rahat uyu be annem, çok özledik seni; hepimiz...

12 Eylül 2012 Çarşamba

TA-VUK


Şimdi bugün 12 Eylül ya, aklıma geldi. 80'li yılların başında Evren ve devlet erkanı sık sık yurt gezilerine çıkardı. Bizim illere geldiği zaman da öğrencileri peşimize takıp havaalanı civarına karşılamaya giderdik zorunlu olarak. Önde biz öğretmenler grubu arkada yüzlerce ergen, kendimi "Fareli Köyün Kavalcısı" gibi hissederek yürürdük onca yolu. Daha medeniyet tam gelmemiş havaalanı civarına, kaldırım falan hakgetire.  Vızır vızır işleyen bir trafik, dersten kaytarmış olmanın hazzını yaşıyan bir sürü deli kan, laf söz dinlemiyorlar. Ve yan tarafta vali ve diğer üst düzey görevliler. Başlarına bir iş gelmesin, yola çıkmasınlar diye bir arkadaşımla birlikte öğrencileri düzene sokmaya çalışırken sınıfın en müzevirlerinden biri ağzı bir karış kulaklarında geldi yanımıza. "Hocam, hocam" dedi arkadaşımla bana. "Var ya, vali bey dedi ki, hocanımlar da tavuk gibi yolun ortasında dolanıp duruyorlar dedi".

O zamandan beri ne vakit havaalanı civarına gitsem kendimi tavuk gibi hissederim:))

10 Eylül 2012 Pazartesi

OKUMAK


"Okuyan insanlar vardı, bir de ötekiler. Birinin okuyan mı okumayan mı olduğu hemen anlaşılıyordu. İnsanlar arasında bundan daha büyük fark yoktu."

Lizbon'a Gece Treni/Pascal Mercier

"Kahveli blogu takip edenler vardı, bir de ötekiler. Birinin takip eden mi etmeyen mi olduğu hemen anlaşılıyordu. Bloggerler arasında bundan daha büyük fark yoktu."

Hepinize benden bol köpüklü bir kahve:))

9 Eylül 2012 Pazar

HAFTA SONU BİTERKEN


Ankara'da bol miktarda ateşdikeni çalısı var, sonbaharda meyve vermeye başlıyorlar. Yukarıdaki güvercin öğle yemeğine gelmişti üstgeçit merdivenlerinin yanındakine. Geçerken "Afiyet olsun" dedim, "Eyvallah yenge" dedi. 

Öğleden sonramın bir kısmını kitapçılarda ve eski Milli Kütüphane'de geçirdim dün. Bilhassa Kütüphane'de geçen zamanı çok sevdim. Çok uzun zamandır yolum düşmemişti araştırma bölümüne. 1944-46 yılları arasında mimar Paul Bonatz tarafından tasarlanıp inşa edilen bu güzel bina yıllanmış çınarların gölgelediği Kumrular Sokak'ta. Yaklaşık bir saat süreyle ahşap kitap raflarının, oturma yerleri kapitone kırmızı deriden ahşap pufların, ahşap masaların arasında dolanıp kitapların kokusunu içime çektim. Şaşılacak derecede güler yüzlü ve ilgili görevliler aradığım kitabı depodan getirirerek yardımcı oldular bana, işimi tamamladım ve arada bir uğramak niyetiyle ayrıldım kütüphaneden. Yol boyu yaprakları kızarmaya başlamış at kestaneleri ve palamut vermeye başlamış meşeler gördüm, anladım ki Ankara'nın sonbaharı kapıda.

Sonrasında bir sergi gezdim; "Utanç Müzesi" sergisi, iç acıtıcı bir sergiydi, içimde sonsuz bir hüzünle ayrıldım oradan. 


Yürümekten yorulan bacaklarımı ve serginin yorduğu ruhumu Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nin bahçesinde bir kahve içerek dinlendirdim. Bebek palamut fincanıma arkadaşlık etti, fincanın içindeki enine çizgiler de çok yakında ekvator kuşağını içine alan bir seyahat yapacağımın tüyosunu verdi:)

Bu sabah Akademi Restoran'da bruncha gittik ailecek, öğleden sonra da kızkardeşle bir nikaha katıldık. Çarşı-pazar derken akşam oldu. Hareketli bir hafta sonu böylece bitti. Devamı güzel gelsin...

8 Eylül 2012 Cumartesi

ÖZEL BİR GÜNÜN ARDINDAN


Hayli geç, yorgun ve başağrılı uyandım bugün güne. Sebebi dünkü telaşlı, stresli ve bir o kadar da keyifli etkinlikti. Minik yiğeni sabah bir sünnet kliniğinde kimsenin kimseye çaktırmamaya çalıştığı huzursuz bir bekleyişin ardından sünnet ettirdik, akşamına da evde küçük bir aile yemeğiyle sünnetten çok bu sıkıntıyı da üzerimizden atmış olmanın verdiği rahatlığı kutladık:) Sünnet çocuğu sabahki heyecanın ardından gevşemiş ama yine de tedbirli gelen hediyelerin heyecanına kaptırdı kendini, biz de yedik, içtik, konuşup gülüştük ve en çok da yorulduk:)

Hayatındaki zorunluluklardan birini daha böylece atlatmış dünya tatlısı yiğenime karşılaşacağı daha büyük zorunlulukları da bugünkü kadar kolay geride bırakmasını ve hayatın ona hep gülen yüzünü göstermesini diliyorum...

Not: Bu arada bir küçük duyurum olacak. Sevgili blogger arkadaşım, yoga eğitmeni Ece (Ece's Sun), "Baraka" adıyla kendi yoga stüdyosunu açtı. Yogaya ilgi duyanlar aşağıdaki linkten bilgi alabilirler:

5 Eylül 2012 Çarşamba

UMUMİ ARZU ÜZERİNE



Dünkü yazımda Aysun Berktay Özmen'in "Bir Ressamın Bahçe Güncesi" kitabından sözetmiştim. Bazı arkadaşlarım kitabın iç sayfalarını da merak etmişler. Çektiğim birkaç fotoğrafı yukarıya koydum, ne kadar güzel çizimler değil mi? Her sayfa birbirinden hoş resimlerle dolu, ayrıca bahçe işleriyle ilgili çok işe yarayacak bilgiler içeriyor, meraklısına tavsiye olunur. Ben sadece o güzel çizimler için aldım, çok sevmeme rağmen bahçede çalışacak ne gücüm, ne yeteneğim var:)

Dün bizim evde günlerden kızılcık marmelatı idi. Esasında aldığımız kızılcık tam olgunlaşmamıştı, o yüzden haşladıktan sonra bile süzgeçten geçirmek hayli eziyetli oldu. Carpal Tunnel Sendromlu ellerim bugün şık bir uyuşmadan muzdaripler ama olsun, sevdiğin işi yapacaksın arkadaş, sızlanmanın alemi yok. "Elim uyuşuyor" bahanesini hoşuna gitmeyen eylemler için saklıyacaksın:) Esasında kızılcık marmelatı yapmak hem yorucu hem kirli bir eylem. Tezgahın üstü ve tüm duvarlar kızardı (yerlere sıçrayanları es geçiyorum), üstüme de bulaştırdığımı belirteyim, ocak dersen Allah'a emanet ama ortaya çıkan renk ve lezzet yorulduğuma ve pisliğe değdi. Haşlama suyunu da kızılcık şerbetine dönüştürdüm ve hazır elim değmişken bir de elma tatlısı attırdım ki peh peh peh:))) Bildiğiniz gibi değil, inanılmaz alçakgönüllüyümdür...


Tüm bunların üstüne tam kitabımı elime alıp bir kenara kıvrılacağım sırada, saat 22.00'de şak diye elektrikler kesildi. 5-10 dakika bekledim gelir mi diye, baktım geleceği yok balkon kapısından gelen hafif esinti eşliğinde sırtüstü kanepeye uzanıp karanlık tavana bakarak tefekküre daldım. Tefekkür bir süre sonra uykuya dönüştü, toparlanıp yatağa gittim. Açık kalmış elektrik düğmesi nedeniyle tepemdeki lamba yanınca gecenin 2'sinde tefeekkür-uyku karışımı halimden uyandım. 4 saatlik elektrik kesintisi yaşadığımızı anlayıp benden çalınan zamanı geri almak amacıyla kalktım yataktan. Lakin midemde çöreklenip oturmuş bir devenin varlığını farkettim kalkar kalkmaz. Yaz uykusuna yatmış gastritim bir takvim hassasiyetinde çalışır mevsim dönümleri söz konusu oldu mu. İlk ve sonbaharın geldiğini havalardan önce gastritim haber verir bana, çeşitli atraksiyonlar yapar; şişer, ekşir, ağrır, batar, taş gibi sertleşir, kısacası canıma okur. Dün gece de elektrikle birlikte dönüş yaptı vatanına. Ne bando mızıka, ne mehter takımı, ne kılıç kalkan ekibi, hiçbir karşılama töreni yapmadım. Geldiği gibi gitsin diye ağzıma bir çiğneme tableti atıp gerisin geri yattım ve "Behzat Ç"'nin eltimle bir olup "Çok fazla geziyorsun, biraz evinde otur" nasihati verdiği bir rüyaya yuvarlandım. Ne diyeceğinizi biliyorum, cevabı şimdiden vereyim: Üstüm örtülüydü:))

4 Eylül 2012 Salı

EYLÜL BAŞI


"Günler kısaldı Kanlıca'nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları"
demiş bir şiirinde Yahya Kemal. Ne zaman Eylül gelse bu şiir düşer aklıma, oysa bir ay sonra döneceğim Antalya'da daha Kasım'a kadar yaz yaşayıp zaman zaman klimadan yardım bile alacağımıza eminim.  Sabah saatlerinde çıktığım balkonda tüylerimi ürperten Ankara serinliğinin tadını çıkarıyorum şu ara. Bu sabah da aşağıdan gelen gürültülerle fırladım balkona, tahmin ettiğim gibi alt kattaki berberden geliyordu sesler. Ne olduğunu anlayamadığım bir sebeple tartışma çıkmış karşılıklı horozlanma pozisyonuna geçilmişti. Hiç şaşmıyor, hep aynı vaziyet alınıyor; kollar geride, ayaklar açık, omuz ve baş ileriye doğru çıkmış, gözlerde "dağıtırım lan" ifadesi, karşılıklı bağrışıyorlar. Kuşbakışı seyretmek eğlenceli oluyor, sonuçta bağırdıklarıyla kaldılar zaten Horoz Nuri'ler (Horoz Nuri'yi kimler biliyor, eski Yeşilçam filmlerinde Vahi Öz'ün canlandırdığı bir karakterdi), kimse kimsenin gözüne yumruk çakmadı, avantür film eksik kaldı. Böyle bir beklenti de yoktu sanırım, alışmış mahalle halkı. O yüzden seyirci sayısı yetersizdi; ben ve yan balkonda sigara kaçamağı yapan delikanlı. Bu genç neredeyse yarım saatte bir elinde çay kupası ve sigarası balkona yerleşiyor, bir nefes sigara, bir öksürük ve bir yudum çay rutinini sektirmeden yerine getiriyor. O kadar çok öksürüyor ki yan balkona uçup sigarayı elinden kapmak istiyorum...

Fotoğrafta görüldüğü gibi bahçe modundayım bu aralar. Alttaki ve üstteki kitaplar İş Bankası Yayınları'ndan ve içinde harika çizimler var. "Bir Ressamın Bahçe Güncesi" adından da anlaşılacağı gibi ressam-yazarın hem kaleminden hem fırçasından dökülenlerle oluşmuş çok şık bir kitap, diğeri ise çizimlerle çiçekleri tanıtıyor, tam benlik kısacası. "Kış Bahçesi" ise şu aralar okumayı planladığım kitap. "Ars longa vita brevis" demiş Hipokrat, evet "sanat uzun hayat kısa", okunacak çok şey var ve hepsine yetişmek mümkün değil ne yazık ki. Kuleler yığılmaya devam edecek, vaziyet öyle gösteriyor...

2 Eylül 2012 Pazar

KUAFÖRDE HAYATIN ANLAMINI SORGULAMA:)


Şirin ve ben "Stefan Zweig'ın Son Günleri"ni okuyoruz. Ben dün kuaförde başladım, o akşam ben eve dönünce. Ben arada başka şeylerle ilgileniyorum, o kesintisiz okuyor. Böyle böyle gözleri bozmuş zaten, taktığı koca gözlükten belli. 

Kuaför dedim de, dün yine iştahla uzayan saçlarıma boya hizmeti almak üzere gittiğimde, aynı hizmeti almak için benden önce gelen 2 kadın çoktan aynanın önüne yerleşmişlerdi bile.  Çaresiz sıramı beklemek için kanepeye yerleştim ve hemen önümde duran kalın sosyete dergisini karıştırmaya başladım. Faydalı bir etkinlik oldu, son sayfayı çevirdiğimde görgüme görgü, bilgime bilgi katılmıştı. Ve fekat kafamda bazı sorular oluşmuştu:
-Paranın çok olması zevkli giyineceğin anlamına geliyor mu?
-Şişman ve yaşlı kadınlar neden dekoltelerini daha çok teşhir etme eğilimindeler?
-Ördek başı yeşil pantolon ve eflatun süet ayakkabı giyebilen orta yaşlı erkekler objektiflere nasıl bu kadar kendinden ve şıklığından emin poz verebiliyorlar?
-Saçlarını ve bıyıklarını boyadıkları alenen belli bin yaşındaki adamlar acaba göğüs kıllarını da boyuyorlar mı?
-Botoksla birbirinin aynı maske görünümü alarak gençleştiklerini sanan kadınlar tavuk derisi gibi buruşmuş boyunlarıyla yaşlarını şıp diye ele verdiklerinin farkında değiller mi?
-Çok zayıf, çok parlak ve çok solaryumlu kadınlardan ürküyorum, bende plastik hissi uyandırıyorlar, acaba gerçekten plastikler mi?
-Bazı sosyete ünlülerinin klonlarının olduğunu düşünüyorum, zira aynı şahıs farklı kıyafetlerle bu kadar çok yerde boy gösteremez. "Hişşt kanka, ben filanın doğumgünü partisine gidiyorum, sen feşmekanın açılışına git, çaktırma ama vaziyeti" muhabbeti gelişiyor mu acaba  evden çıkmadan?
-Yıllardır aynı değişmeyen saç rengi ve modeli, aynı değişmeyen makyajla dolaşan kadınlar aynaya baktıklarında kendilerinden bıkmıyorlar mı?
-Bir de bu dergilere bakıp fotoğraflarını gördüklerinde gerçekten mutlu oluyorlar mı?

Siz ne dersiniz?

1 Eylül 2012 Cumartesi

BARIŞ NEDİR SEVGİLİM


 barış nedir sevgilim
biliyor musun
bir köprü müdür üstüne gölgeler düşünce çöken
halka açılamadan batan bir şirket
iki savaş arasında verilen çay molası mıdır barış
yoksa
hurdacıya söylediği son sözler mi
bisikleti vurulan bir çocuğun
söyle sevgilim
Einstein'ın Roosevelt'e yazdığı mektup mudur barış
Lozan'dan gelen telefon mu Mustafa Kemal'e
çöplerini bilimin süpürdüğü bir sokak mıdır barış yoksa

söyle sevgilim
de ki
tünediği balkon uçuruma düşen yavru bir kuştur barış
saatçiyi hapse attıkları için kurulamayan bir meydan saati
ayağımızdaki paslı çiviyi bacağımızı keserek çıkaran bir melek
de ki
aptalların türküsü
oyuna getirilenlerin ülküsüdür barış
dişleri sökülmüş Asya kaplanıdır kapitalizmin sirkinde

de ki sevgilim
içine bayat pil konmuş el feneridir barış
fosforlu izleridir bayrakların üzerinde gezen salyangozların
barış düşsel beyaz buluttur bir kaleye çarpıp dağılan
kör bir toplumun tehdit dolu yazılarla kirlettiği bir defterdir
barış
kendinde bulamayıp başkalarında aradığıdır insanın
barış
halkının üzerine devrilen bir devlettir zor dönemeçlerde
açılmadığı için posta kutusunda ölen bir mektuptur barış
patlayıp seyircileri öldüren bir futbol topudur son dakikada

bunların hiçbiri
hiçbiri değilse barış
söyle sevgilim
savaşın düş kurduğu yerlerde
hangi yüzsüzün uydurduğu bi' sözcüktür
şu dillerden düşmeyen barış

Akgün AKOVA

Herşeye rağmen, hâlâ, ironik de olsa umutla; "Dünya Barış Günü"nüz kutlu olsun...