Sayfalar

31 Temmuz 2010 Cumartesi

SICAK SICAK SICAK

"Eneee Fırat 2 çıkmış. Ben bundan bişey yaparım ki."

Koca kafalı, nohut gövdeli, saflıkla cinlik arasında gidip gelen Fırat'ı kimler seviyor? Ben hastasıyım, ikinci kitabın çıktığını duyar duymaz sırf onu satın almak amacıyla çıktım bu sıcakta evden. Geldim geleli yarı baygın durumda dolaşıyorum oysa. İstanbul'daki yoğun gezmenin ardından bir de sıcaklar bindirince vücut isyan etti. Bana adrenalin yarıyor, gezme halindeyken canavar gibiyim. Ne yorgunluk, ne sıcak, ne ağrı, ne sızı. Ne zamanki istirahate geçiyorum o zaman mort. Ne yapalım dinlenince geçer, can sağlığı olsun. Ankara kaynıyor, bırak sokağa çıkmayı balkon kapısından adım atınca fırına girmiş gibi oluyor insan. Şu aralar en yakın dostum yelpaze ve soğuk su. Bu evde klima yok, vantilatörden de ağzımın payını aldım, yelpazenin himmetine kaldım (şiir gibi oldu yav). Anlaşılan o ki birkaç gün daha balık gibi ağzımızı açıp o kanepeden bu kanepeye sürükleyip duracağız nazik bedeni.

Bugünlük bu kadar olsun dostlar, ben gidip Fırat'la biraz hasbıhal edeyim, kalın sağlıcakla...

30 Temmuz 2010 Cuma

İSTANBUL GÜNLÜĞÜ 4

Biliyorum usandınız ama bitiyor, bu son gün. 15.30'da yola çıkacak olmama rağmen lise arkadaşlarım tarafından apar-topar yapılan bir planla otobüs saatine kadar geçecek sürenin Mihrabat Korusu'nda değerlendirilmesine karar verildi. Sabah erkenden evsahibim arkadaşımla vedalaşıp diğer arkadaşımın arabasıyla karşıya geçtik. Kanlıca'da bekleyenleri de alıp ekibi tamamladık ve tırmandık Mihrabat Korusu'nun yokuşunu. Kahvaltı için seçtiğimiz mekana girince gördüğüm manzaradan gözlerim kamaştı. Her ne kadar Köprü tepesine binmiş gibi görünse de estetik ve kunt yapısıyla Rumelihisarı kaydedildi ilk olarak fotoğraf makineme. Hisar'a karşı Orhan Veli'yi de anmadan geçemedim:

"Urumelihisarına oturmuşum
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum
İstanbul'un mermer taşları
Başıma da konuyor martı kuşları
Gözlerimden boşanır hicran yaşları
Edalım...
Senin yüzünden bu halim"



Kahvaltı tabaklarımız ve çaylarımız geldiğinde önümüze konan yiyecekleri mi yesem, manzarayı mı gözlerimle içsem bilemedim. Hele bu güzellikleri paylaşacak dostlar da yanımda olunca değmeyin keyfime.

Sürekli çekim yapmaktan makinem sürmenaj olacaktı neredeyse. Görmemişler gibi "Aaa vapur geldi, çekelim", "Amanın iki köprü aynı kadrajda çekelim", "Bak bak, bu koy ne güzel görünüyor, çekelim" deyip deyip bastım deklanşöre.

Ara sıra kalkıp koru yollarında yürüyüş yapmayı da ihmal etmedik.



Mihrabat Korusu Yahya Kemal Beyatlı'nın en sevdiği yerlerden biriymiş. "Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul" derken kastettiği tepe Mihrabat olsa gerek. Hasılı muhteşem bir gündü. Otobüs saatim yaklaşırken mecburen kalktık. Ben gitsem de kalbim Mihrabat'ta kaldı. Sanırım özledikçe Özdemir Asaf'tan şu şiiri mırıldanacağım:

"Şu anda İstanbul'da olmak isterdim.
Mihrabat Korusu'nun dar yollarında seninle
Yan yana, yana yana yürümek...
Bir de martıların kanatlarından seyretmek İstanbul'u."

Koruya veda edip yıldırım hızıyla karşıya geçtik, bana bu güzel saatleri armağan eden arkadaşlarımla vedalaşıp Bakırköy'den servise bindim, yarım saat sonra da Ankara'ya doğru yola koyulmuştum bile. Bu kez ne mutlu ki geveze bir yol arkadaşına denk gelmedim. Gelirken yarıladığım "İstanbul'da Kan Var" adlı polisiye öyküleri bitirip "Juno" filmini de izleyerek yolculuğu tamamladım. "Juno" çok eğlenceli bir filmdi, Juno karakterini canlandıran kızdan ne kadar hoşlandıysam ergenliğinin son demlerini yaşayan alık sevgilisine de o kadar sinir oldum. Hele bir de o süzme salağa "senin zekana aşık oldum" demedi mi, kan beynime çıktı.

Ani bir kararla gidilen İstanbul gezisi de anılar arasına karıştı ama orada geçen günlerim üzerlerine birer yıldız konup "En nadide anlar" çekmecesine kaldırılmayı haketti.

Not: Fotoğrafları tıklayın ki büyüsün, güzellikleri artsın...

28 Temmuz 2010 Çarşamba

İSTANBUL GÜNLÜĞÜ 3

İstanbul'daki 3. günüm ve 2. sabahıma kuzenimin Ataköy'deki evinde "Günaydın" dedim. Semt ve yer değiştirmekten şaşkınlaşan bünyeyi sıkı bir kahvaltı ve akşamki düğünün değerlendirmeleri ile kendine getirdikten sonra evsahibim tarafından Beşiktaş'a bırakıldım. İskeleye kadar küçük bir yürüyüş sundum kendime, ardından da taksiye binip Ortaköy'e arkadaşıma geçtim. Program farklı planlanmıştı ama ciddi anlamdaki sıcak değişikliğe neden oldu. Ortaköy'deki evsahibimi akşama kadar azad ettim ve gelip beni alan lise arkadaşımın arabasına atlayıp günü değerlendirmeye başladım. İlk durağımız yine Baltalimanı oldu. Kendimize güzel bir öğle yemeği ikram ettik yanında aperatif olarak Boğaz manzarasıyla.

Yemekten sonra doğaçlama olarak düştük yola sahilden. Yukarıdaki görüntüler Emirgan'dan. Kıyı şeridi iğne atılsa yere düşmeyecek şekilde çoğunluğu erkek nüfus olan, uzun donlu, şambriyelli, kimi yerlere serilmiş, kimi denize atlayan insanlarla doluydu. Lüks yalılarla Boğaz arasındaki bu absürd görüntü düşündürdü beni. Sınıflararası uçurumun belirgin bir örneğini net biçimde gözlemlemiş olduk. Biz şaşkınlıkla bakıyorduk ama onların keyfi yerindeydi, hele az ileride, çok şık bir villanın hemen giriş kapısının önündeki güneşte ısınmış tozlu kaldırımlara yüzükoyun, sanki çok rahat bir yatakta yatarcasına serilmiş çocuklar kahkahalar atıyordu. Karşılıklı el sallaşarak devam ettik yolumuza.


İstinye, Yeniköy, Sarıyer derken Rumelifeneri'ne gitmeye karar verdik. Köye girmeden yolda durup fotoğraf çektik. Karşıda binlerce yıllık, Cenevizli Yoros Kalesi harika görünüyordu.


Rumelifeneri köyünde arabayı açık penceresinden çok yaşlı, minicik, akpak saçlı bir teyzenin baktığı tek katlı bir evin önüne parkettik. Eliyle işaret ederek ve alçacık sesle birşeyler söyledi, sonunda anladık ki biraz geriye koymamızı istiyormuş arabayı, biz de uyduk arzusuna kapatmadık manzarasını. Çok sevdiğim bir yapı olan feneri herzamanki gibi zevkle seyredip fotoğrafladıktan sonra birer çay içtik Karadeniz'e karşı, fazla oyalanmadan da kalkıp yola düştük. Akşam başka bir programa dahil olacaktım çünkü.

Sevgili arkadaşım beni Odakule civarında bıraktı. Diğer ekiple buluşmak için İstiklal'de yürürken şu Kızılderili orkestrasına rastladım. Henüz müzik yapmaya başlamamışlardı ama görüntüleri ilginçti.

Gün İstanbul'un en sevdiğim yapılarından birinin, Galata Kulesi'nin hemen altında bir mekanda yediğimiz yemek, bol sohbet ve kahkaha, Galatasaray'a doğru kısa bir yürüyüş ve Mado'da bünyeye sunulan dondurmalarla sona erdi. Yaşam defterine düşülen güzel bir kayıttı. Yarın bitiyor, sabrınız için şimdiden teşekkürler...

Not: İlk günden beri İstanbul yazılarımı yorumlarına kadar kopyalıyor biri. Merak ettim doğrusu ne yapacak, bir açıklama getirirse sevineceğim.

İSTANBUL GÜNLÜĞÜ 2

İstanbul'daki ilk sabahıma çok erken uyandım. Yapılacak çok iş, gidilecek çok yer, görülecek çok mekan vardı fakat vakit yoktu. Nikah ve düğün bugün olduğu için de ekstra telaşlar çıkacaktı. Nitekim ilk angaryayı yani kuaför işini kahvaltıdan evvel halledip arkadaşımla Ortaköy'ün rüzgar alan bir sokağına yerleştik. Çaylarımızı içip baget sandviçlerimizi mideye gönderdikten sonra da vedalaştık. Ben kendimi bir motora atıp nikahın olacağı Üsküdar'a doğru püfür püfür yollandım. Denizde olmak güzeldi velakin karaya çıkınca ne üfür kaldı ne püfür. Sıcak cehennem, rutubet berbat, Nikah Salonu'na giden yollar daha berbattı. İçeri girdiğimde saçlarım duştan yeni çıkmış kadar ıslak, giysim üstüme yapışmış ve heryanımdan buhar tüter vaziyette idim. Salonun klimalı serinliğinde biraz kendime geldim. Ardından da gelin ve damat geldi zaten.

Bu fotoğrafta nikah sonrası evlendirme cüzdanını teslim alan gelinimizi görmektesiniz. Kendi güzel, damadı güzel, gelinliği güzel, heyecanı güzel hasılı herşeyi güzeldi...

Nikah sonrası kızımızı damada teslim edip aile bireyleri olarak Üsküdar'ın ünlü Kanaat Lokantası'na gittik. Oldum olası kişiliği ve tarihçesi olan mekanlara bayılırım. Kanaat Lokantası da benden tam puanı haketti. Yemek olarak aldığım "Hünkar Beğendi" de, tatlı olarak seçtiğim "Aşure" de harikaydı. Sonrasında yanımdakilere düğüne kadar veda edip ayağını çatlattığı için dış mekandan iç mekana geçiş yaptığımız Lalemle buluşmaya gittim. Bindiğim taksinin şoförüne Lale'yi aradığım telefonu uzatıp adres tarifi yaptırdım ve çok geçmeden Lale'nin klimalı, serin salonunda kanepeye yerleşmiş muhabbete başlamıştım bile. Biz uzun zamandır tanışan kişilerin rahatlığında sohbete devam ederken evin güzel kızları da bize servis yaptılar. İmrendim şahsen, insanın kızı olması iyi birşeymiş:)) Lalecim mobilize olmamak için kendini epey zorlarken ben de ilk kez görüştüğüm bir kişiyle ne çok ortak konumuzun olmasına şaşmaktaydım. Hasılı düğün vakti yaklaşana dek yıllardır tanışan iki arkadaş gibi söyleştik. Akşama doğru da yanımda getirdiğim giysilerimi giyip Lale ile vedalaştım ve iyi bir dost kazanmanın keyfiyle ayrıldım oradan. Buradan bir kez daha teşekkürler Lalecim, seni tanımaktan sonsuz mutluluk duydum, dilerim en kısa zamanda tekrar görüşürüz, mekan önemli değil; İstanbul, Ankara ya da Antalya farketmez kaldığımız yerden devam etmek için, yeter ki sen mobilize durumda ol:))

Lale'nin evinden ayrıldıktan sonra bir taksiye atlayıp Kuleli Askeri Lisesi'nin yanındaki düğün mekanına geldim. Yaklaşan akşam saatlerinde yumuşayan ışıkla harika bir görünüm sergileyip gözü gönlü açmaktaydı.

Boğaz ayaklarımızın altında, insan ne yana bakacağını şaşırıyor, üç yanda üç ayrı güzellikte manzarayla mestolduk gelinle damadı beklerken.

Sonunda geldiler ve tören başladı. Son derece neşeli, keyifli, samimi bir düğündü. Başta gelinimiz olmak üzere hepimiz çok eğlendik.

Dilerim yüzleri nikah şekerlerindeki bu kardan adamlar gibi hep güler, mutlulukları sonsuza kadar sürer. Darısı arzu eden bekarların başına diyelim. Gökten üç elma düşmüş, biri genç çiftin, biri Leylak Dalı'nın, biri de İstanbul'un başına.

Arkası yarın...

27 Temmuz 2010 Salı

HU HU, BEN GELDİM (İSTANBUL GÜNLÜĞÜ 1)

Selam arkadaşlar, ben geldim. Beraberimde muhteşem anılar ve güzel fotoğraflar getirdim. Getirdim getirmesine de tam sizlere aktaracakken küt elektrikler kesildi. Bizim buralarda elektrik kablolarını yeraltına alıyorlar, o nedenle kesinti 8 saat kadar devam etti. Umarım bu son elektriksiz kalışımızdır.

İstanbul'a Cuma günü, pek memnun kalmadığım bir otobüs yolculuğu sonrası akşama doğru ulaştım. Hizmet etmekten ziyade "bir fırsat bulsam da şunları dövsem" planları yapıyormuş gibi görünen bir muavinin zoraki tavırlarına sinir olarak, arkamda oturan çok yaşlı ve kulağı az işittiği için meramımı bir türlü anlatamadığım amcanın açısını enseme verdiği tepe klimasının terli boynumu kazığa çevirmesine engel olmaya çalışarak ve hemen yan koltuğumdaki emekli öğretmen olduğunu oturur oturmaz beyan eden yaşlı hanımın muhabbetine tahammül ederek bitirdim sonunda yolculuğu. Bu hanım otobüse bindiğimde benim tekli koltuğa oturmuş, eşyalarını yerleştirmiş ve "biri gelse de konuşsak" hevesiyle etrafı süzmekte idi. "Burası benim koltuğum hanımefendi" dediğimde itiraz edip "Hayır, benim" diye ısrar etti. Numarasını sorduğumda haklı olduğum ortaya çıktı ve gayet gönülsüzce kalkıp yan koltuğa geçerken hala "Ama ben tek koltuk almıştım" diye söyleniyordu. Neyse ki oturduğu ikili koltuğu ve yol arkadaşı genç kızı da beğendi ve hemen bana dönüp "Ben emekli öğretmenim" dedi. Kalır mıyım altta, hemen ben de çektim düello kılıcımı ve "Ben deee" dedim. Yaa, yer mi Anadolu çocuğu:)) Lakin yesem ve sesimi çıkartmasam iyi olacakmış. Meslektaşlık ruhu yaşlı hanımı galeyana getirdi ve yol boyunca (uyumadığı anlarda) susmak bilmedi. En komiği de ikili koltuğa geçtikten sonra "Aslında ikili koltuk da güzel ama ben tekli koltuğu geveze bir yol arkadaşına denk gelirim diye istemiştim" demesiydi. Hanımla yaptığımız zoraki muhabbetler onun uyku seanslarıyla kesildiği zamanlarda "Dalgıç ve Kelebek" adındaki filmi yarıya kadar izlemeye çalıştım devamını getirmeye ruhum ve midem dayanmadı. Biraz da kitap okudum "İstanbul'da Kan Var" isimli polisiye öykü derlemelerinden 50 sayfa kadar, kalanını da dönüşte bitirdim. Ben de gelenekse hale gelmiştir, her İstanbul yolculuğunda İstanbul'la ilgili bir kitap okurum yolda.

Evet, yolculuk iyi kötü sona erdi, servis araçlarında yaşadığım bir karışıklık daha var ama artık onu es geçeyim sonunda arkadaşlarla Beşiktaş'ta buluştuk ve İstanbul Üniversitesi'nin Baltalimanı'ndaki Tesisleri'ne yemeğe gittik.

Osmanlı Döneminde Mustafa Reşit Paşa'nın Sahil Sarayı olan bina günümüzde İstanbul Üniversitesi'ne bağlı bir tesis olarak işletilmekte. Gittiğimizde denize bakan avluda bir düğünün hazırlıkları vardı. Çok şık insanlar girip çıkmaktaydı binaya, biz yandaki lokanta kısmına yöneldik.
Açık pencerenin yanına oturduğumda gördüğüm manzarayla bile doymuştum, yemek yemesem de olurdu.

Ama hava kararıp da Köprü'nün ve şehrin ışıkları yanmaya başlayınca bu görüntü karşısında hem yenilir, hem içilir deyip giriştik masada ne varsa.

Gökyüzünde göz kırpan dolunay yeterdi aslında ama sağolsun Belediye şerefime havai fişek gösterisi de tertipleyip iyiden iyiye mahcup etti beni, üstelik geçen yıl da aynı hoşluğu yapmışlardı. Ne yapayım, İstanbul benimle gurur duyuyor işte:))

İstanbul'da ilk günüm bu güzelliklerle sona erdi, devamı yarına diyelim...

23 Temmuz 2010 Cuma

İKİ ŞEKERLİ Bİ SADE, HADİ BANA MÜSAADE


Sevgili Dostlar, birkaç gün İstanbul'da olacağım. Her ne kadar çok sıcak ve nemli olduğu konusunda rivayetler mevcutsa da Antalya'da kimbilir kaç cehennemî yaz geçirmiş bendenize vız gelir tırıs gider. Kısacık zamana upuzun şeyler sığdırmaya çalışacağım. Fırsat bulursam İstanbul'da, bulamazsam dönüşte görüşmek dileğiyle. Beni unutmayın e mi?

22 Temmuz 2010 Perşembe

NE YAPSAK, NE YAPMASAK

Ne mi yapıyorum? Ne yaptığımı kendim de bilmiyorum. Bu yıl leyleği havada falan da görmedim ama leylek kadar kilometre yaptım sanki. İki gündür şöyle geçiyor günler:

-Ne götürsek, ne götürmesek?
-O çanta bu ayakkabıyla olmaz, mecburen yanımıza bir çanta daha alsak (işin içinde düğün var ya).
-Bu tshirti yedeklesek de mi saklasak, yedeklemesek de mi saklasak?
-Alışverişe gitsek, ne alsak, ne almasak?
-Fiyatta uzlaşmaya çalışırken sesini yükselten satıcıya çemkirsek, yetmedi bir daha çemkirsek.
-O sinirle fırından yeni çıkmış Ankara simidine saldırsak, yanında ayran mı içsek kola mı içsek?
-Kitapçıda geçen haftaki alışveriş sırasında rastlaşıp şakalaştığımız kişiye bir daha rastlayıp şakalaşsak.
-Başka bir mağazada bu defa tezgahtara kızıp çemkirsek, gün itibarıyla bütün satıcıların bize karşı olduğunu düşünsek.
-Almayı düşündüğümüz obje için bir sürü yol gitsek, sonunda dükkanın kapanmış olduğunu görsek, sinirden çatlasak.
-Başkasının karıştırıp dağıttığı sonra da çekip gittiği mağnetler için kibar görünmeye çalışan personel tarafından "Ben yardımcı olsam?" şeklinde üstü kapalı uyarılsak, yeterince çemkirdiğimizi düşünüp bu defa çemkirmesek.
-Tam eve yaklaşmışken en önemli şeyi almayı unuttuğumuzu farketsek, geri dönsek.
-Başka şeyler almak için gittiğimiz aynı parfümeri mağazasında her alışverişte "nemlendirici" alma konusunda ısrar edilsek ve neden nemlendirici kullanmadığımızı her seferinde açıklasak.
-Tek parça halinde eve dönmeyi başarıp ütü yapmaya kalksak, ütünün fişini taktığımız anda elektrik kesilse, 1 saat tekrar gelmesini beklesek.
-Bu kadar dolaştıktan sonra dizimizin ağrısı azsa, sabaha kadar uyuyamasak.
-İstanbul'a gitsek, hepsini unutsak, dizimizi biraz daha ağrıtıp dönsek.
-Maddeleri sıralayıp bitirdikten sonra neden çoğul kullandığımıza şaşıp şaşıp kalsak...

Not: Fotoğraf Bafa Gölü'nden. Müşteriden kalan ekmeklerin davetsiz misafirleri.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

SABAH SEYRANI

Sabah yine balkon seansı yaptım bir süre. Ankara günlerinin klasiği haline dönüştü bu balkon tarassutları (ay ben de nerden buldum bu eski kelimeyi, aramızdaki gençler anlamayacaklar, gözetleme, gözleme anlamında kullanmış idim kendilerini). Caddenin iki yanındaki akasyalar coşmuş durumda; yemyeşiller, pıtrak gibi çiçekteler, çok canlılar ve çok heybetliler. İçlerinden bazıları apartmanların boyunu aşmış, üstelik heryıl budandıkları halde. Şu sıralar elektrik kablolarını yeraltına alma çalışmaları var, tellere değme riski olmadan rahatça uzatabilirler artık dallarını gökyüzüne. Tek kötü yanları yerlere dökülen kurumuş çiçekler, kaldırımlarda, asfaltta kurumuş bir petal denizi oluşuyor, sıkı bir yağmur yağarsa da yol kenarından sapsarı derecikler akıyor. Sıra sıra dizili bu akasyalar bir tek bizim apartmanın önünde yok, görüş açımın netliği buradan kaynaklanıyor. Bizim evin önündeki yıllar önce kurumuş, onun yerine karaağaca benzeyen birşey dikmişler. Son iki yıldır o da tamamen kurudu (günahı boynuna, ağacın karşısındaki dükkanın eski sahibi mahalle bakkalımız peynir dip sularını döke döke mi kuruttu acaba bu ağaçları). Şimdi onca gümrah, yeşil akasyanın arasında kupkuru bir iskelet olarak duruyor. Her balkona çıktığımda onunla ilgili yaratıcı fikirler geliştiriyorum. Kırmızıya, maviye ya da yeşile boyamak geçiyor aklımdan. Üzerine yapma çiçekler asılabilir en kocamanından. Dallarına çaput bağlanarak dilek ağacı haline dönüştürülebilir mesela. Hem o zaman altına bir sandalye atar, çaput başına ufak bir bağış alarak zengin de olabilirim belki:)

Cadde insan yönünden ıssız, araba yönünden kalabalık. Kaldırımdan tek tük insan geçiyor ama yolda bir araç seli var, kaldırımlara bile taşmış hatta. Apartmanın alt katındaki oto döşemecisinin önünde ikisi taksi üç araç var, koltuk kılıflarını yeniletmek için bekliyorlar. Taksilerin parlak sarı rengini seviyorum, renk katıyorlar ortama. Az evvel caddeden yarış bisikletiyle, bisiklet mayosuyla bir genç adam geçti rüzgar gibi. Yarışçı kaskının altından savrulan, beline kadar uzun atkuyruğu saçları nedeniyle önce kadın sanmıştım ama yaklaşınca bıyıklarını farkettim. Öyle hızlıydı ki ben bu postu yazana kadar o çoktan antrenmanını bitirip duşunu bile almıştır. Karşıda parketmiş bir kamyonet var, üstünde "İnci Su, şifa niyetine" yazıyor. Belki bilirsiniz Ankara'da musluktan akan su oldum olası içilmez, serttir (Kızılırmak suyu karıştığından beri yemeklere de kullanamaz olduk ya). Hatırladığım günden beri evlere su alınırdı kapılara gelen dağıtıcılardan. Şimdiki plastik damacanalar ne gezer o zaman, sırlı küplerimiz vardı, ağzına bir tabak kapatılır, üstüne de bir maşrapa yerleştirilir. Ha bir de elbiseleri olurdu küplerin, mutfak örtülerine uygun çiçekli basmadan, büzgülü. Evin en şişman, en yaşlı, en ulu dişi bireyi olarak süzülürdü mutfağın girişinde. Kapıya gelen sucu hasır kılıflı cam damacananın ağzındaki kurşunu afili bir hareketle sökerek çıkarır, kolay akması için elindeki kısa hortumu (titiz hanımların kendine ait olurdu bu hortumlar, ortak hortumu kullanmazlardı) sokar ve suyu küpe aktarırdı. Mis gibi, buz gibi suyunuz emrinize amade. Biz de İnci Su alırdık o zamanlar. "Şifa niyetine" içmişiz bunca sene de haberimiz yok. Sağlığımız buradan kaynaklanıyor olsa gerek:)

Mahallede tam bir inşaat hali mevcut bu ara, cadde kenarları ve apartman girişleri delik deşik, elektrik kabloları yeraltına alınıyor, bitmek bilmez bir süreçtir devam edip gidiyor. Hem de gece çalışıyorlar, makinaların gürültüsü bir yandan, işçilerin bağırtısı bir yandan uyuyabilirsen uyu. Bu yetmezmiş gibi alt komşu tadilata karar verdi, duvar yıkıp yer söküyor. Gündüz de onun tangırtısı ambale olduk velhasıl. Neyse ki yolcudur Abbas, bağlasan durmaz. Bana yine yol gözüktü. Bizim ailenin "Kutlu Düğün Senesi" şenlikleri kapsamında bir düğüne katılmak üzere Cuma günü İstanbul yollarındayım. Şaka maka fena olmadı, benimki bir nevi hac farizasına döndü, her yıl bir İstanbul kaçamağı yapmazsam keyfim yerine gelmiyor. Düğün sayesinde bu yılkı İstanbul seferi de gerçekleşecek. O nedenle biraz işim var, kalkıp çarşıya gideyim. Öğle yemeği zamanıdır, cümlenize afiyet olsun...

20 Temmuz 2010 Salı

ÇOCUKLUĞUN İZİNİ SÜRMEK

Cumartesi günü geçmişimize hoş bir yolculuk yaptık üç arkadaş. Çocukluğum ve ilkgençliğim Ankara Yenimahalle'de geçti. Şimdiki çocukların rüyalarında bile göremeyeceği güzellikte bir çocukluk sundu bize bu semt. Oturduğumuz ev göz alabildiğine uzanan bir kırlık alanın üstündeydi. Bahar geldi mi doyum olmazdı. Arka balkonumuzdan Atatürk Orman Çiftliği görünürdü, öylesine boştu arazi. Buğday tarlalarının arasından yürüyerek İstanbul Yolu'na pikniğe giderdik güle oynaya, taze başakları koparıp sütlü içlerini yiyerek. Gelinciklerin, papatyaların boyverdiği otların arasında deli gibi oyunlar oynardık, ne yakantop dayanırdı bize, ne ip atlama ne seksek. Akşam çöker, balkondan seslenen annelere "Nooolur, birazcık daha" diye yalvarır sonunda çaresiz "Evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine" diye bağrışarak zoraki girerdik evlere. Semt sakinlerinin çoğu memurdu, düzenli, temiz, sakin, insanları birbirine saygılı, şehirden bağımsız, şirin bir yerdi Yenimahalle. Orada gençliğini ya da çocukluğunu geçirenin tutkusu, özlemi asla dinmez.

Ne yazık ki son yıllardaki çarpık kentleşmeden, göçlerden nasibini aldı. Güzelim iki katlı, tek katlı evler yapsatçıların elinde çirkin apartmanlara dönüştü, yeşili azaldı, halkı kozmopolitleşti, görünümü değişti kısacası eski tadı kalmadı. Ama bir tutku işte Yenimahallelilik, vazgeçemiyoruz bir türlü, internette sayısı binlere ulaşan gruplar kurup hiç görmediğimiz kişilerle "mahalle ruhu" dediğimiz şeyi paylaşıyoruz. Cumartesi günü Yenimahalle turu yaptığım iki arkadaşım da çocuklukları, ilkgençlikleri Yenimahalle'de geçmiş, gruplar aracılığıyla tanıyıp bir yılı aşkındır yazıştığım insanlardı. Hem özlemimizi gidermiş hem de dostluğumuzu sanaldan gerçeğe dönüştürmüş olduk. Bizi ençok yukarıda fotoğrafını gördüğünüz ev etkiledi; iki devasa apartmanın arasında çürük bir diş misali, bitkisel hayata girmiş bekliyor, ötenazi bekler gibi. Kimbilir içinde ne hayatlar yaşandı, neler gördü geçirdi.

Ölümünü bekleyen birçok eski eve karşın güzel şeylere de imza atılmış. Taşkın Sokak'ta restorasyon çalışmaları yapılmış, kaldırımlar yenilenmiş, binaların ön cepheleri elden geçirilmiş, eğlence mekanları bu sokakta toplanmış,

Tıpkı 1964 den beri hizmet veren Yenimahalle'nin meşhur meyhane-restoranı "Çalıkuşu" gibi.

Restorasyonun sloganı "Sokakta Hayat Var" olarak belirlenmiş.

Yalnız tuhaf olan binaların sadece ön yüzlerinin yenilenmiş olması. Pırıl pırıl görünen binaya yandan bakınca adeta döküldüğünü farkediyorsunuz. Yine de bu iyi bir başlangıç ve güzel şeyler vadediyor, dilerim devamı gelir.

Pekçok sokağını gezdik eski mahallemizin, okuduğumuz okulların önünden geçtik, yaşadığımız evleri-ki çoğu yıkılmıştı-ziyaret ettik, hala mevcut olan bildik yerleri gördük sevindik. İlk kornet külahı bizlere tanıtan ve ne mutlu ki üçüncü kuşakla hala hizmet veren Vardar Dondurmacısı'ndan aldığımız dondurmalarda çocukluğumuzun tadını bulamasak da kokusunu duyduk sanki. Sadece bütün vesikalıklarımızı çektirdiğimiz "Foto Hülya" ya girip poz vermediğimiz kaldı. Hasılı yeni dostlarla eski günlerde bir gezinti yaptık, buradan her ikisine de sevgilerimi yolluyorum...

19 Temmuz 2010 Pazartesi

YİYELİM, İÇELİM, KUTLAYALIM...

Dün hayatımın "Top 10" listesinin ilk sırasında yer alan varlığın doğum günüydü; iyi ki doğmuş, iyi ki hayatıma anlam katmış. Sağlıkla nice doğum günleri kutlasın...

Akşam yemeğe gittik dışarıya, mekanın adı "Esnaf Lokantası". Ahşap sandalyeleri, beyaz örtülü masaları, tonozlu tavanı, menü yerine kara tahtaya tebeşirle yazılmış yemek çeşitleri ve fiyatları, camekanlı tezgahta sergilenen yemekleri, duvarları süsleyen çini objeleri ile özgün ve güzel bir ortamdı.

Gördüğünüz zat-ı muhterem mekan sahibinin dedesi imiş. Masamız fotoğrafın altında idi, yani yemeğimizi dedenin gözetiminde yedik.

En çok hoşuma giden şey alimünyum kapaklı cam şişelerdeki Kavacık suyu oldu. Uzun zamandır cam şişeden su içmemiştim desem yeridir. Hem sağlıklı su içmiş, hem de nostalji yapmış olduk, ayrıca istediğimiz ayranlar da küçük cam şişelerde geldi. Yine Esnaf Lokantaları'nın olmazsa olmazı pembe pelur kağıtları da peçetelerin varlığına rağmen hoşluk olsun diye masalara yerleştirilmişti. Ana yemeğe geçmeden hep merak ettiğim ve bir türlü yeme fırsatı bulamadığım kabak çiçeği dolmasını denemek istedik. Beklentimi çok yüksek tutmuşum galiba, pek cazip gelmedi. Lahana sarması yiyormuş gibi bir duyguya kapıldım ya da erbabı tarafından kotarılmamıştı, pek olumlu puan veremedik. Ana yemek olarak ise kuzu şiş istedik, son yıllarda yediğim en yumuşak, en yağsız ve en lezzetli kuzu şişti diyebilirim, yanında gelen pilav ve garnitürler de yeterli ve doyurucu idi. Hasılı hem gözümüz, hem midemiz keyfetti, işte bununla da Esnaf Lokantası tam puan aldı hepimizden.

Keyifli bir zamanı sonlandırdık, en kötü günümüz böyle olsun inşallah...

Ek: Kendimi bu yazıdan sonra M.ehmet Yaşin ya da V.edat M.ilor gibi hissetmedim desem yalan olur. Heh he, gurmeler gurmesi Leylak:))

16 Temmuz 2010 Cuma

SABAHIN YEMİŞİ BİR TENCERE BAMYA

Sabah gözümü açar açmaz, carpal tunnel sendromlu ellerimin uyuşukluğu bile geçmeden dolaptan bamya torbasını çıkarıp "ala garson" traş etmeye başladım. Bamyayla aramızdaki karasevda denilmezse de düzeyli ilişki yakın zamanda başladı. Çocukluğumda ve ilk gençliğimde, dal gibi bir bedene sahipken sofraya bamya geldiği zamanki tepkim "ıyk" şeklinde olurdu. Ne zamanki bedenim dal olmaktan çıkıp ağacın gövdesi kıvamına geldi, işte o zaman bamyaya verilen tepki "ıyk" olmaktan çıkıp "hımm, bamya mı varmış, yiyelim bari"ye dönüştü. Bir arkadaşım bu konuya "Kilo almadım, damak zevkim gelişti. Bamya bile ne güzel yemekmiş meğer" şeklinde bir açıklama getirir. Buradan da anlaşıldığı üzere bamya orta yaş grubunun tercih ettiği bir yemek olma özelliği taşımakta. (Nasıl bilimsel bir açıklama yaptım ama, kendimi tebrik ederim). İşte bu orta yaş grubu yemeğini, hem de zeytinyağlı yapmak üzere bamyaları ayıkladıktan sonra kısa bir mola verip bilgisayar başına geçtim ve "O da ne?", "babiş'e yemekler" blogunda Büyük Babiş zeytinyağlı bamya tarifi vermekte. E buna anneannemin de dahil olduğu halk arasında "İyi olacak hastanın doktor ayağına gelir" derler. O zaman biz de doktorumuzun tavsiyesine uyar ve yemeğimizi o tarife göre pişiririz değil mi? Bugün zaten "Hıfz-ı kablelvukû" günü olsa gerek bloglar arasında, Ekmekçim de çantasında bulduğu kolyesini boynuna takarken "Ya koparsa" diye geçirmiş içinden ve demeye kalmadan kolye kopup düşmüş kucağına. Bir "İyi saatte olsunlar yaratığı" ziyaret ediyor blogları, yine anneannemin deyimiyle "Allah hayırlar halkeylesin" :)))).

Sonuç olarak yemeğimin pişmiş hali yukarda, tadı-tuzu yerinde, tek fark evde olmayan havucun yerine bir küçük domates koymuş olmam. Tarifi merak ediyorsanız burada. Afiyet olsun.

15 Temmuz 2010 Perşembe

ŞARABÎ RENK ŞÖLENİ

Dün ne mi yaptım?

Önce yumuşamış bulduğum kırmızı erikleri çok az şeker ve su ilavesiyle kendim için hafif bir tatlı haline dönüştürmeye karar verip tencereye yerleştirdim, altını yakıp salona, kitabıma döndüm. Tekrar mutfağa geldiğimde tencereden fışkıran enfes şarabî renkteki köpükler ocağımı da aynı renge boyamıştı. Kabahat ne erikte, ne tencerede, düpedüz bende olduğu için söylenmedim bile, bir güzel silip temizledim. Derken aklıma bir gün önce aldığım kırmızı pancarlar geldi. Onları da haşlamaya karar verip başka bir tencereye koydum, suyunu ekledim ve yine altını yakıp kitabıma döndüm. Ne olduğunu tahmin ettiniz tabii, mutfağa geri geldiğimde ocağım yine o enfes şarabî renge boyanmıştı. Bir kez daha temizlik eylemine girişip kitabımla buluşmaya giderken gözüme masanın üstündeki vişneler ilişti. Onların da gevşemeye başladığını görünce komposto yapmaya karar verdim. Evet, bildiniz tekrar tencere, şeker ve su üçlemesiyle ocağın altını yaktım. Bu defa bilgisayarın başına çöktüm. He, he, tarih tekerrürden ibarettir ve Allahın hakkı üçtür bildiğiniz gibi. Ocağımdaki enfes şarabî rengi bir kez daha temizledim ve artık koyu kırmızı meyve ve sebzelere el sürmemeye karar vererek "Ejder Kapanı" filmini izlemeye koyuldum. Oy oy oy, ruhum daraldı, ceset görmekten içim katıldı. Uğur Yücel'i cinayet masası polisi, İmirzalıoğlu'nu da polis, komando ya da kabadayı olarak izlemekten sıkıldım. "Muhsin Bey" deki Uğur Yücel'i özledim, İmirzalıoğlu'nu da bir kez olsun romantik bir filmde, romantik bir aşık olarak görmek istiyorum, lütfen lütfen lütfen. Hasılı bu filmi izlemediyseniz pek birşey kaçırmış sayılmazsınız ama yine de siz bilirsiniz...

14 Temmuz 2010 Çarşamba

SPİDERMAN, GÜVERCİN, ŞİİR, ROMAN, YELPAZE, SICAK, VAVİEN, ŞU, BU. YAZ GÜNÜ İŞTE...

Sabah kapatılmış balkonun penceresini açtığımda Spiderman'in evi ile karşılaştım. Hafta sonu gelen temizlik ekibimin titiz(!) çalışmasının anısı olarak öylece duruyordu kasa ile çamaşır ipinin ucu arasında. Önce elimi uzattım almak için sonra kıyamadım, öyle özenli bir çalışma ile öyle ince ince örülmüştü ki bu hareketimi "meskene tecavüz" olarak niteleyip vazgeçtim. Sonuçta orası bizim evin dışı, Spidermanciğim istediği yere kurmakta özgür şatosunu. Bu gidişle balkonlar hayvanat bahçesine dönecek zaten, çok seyrek çıktığımız bir balkona da güvercinler yuva yapmış, içimize sinmedi bozamadık. Gerçi ne yumurta var ne yavru ama iki adet besili güvercin öyle bir sahiplenmişler ki orayı temizlik için yanaşır yanaşmaz uçup geldiler "Ne oluyor yahu?" dercesine. Biz de bıraktık öylece kenarda, sabahları kuğurdaşmalarını dinliyoruz şimdi "günaydın" niyetine.

Bunlar bu aralar ilgilendiğim kitaplar. Yaz sıcakları nedeniyle kahve değil yelpaze ve su eşlik ediyor okumalarıma. "Aklımdaki Yılan" dün bitti, bazı öyküler güzeldi ama ben yine de "Sinek Kadar Kocam Olsun"u tek geçerim Hatice Meryem kitapları arasında. Şimdi "Elli Yıl Sonra Kül"ü okuyorum. Tahir Musa Ceylan yazmış, geçen yıl aynı yazarın "Kestane Kıranında Kadınlar"ını okumuş ve çok beğenmiştim, o nedenle görür görmez yeni kitabı hemen aldım, bu da bir nevi devam romanı ve zevkle okunacak gibi görünüyor. Birhan Keskin'e olan aşkımı biliyorsunuz, şiirleri elimden düşmez, o da sürekli elimin altında. En üstte gördüğünüz mor kurdeleli kitap, "Eski Uygarlıkların Şiirleri" ise Kara Kitapcığımın bana armağanı, postadan taze taze dün çıktı yanında melekli ayracı ile birlikte. Gidip gelip bir şiir okuyorum. Hemen size de bir Seylan dörtlüğü:

"Lapa olmasa, çorba olmasa da yaşar insan;
Ayaz da öldürmez insanı, rüzgâr da;
Yağmurun, çiyin ucunda ölüm yok ya.
Ama insanın karısı yoksa işi bitiktir."

Zavallı adamcık ya müzmin bekar, ya da karısını kaybetmiş pek dertli ve karısının kıymetini bildiği için de takdire şayan. Çerçeveletip evlerin en görülebilecek duvarına asmalı bunu.

Dün gecikmeli olarak "Vavien"i izledim ve vizyondayken kaçırdığım, sinemada seyredemediğim için esef ettim kendime. Çok beğendim filmi de, oyuncuları da lakin Settar Tanrıöğen'i tek geçerim. O nasıl bir oyundur, o nasıl mimikler, nasıl bakışlardır, bayıldım. Hele TV'de türkü söyleyen Neşet Ertaş'ı izleyerek sazıyla eşlik ettiği bir sahne vardı ki uzun süre unutamayacağım sanırım. Binnur Kaya herzamanki gibi iyiydi ama E.ngin Günaydın için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Ben ona her bakışta Burhan Altıntop'u görüyorum, bir türlü sevemedim nedense. Göründüğü birkaç kısacık sahnede İlker Aksum harikaydı. Siyah uzun peruğu ile Serra Yılmaz'ı ise çok sevmeme rağmen yadırgadım.

Birazdan yine vizyondayken kaçırdığım bir filmi "Ejder Kapanı"nı izleyeceğim. "Bahçemde yer kalmadı, her taraf tıka basa yaşlı yazlarla dolu" diyor Hilmi Yavuz bir şiirinde. Daha çok yazları yaşlandırmanız dileğiyle izninizi istiyorum...

13 Temmuz 2010 Salı

YAZ GELDİ: MEYVELİ KİTAP DURUMLARI

Günlerdir koşuşturma ile geçen hayatım olaylı temizlik faaliyetinden sonra nihayet durgun bir hale geldi. Şimdi nisbeten temizlenmiş evin kah içinde, kah dışında sıcak yaz günlerinin rehavetiyle vakit geçirmekteyim. Sakin bir güne başlamak güzelmiş. Kendi odanda olmasa bile babaevindeki eski odanda uyanmak güzelmiş. Gözünü açınca parlak gökyüzünü görmek güzelmiş. Kış göğünü sevmiyorum ben, daha güne başlarken ruhum daralıyor. Sıcak da olsa aydınlık günler tercihim.

Sabah kendime mükellef bir kahvaltı hazırlayıp bilgisayar başına geçtim vazife yaparcasına. Örgü peynirini dilimleyip tam sevdiğim gibi sıcak su içerisinde koydum tepsinin içine nescafe ile birlikte. Tepsi de yılbaşından kalma, yeşil zemin üstünde yemek pişiren Noel Baba desenli. Yamağı da kâdim dostu ren geyiği. Beğendik Süpermarket'in en sevdiğim cevizli ekmeği de eşlik etti kahvaltıma, domatesler salatalıklar da seradan kurtulmuş, tam çıtır kıvamda. Tek sorun gözüm bilgisayar ekranındayken arasıra nescafe yerine peynirin suyundan bir yudum almaktı ki o kadar kusur kadı kızında da olur. Kahvaltı bitti, hafifleyen dizağrımı daha da hafifletmek için antienflamatuar tablet, varislerim için Coraspin içildi. Face'deki "Eski Türkiye Fotoğrafları" grubuna eklenen yeni fotoğraflar incelendi, blogdaşların yazıları okundu, birkaç dostla Gtalk'da muhabbet edildi ve sıra geldi kitabımıza. Çok sevdiğim bir yazarın, Hatice Meryem'in üçüncü kitabını okuyorum bu ara: "Aklımdaki Yılan". Onu "Sinek Kadar Kocam Olsun, Başımda Bulunsun" ile tanımış ve çok beğenmiştim yazım tarzını. Sonra "İnsan Kısım Kısım, Yer Damar Damar" ile devam etti beğenim ve şimdi de "annelik" konusunun irdelendiği "Aklımdaki Yılan" ile yanılmadığımı görüyorum. Kitabımı ve yeşil elmamı elime alıp balkondaki salıncaklı koltuğa yerleştim, sonunda bunu hakettiğimi düşünüyorum. Öğle sıcağı bastırmadan bir öykü daha okumak niyetindeyim. Bir önceki öykü benim gibi balkonunda yavrulayan kumrulara derin muhabbet besleyen bir kadını anlatıyordu, kendimden birşeyler bulmadım desem yalan olur. Eh sonuçta annelik halleri, hangi dişi kendinden birşeyler bulmaz ki. Bana izin efendim, "Aklımdaki Yılan"ın sayfaları arasında kaybolmaya gidiyorum.

Mavi Balon için not: Akasyalar çiçeklendi, çorabımsı-havlumsu nesne ise akasya dalları arasındaki ikametine devam etmekte. Kendini kaynak yaptırmış olsa gerek ki ne geçen kış, ne de yağmurlu günler bir milim kıpırdatamamış onu yerinden...

İlave bir not daha: Bir süredir yazdığım yazılar en az 3 saat sonra güncelleniyor. Sizlerde de öyle bir durum var mı, yoksa ben de mi sorun?

11 Temmuz 2010 Pazar

TEMİZLİK İŞLERİ 2

Dün daha önce internetten bulup anlaştığım bir temizlik şirketinin görevlileri ve makineleri sabahın köründe bizim eve çıkartma yaptı. Telefonda konuştuğum kişi firmanın sahibiydi ve bana ödeyeceğim küçük servete karşılık 5 temizlik görevlisi ve sanayi tipi makineler vadetmişti. Ben "Hüsniye Hanım", bu vaade ve ödeyeceğim paraya aldanarak özel üniformalı (hatta rengi bile belirlemiştim kafamda, üzerinde siyah harflerle firmanın adı yazan turuncu iş önlükleri), çakı gibi 5 eleman ve Uzay üssünde görülebilecek makineler umarken kapıdan içeri 3 kavruk genç kadın ve arkasına bastığı yumurta topuklu, sivri burunlu ayakkabılarını çıkarma gereği duymayan çakal görünümlü bir genç adam girdi. Sanayi tipi makineler ise tek tekerleği kırık bir halı yıkama makinesi, 5 adet pembe plastik kova, ordan burdan yırtılmış bezler ve birkaç tane en adisinden bulaşık süngeri idi. Olacaklar önceden belliydi ama "görünüşe aldanmamalı", "zarfa değil mazrufa bak", "ummadığın taş baş yarar" tarzı atasözleri bana bunlara çok meraklı ilkokul öğretmenim tarafından bolca belletildiği için "dur bakalım, daha baştan moral bozmayalım" dedim ve temizlik faaliyeti arkası basık kunduralı gencin pembe kovalara su doldurup deterjan eklemesiyle başladı. Tamam ev sürekli oturulmadığı, düzenli temizlik yapılmadığı için biraz fazla bakımsız ve kirliydi ama bu durum önceden belirtilmiş ve normalde ödediğim paranın beşte birine temizlikçi kadın alabilecekken bu sebeple şirket tercih edilmişti. Arkası basık kunduralı genç, kadınlara gerekli talimatı verdikten sonra odalardan birinin duvarını silmeye başladı, ufak bir bölümü sildikten sonra da bezi göstererek "ne kadar kirliymiş, bak silinen yer nasıl temiz oluyor apla" dedi. Sabır telkinlerim fayda etmedi ve kendisine "temiz olsa onca para verip seni çağırmazdım" şeklinde bir çemkirme uçurdum ve "kem küm" tarzındaki cevaplarını dinlemeden odayı terkedip diğer kadınların ev içinde sigara içme önerilerini de şiddetle reddettikten sonra yatışmak için kendime çay aldım. Bir süre sonra anladım ki normalde temizlik elemanı olan bu genç adam kendini bir nevi değnekçi pozisyonuna atamış ve iş yapmaktan ziyade kadınlara emir verip laf üretmekle zaman geçirmeye karar vermiş. Günboyu yorulmadan nasıl çalıştıklarına akıl erdiremediğim sıskacık üç genç kadın evin muhtelif yerlerinde hararetle çalışırken bizim yakışıklı elinde sigarası, bir yandan gevezelik edip bir yandan güya iş yapmaktaydı. Lakin "bitirdim" diye çıktığı her bölüm ya bizzat ben, ya da diğer kadınlar tarafından yeniden temizlenmekteydi. Kurumsal bir temizlik faaliyeti gerçekleştirdiğim için öğle yemeğinin şirket sahibine ait olduğunu düşünsem de bereket tedbirli davranıp bir gün önceden yeterince yemek yapmıştım. Nitekim öğlen vakti gelince bu işin günahını da benim ödeyeceğim anlaşıldı. Sorun etmedim, sonuçta benim için çalışıyorlardı ve zaten yemek yedirmesem içime sinmezdi. Hazırladığım sofraya kadınlardan yalnızca ikisi ve sürekli kaytaran arkası basık kunduralı genç oturdu. Üçüncü kadınsa bir başkasının evinde yemek yiyemediğini söyleyerek aç karnına çalışmaya devam edip benim vicdan tellerini titretti zaten kısa bir süre sonra da evinden gelen telefonla izin isteyip bir saatliğine kayboldu. Bizim sivri burun kunduralı çakma külhanbeyimiz ise "apla eline sağlık, ben bekar olduğumdan ev yemeğine hasret kalmışım" diyerek tabağına konanları götürdü, servis tabağı ve servis kaşığıyla sofraya koyduğum bir başka yemeği ise tabağına almak gereğini bile duymadan "hatırı kalmasın" diyerek 5 parmağıyla ekmeğini bandıra bandıra yiyip artık etti. Cinlerim yavaştan tepeme üşüşüp dururlarken ve temizlik ahalisi yemek sonrası rehavetiyle sigara tellendirirlerken şirketin sahibi çaldı kapıyı. 5. sınıf gazino şarkıcılarının iş bitirici menajerlerine benzeyen patronu görünce elemanların niteliği konusunda şaşırmamam gerektiğini anladım ama artık iş işten geçmişti, anlaşmayı yüzyüze yapmak lazımmış. "Nasıl, bir şikayetiniz var mı?" sorusuna ben kadınların hatırına susmayı tercih edecektim ki böyle kaytarmalara hiç tahammül edemeyen oğlum ardarda şikayetlerini sıraladı. Patron kem küm ettikten, elemanları tek tek denetimden geçirip çakma külhanbeyinin kulağını da biraz büktükten sonra mutfağa yerleşip en çok çalışan kadın temizlikçiye talimatlar vermeye başladı. Bu esnada da masanın üstündeki tabakta duran kavun dilimlerini "buyrun" denmesini bile beklemeden iki parmağının yardımıyla midesine postalamaktaydı. Ben "nasıl bir şirket seçmişim" diye saçımı başımı yolaraktan sağ salim temizliğin bitmesi için duaya başladım. Zılgıtı yedikten sonra "apla" hitabını "hanımefendi"ye çeviren çakma külhanın "bitirdim" diye çıktığı balkonun kapalı bölümünü ise arkasından 3 kadın 1 saat daha uğraşarak ancak temizleyebildiler, tabii patronun gözetiminde.

Daha anlatsam sayfalar dolacak. Sonuçta yaptığım bu hatadan dolayı kendime söylenerek yolladım şirket elemanlarını ve sanayi tipi (!) alet edevatlarını. Kalan dağınıkları toplayıp unutulmuş yerleri temizleyebilmek içinse geceyarısına kadar uğraştım. Yatağa yattığımda ayaklarımı hissetmiyordum. Kıssadan hisse: Eğer temizlik için şirket çağırmayı düşünüyorsanız denemiş birinden öneri almadıkça kesinlikle böyle bir işe girişmeyin. Siz en iyisi güvendiğiniz temizlikçi kadınınızı üstüste birkaç gün alın, inanın daha ucuza gelecek ve daha memnun kalacaksınız.

9 Temmuz 2010 Cuma

ESKİ DOSTLARLA HASRET GİDERME

Bugün iki ziyaretçim vardı; çocukluğumdan beri tanıdığım, çok eski dostlarım, yokluklarında çok özlediğim, tadlarına doyulmaz güzellikte, doğma büyüme Ankaralı Simit Bey ve Simide Hanım. Bir kucak papatyayla birlikte gelen bu iki eski dostu üç ayı geçiktir görmüyordum. Tiplerinde biraz değişiklik yapsalar da eskisi gibi güleryüzlü idiler. Simit Bey modern bir görünüme bürünmüş görmeyeli; saçlar punk modeli kesilmiş, kulağına taktığı halka küpe ile de tarzını iyice değiştirdiğini dosta düşmana ilan etmiş adeta. Simide Hanımsa kıvırcık saçlarına beyaz bir papatyanın süslediği şık bir şapka oturtmuş, aynı papatyadan bir de giysisinin yakasına konduruvermişti. Muhabbetimize doyum olmadı.

Simit Bey ile Simide Hanım'ı yolcu ettim, şimdi getirdikleri papatyalara bakarak bana yaşattıkları güzel dakikaları yadediyorum. Yine bekleriz efendim...

8 Temmuz 2010 Perşembe

HIRS

Biri beni durdursun yahu!..

7 Temmuz 2010 Çarşamba

DOMATES KOKUSU VE HAYAT DERSİ

Ankara'ya geldik ve "Balkon Bahçe"yi faaliyete geçirdik. İlkbaharda giderken geçen yıldan kuruttuğumuz doğal domates tohumlarını toprağa serpmiştik. Yokluğumuzda sağolsun kızkardeş onları ayırıp saksılara geçirmiş. Geldiğimizde bizi büyümüş domates fideleri karşıladı. Ayırma işlemi biraz geç olduğu için henüz çiçekteler ama yakında meyve vermeye başlayacaklarını umuyoruz hevesle. Sabah balkona çıktım teftiş ettim çiçekleri, fotoğrafladım, yaprakları okşadım, mis gibi domates kokusunu kokladım, bu yıl biraz daha fazla ürün verip bizi sevindirmelerini rica ettim, kırmayacaklarını düşünüyorum.

Sonra biraz caddeyi izledim balkon demirine yaslanarak. O sırada gördüm bastonuna dayanmış, adımlarını zorla atan, her adımda acıyla yüzünü buruşturan yaşlı teyzeyi. 20 metrelik yolu 10 dakikada ancak alabildi, her adımda duruyor, bastonsuz sağ eliyle beline destek yapıyor ve yardım ister gibi etrafına bakıyordu. Bizim evin hizasını biraz geçtiğinde caydı devam etmekten ve zorlukla aksi istikamete çevirdi yönünü. Umutsuzca etrafına bakılırken neyse ki apartmanın altındaki berber salonunun kalfası anladı durumu ve koştu yardımına. Bir sandalye çıkardı dükkanın önüne ve koluna girdiği teyzeye oturması için destek yaptı. Yaş ve hastalık huylarda, alışkanlıklarda bir değişiklik yapmıyor olsa gerek ki adımlarını zorlukla atan teyzemiz oturmadan önce pat pat vurarak minderdeki tozları temizledi, sonra da iri kalçasını zorlukla yerleştirdi sandalyenin oturağına. Kalfa ile aralarında geçen diyalogdan duyabildiğim kadarıyla eczaneye ilaç almaya gitmek niyetiyle çıkmış teyzem ama gücü yetmemiş. İyi kalpli genç, yaşlı kadını oturttuktan sonra eczaneye yollandı ilaçlar için. Sandalyede oturan teyzem bacaklarını dinlendirmenin rahatlığıyla yan taraftaki çiçeklikte ekili fesleğenleri okşamaya ve akşam sefası tohumlarını toplamaya koyuldu. Çektiği acıya rağmen hayatla bağını koparmamasını takdir ettim, bir yandan da günlerdir ağrıyan dizimin ilerde böyle bir duruma yol açıp açmayacağı konusunda endişelere garkoldum. Teyzeyi izlerken çıktı yan apartmanın altındaki ortopedik ürünler satan dükkanın kapısından, anne, baba ve 7-8 yaşlarındaki oğullarından oluşan aile. Küçük çocuğun ayağında ağır olduğu her halinden belli, kalın tabanlı botlar vardı ve buna rağmen çok zor yürüyebiliyordu. Bir ona bir teyzeye baktım ve farkettim ki teyze de çocuğa bakıyor, muhtemelen en azından yaşlılığında yürüme zorluğu çektiğine şükrediyordu, tabii ben de. Daha fazla dayanamadım küçüğün o sıkıntılı adımlarını izlemeye, ellerimde domates kokusu, kafamda 15 dakikada alınmış hayat dersi ile girdim içeriye...

6 Temmuz 2010 Salı

HEY ANKARA!.. BEN GELDİM

Dün günün yarısını çalışarak tükettikten sonra attım kendimi sokağa kalan yarısında. Aslında atmasam ya da yürümeyi bu kadar abartmasam iyiymiş, şu anda bacağımı bir sandalyenin üzerinde istirahate bırakmış dizimdeki dehşetli ağrının geçmesini beklemekteyim. Buz tatbikatı ve Voltaren merhem takviyesiyle ağrımı azaltmaya çalışıyorum.
Yoruldum?
Evet.
Kilo aldım?
Evet.
Dizimi zorladım?
Evet.
Yaşlandım?
Hiç de bile, yaşlandıysa dizim yaşlanmıştır, o da dizimin sorunu benim değil:))

İlk durak ülkemizin kâdim bankası Ziraat idi. Oturduğum koltukta sıramın gelmesini beklerken karşı duvarda asılı çerçevedeki, dedem kadar aşina olduğum Mithat Paşa'nın fotoğrafı ile gözgöze zaman geçirdim. Beyaz sakalları ve uçları kıvrık bıyıkları kendisine bir Hulusi Kentmen babacanlığı katsa da yakışıklı adammış rahmetli. Kimbilir gençliğinde ne canlar yakmıştır finansal faaliyetlerinden fırsat bulduysa. Elektronik tabelada elimdeki numara yanınca veda ettim Paşa'ya ve işimi bitirip "Ankara'ya hoşgeldim" bozasını içmek için Akman Pastanesi'ne yollandım. Akman bıraktığım gibi duruyordu şükür, garsonlar bile yaşlanmamış ben görmeyeli. Sarışın olanı yoktu yalnız, ya izinli ya da işten ayrıldı. Yerleştiğimiz portakal rengi masada bozamı içip dayanamayıp ısmarladığım Akman klasiği sosisli sandviçimi yerken yandaki çiftin konuşması çalındı kulağıma. Çiftin erkek olanı, kızıl saçlı, çilli, uzun kirpikli ve hayli hoş olan dişi olanına bir Saadettin Kaynak şarkısının sözlerini okuyordu:
"Kirpiklerinin gölgesi güllerle bezenmiş
Rabbim yaratırken seni bir hayli özenmiş
Bir noktası var gamzelerinde o da benmiş
Rabbim yaratırken onu bir hayli özenmiş"
Yaşı oldukça küçük olmasına rağmen sevgilisine Saadettin Kaynak şarkısıyla övgüler düzen bu genç adamı şiddetle takdir ettikten sonra Akman'dan ayrıldım ve bir alt sokaktaki Dost Kitabevi'ne gittim. Yüksel Caddesi ve Konur Sokak'ın cıvıltısını özlemişim. Ağzım kulaklarımda girdim kitapçıya, uzun uzun inceledim standları ve tatilden getirdiğim cilalanmayı bekleyen taşlarımla birlikte poz veren fotoğraftaki 5 kitapla çıktım. Lale fena halde meraktadır, yazayım isimlerini:
-Seçme Sapan Şeyler/Ferhan Şensoy
-İstanbul'da Kan Var/Mustafa Ziyalan
-Savaş Çağı Umut Çağı/Oya Baydar
-Çimen Türküsü/Truman Capote
-Bahçedeki Gidonları Kromajlı Pırpır da Neyin Nesi?/Georges Perec
He he, sonuncunun ismi çok güzel değil mi? Georges Perec'e bayılırım, çılgın adam. "Yaşam Kullanma Kılavuzu"nu okuyan var mı, harikadır.

Daha bir sürü şey yaptım ama bu post uzayıp gider. Son olarak biraz geç keşfettiğimi utanarak itiraf edeceğim "Ümmüşen"in iki albümünü de satın aldığımı belirteyim. Aslında size "Aritmetik Sevda"yı dinletmek isterdim ama bulamadım. "Yarim İstanbul'u Mesken mi Tuttun" ile idare edin, bu türküyü her dinlediğimde koca göbeği, yanağındaki kahverengi beni ve içleri gülen gözleri ile büyük dayımı hatırlarım, yattığı yerde huzurla uyusun. Bakalım size kimleri ya da neleri anımsatacak?

"Yarim İstanbul'u Mesken mi Tuttun/Ümmüşen"