Sayfalar

29 Şubat 2012 Çarşamba

ANKARA'YA ÖZLEM


Tekmil ufuklar kışladı
Dört yön, onaltı rüzgar
Ve yedi iklim beş kıta
Kar altındadır.
........
Duvarları kara sabır taşından
Kar altındadır varoşlar,
Hasretim nazlıdır Ankara,
Dumanlı havayı kurt sevsin
Asfalttan yürüsün Aralık,
Sevmem netameli aydır.
Bir başka ama bilemem
Bir kaçıncı bahara kalmıştır vuslat
Kalbim, bu zulümlü sevda,
Kar altındadır.

Gecekondularda hava bulanık puslu
Altındağ gökleri kümülüslü
Ekmeğe, aşka ve ömre
Küfeleriyle hükmeden
Ciğerleri küçük, elleri büyük
Nefesleri yetmez avuçlarına
-ilkokul çağında hepsi-
Kenar çocukları kar altındadır.

Hatıp çay'ın öte yüzü ılıman.
Bulvarlar çakırkeyf Yenişehir'de
Karanfil sokağında gün açmış
Hikmetinden sual olunmaz değil
"mucip sebebin" bilirim
Ve "kâfî delil" ortada...

Karanfil sokağında bir camlı bahçe
Camlı bahçe içre bir çini saksı
Bir dal süzülür mavide
Al-al bir yangın şarkısı,
Bakmayın saksıda boyverdiğine
Kökü Altındağ'da, İncesu'dadır.

Ahmed ARİF

Bu fotoğrafı kızkardeş yolladı, dün çekmiş, oradaki babaevimizin çok yakınındaki Kurtuluş Parkı'ndan. Her ne kadar şu aralar Antalya'da olmaktan memnunsam da Ankara özlemim depreşti. Çok sevdiğim şair Ahmed Arif'in Ankara'yı en güzel anlatan Karanfil Sokak şiiriyle birlikte koyup bir nebze hasret gidereyim dedim. Hem bu fotoğraf sevgili Endişeli Peri'nin olsun. Kurtuluş Parkı'nda ayak izlerine rastlar belki...

28 Şubat 2012 Salı

YAĞMUR YAĞDI BÖYLE OLDU

Sabah erken kalktım ve kaç gündür bir türlü halledemediğim kargo işimi halletmek için evden çıkmak üzere hazırlandım. Tabii önce balkonda bir meteorolojik yoklama yaptım. Hava yağışlı ama o an için yağmur durmuş, bulutlar da yüksek "nasılsa yakın, indirmeden gidip dönerim" diyerek araziye uygun hale getirdim üstümü başımı. Yani paçalarımı çizmemin içine soktum, başıma kapüşonumu geçirdim, pardesümü giydim yola koyuldum. Gidip dönene kadar neler mi oldu, buyrun:
-Karşıdan karşıya geçmek için orta refüjde beklerken normal süratle gelip beni ve su birikintisini görünce hızını arttırarak küçük bir banyo almama sebep olan sürücü efendiye,
-Tam kargo şubesine yanaşırken sapı kopan poşet nesnesine,
-Şubede görevli, 10 dakikalık işi yarım saatte tamamlayan ve üstelik de yanlış yapan uyuz ötesi, mızmız yaratığa,
-Belediyenin yapmış olduğu kaldırımı sarı çizgilerle bölüp kendine park alanı ilan eden ve biz yayaları su birikintileriyle dolu asfalttan yürümeye mahkum eden özel hastane sahibine,
-Çizme olduğunu düşündüğüm ve güvenle giydiğim, lakin hastane önü göl olmuş asfaltta capırdarken içine su alıp ayaklarımı sırılsıklam eden çizme benzeri deri parçalarına,
-Eve 100 metre kalmışken bardaktan boşanır gibi indirip beni ıslak sıçana döndüren yağmurun ellerine,
-Ve göz göre göre şemsiye almadan çıkan kendime,
"Vecihi" namındaki Şener Şen'den gelsin: "Kara Vicdanlı":


Bunca şeyden sonra şu aşağıdakini hakettiğimi düşünüyorum, ne dersiniz?

 
Bu da şiiri olsun:

Simitcandır bunun adı
Ne diyet dinler, ne kadı
Bunu yiyen bilir kendi
Kalori bunun neresinde? 
... 
Peynirle yesen olmaz demez
Zeytinle yesen olmaz demez
Hatta katık da istemez 
Kalori bunun neresinde?

Aşık Dertli'ye selam olsun:))

27 Şubat 2012 Pazartesi

"AND OSCAR GOES TO ......."


Sabah 7'de yattım ve az önce kalktım. 3,5 saatlik uyku sonrası yanan gözlerime gözyaşı damlası, dumanlı kafama kahveyle kafein takviyesi yaparak uyanmaya çalışıyorum. "Derdin neydi" diye soracak olursanız derim ki Oscar törenine davetliydim. Sırtımda LCW kreasyonu "höt katır" siyah eşofmanlarım, ayağımda aynı renk Snoopy'li terliklerimle oturma odamızın Isparta halısı üzerinden katıldım kırmızı halı geçidine. Fazla göze batıp oyuncuların ışığını söndürmemek adına alyans dışında takı kullanmadım, ne de olsa ben aday değildim, öne çıkarak rol çalmak istemedim. Böyle de alçak gönüllü, iyi niyetliyim. Kırmızı halı geçişine ilk damlayan pudra rengi tuvaletiyle "The Artist"in oyuncularından Penelope Ann Miller oldu. Pek hevesli gördüm kendisini, "aman birşeyler kaçırmayım, gecikirsem almazlar" diye düşündü herhalde. Bir süre sonra muhteşem tuvaletiyle yardımcı kadın oyuncu Oscar adayı Jessica Chastain göründü, pek yakışmıştı kıyafeti. Oralarda biryerde gözüme çarpan Milla Jovovich çok güzeldi ama kıyafetini sevmedim, üzerindeki pullar basitleştirmişti giysiyi. Derken yanında aliminyum folyoya bürünmüş bir telefon direğiyle George Clooney biraderimiz göründü. Dünya ahret kardeşim olsun hiç hazetmem kendisinden; köşeli çenesi, etli yüzü zerre cazip gelmez şahsıma (bunları yazarken mebzul miktardaki blogger hayranlarından özür diliyorum). Lakin hakkını yemeyim yanındaki telefon direği bir afetti, sağ kalçasında gül kıvrımı yapmış folyo elbisesi bile pek yakışmıştı haspaya. Ne diyeyim Allah çirkin şansı versin. Derken lacivert kadife smokini ile Christopher Plummer göründü, karizma budur kardeşim. Adam Oscar'dan  sadece 2 yaş küçük, 82 yaşında ama kilise yıkılsa da çan kulesi yerinde diyeceğim. Bir yakışıklı, bir hoş. Üstelik en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar'ını alırken astarlık kumaştan dikilmiş gibi duran üzerine oturmamış gri elbisesiyle kendisini izleyen karısına da sevgilerini gönderdi ki indimde puanı tavan yaptı. Törenin şımarığı "The Artist" filminin Fransız oyuncusu Jean du Jardin'di zannımca. Filmi sevmediğim için oyuncuyu da sevemedim, keşke ben de birisi gibi paramı geri isteseydim diyeceğim ama sinemada izlemedim zaten. İyi ki de izlememişim. Tuğrul Eryılmaz da benimle aynı kanıdaydı, "The Artist" ödül aldıkça bıyık altından güldü durdu. Ve sonra buz gibi güzelliği, soylu zerafetiyle Gwyneth Paltrow arz-ı endam etti ki ossaat "Budur" dedim, "tek geçerim seni Gwen abla, bitanesin." "Help" filminin iki hizmetçisi Octavia Spencer ve Viola Davis göründüler sonra. Octavia çok şirindi kemik rengi drapeli tuvaletiyle ama bana sorarsanız Viola bir içim suydu. Koyu tenine yakışan öyle bir yeşil kostüm giymişti ki sanırsınız şamfıstıklı Damak çikolata. En iyi oyuncu Oscar'ına aday, Mariyln'i canlandıran Michelle Williams'da ise tam tersi bir durum sözkonusu idi, sarı saçları, bembeyaz teni ve kırmızı şifon tuvaleti ile nar taneleri serpilmiş muhallebiye benziyordu.. Çok sükse yaptı ama ben Viola'yı tercih ederim. Törenin Octavia Spencer'den sonra ikinci şirin tombulu "Bridesmaids" filminin nedimelerinden Melissa McCarthy iri gövdesine çok yakışmış koyu pembe tuvaleti, güzel yüzü ve sempatik tavırları  ile çok hoştu. Törenin başlamasına yakın süpürge saçlı kocası Brad Pitt (ki asla sevemediklerimden biri de budur) ile siyah tuvaleti, sağ kasığına kadar derin yırtmacından görünen fildişi tenli uzun bacağı (siyah kadifeden bir kutu içine yerleştirilmiş lületaşından bir pipo gibi), kıpkırmızı ruju ve ifadesiz suratı ile Angelina Jolie göründü. Tören bitene kadar da o bacak öylece dışarda biz ölümlülere "bakın da ezilip büzülün, sizin boyunuz kadar benim bacağım var ey sefiller" mesajı verdi. Bu arada saatler geçmiş ve artık davetliler salona yerleşmeye başlamıştı. Gecenin en âkil ve en sakin ekibi "A Separation"un İranlı elemanları ara ara gözüme çarptıysa da yerlerini yadırgamış olmalılar ki diğerleri gibi show yapamadılar. Ancak ödül aldıklarında tüm ekibi görebildim alıcı gözüyle. Oysa bence tüm kadınlardan güzel ve doğaldı başroldeki oyuncu. Nathali Portman'ın puanlı giysisi tatsız, Berenice Bejo'nunku çok boncuklu, Jane Seymour'unki pavyon işi, çok sevdiğim Sandra Bullock'unki sıradan, salona en son girenlerden Meryl Streep'in dökümlü dore tuvaleti ise mahalle düğünlerindeki kayınvalidelerin kostümü gibiydi. Penelope Cruz'un saçlarını sevmedim ama giysisi yakışmıştı, "Descendants"ın gencecik oyuncusu Shailene Woodley ise anneannelerin giyeceği kapalılıktaki kıyafetiyle buruşmuş meslektaşlarına bir mesaj vermekteydi sanki. "Ejderha Dövmeli Kız" Rooney Mara'yı ise törene girmeden bir kebapçıya götürüp güzelce beslemek, sonra da o  kalıp kahküllerini ellerimle dağıtmak istedim. Bir de Audrey Hepburn'a benzetmediler mi hatunu, ter ter tepinesim geldi. Aktörler içerisinde yegane ilgiyle izlediğim kâdim dostum Colin Firth ve eğri gülümsemesiyle Gary Oldman oldu. İlkgençliğimizin "Zengin ve Yoksul" dizisinin parlak oyuncusu Nick Nolte'un ne kadar yaşlanmış olduğunu görmekse hüzün verdi.
Efendim kırmızı halı atraksiyonlarından sonra salona geçildi ve bu defa Billy Crystal atraksiyonları başladı. Sonuçta o da yaşlanmış, hiç sempatik gelmedi sunumu bana. Zaten bu Amerikalıların neye güldüğünü anlamakta zorlanıyor insan. Ödüllerde hiç sürpriz yoktu, hepsi tahmin ettiğimiz kişilere gitti, beni en çok Meryl Streep sevindirdi, muhteşem bir oyun çıkarmıştı zira. Kalan ödüllerin neredeyse tamamını "The Artist" ve "Hugo" aralarında paylaştılar. Oscar sinema tarihine böylece bir selam çakmış oldu. Tüm Oscarlar izlediğim filmlere gitti sağolsun, beni meraktan ve Oscar'lı film peşinden koşmaktan kurtardı. Bir Oscar töreni böylece sona ererken gökten üç heykelcik düştü, üçü de benim kucağıma; biri o saate kadar uykusuz kalıp izlediğim için, biri ödül alan tüm filmleri gördüğüm için, biri de bu yazıyı yazdığım için. Seneye görüşmek üzere...

Not: Kolaj törendeki en beğendiğim kıyafetler ve kadınlardır: Gwyneth Paltrow, Viola Davis, Jessica Chastain, Penelope Cruz, Melissa McCarthy ve Milla Jovovich.

26 Şubat 2012 Pazar

25 Şubat 2012 Cumartesi

CUMARTESİ


Böyle bir havada çıktım evden



!f2İstanbul kapsamında birkaç ilde aynı anda gösterime sunulan filmlerden birini, "Terri"yi izledim sinemada. Sunum kalitesi çok iyi olmasa da film güzeldi.


Sırada çini ustası Sıtkı Olçar'ın kızı Nida Olçar'ın "Anadolu Kartalları ve Kuşları" isimli seramik sergisi vardı, onu gezdik. Sıtkı Usta'nın atölyesinde üretilen tüm seramikler onun anısına "Sıtkı II" olarak imzalanmakta imiş.


Sergi çıkışı uzun bir yürüyüş yapıp eve döndüm, sokaklardan birinde bu güzele rastladım.

 Ve günün son etkinliği Gitar Festivali kapsamında Ahmet Kanneci konseri oldu. Rönesans devri besteleri ile başlayıp "Yiğidim Aslanım" ile sona eren keyifli bir dinletiydi.

Ne demiş Hippokrat: "Ars longa vita brevis/Sanat uzun yaşam kısa". Elden geldiğince çok şey sığdırmalı...


24 Şubat 2012 Cuma

MERHABA


Selam!..
Görüşmeyeli nasılsınız? İki günlük aradan sonra sahalara dönmenin mutluluğunu yaşıyorum:)
Neler mi yaptım? Pek birşey yapmadım aslında, bi düşüneyim. Şöyle sıralarsam:
-"Habemus Papam" isimli bir İtalyan filmi izledim, Altın Portakal Festivali'nde de oynamıştı ama tüm filmleri görmek mümkün değildi haliyle. Değişik ve eğlenceli bir konusu var, Nanni Moretti yönetmiş ve yine Nanni Moretti psikiyatrist, Michel Piccoli de Papa rolünde oynamış. Papa'nın ölümü üzerine tüm dünyadan kardinaller Vatikanda toplanıp aralarından birini Papa olarak seçiyorlar. Geleneklere göre Papa balkona çıkıp halkı selamlamadan kimse Vatikan'dan dışarı çıkamıyor. Lakin seçilen Papa son anda "ben bu işi yapamıyacağım" deyip bunalıma giriyor, halkı selamlamayı reddediyor. Herkes Papalık sarayında hapis, halka herhangibir açıklama yapılamıyor, Papa için bir psikiyatrist çağrılıyor. Lakin bilindik birine herşey anlatılamayacağı için tebdil-i kıyafet şehirde bir psikiyatriste götürülüyor, çıkışta Papa kaçıyor. Ondan sonra seyreyle sen gümbürtüyü. Gerisini izleyip görün, bu kadar spoiler yeter...
-"Başkalarının Kokusu" bitti. Yukarıda gördüğünüz ve ekrana görselini de koyduğum "Karahindiba" isimli öykü kitabına başladım. Genç bir yazar, Sinan Sülün yazmış, başlangıç itibarıyla iyi gidiyor.
-Dün şehrin doğu yakasında bir arkadaşa gittim, gördüm ki mevsim değişiyor. Pembe baharlar açmış, bademler çiçeklenmiş tek tük olsa da. Otlar yeşermiş, aralarında minik sarı papatyalar. Havada bir bahar kokusu, Cemre sahiden düşmüş anladım.
-Mısır ekmeği pişirdim, bu konuda uzmanlaştım. Çok lezzetli oluyorlar ve de çok kolay; karıştır, kalıba dök, fırına ver, o kadar.
-Dizim ağrıyor. Onca soğuk ve rutubette ve ben fing fing gezerken ağrımayıp havalar ısınmaya başladığında, üstelik evde oturup dururken ağrıması ilginç. Allah diz ağrısının da hayırlısını versin.
-Hava güzel ve güneşli bugün, birazdan çıkacağım. Ne demiş atalarımız "acı acıya, soğuk su sancıya, kes avrat bir soğan daha". Benim dize oturmak yaramıyor, çalıştırayım biraz. Atalet kızma, çok yormadan ağır ağır yürüyüp gerektiği yerde vasıtaya bineceğim. Kalın sağlıcakla...

21 Şubat 2012 Salı

GÜNE NOT

Ben bugün,


Bu filmi izledim


Bu kitabı okudum


Bu reçeli pişirdim


Üstüne de bunları içtim

Sefam olsun mu:))

20 Şubat 2012 Pazartesi

SELAM GÜNNÜK


Geçen haftama keyif katan Kitap Fuarı'nın verdiği gazla ve Pazar günü akşama kadar "Bir dönüm bostan, yangel Osman" modunda dinlendiğim için haftaya pek enerjik başladım. Erkenden kalktım ve ertelediğim tüm işleri sırayla yapmaya başladım.
-Kahvaltımı (kepekli yağsız tost-çay) yapıp giyindim ve kendimi sokağa attım. Ha arada Bilgenin annesiyle uzun bir telefon görüşmesi yaptım, atlamayım:)
-Sert ve seri adımlarla postaneye kadar yürüdüm, hatta yürüyen merdiveni bozulmuş üstgeçidin o yüksek basamaklarını bile tırmandım, üstelik dizim ağrıyordu.
-Geçidin duvarına sırtını yaslayıp ayaklarını uzatmış, tam karşıdan gelen güneş ışıklarına karşı gözlerini kapamış yaşlı mı yaşlı bir amca kekik ve adaçayı satıyordu ama almadım.
-Postaneden üç tane kargo yolladım; ikisi yurtdışı, biri yurtiçi. Görevli memurla-ki kendisi çok sempatik, çok sevimli, çok yardımsever  ve çok tonton bir şahsiyettir-postacılar ve PTT'deki gecikmeler üzerine kısa bir sohbet yapıp bizim mahallenin postacısını çekiştirdik, daha doğrusu ben çekiştirdim, o onay verdi, ya da vermek zorunda kaldı:)
-Postaneden çıkıp bu sefer ters istikamette yürüyüşüme devam ettim. Sonra yol üstündeki baharatçıya girip tükenen tarçın çubuğu ve kök zencefil stoklarımı tazeledim. Baharatçı ile de vanilya çubuğu, pahalı oluşu ve o nedenle getirmeyişi üzerine kısa ama özlü bir söyleşi yaptık. 
-Sıra en önemli işi halletmeye gelmişti: Saç kesimi. Sürekli gittiğim kuaförüm saçlarımı istediğim gibi kesemediği için yeni kuaför arayışındaydım, bu arayış uzun sürünce saçlarım da uzamış ve neredeyse Rapunzel olma durumuna gelmiştim. Doğal olarak bir yaştan sonra saç uzaması sadece kesimi değil boyayı da gerektirdiği için hayli uzun bir mesai harcamam lazımdı. Bir süre önce bir tanıdık aracılığıyla yönlendirildiğim kuaföre dalıverdim böylece. Salon bomboştu, törenle karşılandım, izzetle ağırlandım, sadece kestirmekle kalmayıp boyattım da. Üstelik tam istediğim gibi bir kesim oldu. İlgilenenlere duyurulur, kuaför adresim değişmiştir bundan kelli. 
-Epeydir kafamda olan işleri halletmenin ve bunları yürüyerek yapmanın hafifliğiyle eve geldim, kahvemi içtim, dün suya ıslatıp buzdolabında beklettiğim ikinci tertip portakal reçelimin portakallarını haşlanmaya koydum.
-Blog aleminde gezinmeye başladım, ben gezinirken haşlanan portakalların suları taşmış ve mutfağı miss gibi bir kokuya bulamıştı. Hiç kızmadım, koklaya koklaya silip temizledim ocağı.
-Sonra fotoğrafta gördüğünüz üzere yaseminli yeşil çayımı yapıp istirahate çekildim yeni başladığım Aslı Perker'in "Başkalarının Kokusu" isimli kitabıyla.

Durum bundan ibarettir aziz ve muhterem kârîlerim, Antalya semalarında ilk düşen cemreyle birlikte hafiften bir bahar kokusu hissedilmeye başlandı, darısı tüm semalara olsun...

18 Şubat 2012 Cumartesi

KİTAP FUARI PART 3


Kitap Fuarının üçüncü gününü de eda etmiş ve bugün itibarıyle pes etmiş bulunuyorum. Yeter abilerim ablalarım, bir gün daha gidersem ay sonunu getiremeyeceğim ve benim için bir kampanya düzenlemek zorunda kalacaksınız: "Leylağa Destek Atalım Kampanyası", o yüzden kendime değil size acıdım ve fuar bensiz yapacak ne yazık ki kapanışını:)

Bugün çok yoğun bir program vardı ve fuar inanılmaz kalabalıktı. Hafta sonu yataktan kalkıp kahvaltısını eden gelmiş, her ne kadar standları dolaşmak zorlaşsa, gürültü ve insan seli rahatsız etse de kitaba ilgi duyulması sevindiriciydi, üstelik hemen herkesin elinde bir ya da birkaç kitabın bulunduğu bir poşet vardı. Doğru dürüst bir kitapçının bulunmadığı Antalya halkı kitaba açmış meğerse. Umarım ilk ve son olmaz, hep devam eder.

İlk olarak öğlen saatinde Hakan Günday söyleşisine katıldım. O sert yazım dilinin, o ağır kitapların bu sakin sakin konuşan, her okurun sorusunu (en abuk olanını bile) uzun uzun, hiç sıkılmadan cevaplandıran, donanımlı, sempatik ve sevimli gence ait olduğuna inanamıyor insan. Çok doyurucu, çok keyifli bir sohbetti ve salonda çoğunu gençlerin oluşturduğu ilgili bir kalabalık vardı. Hakan Günday'ın ardından söyleşi sırası Ayşe Kulin'deydi ama ben ona kalmadım, başka bir binada gerçekleşecek olan Emrah Serbes sohbetine katılmak üzere koşturdum. Emrah Serbes'in katılımcısı çok fazla değildi ya da salon çok büyük olduğu için tenha görünüyordu. Behzat Ç.'ye giden süreci ve "Erken Kaybedenler"i anlattı bize, yeni projelerinden bahsetti ve süre dolar dolmaz da apar topar gitti. Ardından biz de apar topar çıktık ve ayaküstü birşeyler atıştırıp Murathan Mungan söyleşisinin olduğu salona koşturduk. Koşturduk ama ne görelim salon hıncahınç dolu, merdivenlere bile sandalye atılmış, insanlar ayakta. Şans eseri ortalarda boş kalmış bir koltuğa yerleştiğim sırada yazar içeriye girdi ve 1 saat sürecek söyleşisine başladı. Kalabalığın getirdiği havasızlık, sıkışıklık ve sıcak yeterince keyif almamı engellese de güzel bir konuşmaydı, Mart ayında yeni bir kitabının çıkacağını, Eylül'de de "Paranın Cinleri"nin devamı niteliğinde "Harita Metod Defteri" adıyla anılarını yayınlayacağını müjdeledi, sevenlerine duyurulur. Tabii bu arada akşam oldu, daha sonraki sohbetleri es geçtim, son olarak kendime 3 kitap daha aldım ve iyice soğumuş olan havada titreyerek kendimi bir dolmuşa atıp evimin sıcaklığına yollandım. 

Gayet keyifli ve doyurucu üç gündü, Kemal Burkay'ın şarkıya dönüşmüş "Gülümse" şiirinde dediği gibi:
"Belki şehre bir film gelir
Bir güzel orman olur yazılarda
İklim değişir Akdeniz olur, gülümse"

Bizim şehre film değil Kitap Fuarı geldi, Akdeniz olan iklimimiz soğuyup kara iklimine döndü ama gönüllerimiz bahar oldu...

17 Şubat 2012 Cuma

KİTAP FUARI PART 2


Şimdi siz bu pırıldak denizi görüp "Oh oh keyifler yerindeymiş, güneş tepede, bize kar yağsın siz sımsıcak ısının" diyorsunuz ama yanılıyorsunuz efendim Tamam güneş vardı var olmasına ama evde oturup pencereden içeri girerse ısıtıyordu, öyle bir rüzgar esiyordu ki aman aman. Lakin rüzgar falan dinlemedik, sabah sevgili Tijen İnaltong'la bir komşu buluşması gerçekleştirip saçımızın başımızın dağılmasına, kulaklarımızın, yüzümüzün üşümesine aldırmadan yürüyerek Kitap Fuarı'nın bulunduğu Cam Piramit'e ulaştık. Fuar bugün ortalıkta cırıl cırıl cırıldayan, oradan oraya koşturan, standların etrafında çember oluşturup kalabalık eden öğrencilerle doluydu. Bir izdiham bir izdiham, bin güçlükle yol bulup dolaşabildik aralarından. Çoğu kitaplardan ziyade okulu kırmanın derdinde olsa, gürültü ve kalabalık etse de yine de kitapların bulunduğu bir ortama getirilmiş olmaları güzeldi. Ama anladım ki rahatça gezip kitaplara bakılacaksa ya öğlen ya da akşam 5'ten sonrası tercih edilmeli. Öğleye kadar dolaşıp yine poşetler dolusu kitap aldık, sonra Tijen ayrıldı ben dolaşmaya devam ettim, az sonra bir arkadaşım da bana katıldı, bir parti de onunla turladıktan sonra niyetimiz Doğan Hızlan Kütüphanesi'nin açılışına katılmaktı ama rüzgar bizi perişan ettiği için vazgeçtik.


Bu afiş Ayrıntı Yayınları standından

Fuardan ayrıldığımızda rüzgarın hızı ve üşütme derecesi artmış kulaklar, eller ve burun hissizleşmeye başlamıştı. Yakınlardaki alışveriş merkezinde birer Türk Kahvesi yuvarlayıp kendimize geldik sonra da günlük rekoltemle birlikte evin yolunu tuttum. Kendileri aşağıda:


Neler aldığımı merak edenler için yazayıım:

1- Beni Bu Güzel Havalar Mahvetti/Orhan Veli/YKY Kitap-CD
2- Karahindiba/Sinan Sülün/Sel Öykü
3- Başkalarının Kokusu/Aslı Perker/Çınar Roman
4- Gündoğumuna Yolculuk/Julian Barnes/Ayrıntı Roman
5- Kurumuş Nehrin Yatağında/Uğur Erkman/Ayrıntı Roman
6- Zeval/Nihan Taştekin/Ayrıntı Roman
7-Haydi Dostlar/Aydın Boysan/T. İş Bankası Yay. Deneme
8- Bir Dizi Ölü Adam/Lawrance Block/Oğlak Polisiye
9- Kötüler Bile/Lawrance Block/Oğlak Polisiye
10-Kipling'den Alıntı Yapmayı Seven Hırsız/Lawrance Block/Oğlak Polisiye

Bunlar kendim için aldıklarım, ayrıca arkadaşlarım için ve hediye olarak aldıklarımı buraya yazmadım. Gördüğünüz gibi bu fuarın bir an evvel bitmesinde fayda var, yoksa benim halim harap:))

16 Şubat 2012 Perşembe

HEYOOO, BİR SÜRÜ KİTAP


"Oldu en sonunda oldu bim bam bom
Rüyalarım gerçek oldu bim bam bom
Duyduk duymadık demesin hiç kimse
İşte ilan ediyorum herkese
Hah hah hay çok şükür dostlar
Bizim de artık Kitap Fuarımız var"

Gerçekten sonunda Antalya ahalisi olarak eli yüzü düzgün bir Kitap Fuarımız oldu. Kısacası gidip gezene kadar çok umutlu değildim ama gördüm ki bu defa olmuş. Hemen hemen bütün önemli yayınevlerinin stand açtığı, bol kitabın sergilendiği, % 20-30 arası indirimlerin yapıldığı, yazarların imza günleri ve söyleşilerle katılım yaptığı bir fuar. Hem sevindim, hem sevdim:) Öğlen apar topar soluğu orada aldım, önce birkaç blogger arkadaş kısa süreli bir buluşma yaptık; Dersaadet'le ayak üstü görüşüp Hayat İzlerim ve Kahve Keyfi ile çay içip kısa da olsa sohbet ettik, güzel oldu. Sonra ben fuarı baştan sona turlayıp alt kata Aydın Boysan'ın söyleşisini izlemeye indim. "Ben doğduğumda Vahdettin padişahtı" diye başladı konuşmasına Aydın Boysan ve öyle keyifli şeylerden bahsetti ki bir saat nasıl geçti anlamadık. Ardından salondan çıkmadan Mine Söğüt ile devam ettik. Fantastik romanlarından özel bir zevk aldığım Mine Söğüt'ün sohbetini, tavrını, hayata bakışını ve duruşunu da çok sevdim. Okuruyla sıcak bir ilişki kurmasını bilen, kendini kasmayan, yukarıdan bakmayan yazarlara hayranım.


Mine Söğüt kitaplarını imzalıyor, bu kitap Zero için, keşke burada olabilseydi, kulakların çınladı değil mi:) Tüm söyleşileri bitirip imzaları da aldıktan sonra 2 tur daha dolaştım fuarda, birkaç kitap aldım ki bunlardan 4 tanesi Oğlak Yayınlarının çok sevdiğim polisiyelerindendi ve üzerinde unutulmuş etiketlerden dolayı her birini 2.99'a kapattım:) Ayaklarım artık beni taşımaz hale gelince de ayrıldım ama bu demek değildir ki yarın tekrar gitmeyeceğim. Bulmuşum böyle detaylı bir Kitap Fuarı'nı, suyunu çıkarmadan bırakır mıyım hiç:))

15 Şubat 2012 Çarşamba

KONSERLİ GÜN


Bütün gün "Sevgililer Günü"de neymiş diye çemkirdikten sonra akşam kendi kendimi resetleyip Antalya Devlet Opera ve Balesi'nin düzenlemiş olduğu "Sevgililer Günü Konseri"ne izleyici olarak dahil oldum efendim. Maksat üzüm yemek, bağcıyı dövmek değil, Sevgililer Günü'yle hala bir muhabbetimiz yok lâkin getirdiği nimetlere sırt çevirmek de enayilik olur deeel mi:)) O nedenle gittik, salonda yerimizi aldık; bir piyano ve bir baterinin yerleştirildiği, ayrıca üç de kanepe konmuş, mumlarla ve çiçeklerle süslenmiş sahneyi inceleyerek konserin başlamasını bekledik. Derken piyanist, kemancı, gitarist, saksafon ve yan flüt çalan genç ve baterist sahnede yerini aldı. Ardından da Albinoni'nin "Adagio"sunu seslendiren ilk solist göründü. Konser boyunca 4 kadın 2 erkek solist yerli yabancı şarkılar seslendirdiler. Whitney Houston'da unutulmadı, bir şarkıyla anıldı. 


Kısa süren fakat keyifli bir konserdi. Bir de yanımda oturan kadın her şarkının sonunda bravo diye bağırıp koltuğunda hoplamasaydı daha iyi olacaktı. Müziğin tadı damağımızda kalarak ayrıldık salondan, Sevgililer Günü modundan çıkıp tekrar Öykü Günü moduna döndük. (Bukalemun gibiyim yahu, işime geldiği gibi renk değiştiriyorum:)) Şimdi Perşembe günü başlayacak Kitap Fuarı'nı beklemekteyim sabırsızlıkla. Bu hafta etkinlik dolu olacak, yaşasın...

14 Şubat 2012 Salı

SEVGİYİ ÖYKÜLERDE BULMAK


Özel günlere bayılıp hayata renk katmak için bir fırsat olarak niteleyen ben şu Sevgililer Günü'ne bir türlü ısınamadım gitti. Bunun yaşla, başla alakası yok, ki 23 Nisan'ı bile pek severim :) Bana zorlama, sonradan ithal, tüketime yönelik, sunî bir gün olarak geliyor. Birkaç yıl öncesine kadar esamisi okunmazdı bizim ellerde, sonradan teşrif eti Valentin hazretleri. Benim bildiğim yegane Valentin çocukluk arkadaşım Elizabet'in annesi Valentin teyzedir, kimbilir nerelerde, hala yaşıyorsa ona gönlümün en derinlerinden sevgilerimi yolluyorum, öyle tatlı bir kadındı...

İlla da bir gün kutlamamız gerekiyorsa alın size mis gibi "Dünya Öykü Günü". Sahte aşklar için günübirlik öykülere inat yılların imbiğinden süzülüp gelmiş ve hâlâ zevkle okunan öykülerden birine göz atalım bugün. Kitaplığımda küçük bir teftiş yapıp en sevdiğim öykülerin yer aldığı kitapları toparladım, elime kahvemi alıp karıştırdım hepsini. Bir liste yaptım:

-İlk sıranın değişmez, ezelî ve ebedî sahibi Füruzan'ın "Edirne'nin Köprüleri" öyküsüdür.  Henüz lise öğrencisiyken okumuştum Parasız Yatılı isimli ilk kitabında yer alan bu öyküyü, o günden bu yana kaç kez okudum kimbilir Hala Adile'nin sılasına duyduğu özlemi, her seferinde aynı zevki aldım. Fotoğraftaki kitap ilk baskı ve eskiliğinden kaç kere elimden geçtiğini tahmin edebilirsiniz. Öykünün güzelliğini Fethi Naci'nin şu sözünden anlayabilirsiniz: "Karanlık bir yağmur gibi canını sıkarsa yaşamak, "Edirne'nin Köprüleri"ni oku...
-İkinci sırayı yine Füruzan'ın bir öyküsü alır: "Gül Mevsimidir". Mesaadet Hanım'la genç teğmen Rüştü Şahin'in vuslata eremeyen aşk hikayesinin anlatıldığı bu öykü de doyumsuzdur.
-Üçüncü sıra genç bir öykücünün Onur Caymaz'ın "Nokta" öyküsünündür. Yazarın babasını anlattığı bu öykü her seferinde ağlatır beni; içten, yürek yırtan sessiz bir çığlıktır. Yazarı tanıdığım "Ezilmiş Leylaklar Kitabı"ndaki öykülerden biridir ve ayrıca ödüllüdür.
-Dördüncü sıra Ayla Kutlu'ya aittir. Onun "Zehir Zıkkım Öyküler" kitabından herhangi bir öykü bu yerin sahibi olabilir.
-İnci Aral'ın "Ağda Zamanı" kitabındaki "Kırmızı Sabahlık" öyküsü beşinci sıraya rahatça yerleşebilir. Kısa ama iç yırtan bir öyküdür.
-Ve Pınar Kür huzurda. "Akışı olmayan Sular" kitabından "Bitmiş Zamana Dair" öyküsüyle. Burada da bir Nebile Hanım vardır Hala Adile benzeri, içiniz kaynar ona da.
-Sait Faik unutulur mu öykü sıralaması yapılır da, "Semaver" baştacımızdır.
-Şebnem İşigüzel var sırada "Kaderimin Efendisi" kitabından kısacık bir öykü ile: "Gül ile Fikri". Ben bu öykünün bende yarattığı duyguları anlatamam.
-Fantastik romanların yazarı Sezgin Kaymaz'ın uzun öykülerini topladığı "Medet" kitabının son öyküsü "Tevzadze Kim?" aklımda yer etmiş öyküler arasında bu sıralamaya yerleşir. 
-Ve son olarak bir uzun öykü daha "Dört Kişilik Bahçe", Murathan Mungan'dan, Son İstanbul kitabından.

Daha pekçoğunu sayabilirim ama buraya sığmaz. Haydi siz de şöyle bir hafızanızı yoklayın bakalım, hangi öyküler yüreğinize, aklınıza yer etti?

13 Şubat 2012 Pazartesi

DUBLE "ÇİKOLATALI KREP VE DEMLEME ÇAY"*


Gönülsüz ama mecburiyetten yapılan bir ev temizliği sonrası kitabımı aldım elime ama iki sayfa okumadan ismi aklımı çeldi. Zaten yorgunum, çayım gelmiş, üstelik İngilizlerin deyimiyle "fayfeklokti" zamanı. Bırakırsın kitabı bir kenara, çıkarırsın tezgahın üstüne unu, yumurtayı, sütü. Çikolata yokmuş ne gam, kakao mevcut. Bunca kaloriye bari şeker olmasın, 5-6 mini poşet Stevya eklersin. Mis kokmalı değil mi, bir paket de vanilya. Çay ocakta pufpuflarken bızzt karıştırır sonra tavaya dökersin krepleri. Aman da aman ne güzel olurmuş. Yayılırsın mutfak masasına, pencereden el sallayan güneşe göz kırparak cevap verirsin ve sonra kitaba nisbet yaparsın çikolatalı krep, demleme çayla. Bir yandan yiyip bir yandan çayını yudumlarken de okumaya kaldığın yerden devam edersin. Oh be!.. Keyif budur:)

Gerçek çikolatalı krepler ve demleme çaylar lokma lokma, yudum yudum midemde yerini alırken, kitap olan "Çikolatalı Krep ve Demleme Çay" da harf harf akar gözlerimden beynime doğru. Dün akşam başladığım kitabımın üçte birini bitirdim an itibarıyla. Keyifli, akıcı, bana lise yıllarımı hatırlatan hoş bir kitap. Ceylan-Jennifer'in gizemini henüz çözemedim, daha olayların başındayım ama satırlar sürüklüyor beni. Bu ara arka arkaya okuduğum ağır klasiklerden sonra uzun süren bir kışın üstüne baharda kırlara çıkmış gibi hissettim. Bilhassa genç kuşağın bu kitabı çok seveceğini düşünüyor, ismi nedeniyle yediklerim bana yol-su-elektrik olarak geri dönerse alacağım kilolardan sevgili Emi Varon Eskinazi'yi sorumlu tutuyorum:))

*Çikolatalı Krep ve Demleme Çay/Emi Varon Eskinazi
Goa Yayınları/1. bası/320 sayfa

12 Şubat 2012 Pazar

PAZAR MEYDAN SAVAŞI


Sıradan, sakin bir Pazar günüydü. Geç kalkılmış, uzun uzun kahvaltı yapılmış, bilgisayar başında daldan dala uçulmuş, eldeki "Rus Kışı" kitabı bitirilmiş, yeni bir kitaba başlanmış, kahve, çay, bitki çayı ve hatta süt içilmiş, öğlen öğünü es geçilmiş, akşam yemeği için basit birşeyler planlanmış, kafada "Behzat Ç." hayalleri hazır güneş varken çarşaflara bir banyo aldırmanın iyi olacağı düşünülerek çamaşır makinesi çalıştırılmış, bir süre sonra banyo dolaylarından geçerken içerden ses gelmediği farkedilince boş bulunup yıkama süresinin dolduğuna hükmedilerek kapak açılıvermişti. Evet günün geri kalanına renk ve aksiyon katan olaylar böyle başlıyor sayın baylar bayanlar. O kapağın açılmasıyla içerde sessizce bekleyen su "hayallerim gerçek oldu" nidalarıyla kendini şelale sanarak fışkırıverdi banyo zeminine ve dahi üstüme başıma. "Hay bin kunduz" diyerek kapağı yerine oturttum oturtmasına da bu iş patlıcan oturtmaya benzemiyordu. O kapağın üstünde dilini çıkarmış bana sinsice göz kırpan bir yaratık vardı ve "oh bozuldum işte" diye tıslıyordu. Lakin yer mi Anadolu çocuğu, derhal "Hop hop hop değiş Tonton" diyerek Tamirci Mario kılığına girdim. Çekmecede hazır bekleyen sarışın, uzun boylu tornavidayla silahlanarak yürüdüm küffarın üstüne "savulun la!" sesleriyle. Küffar direngen çıktı, alt taraftaki "Tahliye vanası" namlı komutanı atından indirebilmek için hayli ter döküp, hayli nefes tükettim. Bir  kafasından aşağı kızgın zeytin yağı kazanı boşaltmadığım, bir de Rum ateşi denen, mancınıkla atılan ateş toplarını kullanmadığım kaldı. Ama pes eder miyim hiç, sonunda zafer benim oldu. Atından indirip yerlere savurduğum komutan "Tahliye vanası"nın karnından bir adet çengelli iğne, bir adet nazar boncuğu (bunu cenge giderken korusun diye yavuklusu komuş galiba cebine), bir adet fermuar kopçası (Adidas marka ha, adi bişey sanmayın:) ve fî tarihinden kalma 100 kuruş bozuk para çıktı. Hepsi de kireç tutmuştu, bu komutan cimri galiba biraz-annem "kirli çıkın" derdi böylelerine-parayı harcamamış kireç tutturmuş namert.  Karnı yarılmış komutanı yerleştirdim tekrar atının üstüne, attım atın kıçına bir şaplak doğru evine. Makine eskisinden tıkır çalışmaya başlayınca Dedem Korkut geldi, boy boyladı, soy soyladı ve: "Kızım, bundan kelli senin adın Tamirci Maria olsun, adını ben kodum, soyadını kocan versin. Boy boy tornavidalarınız, kerpetenleriniz, penseleriniz, çekiçleriniz olsun. Evinizden tamir edilecek eşya eksik olmasın" dedi ve sakalını sürüyerek gitti. Dua mı etti, beddua mı anlayamadım...

11 Şubat 2012 Cumartesi

SONUNDA EVDEN DIŞARDA


Bugün nihayet kendimi sokağa atabildim. Hava gayet güzeldi, uzun uzun yürüdüm. uzun uzun yürürken uzun uzun telefon konuşmaları yaptım. Ameliyat olana geçmiş olsun dedim, konser etkinliğini planladım, bir arkadaşın hatırını sordum, kızkardeşle günün dedikodularını geçtim. Arayıp cevap alamadıklarım da oldu. Sonra parka girdim; güneşin denize düşen ışıltılarına, Beydağlarının zarif silüetine, göğün maviliğine milyonuncu kere hayran oldum. Fotoğraf çektiren gelinler, yorulduğu için kuş olup uçmak isteyen çocuklar, uzun bir masanın etrafına yerleşmiş gözleme yiyip çay içen takım elbiseli, kravatlı adamlar gördüm. 


Her seferinde kendimi eski Marmaris girişinde hissettiğim Benjaminli yoldan geçerek yürüyüşe devam ettim, burada da poz veren kürk etolüne bürünmüş bir gelin ve damat vardı. 


Otoparkın etrafındaki okaliptüsleri fırtınayla dalları kopup araçların üstüne düşmesin diye sıfır numara traş etmişler. Gökyüzünden bir tuvale resmedilmiş soyut bir tablo gibi göründü gözüme, bayıldım.


Park alanının bir bölümüne Doğan Hızlan adına bir kütüphane binası yapıldı, 17 Şubat'ta, Kitap Fuarı'nın 2.günü Doğan Hızlan'ın katılımıyla açılacak. Bu arada söylemiş miydim, ayın 16'sında Antalya Tüyap Kitap Fuarı başlıyor, 4 gün boyunca Cam Piramit'te devam edecek, pek mutluyum:)


Ve yürüyüşün sonunda menzilime ulaşıp Kültür Merkezi'ndeki Perge Salonu'na yerleşiyorum. Konuşmacı C.evat Ç.apan, söyleşi konusu "Benim Şairlerim".  Etkinlik başlayana kadar ön sıradaki hanımlara kulak kabartıyorum.  Biri hayli yaşlı, iyice ağarmış saçlarını düzgünce taramış, temiz pak giyinmiş, elinde C.evat Ç.apan'ın şiirleri, arasında notlar. Hazırlıklı gelmiş belli. Diğeri ona göre biraz daha genç, edebiyat üzerine sohbete başlıyorlar. Çok yaşlı olan, C. Ç.apan'ın iyi bir şiir çevirmeni olduğunu, şiir çevirisinin çok zor bir iş olduğunu anlatıyor, diğeri meraklı ama belli onun kadar bilgi sahibi değil. Konuşmaya katılmak istiyor ama yetersiz kalıyor. Yaşlı hanım Apollinaire'nin "Mirabeau Köprüsü" şiirinin değişik kişilerce çevrildiğini ama hiçbirinin çok iyi olmadığını söylerken diğeri "Evet, Drina Köprüsü güzel romandır" diyor. Sonra Konstantin Simonov'un "Bekle Beni" şiirinden, onun çevirisinden ve savaşta herkesin cebinden çıkan tek şiir olduğundan bahsediyor yaşlı hanım, epey donanımlı anlaşıldığı gibi. Yanındaki hanımsa, "Vah yazıık, şiir mi yazmış askerler" diye cevap veriyor. Arkalarında bu sohbeti dinlerken kendimi zor tutuyorum verilen ilgisiz cevaplara gülmemek için neyse ki C.evat Ç.apan gelip söyleşiye başlıyor da dikkatimi ona yöneltiyorum. "Dünyanın en anlayışlı insanları iyi edebiyat okurlarıdır" diye başlıyor konuşmasına ve sevdiği şairleri, onlarla tanışmasını, yazım özelliklerini anlatıp, şiirlerinden örnekler sunuyor. Sohbeti harika, huzur verici bir sesi var, insan başka birşeye ilgisini yöneltmeden dikkatle dinleyebiliyor. Şiir okuyuşu için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim ama ilerlemiş  yaşına rağmen gözlüksüz kitap okuması ve çayır sıklığındaki gür saçları ilginç. Nazım'ı, Oktay Rıfat'ı, Melih Cevdet'i, Necatigil'i, İlhan Berk'i, Can Yücel'i, Metin Eloğlu'nu, Turgut Uyar'ı (Açlık Çoğunluktadır şiirini okurken benim sabahtan beri birşey girmemiş midem gurulduyarak fon müziği yapıyor, duyulmasın diye kabanımı mideme bastırıyorum:), Edip Cansever'i, Cemal Süreya'yı, Onat Kutlar'ı anlatıp şiirlerinden örnekler veriyor ve konuşmasını istek üzerine kendi şiirlerinden birini okuyarak bitiriyor. Hepimiz memnunuz.

Fotoğrafta Nazım'ın Piraye için yazdığı "Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni" şiirini okurken görüyorsunuz. Bu çok uzun yazıyı C.evat Ç.apan'ın bir şiiriyle bitirirken diyorum ki keşke zamanında onun gibi bir edebiyat öğretmenim olsaydı, varsın on yüz milyon bin de borcum olsaydı...

TEKNE KAZINTISI

Babam iki tek atınca, 
"Hadi seni karpuzlara götüreyim" derdi.
(Karpuzlar Gebze'de oturan kızlardı.) 
Annem kızarır, kızar
"Bey çocuk daha küçük." 
Diye çıkışır, mutfağa gider ağlardı.
Babam karpuzdan anlardı.

10 Şubat 2012 Cuma

GÜNEŞE ÖVGÜ


Ben mutfakta kereviz pişirme hazırlıkları yaparken açık balkon kapısından süzülüp zemini dantellendiren ve ayak bileğimi yakan güneş, seni seviyorum...

"....................
Bir güneş saatiyim ben kendi halimce
Bir güne bakanım belki de, doğudan batıya dönerim
Alnı gökyüzüne dönük bir güneş çocuğu...
Bu karanlık, bu ıssız gecelerde
Yıldızları bir küpün içinde toplayasım gelir
Benim güneşim bir birikimdir belki de
Yıllarla, aylarla, günlerle açıklanabilir
Mutluluk; onun, onun gözünün içine bakmaktır sevdiğim
Onu bir simge kılmaktır, bir ad vermektir
Ben güneş dedim ona, sen su de, çiçek de
Aksın ömrün yeter ki doğayla birlikte..."

Ahmet ERHAN

9 Şubat 2012 Perşembe

ALIŞVERİŞ GÜNÜ


Bugünün yegane etkinliği bir döşemeci tarafından imal edildiğini düşündüren kırmızı  kadifeden kapitone kalplerle süslenmiş alışveriş merkezine gidip dolaşmak ve listemdekileri satın almaktı. Sefgililer Günüsü nedeniyle bu garabet kalpleri nereden akıl etmişler bilemedim, Pamuk Prenses'in karyola başına benziyordu. Bir-iki alışveriş yaptıktan sonra D&R'a girip elimdeki hediye kartıyla ağzım kulaklarımda kitap seçtim. Almayı düşündüklerimin listesini evde unuttuğum için gözüme çarpanlar arasından seçim yaptım, aşağıdalar:

1- Son Okur/David Toscana/Kırmızı Kedi Yayınları: Meksikalı bir yazarın romanı, ilk kez okuyacağım, bakalım neye benziyor. Kapağı çok güzel, kitaplığının önünde ayakta duran bir adam silueti var.
2- Nişantaşı Suare/İbrahim Yıldırım/Doğan Kitap: Adı üstünde, kahramanı Nişantaşı olan bir roman bu ve bunun da kapağı çok güzel. Bir nişan taşı, siyah bir şemsiye, kitabın adının yazılı olduğu etikete tünemiş bir baykuş ve düğmeler. İlginç şeyler vadediyor.
3- Bir Odadan Bir Odaya/Elif Güney Pütün/Doğan Kitap: Anladınız sanırım, Yılmaz Güney'in kızının anıları. Alıp almamakta kararsız kaldım ama merak ve dedikoducu yanım galebe çaldı:)
4- Çikolatalı Krep ve Demleme Çay/Emi Varon Eskinazi/Goa Yayınları: İtiraf edeyim ismine aldanarak aldım, zira karnım çok açtı:) Umarım pişman olmam.
Ve bir de Cafe Anatolia'nın Bosphorus CD'si

Bu kadar, başka faaliyet yok. Film bile izlemedim bugün, yapmayı düşündüğüm yürüyüşe yağmur engel oldu. alışverişle günü bitirdim. Umudum yarına...

8 Şubat 2012 Çarşamba

MERYL Mİ MARGARET Mİ, KARIŞTIRDIM


Şubat ayı gayet durgun geçiyor; yegane etkinlik evde film izlemek. Soğuk ve yağmur sokağa çıkma hallerine ket vurdu, yatıp yuvarlanıyoruz. "Hergüne 1 Film" etkinliğini Lale'den devraldım, özenle yerine getiriyorum. Günün filmi "The Iron Lady" idi. Margaret Thatcher'ı sevmesem de Meryl Streep aşkına izleme listeme almıştım. Lakin Thatcher'daki azim, hırs, güç ve cesarete hayran kalmamak da elde değil. Her zaman bir ünlü aktristten ziyade komşu teyze yakınlığı hissettiğim Meryl Streep ise tartışmasız döktürmüş. Film güzel mi diyecek olursanız bence filmden ziyade bir belgesel havası var ama hem Meryl'in oyununu, hem de Margaret'in azmini görmek için izlenir diyorum. Bir zamanların  demir leydisinin yaşlı, titrek, halüsinasyonlar gören haline şahit olmak da hem iç acıtıcı hem korkutucu, insan geleceğe yönelik endişelere kapılıyor. Filmin bir yerinde ettiği bir cümle yaşlılık demlerinin özeti gibi: "Eskiden birşeyler yapmaya çalışırdık, şimdi ise birisi olmaya çalışıyoruz." Ve bir de şunu not ettim defterime, check-up için zorla gönderildiği doktora söylüyor:

" Düşüncelerine dikkat et, birgün sözün olurlar.
Sözlerine dikkat et birgün hareketin olurlar.
Hareketlerine dikkat et, birgün alışkanlığın olurlar.
Alışkanlıklarına dikkat et birgün karakterin olurlar.
Karakterine dikkat et, bir gün kaderin olur.
Ne düşünürsek o oluruz.
Ve ben iyi olduğumu düşünüyorum."

7 Şubat 2012 Salı

SABAH FIRTINA, YAĞMUR, ÖĞLEN GÜNEŞ. NASIL BİR ŞEHİRSİN ANTALYA?


Sabah saat 6.00'ya yaklaşırken gece boyu yağan yağmurun çıldırmasıyla çıkan seslere uyandım. Bir yandan gök gürlüyor, bir yandan şimşekler çakıyor, rüzgar deli gibi eserken yağmur da bırakın bardağı koca bir kazandan boşanırcasına indiriyordu. Yer gök birbirine karışmış durumdaki manzarayı mutfak camından izlerken ilk aklıma gelen "iyi ki artık okula gitmek zorunda değilim" oldu, sonrasında da su basan evlerdekilerin çaresizliği. Bu memlekette evinizi su basması için zemin katta oturmanız gerekmez; pencere pervazlarınızdan dolabilir, tıkanan gider balkonunuzu havuza çevirip o havuzda ne varsa kapı altından odanıza girmesi gayetle mümkündür. En üst katta oturuyorsanız çatınız size oyun oynayabilir, zira kiremitli değildir Antalya'nın çatıları, bildiğin damdır ve günısı denen faydalı garabetlerin rastgele yerleştirilmesinden dolayı ağırlık betonu çatlatır ve sızma yapar. En üst kat tecrübesi yaşamadım ama iki kere balkondan giren sular nedeniyle halılarım kış ortasında yıkanmaya gitti ve pencerelerimin önlerinde de her daim kalın havlular serilidir. Neredeyse iki saate yakın süreyle yer-gök birbirine karıştı, kendi halinde sokağımız bir "Uğultulu Tepeler" ambiyansına büründü. Bu yağmurlara yıllardır alışkın olmama rağmen ürkmedim desem yalan olur. Sonra birden kesildi, uykusu derin olan ve sabah biraz geç kalkan birinin o fırtınadan haberi olmaması gayetle mümkündür, gece yağmur yağmış deyip geçebilirdi. An itibarıyla gökyüzünde güneş var. Sabahki afetten sokağa kalan izler de yukarıdakilerden ibaret; ağaçtan yere düşüp ezilmiş birkaç portakal, dökülüp saçılmış yapraklar ve çınarın iyice kelleşmiş dallarına yerleşip tüylerini kurutan ve bitlerini ayıklayan kumrular. Zeminde su birikintisi bile yok desem yeridir. Bu şehir yıllarca yaşasam da beni şaşırtmaya devam edecek. Bu masum hale kanmamak gerekir esasen, sabahki fırtına her an yeniden tekrar edebilir.

"Rus Kışı"nı okumaya devam. Lalecim, üçte birini devirdim. Fena gitmiyor, kahramanları yavaş yavaş tanıdım, baleyle ilgili bilgiler ilgimi çekiyor, mücevherlere de ağzımın suyu akıyor:) İyidir yani durum, bir sıkıntı yok, mevsimle uyumlu keyifle okuyorum, sağolasın.

Ciddi anlamda güneş çıkıp odanın içini doldurdu, gidip bir kahve alayım ve kitabımla köşeye çekilip güneşin tadını çıkarayım, belli mi olur, her an tekrar yağabilir.

6 Şubat 2012 Pazartesi

BİR PORTAKAL MASALI


Gün geçmiyor ki benim mutfakta olay çıkmasın, 2 gün evvel de portakallar ayaklandı. Neymiş efendim, son günlerde bütün ilgimi turunçlara yöneltmişim, bunlara şefkat göstermiyormuşum, atmışım suratsız elmaların arasına unutmuşum, canları sıkılmış, bla bla bla... "Elmalara niye suratsız diyorsunuz, onlar çok kalender, çok faydalıdırlar, arkadaşlık etseniz ya işte ne güzel, biraradasınız" diyecek oldum, "Hiç elmayla portakal toplanır mı, matematik kitaplarında bile yok" dediler. "O armut olacaktı ama hadi neyse" dedim, arkamı döndüm yürüyordum ki içlerinden en okkalısı seslendi: "Nereye gidiyorsun, kime konuşuyoruz? Ailemizin soyadını verdi diye sürekli turunçlarla ilgilenip ayrımcılık yapmanı kınıyoruz, bir kere biz bu familyanın en sevilen, en rağbet gören bireyleriyiz, kıymetimizi bilmiyorsun. En küçüğümüz mandalinalara bile etkinlik düzenledin ama bize gelince tıs yok". Düşündüm, haklılardı, hakikaten ihmal etmiştim bu ara onları. "Haydi o zaman" dedim, "girin sıraya, havuza götüreceğim sizi ama önce duşlara, yıkanmadan olmaz". Bağrış çığrış yığıldılar çeşmenin başına, herbirine ellerimle duş aldırdım, yetmedi bir de keseledim, pırıl pırıl oldular. 


Daire şeklinde desenli mayolar giydirip cam tavanlı bir havuza, suyun içine hepsini yerleştirdim. "Haydi bakalım" dedim, "yüzün, serinleyin, oynaşın bir gün boyunca".  Çıktım gittim mutfaktan gürültülerini duymayım diye. Ertesi gün yanlarına geldiğimde ben gülümseyen yüzlerle karşılaşacağımı zannederken hepsinin suratından düşen bin parçaydı. "Hayrola" dedim, "yaranamadım galiba, havuz sefasından hoşlanmadınız mı?". "Üşüdük" diye çığrındılar, "saunaya girmek istiyoruz". "Emriniz olur" diyerek aktardım sauna kabına, "haşlanın keratalar" dedim, "yarım saatten önce de çıkmak yok". Süre sonunda baktım hepsi mayışmış ama nasıl güzel kokuyorlar. Hiç ses etmeden uykuya yatırdım, ertesi güne kadar da uyandırmadım. 3. gün yanlarına yanaştım sessizce, "Atem tutem ben seni/Şekere katem ben seni/Akşama baban gelende oy/Önüne atem ben seni" türküsünü söyleyerek uyandırdım, verdim ellerine şekerlerini ve tekrar yolladım saunaya. Süre dolduğunda aman nasıl tatlanmış, güzelleşmiş, mis gibi kokmuşlardı sormayın. Bir tanesi sizin için poz verdi, aşağıda:


Efendim, gökten üç portakal düşmüş; biri "Portakal Masalı"nın tarifini yazan Beste'nin başına, biri dramatize edip sahneye koyan benim başıma, üçüncüsü de siz izleyicilerin başına...

Uygulamak isteyenler için Beste'nin tarifi: 

1 kilo portakalı iyice firçalayarak yıkayın. İşlem görmemiş tercihen bio portakal olsun. Fotoğraftaki gibi kabuklarıyla beraber yuvarlak dilimler kesin. Bir tepsiye, tercihen cam koyun (22 cm civari çaplı) içine portakalları koyup üstünü kaplayacak kadar su ekleyin. Üstünü kapatıp bir gece buzdolabında ya da serin bir yerde bekletin. 2. gün potakalları bekletiğiniz suyla beraber bir tencereye koyun kaynamaya başlayınca 30 dk tutun yani 30 dk kaynasın, altini söndürüp bir gece daha buzdolabinda bekletin. 3. gün ölçüp aynı miktarda şeker ve bir limonun suyunu ekleyip kaynatın aşağı yukarı 30 dk. Şekerle kıvam tutturmada zorlananlar pektin eklenmiş reçel sekeri kullanabilir kıvam garantili olur. Gerçek şeker kullananlar soğuk tabak yöntemi ile akışkanlığını kontrol edebilir.

5 Şubat 2012 Pazar

KIŞ TENEFFÜSE ÇIKINCA


Dün hava o kadar güzeldi ki günlerdir yattığımız kış uykusundan uyanıp uyuşmuş bacaklarımıza biraz canlılık, buruşmuş akciğerlerimize biraz oksijen kazandıralım dedik. Antalya'nın en işlek ama benim için en sevimsiz caddelerinin birinden yürüyüşe başladık. Dükkanların önü Çarşamba Pazarı gibiydi; taklit markaların eşofmanları, spor ayakkabıları, laylon dantelalarla süslenmiş cart kırmızı, cart pempe, simsiyah seksî baby-doller, takımından ipli, dantelalı donlar, leopar desenli gecelik, sabahlık takımları, üzerinde kırmızı kalplerin oynaştığı Sefgililer Günüsü nedeniyle oluşturulmuş binbir çeşit zımbırtının sergilendiği vitrinlere baka baka yolu bitirdik, denize ulaştık. Falezlerin en ucuna konuşlanmış, kartal yuvası misali çay bahçelerinden birinde güç bela bir masa bularak yerleştik. Havayı güzel gören kendini sokağa atmış bizim gibi, hıncahınç doluydu heryer. Sadece kara değil deniz de, teknelerin biri gidiyor biri geliyordu su üstünde. Aşağıda denize uzanan kayalıklarda balıkçılar oltalarını sarkıtmış misinanın ucundaki yeme tav olacak bir alık balık beklemekteydiler. 


Burnun ucundan gözüme gözüme giren lenduha otelin çirkin yapısını görmemek için bakışlarımı ufka sabitleyerek çayımı yudumladım. Gönlümden geçen berberlerin kullandığı bir ense makinesini elime alıp silüeti bozan bütün yükseltileri traşlamaktı, lakin gönlün isteklerini her zaman gerçekleştirmek mümkün olmuyor.


Fotoğraf çekmek için dolaşırken kestaneciye rastladım. Tarttırırken çürüklerini koyma dediğimde "abla ben her zaman buradayım, çürük çıkarsa getir değiştireyim" cevabını verdi. "Yahu ben bozuk çıkan ütüyü servise götürmeye üşeniyorum, bir kestaneyi mi geri getirecem sana, peşin peşin sağlamlarını ver" diyerek işi bağladım. Mevsimin son kestane kebabını denize karşı yemek varmış kısmette.


Kestaneler tükenince yürüyüşe devam etmek üzere kalktık. Yol üstünde bu tavşanları gördük. Bir grup paçalı tavuk ve horozla birlikte telle çevrilmiş bir alanda hoplayıp zıplıyorlardı. Oldukça besili, şirin ve şımarıktılar.


Ayaklarımız bizi Yat Limanı'na kadar götürdü. Mermerli Kahve'ye yerleşip bence Antalya'nın en güzel manzarasına karşı bu defa kahvelerimizi yudumladık. Az evvelki ense makinesi hayalimi burada da aklıma getirmedim desem yalan olur. 


Akşam olup sular sararırken, güneş Beydağlarının ardında kaybolmaya yüz tutmuşken bu defa dönüş yoluna vurduk kendimizi. Aç karnımızı mahallemizin pidecisinde doyurup döndük evimize. Kışın teneffüse çıkıp ilkbaharın reklam vermeye geldiği bu gün pek güzeldi, devamını diliyoruz Şubat kardeş. Ne demişler "Ağanın eli tutulmaz"...

4 Şubat 2012 Cumartesi

ISINDIK ŞÜKÜR, GÜLDÜ YÜZÜMÜZ


Hava açtı bugün, ayrıca ısındı da. Normal Antalya kışlarına döndük yani, hatta derin bir nefes çekerseniz hafiften bir bahar kokusu bile  almak mümkün. Artık silkinip kış uykusuna yatmış ayı modundan çıkmalı, bu soğuklar her bakımdan vurdu bizi. Evde oturup sıkıntıdan atıştırmaktan, KDE 1, 2, 3 nedeniyle yiyip içmekten ve aldığım yakıtı yakamamaktan dolayı terazinin ibresi sağa doğru hafif bir meyil göstermekte. Tiz yürüyüş yapıp enerjisi düşük yakıtlara yönelmeliyim. Birazdan çıkıp kendimi sokaklara atacağım, sonrasında denizi kuşbakışı gören bir cafede çay içmek gibi hain bir planım da var.

Parfümle yaptığım dans sonunda nihayete erdi, bu kadar uzun sürmemeliydi aslında ama araya Oscar  adayı filmleri izleme etkinliği ve doğumgünü kutlamaları girince süründü kaldı elimde. Aslında bunlar "oynayamayan gelin yerim dar dermiş" hesabı bahaneler, yine de daha erken bitebilirdi, ağırdan aldım açıkcası. Kitapta henüz ilk günlerini eda etmekte olduğumuz Şubat ayı hakkında çok güzel betimlemeler yapılmış, bayıldım. Diyor ki yazar: "Şubat ayı en kısa aydır derler ama yanılıyor olabilirler, biliyor musunuz? Takvim sayfalarını karşılaştırdığınız zaman evet, en kısası oymuş gibi gözükebilir. Şubat, ocakla martın arasında sandviç peyniri gibidir. İki yanındaki dilimlerin kabuklarına değemez. Ayağında lastik şosonlar varken (zaten şubatı çıplak ayakla yakalamanıza imkan yoktur) aralıktan bir kafa boyu kısadır. Ama artık yıllarda filiz verdiği zaman nisanın burnuna kadar gelebilir. Kuzenlerinden ne kadar daha ufak-tefek görünürse görünsün, hepsinden uzun sürüyormuş gibi bir inanca sahiptir. Kışın en gaddar ayıdır. Çok zalim oluşu, maskeli baloya gidiyormuş gibi ilkbahar kılığına girebilmesinden, bunu birkaç saat sürdürüp sonra maskesini sadist bir kahkahayla çıkarmasından, herkesin suratına buzlar tükürmesinden ileri gelir ki, buna uzun süre dayanmak gerçekten güçtür. Şubat acımasızdır. Aynı zamanda da can sıkıcıdır. Sayfasındaki kırmızı rakamları topladığınız zaman sıfır eder. Bu sakin şampanyanın tek canlı köpüğü Sevgililer Günü'dür. Atalarımızın Sevgililer Günü rozetini Şubat'ın gömleğine takmaları bir kaza değildir. Bu frijit ayda kendine bir sevgili bulacak kadar şanslı  olan kadın veya erkeğin gerçekten kutlayacağı birşey var demektir. Şubatın rengi çavdarın üstündeki domuz yağı gibidir, kokusu ıslak yün pantolonlar gibidir. Sesine gelince, gıcırdayan bir kemanla çalınan soyut bir ezgidir. Ey Şubat, sen her iki anlamda da küçüksün! Eğer boyun şimdiki bıktırıcı boyunun iki katı olsa, içimizden pek azı o şen Mayıs ayına sağ çıkardı."

Şubat gücenmesin, ben demiyorum valla, Tom Robbins diyor, ben onun yalancısıyım. Efendim ben konsepte uyması ve Lale ile eşgüdümlü gidebilmek adına "Rus Kışı"na başladım. Görüşlerimi ilerleyen yazılarda paylaşmak dileğiyle yürüyüşe gidiyorum. Çav, arividerçi, gudbay, afiderzeyn, eyvallah, kalın sağlıcakla gurbanlar...

3 Şubat 2012 Cuma

MİM


Defter blogunun sahibi sevgili selgingb mimlemiş beni. Mim olayından çok hoşlanmasam da güzelim yemek öyküleriyle dolu kitabı sayesinde blog dostluğumuzun pekiştiği Selgin'i kıramazdım, o yüzden aldım elime kalemi, yazdım başıma geleni. Diyeceksiniz ki hani kalem? Eh Ekmek Teknesi dizisinden Herodot Cevdet'in repliği gibi "Misal Genç Osman". Şimdi gelelim sorulara:

1- Sence çok anlamlı bir söz:

Veciz birşey yazamayacağım, zaman zaman birçok söz hoşuma gider ama hepsini ezberime almam mümkün değil haliyle. Son günlerde duyduğum bir halk deyimi çok hoşuma gitti, etrafımdaki pek çok insana da uygun olduğunu düşünüyorum. Biraz kaba-saba ama eğlenceli ve doğru. Hazır olun yazıyorum:
"Gönlüm gülde, g.tüm külde"
Nasıl ama, bu tarz çok kişi yok mu çevrenizde:))

2- Makyajında olmazsa olmazın?

Çok az makyaj yapan biriyim ama tek bir olmazsa olmazım var: göz kalemi. Göz kalemsiz çıkmam arkadaş...

3- Uyguladığın güzellik tüyosu nedir?

Anadan doğma muhteşem bir güzel olduğum için hiçbir tüyoya ihtiyaç duymadım. Her halimle, her şeyimle güzelim, hata sende, günah sende, suç sende... Dermişim:))  Tüyo, müyo yok arkadaş. Neysek o.

4- En sevdiğin çiçek?

Sormaya bile gerek yok, doğduğum günden ölene kadar leylak, o kadar. Üstüne gül koklamam...

5- Nefret ettiğin birşey?

Buna bir değil birçok şey yazabilirim ama madem bir tane olacak, kura çektim şu çıktı: Kendini dünyanın merkezi sanan, egosu tavan yapmış insanlar...

6- En çok sevdiğin iltifat?

Aslında buna en çok güldüğüm iltifat da diyebiliriz; oturma odama girip duvarı kaplayan kitaplıkları ve kitapları görünce yüzde beliren hayret ve hayranlık ifadesiyle gelen  "Aaa bunların hepsini okudun mu?" sorusu. Cevap olarak "Okumadım, duvar izolasyonu amacıyla kullanıyorum" demeyi hep istemişimdir.

7- Favori Kitabın?

Pekçok ama seçmek şartsa yerlilerden "Füruzan/Parasız Yatılı", yabancılardan "Yüzyıllık Yalnızlık/G.Garcia Marquez".

8- Sana görünüş olarak yakın bulduğun ünlü?

Kastedilen dış görünüş ise bir zamanlar yani o estetiksizken Müjde Ar'a benzetilirdim. Bu yüzden yaşlanınca Aysel Gürel'e benzeyeceğimi düşünüyorum, çok mutluyum:)

9- Herkesin beğendiği ama senin sevemediğin bir ürün?

Üründen kastedilen ne acaba? Giysiyse leopar desenli herşey, makyaj ürünü ise siyah ruj ve ojeler, kitapsa asla ve kat'a kişisel gelişim kitapları, mobilya ise oymalı her zımbırtı.

10- Şu an en çok almak istediğin kozmetik ürünü?

Benim de yok. Hiçbir ürünün eğer genetik olarak şanslı doğulmamışsa cilde etkili olduğuna da inanmıyorum. O ka...

Verdiğim cevaplar mimi hazırlayan kişiyi ne derece memnun etti bilmem ama ben cevaplayarak Selgin'i memnun ettiğim için mutluyum. Bu mimi de Lale'ye, Mavi Balon Şeniz'e ve Bilge'nin Annesi'ne paslıyorum.

Şu karda, kışta, kıyamette hazır sözü edilmişken bir de leylak resmi ekleyip bahara hazırlık yapalım dedim efendim. Sefa ile...

2 Şubat 2012 Perşembe

ESKİ BİR İSTANBUL ÖYKÜSÜ

Kar nedeniyle İstanbul aşağı, İstanbul yukarı heryerde, özlettiler bana şehri. Kar-kış demeden kalkıp gidesim geldi. Sonra ilk gidişimi düşündüm, 11 yaşındayken. Milattan Önce yani ama yazı icat edilmişti, tekerlek de. O kadar yaşlı değilim anlayacağınız. Gidiş sebebimiz çok yakın bir aile dostumuzun, İstanbul'da yaşayan torununun yanında kalan kayınvalidesini ziyaret etmekti, iki gün kalıp yaz tatili için Amasra'ya geçecektik oradan. Uzunca bir yolculuk yaptık ve her zamanki gibi otobüs tuttu beni. Akşama doğru indiğimizde çalkalanıp duran midemi boşaltmaktan İstanbul'u gözüm görmemişti bile. Kadıköy'de, ahşap bir eski İstanbul evinde yaşıyordu Müyesser teyze ve akça pakça nurlu yüzü, yüzünden daha ak tülbendi, gülen gözleri ile o eve çok yakışıyordu. Sanırım iskeleye yakın bir yerdeydi ev, vasıtaya bindik mi hatırlamıyorum. Ertesi sabah daha kargalar kahvaltı etmeden, ev ahalisi uykudayken Müyesser teyze dürtüp uyandırdı beni, "Kalk" dedi, "seni Mısır Çarşısı'na götüreceğim". Giyindim, tuttum elinden çıktık evden. Ben şaşkın şaşkın etrafa bakınırken iskeleye gelmiştik bile. Ne oluyor demeye kalmadan Müyesser teyze yaşlı ve şişman gövdesinden beklenmeyecek bir çeviklikle hop diye motorun birine atlayıverdi. Motor dediysem sandaldan az hallice birşey, korkudan fincan gibi açılmış gözlerim ve üçbuçuk atan yüreğimle çaresiz beni çekiştiren Müyesser teyzenin ardından bindim motora. Bir gün önce otobüste yeterince mayalanmış midem bir de motorda çalkalanmaya başlayınca "hapı yuttuk" demiştim ama etrafı incelerken mideme odaklanamayınca kurtardım vaziyeti. Karşıya geçince de Müyesser teyzenin rehberliğinde Mısır Çarşısı'nda buluvermiştik kendimizi. Epeyce bir baharat yüklenip geri dönmüştük, evdekiler kahvaltıyı hazırlamış bizi bekliyorlardı. Sonra da Müyesser teyzeyi evde bırakıp bu defa annem, babam ve aile dostumuz hanımla birlikte vurmuştuk kendimizi yollara İstanbul kazan biz kepçe. Babam öğrencilik yıllarını geçirdiği İstanbul'u bize tanıtıyor olmaktan özel bir zevk alır gibiydi, tüm ritüelleri yerine getirdik. Yeni Cami'de güvercinleri yemledik, Kapalıçarşı'da dolaştık, köprüde balık-ekmek yedik (tadı hala damağımda), Topkapı Sarayı'nı gezdik, Yerebatan Sarnıcı'na girip bonus olarak bir de Mozaik Müzesi'ni dolaştık. Hayli geç bir saatte ayaklar şiş, yorgunluktan bitik eve döndüğümüzde kıyamet koptu. Müyesser Teyze çok kızmıştı, doğal olarak öfke oklarını bize değil gelinine yönlendirdi, sıkı bir diskur çektikten sonra küstü. Bizimle konuşmaya devam etti ama sadece geline küstü. Sanırsın ki kadın kendi başına düşmüştü yollara:)) Bereket sabaha öfkesi geçmişti de tekrar çıkabildik gezmeye. Bu defa Emirgan'a kadar uzandık, dönüşte Dolmabahçe Sarayı'nı gezmek vardı planlarımız arasında ama günlerden Pazartesi olduğunu unuttuğumuz için kapıdan geri döndük. Zaten konukluğumuz da sona ermişti, o gece Amasra'ya doğru yola düştük. Ve tekrar İstanbul'a gidişim bu ziyaretten yıllar sonra oldu. Araya giren uzun yıllar aşkımı depreştirip kuvvetlendirmiş olmalı ki her yıl rutin ziyaretimi yapmazsam kaşıntım tutuyor. Hep yazın gittim ayrıca, şu karlı kışlı mevsimi de bir denesem mi acaba, ne dersiniz:)))