Sayfalar

30 Nisan 2010 Cuma

HAZ VAR MI BU DÜNYADA...

Bu sabah yağmur var Antalya'da...

Bu giriş Leylağın klimatik depresyonunun atağa kalktığının ifadesidir. Birtakım yan faktörler tarafından dürtüklenmezse yağmur dinip güneş çıkana kadar yüz ve ruh çizgilerinin yerçekimi yönünde hareket edeceğine delalet eder. Bir çözüm bulmalı.

Madem "MFÖ" lük bir giriş yaptım devam edeyim; "Ne yapsam, ne yapsam, bir hamak alıp sallansam" desem hamak yok, o zaman değiştirelim. "Ne yapsam, ne yapsam, bir erik alıp lüpletsem". Çok uygun.

Yeşil yeşil, mini mini, yuvarlak yuvarlak erikler alınır, itinayla yıkanır. Şanına layık şık bir kâseye konur. Üzerlerine tuz serpilir (esasında tuz tabağını yanına alıp banmak lazım ama malum yaş faktörü, tansiyon, ödem vs vs). Kâse masaya, karanfillerin (karanfil mevzuuna bilahare döneceğim) altına yerleştirilir ve "çıtırt" sesiyle vuslata erilir. Hani Yahya Kemal yazmış ya bir hastalıktan iyileştikten sonra:

"His var mı bu alemde nekahet gibi tatlı
Gönlüm bu sevincin helecanıyla kanatlı"

Bunu da değiştirelim:

"Haz var mı bu dünyada caneriği gibi tatlı
Gönlüm bu lezzetin neşesiyle kanatlı"

İşlem tamam, depresyondan çıkıldı, toparlanıp arkadaşla buluşma zamanıdır. Ne demiş şarkı:

"Yağsın yağmur çisil çisil, ben giderim usul usul"

29 Nisan 2010 Perşembe

DERDİMİN DERMANI İĞDELİ GELİN*

Dün ziyaretine gittiğim arkadaşımın bahçesinden çıkarken saçlarıma birşey süründü. Başımı kaldırıp baktığımda iğde ağacını gördüm ve çok geçmedi o enfes koku burun deliklerime doldu. O kokuyla birlikte ben başka bir boyuta geçmiştim bile. Yıllar öncesine gidiverdim birden; ortaokuldaydım, Mayıs ayının sonuna yaklaşmıştık ve arka bahçede okulun son günlerinin tadını çıkarmaktaydık. Müzisyen arkadaşımız Tayfun iğde ağacının altına oturmuş İspanyol gitarını tıngırdatırken etrafında halka olmuş bizler hep bir ağızdan söylüyorduk: "Bir şarkısın sen ömür boyu sürecek/Dudaklarımdan yıllarca düşmeyecek". Havada iğde çiçeği kokusu vardı ve biz şu anda içimde acıma duygusu uyandıracak kadar genç ve umut doluyduk.

Okulun ön bahçesi öyle güzeldi ki, zarar veririz düşüncesiyle teneffüslerde bahçeye çıkmamız yasak edilmişti; bakımlı çam ağaçları, rengarenk açan gül fidanları, zeminde döşeli taşların arasından fışkıran çimler, çiçek tarhları, binanın yan duvarını çatıya kadar sık dokunmuş bir halı gibi kaplayan sarmaşıkla adeta park benzeri biryerdi. Zavallı arka bahçe ise eğri büğrü toprak zemini, taşların ve ufak kayaların yığıldığı duvar dipleri, yer yer sararmış öbekler halinde göze çarpan ot kümeleri ile ön bahçeyle ilgisi olmayacak kadar kurak bir alandı. Ama orada, o bakımlı ön bahçede olmayan çok özel birşey vardı; baharda açan çiçeklerini yanıbaşındaki duvarın üstünden kaldırıma sarkıtan ve yaydığı mis kokuyla insanı illaki o kaldırımdan yürümeye zorlayan bir iğde ağacı. Kelleşmiş arka bahçenin kıymetli bitkisi, altında nice oyunlar oynanmış, nice kahkahalar atılmış, nice şarkılar söylenmiş ve nice gözyaşları dökülmüş kutsal ağaç. Hala duruyor biliyor musunuz, ne zaman o mahalleye gitsem duvar boyunca yürür iğde ağacını gözlerimle okşarım. Benim için bütün iğde ağaçları orta öğrenim hayatımın tanığıdır sanki. Ne yazık ki alıştığım ve sevdiğim bütün ağaçların ender bulunduğu bir iklimde yaşıyorum. Onca nadide çiçek ve ağaca rağmen baharda gözlerim ve gönlüm tıpkı leylak gibi iğde ağacı da arar durur. Ondandır bugün bunca sevinmem. Kopardığım dalı ısladığım vazo da burnumun dibinde şimdi, her koklayışta yıllar öncesine uçup gidiyorum...

*İğdeli Gelin: Çorum Türküsü

28 Nisan 2010 Çarşamba

ÜÇLEME

Ağrıyan dizlerime, uyuşan ellerime ve bahardan çarpılmış vücuduma rağmen güne yukardaki üçlü ile başlamanın mutluluğunu yaşıyorum. Paketini yeni açtığım için mis kokan bir kahve, henüz başlanmış olmasına rağmen hemencecik içine alıveren bir kitap ve kendisine ne kadar kızsam da klarnetini dinlemeye doyamadığım Hüsnü Şenlendirici'nin bir Yunan grubuyla birlikte çıkardığı son albümü "Ege'nin İki Yanı"nın kulaklarımı ve ruhumu yıkayan müziği. "Nihavend Peşrev"i buzuki eşliğinde dinlemenin zevki bir başka. Üçlemeye bonus olarak karanfil kokusu da eşlik edince tadından yenmiyor...

Bakmayın siz heryerim ağrıyor diye şikayetlendiğime, Pazar gününden beri hergün sokaklardayım, kimi zaman açık hava, kimi zaman ev toplantısı. Yarın bir günlük mola verip sonra tam gaz devam etmeyi planlıyorum kısmetse. Annemin halalarından birinin çok mızmız, sağlıksız, huysuz bir eşi vardı, devamlı ağrılarından, hastalıklarından dertlenip zavallı kadının başının etini yerdi. Bizi kahkahadan yerlere yatıran tipik şikayet cümlesi de şuydu: "Oram buram, oram buram, kız Naciyeee, ben nooolacam?" Klonlanmış bir Cevdet amca olmamak için mızmızlanmayı kesiyor ve ilan ediyorum: "İyiyim, iyisiniz, iyiler..."

Not: Şeniz'cim, CD'de şu anda klarnetle "İzmir'in Kavakları" çalıyor. İnan içime işledi, senin için ve tüm İzmir'li blogdaşlarım için bir kez daha dinliyorum.

26 Nisan 2010 Pazartesi

BENİ BU GÜZEL HAVALAR MAHVETTİ

Sabah yataktan kendimi spatula ile kazıyarak kaldırdıktan sonra "amanın da belim, oy oy bacağım, uf dizim, vah kolum" nidalarıyla organlarımın yoklamasını yaptım, hepsi raporlu çıktı. Baharın bünyeye indirdiği şiddetli silleyi hazmetmeye çalışarak carpal tunnelli ellerimin sabah uyuşukluğunu gidermek için kanat çırpma benzeri hareketler yaparken gerçek bir kanat sesi geldi pencereden. Balkona gidip baktığımda bizim doğum odasına yeni bir kiracının gelmek niyetinde olduğunu farkettim. İki gündür takipteyim zaten; gurultular, kanat çırpmaları, saksıya doğru yapılan pikeler ipuçları veriyordu. Bir-iki güne kalmaz doktoruyla sezaryen ya da normal doğum olayını sonuca bağladı mı gelip yerleşir müstakbel anne kuşumuz. Hayırlısı, alıştık ebeliğe.

Baktım evde oturursam ağrı, sızı, uyuşma üçgeninde mızmızlanıp duracağım, annemin böyle durumlarda kullandığı bir deyimi yüksek sesle tekrarladım ve kendimi sokaklara salmaya karar verdim: "Acı acıya, soğuk su sancıya, kes avrat bir soğan daha". Dünkü uzun yürüyüşün bugünkü organ raporlarındaki katkısını gözönüne alarak sinemaya gitmenin yerinde olacağını düşündüm. Filmlerden film beğendim ve oyuncularının kalitesini ve filmin Ankara'da geçiyor olmasını baz alarak "Siyah Beyaz"ı izlemeye karar verdim.

"Siyah Beyaz" Ankara'nın en eski ve en ünlü barlarından biridir. Film de çoğunluk bu mekanda geçiyor zaten. Fazla aksiyonu olmayan, daha ziyade diyaloga dayanan filmin konusu, 25 yıldır işlettiği barı kapatmayı düşünen "Siyah Beyaz"ın sahibinin (Taner Birsel), 70'ini aşsa da ideallerini yitirmemiş eski sosyalist bir ressamın (Tuncel Kurtiz), mesleğinden memnun olmayan bir doktorun (Nejat İşler), geçirdiği kalp krizinden sonra işini bırakıp gramofon, pikap tamiriyle uğraşan ve sümüklüböcek besleyen bir avukatın (Erkan Can) ve yalnız bir iş kadınının (Şevval Sam) etrafında dönüyor. Dostluğu, dayanışmayı, hayata renk katan küçük olayları ele alan hoş bir filmdi, Ankara'da çekilmiş olması da benim için anlamlı oldu.

Dışarı çıkmak iyi geldi, benim raporlu organlar velilerinden mazeret dilekçesi getirerek yavaş yavaş sınıftaki yerlerini aldılar ama sabaha ne olur bilemem. Yarın ola hayrola...

25 Nisan 2010 Pazar

HANIMELİ KOKULARI ARASINDA

Günün büyük bir kısmını evde miskin miskin oturarak harcadıktan sonra ani bir atakla Park'a doğru yürüyüşe çıktık. Antalya baharın sonuna yaklaşıyor, yaz geldi gelecek. Hava hayli sıcak ve basıktı. Şimdiden böyle olursa yaz günlerini düşünmek bile istemiyorum.

Parkta haftanın elemanı "Hanımeli" idi. Dört bir yanda pıtırak gibi açmışlar parkın her köşesini mis gibi kokutmuşlardı. Öyle iştahlı bir çiçeklenme durumu vardı ki yapay göletin kıyısına kadar yayılmışlar, neredeyse suya değip ördeklerle arkadaşlık edecekler. Hanımelini çok severim, bilhassa kokusunu, içime huzur verir, bahçesinde veya balkonunda hanımeli açan evlerde hiç üzüntü, tatsızlık olmazmış gibi gelir. O mutlu günlerin çiçeğidir sanki. Keşke gerçekten öyle olsa, bir kök hanımeli dikip bütün sıkıntıları defetsek gitse...

Bu harika görüntü alçak boyda budanmış begonvillerin oluşturduğu bir deniz adeta. İnsanın üstüne boyluboyunca uzanası geliyor.

Parkta bir tur attıktan sonra çay içmek için Kır Kahvesi'ne girdik. Kalabalıktan dolayı boş bulduğumuz ilk masaya yerleştik. Neredeyse bitişik denecek kadar yakında duran yandaki masada genç bir çift oturuyordu. İster istemez konuştuklarına kulak misafiri olmak durumunda kaldık. Erkek olan karşısındaki genç hanıma müstehcen bir fıkra anlatıyordu, biz oturunca sesini alçaltmasına rağmen son bölümünü tamamlayamadı. Lakin kız merak içinde kaldı ısrar etti, arkadaşı devam etmeyince şu öneriyi getirdi: "O zaman bir kağıda yaz, ben okuyayım sonunu". Zavallının merakını gidermek için masadan kalkmayı düşündük ama o sırada çaylar geldi. Artık ne yaptılar bilemeyeceğim:))

Açık hava güzeldi, ağaçlar, çiçekler ve kuş sesleri de. Lakin yürüyüş yormuş beni, şimdi ayaklarımı uzatıp biraz dinlenmek istiyorum. İzninizle ve yeni haftaya güzel başlamanız dileğiyle...

23 Nisan 2010 Cuma

DENİZ, KARANFİL VE YİNE BİRHAN KESKİN

Öğleden sonra aşağıdakine benzer bir görüntü (bunu 3 gün önce çekmiştim) eşliğinde çay ve gözleme ikram ettik bünyeye. Manzarayı yanımda getiremediğim için eve dönerken Birhan Keskin'in son kitabı "Soğuk Kazı" ve bir demet mis kokulu ebrulî karanfil eşlik etti bana.

Ve son kitaptan bir şiir:

"Bir taşın üstüne oturup ufka uzun uzun bakışımız bundan
Evlerimiz sokağımızda bizim üst üste yığılmış, öyle yakınız!
Biliriz yan yana sokulmak bu dünyadaki yoksulluğumuzdan.
Kimine dünya gerek, dünyaya kazzık gerek, çakmak gerek!
Biz dünyada cevize sığdık nasılsa gideceğiz diye burdan."

23 NİSAN KUTLU OLSUN/DÜNYA ÇOCUKLARI 2

"Bugün 23 Nisan, bayramı hepimizin
Geçti o kara günler, açıyor pembe güller
Ağaçların dalında, şarkı söyler bülbüller"

E, bu da bizim çocukluğumuzun şarkısıydı, hatırlatayım dedim. Bütün çocukların ve ruhundaki çocuğu büyütmeyenlerin bayramı kutlu olsun...














22 Nisan 2010 Perşembe

TEMİZLENDİK, ŞÜKÜRLER OLSUN...

Dün temizlik vardı evde. Bilmiyorum bu iş sizlerde nasıl yürüyor? Ben yıllardır eve temizlik için getirdiğim her kadının ardından bütün bir günümü onun dağıttıklarını yerine yerleştirmekle geçirdim. Derde deva için bir tanesi farklı çıkmadı. Temizliği kendim yapsam bu kadar yorulmam herhalde. Bazen özellikle yaptıklarını düşünüyorum, ne kadar karşılığında para alsalar da bir başkasının evini temizlemek onları rahatsız ediyor ve "Biraz da o uğraşsın" mantığıyla karıştırıp gidiyorlar. Dün gelen yıllardır aldığım, çok iyi anlaştığım ve gerçekten sempatik bir kadın. Evimi ve düzenimi gayet iyi bilir ama yine yapacağını yapıp gitti. Acaba diyorum benim ev yerleştirme konusundaki zevkimi mi beğenmiyorlar ve kendi zevkleri doğrultusunda düzenleyip bırakıyorlar.

Sabahtanberi o odadan o odaya dolaşıp eski haline getirmeye çalışıyorum. Salon sehpalarının düz duran örtüleri inatla çapraz hale getirilmiş (o öyle seviyor galiba), sehpa üstündeki çerçeve, şamdan, vazo vb objelerin hepsi farklı noktalara karmakarışık yerleştirilmiş. Keza vitrin de öyle. Koltukların minderlerinin kimi ters, kimi dikişleri görünür şekilde, kimi de koltuktan en az on santim dışarda kalacak şekilde konulmuş (belirteyim koltuklarımın heryeri minderlidir). Kanepe üstündeki süs yastıkları ters yönde ve farklı şekillerde dizilmiş, halılar normal yerlerinden ya aşağıya ya yukarıya serilmiş. Oturma odasındaki, temizlikçi kadınların başbelası kabul ettikleri kitaplıklarımın raflarında kitapların önüne serpiştirilmiş biblo ve benzeri objelerin hepsi farklı yerde. Tuvalet masasının ve banyodaki etajerin üzerindeki bilumum ıvır-zıvır en olmaması gereken yerlere konulmuş. Artık tuvalette bir değişiklik yapamamıştır diyordum ki kağıt havlu rulosunun yer değiştirdiğini saptadım ve rahatladım. Haydi bunlar neyse de bilgisayar masasının altını silerken UPS'ye giren kabloyu gevşetmiş, bugün az daha bilgisayar arıza yapıyordu. Üstelik oraya dokunma ben hallederim dediğim halde. Temizlik bezlerini çamaşır makinesine atıp çalıştırdıktan bir süre sonra gelen seslerle banyoya koştuğumda benim makinenin Veliefendi çayırında hoplayan atlar gibi neredeyse şaha kalktığını gördüm, tabi üzerinde ne varsa yerlerde. Güya arkasını silmek için çekmiş ama dengesiz yerleştirdiği için makine atağa kalkmış, bulaşık makinesinin de farkı olmadığını gidip bakınca tesbit ettim, bir sorun çıkarmadan kendim hallettim. Rafta duran matruşkalarımın en küçük boyu kayıp, muhtemelen toz alırken düşürdü, sonra da elektrik süpürgesinin içine çektirdi. Hasılı kurcalasam daha neler bulacağım ama bezdim, bıraktım. Şimdi diyorsunuz ki bir daha çağırma bu kadını. Ne yazık ki çağıracağım, hiçbiri bundan farklı birşey yapmadı, en azından bu sevimli. Bir yandan şarkı söyleyip bir yandan iş yapıyor. Bana da şeytan azapta gerek.

Not: Fotoğraftaki leylaklı çerçevelerimi kadın eğriltmedi, günahını almayın. Havalı olsun diye ben yamuk çektim:))

KANUN SESİ

Dün akşam harika bir konser izledim. Antalya'daki "Düş Bahçesi Sanat Merkezi"nin organize ettiği bir Göksel Baktagir konseri idi bu. Benim için edebiyatta Füruzan neyse Türk Müziği'nde Göksel Baktagir odur. Kanununun sesini 24 saat dinlesem bıkmam. Böylece en sevdiğim enstrüman ve en sevdiğim virtüoz biraraya gelince konserin tadına doyum olmadı.

Birinci bölümde Göksel Baktagir kanunuyla "Düş Bahçesi"nin koristlerine eşlik etti, birbirinden güzel şarkılar dinledik ki içlerinde Dede Efendi'nin Hicaz makamındaki nakış yörük semaisi "Yine neşe-i muhabbet, dil-i canım etti şeyda" da vardı. Göksel Baktagir bunu çalmaya "Şifa niyetine" diyerek başladı. Bu bölüm hep birlikte söylediğimiz "Eski Dostlar" ve "Ağlama Değmez Hayat" şarkılarıyla sona erdi.

İkinci bölüm Göksel Baktagir ve arkadaşlarına ayrılmıştı. Kanuna gitar, keman ve vurmalı çalgılar eşlik etti, sanatçının eserlerini icra ettiler. "Gül Bahçesi"nden sonra en sevdiğim bestesini "Yalnız Sen"i, hem de kendi yazdığı sözlerle, kendi sesinden dinledik. Böylece bu küçük dev adamın muhteşem çaldığı kanuna, efendiliği ve alçakgönüllü kişiliğine çok da güzel bir sesin eklenmiş olduğunu da öğrendik. Şimdi sizleri gece-gündüz bıkmadan saatlerce dinleyebileceğim "Yalnız Sen" ile başbaşa bırakıyorum. Dinleyin, gerçekten pişman olmazsınız.

Not: Asucuğum, bu şarkıyı dinlerken kulaklarını çınlattım, farkettin mi?

Yalnız Sen

21 Nisan 2010 Çarşamba

GÜNÜN SÜRPRİZİ

Şimdi fırından çıktı bu vazodakiler, taze taze, sıcak sıcak. Aklım fikrim yemekte, leylağı bile simit gibi tarif ediyorum ama hakikaten günün sürprizi oldu. Az evvel eşim getirdi bunları ve bir müddet dilimin tutulmasına sebep oldu (dersem inanmayın, bende dil tutulacak göz mü var, dilim dursa elimle kolumla konuşurum). Bu soylu hanımefendiler bizim bahçeden, üç yıl önce dikilen leylak ağaçları bu yıl ilk çiçekleri sundu bize; kökleri, dalları, yaprakları dert görmesin. Verimli bir leylak yılı geçirmekteyim eş-dost sağolsun, aslını bulan aslıyla, bu imkanı olmayan fotoğraflarıyla katkıda bulundular bana, minnettarım. Şimdi siz Yıldırım Gürses'ten leylaklı bir şarkı dinlerken ben gidip yüzümü bunların arasına yapıştırayım. (Keşke yemek mümkün olsa memnuniyetle indirirdim gövdeye)

Leylaklar Dökülüp Güller Ağlasın/Yıldırım Gürses

DÜNYA ÇOCUKLARI 1

Bugün Antalya Uluslararası Çocuk Festivali'nin Açılış Korteji vardı. Kendim için birşey istiyorsam namerdim, sizler için gidip görüntüledim. Bakın şunların şirinliklerine abileri, ablaları, teyzeleri, amcaları, ne tatlılar değil mi?

Kazakistan

Acaristan

İran

Kazakistan

Tombul Kazak

Güzel kızımız ve yakışıklı oğlumuz

Kırgızistan

Acaristan

Litvanya

Acaristan

Estonya

Kırgızistan

Yerli Spiderman

Romanya

Kırgızistan
Devamı yarına...

20 Nisan 2010 Salı

NE DERT KALIR, NE HÜZÜN. BİR SUDUR GEÇER ZAMAN

Hani dün bizim evde tatsız misafirler vardı ya, hüzün isimli. Bugün hepsini defettim gitti, hem de çok zevkli bir yöntemle. Elime geçen ilk CD yi koydum müzik setine, Aşkın Nur Yengi'nin "Aşkın Şarkıları" isimli Best Of albümüymüş. Ay ne güzel, uzun zamandır dinlememiştim, pek de severim. Sesini de sonuna kadar açtım, komşular rahatsız oldularsa da idare etsinler artık, nazlanma hakkımı kullanıyorum. Çalan şarkılara bağıra çağıra eşlik ederken toparladım sağı solu, sonra baktım "Haydi güle güle git" çalıyor, Allaaaah, kim tutar beni. Attım kendimi pistlere pardon orta halısının üstüne, zıpla babam zıpla, hopla babam hopla. Göz pörtlemiş, diş zörtlemiş ne gam. Yandan, yukardan, aşağıdan, altmıış, yetmiiş, kıvır, çevir, bütün kurtlar yerde. Ara sıra kendimi TV'nin ekranında görüyorum aman ne komiğim, halime gülmek istiyorum ama dansederken kahkaha atmak zor oluyor, hani efor yetmiyor anlayacağınız, bileşik hareket yapamıyorum. Şarkı bitene kadar atladım, hopladım. Fotoğrafta gördüğünüz Muhittin beyle zarif eşi Pakize hanım da "Haydi eller havaya" modunda eşlik ettiler bana. Oh be, ikinci bir emre kadar "ne dert kaldı, ne hüzün". Şarkı söyleyen dillerin dert görmesin Aşkın abla, helal olsun sana Haluk abimiz.

Esasen bir yöntemim daha vardır stres giderici ama beni o durumda bir gören olsa çok geçmez deli gömleğine sarıp bahçesinde "Düşünen Adam" heykeli olan mekana tıkar. Merak ettiniz değil mi, haydi biraz ısrar edin söyleyim. Biraz daha, peki madem ki çok istiyorsunuz 70 milyonun huzurunda açıklıyorum: Bir klasik müzik CD'si itinayla müzik setine yerleştirilir. "Play" tuşuna başmadan önce ince bir sopa temin edilir (grissini bile olabilir, arada bi ısırık alırsınız). Müzik setinin karşısına geçilir, arkaya dönülüp boş kanepeye selam verilir ve ilk notalarla birlikte değnek havada. CD dönerken ben hayali senfoni orkestramı aşk ile şevk ile yönetirim. Böyle dakikalarca "Leylak von Karajan" modunda şeflik yapmışlığım vardır, tabii evde kimse yokken, en yakınlarım bile bilmez bendeki bu cevheri, ilk size açıklıyorum, sevildiğinizi bilin. Beni ne kadar rahatlatıp stresten arındırdığını bilseniz hemen siz de denersiniz. Hatta ne duruyorsunuz, koyun bir CD, alın bir sopa hemen başlayın. Hemen hemen, haydi, vakit geçirmeden...

19 Nisan 2010 Pazartesi

ZAMAN TÜNELİNDE

Sabah şişmiş, kızarmış, çapaklanmış bir sol göz ve bir tutam hüzünle uyandım. Diş ağrımsa yokolmuştu. Artık yatarken aldığım kuvvetli ağrı kesici midir sebep yoksa kendiliğinden mi geçti bilmiyorum, bu saate kadar sesi çıkmadığına göre ağrı kesicinin bu işte fazla bir rolü olmasa gerek. Gözüme gelince; bahar polenlerini, tozlarını ve mikroplarını toplayarak sıkı bir tekme attı anlaşılan. Hüznümün gözümle alakası yok, gözümün de hüznümle. Hüzün doğaçlama gelişti, hani olur ya bazen sebepsiz çıkıverir bir yerlerden "Cee" der, bu da öyle oldu işte.

Normalde ben onun "Cee" diyen dilini koparıp arkasına da baharın gözüme attığı tekmenin daha kuvvetlisini sallayarak defederdim ama dolaplarda birşey ararken elime geçen bu kutu hüznümü şımarttı. 20 yılı aşmış bir sürecin uzun zamandır aklımdan çıkmış birikimlerine rastlayıverdim; kartlar, kartvizitler, mektuplar, notlar, bazı eski belgeler. Döktüm önüme tek tek elden geçirdim.

Ençok anneannemden gelen bayram kartları ve babamın güzel el yazısıyla yazdığı kutlama sözcüklerinin altındaki ibare tetikledi hüznümü: "Anneniz ve babanız". Bir zamanlar birlikte kutluyorlarmış.

Anneannem her yılbaşı, her bayram öncesi şaşmaz bir düzenle kumlu gri pardesüsünü sırtına giyer, PTT binasının önünde açılan tebrik kartı tezgahlarına gidip eşe-dosta yollayacağı kartları seçerdi. Sonra da okuma-yazma bilmediğinden beni yanına oturtur, önce yollayacağı kişilerin bir listesini yaptırır, ardından da kutlama sözcüklerini söyleyip kartların arkasını ve zarfları yazdırırdı. Postaya verme işini de yine bizzat kendi yapardı. Ben evlendikten sonra bu görevi kızkardeş devraldı, nitekim evde bulduğum, üzerinde Kâbe resmi bulunan kartın arkasındaki "Sevgili torunlarım" diye başlayan sözcükleri de o yazmış. Ölene kadar hiç aksatmadı bu alışkanlığını, keşke ondan gelen bütün kartları saklayabilseymişim.

Kimileri de güldürdü beni, hüzün bulutları biraz dağıldı böylece. Bir öğrencimden gelen, hiç sevmediğimi bildiğinden inat olsun diye gönderilmiş, üzerinde eli yanağında bir Ferdi Tayfur fotoğrafı olan kart mesela. Kızkardeşten gelenler de çok eğlenceliydi. Yıllar sonra bir bankada işlem yaptırıp çıkarken arkamdan koşarak gelip "Hocam" diye boynuma sarılan eski bir öğrencimin üniversiteye başladığında yolladığı kart da duruyormuş, sınıfımın en yaramazlarından birinin mezun olduktan sonra Öğretmenler Günü'nde yolladığı mektup da. Kısacası 20 yıllık bir zaman tünelinde dolaştım durdum öğle sonrası. Sonra kalkıp toparladım, tıktım kutunun içine ne varsa gerisingeri, içimde hüzünle karışık bir sevinçle kaldırdım yerine. Gidip aynaya baktım, kanı biraz dağılmış, şişliği hafiflemiş göz neler görmüş neler dedim. Şükrettim gördüklerine...

18 Nisan 2010 Pazar

PAZAR GÜNÜNE SIĞANLAR

Şu gördüğünüz gümüşî denizi fotoğraflamadan önce bir film izledim; Sandra Bullock'un "En iyi kadın oyuncu Oscar"ını aldığı "The Blind Side"ı. Keyifli bir filmdi, yer yer duygusal, yer yer komik. Bir başyapıt değildi doğal olarak ama hoşça vakit geçirtti. Zaten Sandra Bullock'un olduğu her filmi zevkle seyrederim çünkü film değil Sandra Hanım'dır beni ilgilendiren. Bu filmde de velet bakışları, yanağından makas alma isteği uyandıran şirin suratı, yerinde kullandığı mimikleri ile "İşte bizim Sandra" dedirtti.

Gümüşî denizin fotoğraflandığı noktada sarı papatyalar, mor katırtırnakları, mis kokularıyla Hint leylakları ve Antalya'da çok az bulunan ve henüz tomurcuklanmış iğde ağaçları vardı. İğde çiçeği kokusuna bayılırım, bir çırpıda beni alır ortaokul yıllarıma, okulun bahçesine atıverir.

Günün geri kalan kısmında kanlanmış gözümü ovuşturarak "Aile Reisinin Kati Devrilişi"ni bitirdim, pek etik olmayan bir sonla bitip yüzümü kızartsa da güzel bir kitaptı. Pazar gününü kanlanmış ve görüşü bulanıklaşmış bir sol göz ve geceyarısına yaklaşırken musallat olan berbat bir diş ağrısıyla sonlandırmış bulunuyorum. Dileğim sabah uyandığımda görüşümün netleşmiş, diş ağrımın da geçmiş olması...

17 Nisan 2010 Cumartesi

"YUMURTA"YI YEDİK, "SÜT"Ü İÇTİK, SIRA "BAL"DA

Sonunda...
Sabırsızlıkla bekliyordum, hem "Yumurta" ve "Süt"ün ardından Üçleme'nin sonuncusunu görmek açısından, hem de gerçekten "Altın Ayı"yı hak eden bir film olmuş mu merakıyla. Hani ayılar bal sever ya, o sebep mi gitmiş demiştim Altın Ayı, Bal'a.

Semih Kaplanoğlu'nun sinemasına ilk kez 10 yıl önce "Herkes Kendi Evinde" isimli çok beğendiğim filmiyle adım atmıştım. Onu Tülin Özen'in harika oyunuyla "Meleğin Düşüşü" izledi. "Yumurta"yı festival sırasında değil de vizyonda izlemiş ve çok beğenmiştim, hala da üçlemenin en iyi filmi olduğunu düşünüyorum. Semih Kaplanoğlu filmlerinin tadını aldığım için hevesle gittiğim "Süt" biraz hayal kırıklığı yarattı. Normalde çok beğendiğim Başak Köklükaya'yı o zarif ve kırılgan görünümüyle bir türlü inek besleyip sütçülük yapan kasabalı kadın rolüne oturtamadım. Yine de oluşan hayal kırıklığı daha iyiyi beklerken iyiyi bulmanın hayal kırıklığıydı.

Semih Kaplanoğlu'nun filmleri hep ağır tempolu, durağan ve karanlık filmlerdir. "Bal" da tıpkı öyleydi. Ama oyuncular-özellikle küçük çocuk-çok oturmuş, konu iç burkucu olsa da insanın yüreğine hitabedici, görüntüler harika Karadeniz yayla manzaraları olunca ben sinemadan memnun ayrıldım ve Altın Ayı'nın sonuna kadar hakedildiğini düşünüyorum. Gelgelelim zaten tenha olan salonda benim gibi düşünmeyenler ve filmin sonunu beklemeden terkedenler oldu. Beklentiniz çok neşeli, hareketli, eğlenceli birşey değilse izleyin derim, en azından babayla çocuk arasındaki yoğun sevgi bağını duyumsamak için bile görmeye değer...

16 Nisan 2010 Cuma

YETER Kİ GÜN EKSİLMESİN PENCEREMDEN*

Baharın yamulttuğu bünyeyi biraz doğrultmak ve dünkü uzun yürüyüş sonrası hamlamış bacaklarımı dinlendirmek için bugün evden dışarı çıkmadım. Ben bayılırım zaten evde vakit geçirmeye; kitap oku, bilgisayarla haşır-neşir ol, müzik dinle, amaçsızca odalarda dolaş, 4 aylık Ankara süresince unuttuğun bazı eşyaları görüp "Benim böyle birşeyim var mıydı?" diye şaşır, kahve iç, güneşli kanepeye yayıl, kısacası istediğin gibi takıl. Hasılı evde olmak güzeldir...

-Kendimi yataktan adeta kazıyarak kaldırdığım bölük pörçük uyunmuş bir gecenin ardından güne Ekmekçi'min benim için eklediği bu güzel leylak fotoğrafıyla başladım. Bu görüntüden sonra günün kötü geçmesi olasılık dışıydı zaten.

-Tost ve nescafe eşliğinde bloglar gezilip, çiftlikteki ekim-dikim işleri de tamamlandıktan sonra kitabımı alıp kıvrıldım kanepeye. "Aile Reisinin Kati Devrilişi"ni okuyorum birkaç gündür. Hâlâ deviremedik reis Mimoun efendiyi. Fas'tan Barcelona'ya taşındılar ama karısına yaptığı eziyetler son bulmadı bir türlü. Eli kulağında yalnız, çok geçmeyecek layığını bulacak gibi görünüyor, kitabın sonu geldi çünkü. İlk kez Fas'lı bir yazarın kitabını okuyorum ve çok sevdim, eğlenceli, akıcı, güldürürken düşündüren, fosilleşmiş gelenekleri sorgulatan bir roman, önerilir.

-Tabii ki kitap yalnız başına gitmez, okuma seansına müzik setinde dönen "İstanbul Senfonisi/Aşk" CD'si eşlik etti, hem de üstüste 3 kez. Göksel Baktagir'i ve kanununu dinlemeye doyamam çünkü.

- Kendime öğle yemeği için sağlıklı, az yağlı bir sebze yemeği yaptım. Dün pazardan alınmış tazecik kabaklar ve iki adet enginar soyulup iri iri doğrandı, 3-4 diş sarmısak ve 3 kaşık zeytinyağıyla kendi suyunda pişmeye terkedildi. Bu aralar uzayda kapladığım yeri biraz küçültmek niyetindeyim ayrıca sebzelerin doğal tadını almayı sağlayan basit pişirimli yemekleri sever oldum. Buna evde benim dışımda kimsenin itibar etmediğini tahmin etmişsinizdir.

- Yemek pişerken "White Ribbon" filmini izlemeye başladım. Bu yıl "En iyi yabancı film" dalında Oscar adayı olan bir Alman yapımı. Siyah-beyaz çekilmiş, kasvetli bir film. Zaten konusu da öyle ama çok beğendim. Film bitene kadar bütün çocukların yüzü yandaki afişte gördüğünüz oğlanın ifadesini taşıyordu. 1.Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde bir Alman köyünde çocuklara gerek aileleri, gerek kilise tarafından uygulanan katı disiplinin onları nasıl suça ittiği çok güzel işlenmiş. İnsanı ürperten, bir o kadar da etkileyen bu filmi izlemenizi öneririm. (Filmin konusu pek iştah açıcı olmasa da ben pişen yemeğimi filmi izlerken lüplettim.)

-Tatlı niyetine (güya uzaydaki alanımı küçültecektim) bir adet yeni çıkan naneli Kitkat gofretini götürdükten sonra eşimin getirdiği domates fidelerini balkondaki saksıya diktik. Ankara'ya gidene kadar büyüyüp ürün vermesini ve salatamıza lezzet katmasını ummaktayız.

-Bozulan musluğu tamir için gelen sucuya kurban verdiğimiz vazomuzun kalıntılarını sucunun aile efradına içimden teşekkürler(!) sunarak süpürdükten sonra içindeki çiçekleri kurtarabildiğime şükrederek günümü özetlemeye oturdum. Aksiyon olmasa da film, kitap, CD üçgeninde hoş bir gündü, bünyeye iyi geldi. Bu kalbim kadar temiz blog sayfasındaki yazıma burada son verir, hayatın sarp ve dikenli yollarında karşınıza çıkacak tüm engelleri aşmanızı temenni ederim.

*"Yeter ki gün eksilmesin penceremden"/Cahit SıtkI TARANCI

BAHAR MANZARALARI

Bu fotoğraflar dünkü yürüyüşten, buyrun seyredin...

Mis kokulu limon çalısı

Kahkaha çiçeğine benzer çiçekleri olan bu ağacın adını ne yazık ki ben bilmiyorum. Bilen varsa parmak kaldırsın...

Şişe fırçası ağacı

İnşaat demirinden geyik olur mu? Oluyormuş...

Huzur

Hint Leylağı ya da Tesbih ağacı

Denize karşı çay keyfi yaptık sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Sadece deniz keyfi yaptık, çay içilemiyecek kadar kötüydü.

Kalın sağlıcakla...