Şu çelincı bitireyim artık diyorum, benim arkadaşlık hikayelerimi dinlemekten usandınız gibi geliyor. Toplu bir final yapalım bugün burada.
Çelınca geçmeden, dün uzun zaman sonra ilk defa çayır-çimen, ağaç-çiçek gördüm. Bizim minnoşu da alıp parka doğru uzandık, park tıklım tıklım, Çırpıcı Çayırı gibi (nereden aklıma geldiyse Osmanlı'nın mesire yeri). Parkın ortasına konuşlanmış, dört bir yanı açık cafenin en köşe masasına oturttular beni maiyetimdekiler 😃 Sol yanım havuz, sağ yanım çimenlik, kestim dırlanmayı artık. Bir cafe masasında kahve içmeyeli bir yılı geçti, en son geçen sene kaçak göcek, tedirgin, kolonya kokulu, bir an önce hüpletsek de gitsek havasında Tunalı Hilmi'deki Cafe Lab'da içmiştik kızkardeşle, yine kağıt bardakta içtik içmesine ama o da bir şeydir, hem bu defa biraz daha rahattık.
Bir karton bardak deyip de geçmeyin, "içinde nice uzun yılların özlemi var", bulsak "ağla gitar, çal gitar" da derdik 😀 Arka plandaki binanın duvarında Gabo ile Yaşar Kemal'i seçebiliyor musunuz?
Ve lavantalar, mis gibilerdi
Böyleyken böyle, kısacası pandemi hepimizi Nazım Hikmet'e döndürdü, güneşe ilk defa çıkıyormuş gibi, zaten güneş de ancak dün arz-ı endam eyledi.
Gelelim bitmek bilmeyen çelınca:
13- Kalp kırmış bir arkadaş:
Olmaz mı? Pek çok, kimisini affedip geçiyoruz, kimisini görmezden geliyoruz, kimisinin misilleme yapıp biz de kalbini kırıyoruz ama eğer ciddi anlamda seviyorsak görmezden geliyoruz, aynen devam diyoruz. Lakin birkaç tanesi var ki değil affetmek, yüzüne bakmak bile insanın içini bulandırıyor. O yüzden hiç bahsetmeyelim, taksın sepeti koluna, herkes kendi yoluna...
14- Özlenen bir arkadaş:
Şu pandemi var ya, iki sokak ötemde yaşayan arkadaşlarımı bile özletti, hele bir bitsin toplaşıp halay çekelim, yiyelim içelim, özlem giderelim...
15- Ruh ikizim dedirten bir arkadaş ve onunla bir anı:
Ruh ikizi işi biraz zor, benzerlik ve ayrılıklarımızla varız, o yüzden ruh ikizim yok ama bol bol ruh öküzüm oldu, hele çalışırken adım başı idi. Sınıfa ders esnasında kapıyı çalmadan girip: "Haydi, fakirler çabucak adını yazdırsın, ona göre yardım yapacağız" diyen muavini mi ararsın, nöbetçi olduğum gün içerden gelen gürültüden dolayı sınıfı boş sanıp kapıyı açtığımda "Hah hocanım, iyi ki geldin, gel şunlara bişi söyle, çok gürültü ediyorlar" diyen yaşını başını almış öğretmeni mi? Ortak yazılıda gözetmenken sorunun birinin yanlış olduğunu farkedip ilettiğimde, "Boşver hocanım ya, anlamaz nasılsa onlar" diyeni mi yazayım, bilgisayar kursunda "Pencere açalım" diyen hocaya "Peki" diyerek sınıfın camını açmaya gideni mi? Oh! İyi ki emekli olup kurtulmuşum bu ruh öküzlerinden...
Bitti efenim, siz de okumaktan bittiniz sanırım. Daha başka konularda buluşmak üzere diyelim o zaman...
Bir ara mı verdim ne, farkına varmamışım. Dün bütün gün bir avuç bostan, yan gel Osman modundaydım. İyi geldi, akşamına da iki kadeh şarap içtim, o daha iyi geldi. Bu aralar erken yatıyorum, yatmazsam uyuyamıyorum. Lakin erken yatınca da sabahın 4'ünde, 5'inde gözlerim cort diye açılıyor bir daha uyuyamıyorum. Bir düzen tutturamadım.
"Mare of Easttown" dizisini izleyip bitirdim, güzeldi. Özellikle Kate Winslet'in doğallığı ve oyunculuğuna hayran kaldım. Kadın ne balık eti bedenine, ne kaz ayaklarına, ne dudağının üstündeki ve yanağındaki et benimsi çıkıntılara önem veriyor, süpürgeden hallice saçları da cabası, adamımsın Kate, hep böyle kal ve müthiş bir oyuncusun. Şambriyel dudaklı, pörtlek elmacık kemikli, gözleri kocaman açılmış, kaşları hep hayret ifadesi taşıyan, hepsi birbirine benzer kadınlardan sonra ilaç gibi geldi. Sırada "Lupin"in 2. ve Kaminsky Method'un da 3. sezonları var ama Filmmor'dan bir sürü yer ayırtıp, İstanbul Festivali Haziran filmlerinden de epey bilet aldım, bakalım izleyebilecek miyim hepsini. Bu iş de kitap almama benzedi, açgözlülükle devam ediyorum, ne yapayım ben terbiyeli ve azla yetinen bir insandım, pandemi bozdu ahlakımı 😃
Ne güzel afiş di mi?
Ve Agnesciğim 💗
Gelelim çelıncımızın son birkaç sorusuna:
11-İlham veren bir arkadaş:
İlhamımı kendimden alıyorum şekerim, o benim 😃 Şaka bir yana düşündüm, tek bir isim bulamadım. Çoğu arkadaşımdan farklı yönlerde ilham aldığıma inanıyorum. İyi ki varlar, hayat onlarla güzel...
12-Aslında hiç alakamız yok dedirten bir arkadaş:
İşte bu mevcut. Onunla tanıştığımda Antalya'ya yeni gelmiştim, ev bile bulamamıştık. Ben nereye gitsem evleri kurutuyorum arkadaşlar. Denizli'de günlerce gezip uygun bir ev bulamamış, arkadaşın annesinin ayarladığı, sahibi evinden, evi sahibinden kötü, bir kenar mahallenin daracık sokağındaki saçma sapan bir eve mahkum olmuştuk. Antalya'da ise bir hafta sokak sokak dolaşıp resmen ayakkabımın altını delmiş, yine bulamamıştık. Üstelik taşınmamız gerekiyordu, eşyaları bir depoya yığıp kayınvalidemin evinin bir odasına idareten yerleşmiştik. Üstelik bebek bekliyordum, üstelik göreve başladığım okul felaket durumdaydı, son derece düzenli ve disiplinli bir liseden, idaresi ayrı, öğretmeni ayrı, öğrencisi ayrı tuhaflıkta bir okula naklolmuştum. 12 Eylül'e çeyrek vardı, her gün girdiğimiz dersten "Boykot var!" nidasıyla geri çıkarılıyor, benim ocak ayında çoktan okutup bitirdiğim konulara bile henüz gelinmemiş oluyor, idareciler odalarının kapısını kapatıp hiçbir şeyle ilgilenmiyor, öğrenciler başıboş, güya ders yapıyorduk. Birkaç kafa dengi arkadaşla okulun kapanmasını bekliyorduk açıkçası. Fena halde uyum güçlüğü çekmekte idim, hormonlarım isyanda, özel alanım yok, dertleşeceğim bir Allah kulu mevcut değildi. D'yi daha önce de gördüm öğretmenler odasında ama onu hep kucağında kırmızı puantiyeli askılı elbise giymiş altı aylık bir bebekle okulun kapısının önünde, ince uzun gövdesiyle hatırlarım. 3 ay sonra benim de kucağıma başka bir bebek gelecekti ve bu süreçte en yakın desteğim D olacaktı. Ne ara yakınlaştık, ne ara yıllardır tanışıyormuş moduna geçtik silinmiş gitmiş, sanki doğduğumuz günden beri arkadaştık. Sakin, ölçülü, gereksiz konuşmayan ama sevdiği insana sonuna kadar destek olan biriydi. Ve galiba beni sevdi 😀 Tam zıt karakterini. Sürekli hareket halinde bir sosyal kelebek olan, konuşmaya bir başladı mı susmayan, yerine göre pot kırabilen beni 😀O benim sakin limanım, bense onu ihtiyaç halinde yanına alıp eğlenceli alemlere sürükleyen yandan çarklı gemi. Ne zaman dertlensem ona koşarım; dinler, karşı çıkmaz, eleştirmez, akıl vermez. Dinler ve birine içini dökmenin rahatlığını sunar insana. Verdiğin sırrı sonuna kadar saklayacağından emin olduğun insanlardandır. Her aradığında yanında bulursun. Birlikte büyüyen çocuklarımızın dertlerini, sevinçlerini paylaştığımız, birlikte yaptığımız her işten keyif aldığımız, birbirimizin kusurlarını hoş gördüğümüz zıt ama birbirini tamamlayan dostlarız biz, iyi ki var, dilerim hep hayatımda olur...
Kendimle gurur duyuyorum, çelıncı hazırlayan bile benim gibi görevlerini vaktinde yerine getiren, sadık bir çelınçcı değil. "Çelınççı" hoş laf yahu, "kalaycı" gibi 😀 Kalaycı deyince aklıma geldi, madem aklıma geldi yazmasam olmaz. Çocukluğumda mahalleye çok kalaycı gelirdi, malum o zamanlar çelik tencereler henüz piyasaya çıkmamış, tencere pazarlamacıları da okul okul, resmi daire daire gezmeye başlamamışlardı. Tencereler, tavalar, sahanlar genellikle bakırdı ve de belirli aralıklarla kalaylanması gerekirdi. Tabii alüminyumlar da vardı ama henüz eldeki bakırlar muhafaza edilmekteydi. 2-3 ayda bir şalvarını çekmiş, çemberini kafasına dolamış, üstünün başının karalığı kendiyle yarışan iki-üç Roman vatandaş "Kalayci geldi kalayciii" diye bağırarak gelir, evin önündeki arsaya yerleşir, kalaylanacak kapları beklemeye başlardı, biz çocuklara da seyirlik malzeme çıkardı. Sonra konu komşu tencereyi, tavayı kapar gelir, faaliyet başlardı. Ateş yakılır, kalay eritilir, tencereler nişadırla ovulur, ardından kalaylanır, rengi uçmuş bakırlar pırıl pırıl parlardı, bir nevi sihirdi adeta yaptıkları, büyülenmiş gibi nişadır ve kalay dumanı soluya soluya izlerdik. Zamanla alüminyum mutfak eşyaları arttı, bakırlar terkedildi, hatta tu kaka oldu, bazıları sattı, bizimkiler evin kömürlüğüne hapsedildi, sonra bir gece hırsız girdi, hepsini yüklendi gitti. Fazla üzülmedik zira cici çelik tencerelerimizi kullanmaya başlamıştık. Yıllar geçti bakır tekrar gündeme geldi, annemin aklına vahlanmak o zaman geldi, lakin gitti gider koçum gibi tencereler 😀
Henüz birkaç bakır tenceremiz varken babam bir gün eve elinde ne idüğü belirsiz birtakım paketlerle geldi. Hepsini mutfağa zulalamak üzereyken anneme yakalandı. "Ne bunlar?", "Bir şey değil canım". "Nasıl bir şey değil ya, ne o kesekağıtlarındaki?" "Ya tencerelerin bazılarının kalayı gitmiş de kalaylayım dedim, burada kalaycıyı nerede bulacağız" (taşınmıştık bu arada ve bu semtte ne arsa, ne bahçe, ne de kalaycı vardı). "Adam sen delirdin mi? Sen kalaycı mısın, evde kalay mı yapılır, hayatta yaptırmam". "Yahu her şeye itiraz ediyorsun, mutfakta hallederim ben". Bu arada ben devreye giriyorum: "Baba hakikaten şaşırdın mı, evde kalay mı yapılır?" "Ne oldu, babanın kalaycı olması zoruna mı gitti?" "Ya baba sen kalaycı mısın da zoruma gitsin, olmayacak işe amin diyorsun da ondan itiraz ediyoruz". "Karışmayın siz". Annem bir şeye kızıp, itiraz edip sözünü dinletemediği zamanlardaki rutin tavrını takınarak hızlı adımlarla mutfağı terk etti, bu arada dudakları kıpraşıyordu, neler dediğini ben biliyorum, siz bilmeseniz de olur 😀
Pazar günü geldi, babam kahvaltıyı zor etti, tüm itirazlarımızı kulak ardı edip mutfağa kalaycılık zanaatını icra etmek üzere tezgah açtı. Annem o kadar sinirliydi ki olup bitene şahit olmamak için bitişik komşu Kifolar'a gitti, "Hele gelesen de bi lehme kısır katem" demişti. Annem Kifo'nun vitrinindeki "Homini"ye baka baka kısır yesin (Homini Kifo'nun iri boy termosuna verdiği isimdi, hani şu üstten düğmesi olanlardın, basınca çay akıtanlardan. Kendisine beyaz tülden, büzgülü bir elbise dikmiş ve vitrinin en üstü rafına yerleştirmişti. Yani bir nevi gelin etmişti adını pek sevdiği "Humeyni"den esinlenerek koyduğu, dili dönmediği için "Homini" dediği termosu. Cinsiyet tutmuyordu gerçi ama idare edeceksiniz artık) babam icraata başlamıştı. Ben meraktan ara sıra mutfak kapısından kafayı uzatıyordum, babam ciddi çalışıyordu. Bir süre sonra değil mutfağa girmek, kapının yanına bile yanaşamaz oldum zira buram buram duman tütüyordu içerde. Tüp gazlı ocak harıl harıl yanıyor, babam nişadırla ovduğu tencereyi kalaylamaya uğraşıyordu. Her şey olup bittiğinde geride alaca bulaca bir tencere, tamamı nişadır tozu ile kaplanmış bir ocak ve mutfak tezgahı, tarif edilemez pis bir koku, yerlere saçılmış kalay parçaları vardı. Annem eve geldiğinde yediği kısır neredeyse gözlerinden dışarı fırlayacaktı. "Yaptığın gibi temizle" diyerek sert adımlarla olay mahallini terk etmiş, aşağı yukarı 10 gün sürecek küslük için niyet eylemişti. Mutfak kapısına yaslanıp babamın yüzündeki yenilgiye bakarak, "Biz sana dememiş miydik, olacak iş miydi bu baba?" dediğimde hüzünlü hüzünlü bakıp şu cevabı verdi: "Bu da bir tecrübedir, anladım ki şu dünyada beceremeyeceğim tek iş kalaycılıkmış".
Hayat üzerine konuşmaktan zevk alınan bir arkadaş:
Yok öyle biri, ben de yokum, hayat üzerine konuşmaktan çoktan vazgeçtim. Gelene buyur deyip yaşıyoruz. Biz konuşsak da hayat bizi dinlemiyor, en iyisi serbest stil takılmak. Haydi kalın sağlıcakla, siz siz olun mutfakta kalay yapmayın...
Hafta sonu kış modunda geçip gitti. Bunca senedir her yaz başı Ankara'ya gelirim, sadece 2016 yılıydı sanırım Mayıs ve Haziran'ı sıcak geçirdim. Onun dışındaki yıllarda Antalya'da çıkarıp attığım fanilayı ve çorabı üstüme geçirdiğim gibi kazak giyip yorganla yattığım da vakidir, tıpkı şimdilerde olduğu gibi. Geçtim üşümeyi o bulanık, bulutlu ve yağmurlu hava zaten pek yukarılarda olmayan ruh halimi iyice dibe indiriyor. Ne diyeyim, bu da geçer ya-hu!
Çelıncımıza verdiğimiz hafta sonu arasından sonra 8. ve 9. soruları birlikte cevaplamak istiyorum, zira ikisinin de öznesi aynı kişi:
8-Birlikte yol yapılacak bir arkadaş:
9-Unutulmayacak bir anıya ortak olmuş arkadaş:
Ş. (Bu başka bir Ş) ile tanıştığımızda lise 1. sınıftaydık. Çok yakın bir arkadaşımızla aynı sırada oturunca otomatikman onunla da yakınlaştık. Biz üçümüz, B., S. ve ben her teneffüs çılgınlar gibi koridorlarda koşar, ihtiyacımız olsa da olmasa da WC ziyaretleri yapar, merdivenlerden patır kütür iner, kantine koşturup derse son anda yetişirken Ş bir sonraki dersin kitabını açar, sakin sakin ders çalışırdı. Bu yüzden bazen ısrarlarımıza, bazen dalga geçmelerimize konu olur ama hiç aldırmazdı. Bir kere olsun bizimle teneffüslerde coştuğunu görmedim. Zıt kutuplar birbirini çeker ya, onun sakinliğine, saçma sapan koşturacağına ders çalışmayı tercih edişine, bizim sınıftaki azgınlıklarımıza yüzünde bir gülümseme ile seyirci kalışına, benim bir şeylere geç kalıyormuşçasına telaşlı hallerime karşılık onun ağır yapısına rağmen yıl sonuna geldiğimizde bugünkü deyimle kanka olmuştuk (o zaman böyle bir kelimeyi duymamıştık bile :). Lise 2'de arkadaşlığımız iyice pekişmiş, birbirimizin evlerine gidip gelmeye, ailelerimizi tanımaya, birlikte okul dışında da bir şeyler yapmaya başlamıştık ki subay olan babasının tayini çıktı, memleketlerine, yani Antalya'ya taşındılar. Lise son sınıfı ayrı şehirlerde okuduk, yokluğuna çok üzülüyordum, birbirimize uzun mektuplar yazıyorduk-daha çok ben yazıyordum, o benim kadar sabırlı değildi yazma konusunda-kısacası bağlantımız kopmadan devam ediyordu. Zaten üniversiteye hazırlık telaşı aklımızı başımızdan almış, ders dışında başka konulara yoğunlaşamaz olmuştuk. O yıl sorular çalındı, daha doğrusu İstanbul'da bir dershane öğrencilerine bir şekilde temin ettiği soruları verdi ve anlaşılınca kıyamet koptu. O zamanlar böyle şeyler çok tepki toplardı. Eylül ayında tekrar girdik sınava, belki de ağustos sonuydu, geçmiş zaman unuttum ama öncesinde öğretmen yetiştiren eğitim enstitülerinin ve yüksek okulların sınavlarına da girmiştik, ayrı yapılırdı onlar, sanırım ÖSYM oluşmadan önceki son kuşak bizdik. Sınavları ayrı yapılan bu okulların açılışları da diğer fakültelerden epey önce olurdu. Ben bir yüksek okulu kazanmış ve hakkımı kaybetmeyeyim diye devam etmeye başlamıştım, bir yandan da fakülte fakülte gezip puanımın tuttuğu yerlere ön kayıt yaptırıyordum. Bir hafta kadar devam ettiğim okulu sevmemiştim, sınıfta biri iki yıllık olmak üzere iki kızdık ve çoğu taşralı bir erkek kalabalığının içinde kaybolmuştuk. İkinci haftanın başında sınıfa girip yerime oturduğumda ön sırada yeni bir kız öğrenci fark ettim, etrafı kalabalık bir grupla çevriliydi. "Yaşasın bir kız daha gelmiş sınıfa" diye sevinirken saçlar tanıdık geldi. Yerimden kalktım, etrafındakileri aralayıp omzuna dokundum, evet o Ş idi, benim kankam 😃 Cep telefonunu bırak evlerde telefonun olmadığı, haberleşmenin mektupla sağlanabildiği ortamda ne yaptığımızı birbirimize söyleyecek fırsatımız olmamıştı. O andan itibaren okul gözüme güzel görünmeye başladı, zira en yakın arkadaşımla aynı sınıftaydık. Aynı durum onun için de söz konusuydu haliyle ve gençliğin verdiği umursamazlık ve ataletle biz puan kovalamayı falan bıraktık, kaldık o okulda, kalmaz olaydık...
Buradan itibaren 9. soru devreye girer. 12 Eylül adım adım yaklaşmakta idi, hükümetler kurulup kurulup bozuluyor, cumhurbaşkanı bir türlü seçilemiyor, sağ-sol çatışmaları son hızıyla devam ediyor, memleket kutuplara ayrılmış, ortalık kan gölü. Üçüncü sınıfa başladığımız yıl her şey bir anda tepetaklak oldu. Okul felaketti, kavgalar, tehditler, boykotlar, zoraki para toplamalar, son olarak kantinde dövülerek öldürülen bir arkadaşımız. Okul hayatı kesintiye uğradı, diğer çoğu okul gibi. O kadar korkutucu anlar yaşadık ki, dayak yemekten son anda kurtulduğumuz, tehdit edildiğimiz, alay edildiğimiz, dosyalarımızın yakıldığı zamanlar oldu. Bütün bunları birlikte göğüsledik. Tek başına becerebilir miydik bilmiyorum. Ş benim kişisel tarihimin eşlikçisi gibidir. Hatırlamak istemediğimiz o yılları hala çok fazla konuşmayız. Bir şekilde okul bitti ama biz de tam anlamıyla bitmiş durumdaydık. Anıların hepsi tatlı olmuyor maalesef, bu tatsız anıların eşlikçisi de sevgili Ş'dir.
Okul bitti ama bizim bağımız kopmadı. Ben akabinde nişanlandım ve tayin istedik. Denizli'ye çıktı tayinimiz, Ş de tayinini Denizli'ye istedi. Biz Denizli'de de aynı okulda çalıştık. Her taraftan rüzgar alan minik bir teras dairesinde otururdu, kışın gaz sobası rüzgardan yanmaz, bize gelir, bizim sürekli tüten ve akıtan kömür sobasının dibindeki koltuğa oturur, ısınırdı. Hepimiz hayat acemisi ama bir o kadar da hayat heveslisi, hiç unutamayacağım güzel günler yaşadık o çirkin şehirde, daha da çirkin o evde. Sonra biz Antalya'ya tayin olduk, iki yıl sonra Ş de Antalya'daydı. Yine aynı okullarda çalıştık, bizimki arkadaşlıktan çıkıp bir nevi kardeşliğe dönüşmüştü. Benden bir yıl önce emekliye ayrıldı, ardından ben, geçen yıl birimizin anneanne, birimizin babaanne olması da kaderin güzel bir tecellisi olsa gerek.
Bu nalet pandemi gelmeden önce lise arkadaşlarımızla yaşadığımız buluşmalarda en şahane yol arkadaşımdı. Tüm yolculuklarımız eğlenceli, birlikte yapılan yollar çabuk bitiyor. Dilerim en kısa zamanda tekrar başlar buluşmalar, yolculuklar. Hayat yolculuğunuza eşlik eden arkadaşlarınız çok ve iyi insanlar olsun...
Yeni adaptörüm henüz teşrif etmedi, Acil Durum Kiti oğlumun getirdiği bir yedekle açtım interneti. Merkür bu defa beni fena çarptı. Neyse çarpılmış bir vaziyette çelınca devam ediyorum. Geldik 7. soruya:
7- Dans edilecek bir arkadaş:
Şu an en son ne zaman dans ettiğimi hatırlamaya çalışıyorum ama hatırlayamıyorum, çook uzun zaman oldu. Zaten şu an dans edecek olsam ayaklarım birbirine dolaşır, sevmem de pek üstelik ne yalan söyleyeyim. Ama "Angara'nın Bağları"na, "Misket"e, "Fidayda"ya falan dayanamam atarım piste kendimi, daha doğrusu atardım, Cevriye ile Tevriye'den önce. Danstan sayılırsa bu konuda şahane bir arkadaşım var, yanımda o olmazsa pek neşelenemiyorum ama varsa tutmayın bizi.
Ş. ile ilkokul, ortaokul, lise ve üniversiteyi bir yıl arayla aynı okullarda okumuşuz. Bu kadarla kalsa iyi, aynı semtte, aynı mahallede, bir sokak arayla oturmuşuz yıllarca, evlerimizin arası 50 metre ancak gelir. Mahallede kim varsa ortak tanıdık, gel gör ki biz birbirimizi tanımadan büyümüşüz.
Bundan epey bir zaman önce, daha hepimiz çiçeği burnunda öğretmenken bir gün Öğretmenler Odası'nın kapısı açıldı. İçeriye kocaman gülüşlü, üç kişiye yetecek kadar gür ve lüleli saçlı, esmer bir kadın rüzgar gibi eserek girdi. İlk dikkatimi çeken paltosu oldu, anneannemin pek hoşuma giden kadifemsi kumaştan paltosuna benzer şeydi, algıda seçicilik. Hepimizi yıllardır tanıyormuş gibi içten selamlar vererek yanımıza oturdu. Yeni tayin bir öğretmendi, bebek bekliyordu ve okulun çok yakınında oturuyordu. Sonra sorulan sorulara karşılık olarak beni can evimden vuran bir şey söyledi, "Erzurumluyuz ama Ankara'da büyüdüm ben, Yenimahalle'de". Antenlerim aniden titremeye başladı ve hemen yılları, yerleri soruşturmaya başladım, sonra yukarıda yazdığım komik durumu keşfettik, ikimiz de kahkahalarla gülmeye başladık bunca yıl birbirimizi es geçip burada karşılaşmamıza, o kahkahalar bir araya geldik mi hala tam gaz devam eder.
O ilk günden bu yana Ş. benim en iyi arkadaşlarımdan biri oldu, en çok güldüğüm, en çok eğlendiğim, omzunda en çok ağladığım, en şahane dedikoduları yaptığım. Aynı arka plana sahip olmanın getirdiği bir benzerlik hali var, Yenimahalle'de, o mahalle kültürüyle, orta sınıf insanlar arasında büyümüş olmanın getirdiği bir uyum hali. Yıllar içinde çocuklarımızı birlikte büyüttük, mezuniyetlerine, evliliklerine, anne-baba oluşlarına şahit olduk, okul yılları bitti, emekli olduk ama biz bir türlü büyüyemedik. Ne zaman bir araya gelsek çocuklaştık. Hele ki bir eğlence söz konusu ise ve Ş. ile ben yanyana oturuyorsak. En köhne mekanda, en kötü yemeklerde bile kahkahalarla gülüp eğlenmenin dibine vurduk. Dans edilecek arkadaşım da Ş. dir benim, bir yandan oynar, bir yandan çevremizde oynayanları keseriz. Sonra o kadar güleriz ki oynamaktan değil, gülmekten yoruluruz. Bir yudum alkol almadığımız halde ikimizin eğlenmesine bakan bizi bir büyüğü devirmiş sanır. Ah şu pandemi bitse de o güzel günlere geri dönsek, tüm eğlenemediklerimizin acısını çıkarsak...
Sabah kalktım, bilgisayarı açtım, baktım "İnternetiniz sizlere ömür" diyor, "Aaa başlarım internetine yahu, daha evvelsi gün yeni modem aldık, neyin nesi bu?" Merkür retrosu mu var astrolog arkadaşlar, bir el atıverin bakayım. Neyse acil yardım kitini aradım, o da şaştı. "Adaptörden olabilir, başka bir adaptör bul, onunla dene" dedi. Evde iki adaptör bulabildim, ikisinin de voltu yetersiz. Neyse uydu antenininki uyumlu imiş, denedik çalıştı, anladık ki bu defa adaptör cortlamış ama sıktınız artık, yarın hangi konuda arıza vermeyi düşünüyorsunuz sayın internet? Neyse şu anda geçici olarak ödünç adaptörü kullanarak açtım interneti bari yazımı yazayım, sonra iade ederim TV komşuya dedim. Yeni bir adaptör için de sipariş verdim, kargocular bana küfrediyor kesin.
Çelincımızın 5. ve 6. maddelerini birlikte cevaplamaya karar verdim, birincisi biraz olasılıksız bir durum ama bakalım neymiş:
5- Bir suça karışılacaksa aranan arkadaş:
Arkadaşım ikinci aşısını bile iki ay önce olmuş bir insan evladını bu saatten sonra niye suça karıştırıyorsunuz, edebimle oturayım evimde. Suça karışmak gerekirse bünyede mecburen iştirak edecek iki arkadaş var zaten, Cevriye ve Tevriye. Kendileri bizatihi baş suçlu, hiç tereddüt etmezler valla 😃
6-Tatil için en iyi arkadaş:
Bu soruda izninizle kardeşimi arkadaş kontenjanına dahil edeceğim, esasen kendisi en iyi arkadaşımdır zaten. Ve tatile onsuz gitmeyi aklımdan bile geçirmem, tatil demeyeceğim aslında, benim tatil kavramım gezmektir, öyle sahilde saatlerce güneşte yatıp, denize cuplama olayı bana ters. Hem yaşadığım yerde yürüme mesafesinde koca Konyaaltı Plajı, ne işim var denizli-güneşli tatilde. O yüzden bunu gezi-seyahat olarak algılıyorum. Emekli bir insan olarak ebedi tatildeyim ben.
Kardeşimle pandemi öncesi, yazları Ankara'ya geldiğimde geleneksel seyahat planımızı yaparız, hatta bazen önceden yaparız. Genelde 3-5 günlük şehir gezileri ve YHT ile günübirlik geziler olur bunlar. Biletleri ayarlamak, gideceğimiz yerdeki gezilecek mekanları, yemek yenilecek yerleri araştırmak benim görevim. Yol azığını kardeşim yapar. Sonra otobüse ya da trene atlar aman ne güzel bir yolculuk yaparız. Kardeşim beni sabahın köründe dürtüp güne başlatır, bütün gün tabanlarımız şişene kadar gezip yorgunluktan pert yatağa atarız kendimizi, bu defa da yorgunluktan uyuyamayız. Ben uyuyamadıkça yatakta dönerim, kardeşim bana çemkirir "dönüp durma" diye. 4 gün hiç uyumadan gezdiğimizi hatırlıyorum. Kaldığımız kısa süre içinde bir yıllık kahkaha biriktirir, en ücra sokaklara dalar, yüzlerce fotoğraf, onlarca selfie çekeriz. Durmadan tuvalet arar, iyi diye restoranlara girip, ne biçim yemeklerdi diye çıkarız. Müzelerin satış mağazalarını talan eder, üstünde "Falanca Belediye" yazan banklarda, şehrin adını taşıyan koca harflerde mutlaka poz veririz. Bursa'da en berbat İskender'i, Hatay'da en çirkin künefeyi, Niğde'de en sulu Niğde tavayı yemeyi başarır, üstüne de bir ton güleriz. Ben "dizim" diye sızlanırım, o "açım" diye söylenir ama hep birbirimizin nazını çekeriz. Birimizden birimiz mutlaka bağırsaklarını bozmayı başarır, diğerimiz ona "Yine mi?" diye kızar 😃 "Ben ödeyeceğim" kavgaları yaparız. Kısacası hiçbir yolculuk onunla olan kadar beni tatmin ve mutlu edemez. Dilerim bu pandemi tez biter, biz de seyahatlerimize geri döneriz.
Bir güneş, bir bulut devam ediyoruz Ankara havalarına. Millet Antalya'da denize giriyor, biz burada yorganla yatıyoruz. Doğrusu sıktı artık, evden dışarı çıkmasam da pencereden, balkondan güneş görmek istiyor gönül, sonuçta güneş ışığıyla şarjolangillerdenim.
Çelıncımıza devam edecek olursak:
4- Bir şarkı ile hatırladığınız arkadaş:
Babil Kulesi sitemizde anneannemden ayrılıp ilk bloktan üçüncü bloğa, kiraya taşınmıştık çekirdek aile olarak. Haliyle arkadaş sayım katmerlenmişti. Her yaşa yetecek çocuk ve genç popülasyonu mevcuttu sitede. Biz bir grup ergen kız, özellikle yazları her gün buluşup muhabbet ediyorduk. Hülya ve Handan üst katımızda oturuyorlardı. Biriyle yaşıttım, Hülya 2 yaş büyüktü bizden. Adı gibi hülyalıydı, ince, uzun, kumral, hoş bir kızdı. Uzun saçlarını kimi zaman omuzlarına döker, kimi zaman iki örgü halinde örüp o yıllarda pek moda olan papatya şeklindeki kocaman plastik bir tokalarla tuttururdu. Başkaları da vardı tabii ki, Sema, Serap, Filiz, Vildan, kocaman bir ekiptik. En büyük zevkimiz de toplaşıp şarkı söylemekti. Şimdikiler gibi disko, bar, cafe kültürümüz yoktu, zaten oralara gitmek zinhar aile kızlarına yakışmazdı. Bizim mekanımız bloğun yan bahçesine bakan kömürlük penceresinin denizliği idi. "Kömürlük Cafe-Bar", kulağa fena gelmiyor 😃 Binanın o yüzü kördü, haliyle pencereden dikizlenmek, dinlenmek gibi bir sıkıntımız da olmazdı, kafamıza göre takılır, konuşurduk. Hülya'nın sesi pek güzeldi, en çok o söylerdi. Genel müzikal beğenimiz Türk Sanat Müziği üzerine idi, çok klasik bir ekiptik. Bazen türküler de girerdi repertuarımıza. En çok da Hülya'nın yanık yanık söylediği "Hozalı Gelin"
Biz böyle Türk Sanat Müziği, Türkü Türkü Türkiyem falan takılırken siteye Tülinler taşındı. Esmer teninde yeşil yeşil parlayan gözleriyle hem çok güzel, hem de cin gibi bir kızdı. O da Hülya gibi bizden bir-iki yaş büyüktü ve anlaşıldı ki bizim kadar saf mahalle bebesi değildi. Çok geçmeden aramıza dahil oluverdi. Yine böyle Kömürlük Cafe-Bar (!) da takılıp şarkı- türkü söylerken dayanamadı: "Yeter be" dedi, "Ne bu, nenem misiniz? Hep şarkı, hep türkü, hiç aranjman bilmez misiniz siz?". Ardından da başladı: "Atlı karınca dönüyor dönüyor..."
Tülin ile hayatımıza hafif müzik de girmiş oldu. Şimdi ne zaman "Hozalı Gelin" türküsünü dinlesem (ki artık pek de çalınmıyor) örgülü saçlarındaki kocaman papatya tokalarıyla Hülya'yı, "Atlı Karınca"yı duyarsam da Tülin'i anarım. İkisini de uzun yıllardır görmedim, haber de almadım...
Liseyi kız lisesinde okudum ben, yatılı bölümü de vardı. Ben gündüzlüydüm ama karma sınıflardık. İtiraf edeyim yatılı grubu bizden daha çalışkan, daha ataktı. Hocalarımız da çoğunlukla kırk yaş üstü kadınlardı. Bir kısmı anlayışlı, bir kısmı çok sert, bir kısmı da ders konusunda çok yetersizdi. Bunlardan biri tarih öğretmenimizdi. İki, belki de üç yıl boyunca tarih dersimize girdi, ağzından tarihle ilgili tek bir sözcük duymadım. Sınıfa girer, "Günaydın" der, doğruca kürsüye yönelip oturur ve bir daha asla kalkmazdı. Sonra yoklamayı yapar ve arkasına yaslanıp "Kim anlatmak istiyor konuyu?" diye sorardı. Dinlemediği için de havaya onlarca parmak kalkar, işaret edilen ayağa kalkıp kitaba baka baka konuyu okur ve yerine otururdu. Tüm tarih derslerimiz böyle geçti, yazılı sınavlarda bile kalkmadı yerinden, o derece yani.
Oldukça kısa boylu, balık etinde, hoş bir kadındı. Sürekli mini etek giyerdi. Ayakta görebildiğimiz kısıtlı birkaç dakikadan sonra kendini kürsünün arkasına gizlerdi. Başta yatılılar olmak üzere sınıf onun bu derse katkısı olmayan halinden bezmişti, bir oyun oynamaya karar verildi. Kürsü dediğimiz öğretmen masasını bilirsiniz, çoğunlukla üç yanı kapalı, ahşap bir masadır. Bizim kızlar tarih hocası derse gelmeden kürsünün ön kapağını söküp sakladılar. Oturan kişi tüm görüşlere açık hale gelecekti haliyle, hele de bu durumu bilmiyorsa vay haline. Neyse hoca sınıfa girdi, rutini üzere "Günaydın" deyip kürsüye yöneldi ve oturdu. Etek mini, rahatlık son kertede. Manzarayı tahmin edin. "Kim anlatacak?" faslı başladı ama kalkan gülmekten anlatamıyor, "Niye gülüyorsunuz?" diyor, bir cevap alamıyor. Böyle böyle dersin sonu geldi, zil çalmasına 1-2 dakika kala bir parmak kalktı: "Hocam" dedi. "Çatlamış da tamir etmek için kürsünün ön kapağını çıkardılar".
Hoca yıl sonuna kadar küstü sınıfa, çiçek miçek gönlü zor alındı diploma zamanı. Şimdi düşünüyorum da çok haince bir şaka ama kardeşim bir kere bile kalkıp sınıfta dolaşılmaz mı, bir kere bile ders anlatılmaz mı? Böyle öğretmenlik mi olur? Bu olay öyle zihnime yer etti ki öğretmen olduktan sonra ne zaman kürsüye otursam ayağımı uzatıp kürsü kapağına vurarak kapalı olduğunu teyit ederdim. Malum bizim zamanımızda pantolon giymek yasaktı, o rahatlığı emekli olmadan iki yıl önce elde edebildik ancak.
Arkadaşlık çelincinin 2. sorusu şöyle sevgili arkadaşlar 😃 Biraz gecikmeli oldu, zira sabah internetim "iki şekerli, bir sade, hadi bana müsaade" dedi ve gitti. Modemi aç-kapa, anteni tak çıkar, yeniden başlat, ııh! Gitti gelmez. Mecburen arızayı aradım, yukardakileri önermesinler diye peşin peşin yaptığımı söyledim, ekip gönderelim dediler. "Karantinada değilsiniz di mi?" diye de sordular. Tabii bu arada oğlumu da bilgilendirdim, acil durum kiti gibidir kendisi, problemlerimize teşhisi doğru koyar, tedaviyi de bizzat yapar, maşallah 🧿Çok geçmedi, iki adet delikanlı maskeleri ve kapıda ayaklarına geçirdikleri galoşlarla geldiler, tahmin ettiğimiz üzere internet değilmiş beni terk eden, modemmiş. Merkezi arayın yeni modem yollasınlar diyerek gittiler. Onların modemine mi kaldım, tabii ki acil durum kiti devreye girdi, akşama elinde sağlam bir modemle geldi, bağlantımı sağlayıp gitti. Sağ olsun. Şimdi gelelim sorumuza ve cevabına:
2- Okuldan bir arkadaş:
Çocukluğumda evde içine kapanık bir pisi pisi, okulda ise kıpır kıpır bir insan evladıydım. Sürekli atlayıp zıplardım, evde çıkmayan sesim okulda sınıfı inletirdi. Öğretmen adımı "Çalıkuşu" takmıştı hatta. Pek çok arkadaşım oldu, ilkokulda, ortaokulda, lisede, üniversitede, tam bir sosyal kelebektim.
İlkokula başladığım gün neredeyse zoraki bir arkadaşım olacaktı, Beyza. Babası ile babam meslektaştı ve aynı yerde çalışıyorlardı. İlk gün bahçe kapısından girer girmez yanında bir taşbebekle bitti bir kadın dibimizde. Lüle lüle sarı saçları, elma yanakları ve tombik bedeniyle taşbebek Beyza idi, kadın da babamın arkadaşının karısı. "Hadi oynayın" diyerek Beyza'yı üstüme kitledi, kendi de anneme tebelleş oldu. Öyle ki 5 saat ders yapıp paydos olduğunda kadın hâlâ annemle çene çalıyordu. Annem zilin çalmasıyla fırsattan istifade kolumdan tuttuğu gibi kaçtı bahçeden ve eve kendini yarı baygın bir şekilde attı. Beyza ile arkadaşlığımız bir hafta sürdü. Zerre sevemedim çocuğu, annem korkudan bir daha okula uğramadı ama Beyza'nınki her gün gelip paydosa kadar bahçede bekledi, teneffüslerde gelip Beyza'nın elma yanakları Amasya elmasından Starking'e evrilsin diye meyve suyu ve kurabiye ile besledi. Bu zoraki arkadaşlık daha devam edecekti ama 4. gün Beyza dersin ortasında altına işedi. Ee, her teneffüs meyve suyunu dayarsan bir kapasite sorunu ortaya çıkar. Ayaklarımın altından şırıldayarak akan dereye bakakaldım, Beyza'nın yanakları ise kırmızıdan bordoya dönmüştü garibim. Neyse ki anlayışlı bir öğretmenimiz vardı, gerekeni yaptı. Yaptı yapmasına da Beyza sanırım çok utanmıştı, ertesi hafta başka bir sınıfa tayinini çıkardı çiş durumundan. Ben de kurtuldum...
Konu buldun mu yazacaksın arkadaş, yemek buldun mu da yiyeceksin 😄 Arkadaş çelincına niyetim yokta ama bu aralar kafam karışık, yazınca terapi oluyor. Bu da Sonipan'a ait, buradan bakabilirsiniz, yapmak isterseniz. Bu defa günlük yapacağım.
Bu bir arkadaşlık çelıncı, ilk sorusu ise şöyle:
1- Bir çocukluk arkadaşı ile anı:
Şu bizim Babil Kulesi benzeri siteye yeni taşınmıştık, 5-6 yaş civarındayım. 2 yıl kadar anneannemle birlikte ikamet edeceğiz, bir de dayım var tabii, haşarılar şampiyonu. Kendime bir sürü arkadaş buldum hemen. Serpil, Nejla, Elizabet ve yılda birkaç kez İstanbul'dan anneannesini ziyaret için gelen Şükran. Serpil ve ve Elizabet ile aynı katta oturuyoruz, Serpiller balkon-koridorun en başındaki dairede, Elizabetler son, biz de tam ortadayız. Serpil sarışın, ben esmer, Elizabet kumral, hoş bir karmayız. Bizim yanımızdaki dairede ise Lütfiye Hanımlar oturmakta. Azeri kökenliler, bilhassa kocası Hasan Emmi hiç yozmamış, konuşmaları ilgimizi çekiyor. Kapının önünden elinde çaydanlıkla geçiyor, annem soruyor: "Nereye Hasan Emmi?". "Çaydan yırtıldı da çaydan almaya gidiyorum" diyor. Serpil'le ben gülmekten kırılıyoruz, "çaydan yırtılmış hahaha". Elizabet daha hanımefendi, böyle işlere pek girmiyor. Onunla evlerinde oynuyoruz. Annesi Valentin teyze sık sık vişne likörü yapıyor, balkonda güneşlendiriyor onları, olunca süzüyor, vişneleri de yiyelim diye bize veriyor. Biz Elizabet'le prensescilik oynuyoruz, Elizabet'in saçlı bebeği var, o yüzden prenses hep o oluyor, olsun Elizabet'i sevdiğim için nedimeliğe razıyım ama kral yaptığımız abisi Numan 5 dakika sonra mızıyor, çekip gidiyor, biz kralsız devam ediyoruz. Lakin fazla devam edemiyoruz, alkollü vişneler etkisini gösteriyor, prenses ve nedimesi uykuya yenik düşüyor, daha doğrusu sızıyor, kral kaçıp kurtulduğu için mutlu 😂
Serpil'le bir araya geldikçe Hasan Emmi'yi anlatıp gülüyoruz, adam dedemiz yaşında, hareketleri hantal ama konuşmasına takıldık bir kere. Karısı tavuk almış, annem "Afiyet olsun Hasan Emmi, tavuk güzel miydi?" diyor. "Ne tavuk, ne horoz, ben görmedi, yedim makarna" diye şaşıyor, tavuk gizli tüketilmiş anlaşılan, annem de hinoğlu hin yani. Serpil'le anneannemin kapısının önündeki kerevette oturuyoruz bir gün, Hasan Emmi geliyor ağır ağır, hemen fırlıyoruz ayağa, birimiz koluna, birimiz ceketinin eteğine asılıyor "Hasan Emmiii, Hasan Emmiii" diye silkeliyoruz resmen adamı. Alt tarafı 5-6 yaşındayız ama nasıl asıldıysak adam güm diye yere düşüyor. İkimiz de kıpkırmızı oluyoruz, Serpil sarışın olduğu için daha çok kızarıyor, ben ağlamaklı. Annelerimiz koşturup adamı kaldırıyor, sıkı bir azar işitiyoruz. Kös kös bir kenara çekiliyor, bir daha da Hasan Emmi'yi uzaktan görsek arazi oluyoruz.
Yıllarca bu yaptığımızın vicdan azabını çektim. Koca adamı yere düşürdük yahu, tuh kendi suratıma, Serpil'e tüküremeyeceğim ayıp olur, kendisi hâlâ arkadaşım çünkü, kıyamam ayrıca 😊
Sanırım şu aşağıdaki foto bu olaydan bir yıl sonra falan, Elizabet'le oynarken prenses olamadıysam da evin prensesi olarak her doğum günümde stüdyoda fotoğrafım çektirilirdi 😃
Kasım görünüşlü Haziran'dan selam olsun. Üstümde kazak, ayağımda çorap, kapı-pencere kapalı yazıyorum işte. Ben ki Antalya'da kış günü bile 7/24 mutfak balkonunun kapısı açık yaşayan kadın Haziran ayında her yeri tıkadım. Bu Ankara böyle, her gelişimde Temmuz'a kadar yağar da yağar, üşütür de üşütür. "Gelme" mi demek istiyor, "Niye gittin mi?" mi diyor bilemedim. Sonipan blog kardeşimiz bir challenge başlatmış, "onlar da olmasalar, bizim gayrı kimimiz var", yok yav aklıma geliverdi yazdım alakası yok ama iyi bişi bu çelınç olayı, yazacak konu çıkıyor. O bir arkadaşlık, bir de çocukluk çelıncı başlatmış, ben çocukluğu tercih ettim. Yapmak isterseniz sorulara şuradan bakabilirsiniz.
Gelelim cevaplarımıza, niyetim hepsini aynı gün yapıp bitirmek:
1- Çocukluğumda en sevdiğim oyuncak:
Tabii ki bebek. Bebek dediysem öyle görkemli bir şey gelmesin aklınıza. Ben işaret parmağım boyutundaki plastik bebeklerle oynardım. Benim kuşağım iyi bilir o bebekleri, kel kafalı, kolu bacağı oynayan, poposundaki boyayla çizilmiş kırmızı don hariç çıplak bebeklerdi bunlar. Deli olurdum onlar için, giysiler diker, yünlerden saç yapar, babamdan aparttığım ceviz alet kutusunda evler kurar saatlerce sessizce oynardım. Tek çocuktum ben 14 yaşına kadar, o yüzden kendimi avutma yöntemlerini çok iyi bilirdim. Ayrıca bizim zamanımızda saçlı taş bebekler vardı da biz mi oynamadık. Onları ancak akrabası, eşi-dostu Almanya'da çalışan arkadaşlarımızda görürdük. Sonra dayım nişanlandı ve bizim aileye eli açık, hediye etmeyi seven bir yenge katıldı. Yılbaşında ilk hediyesi geldi, aman tanrım bir bebek. Yumuşacık, mis kokulu, üzerinde beyaz bir gecelik, yanında biberon, şahane bir şey. Yengem indimde kutsallaştı 😃 Esasen ben her şeyle oynardım, çöpten yapılmış bebekler, babamın 36 renkli boya kalemleri, tahtadan inşaat setlerim, yap-boz küplerim, yeşil üzerine siyah desenli kumaşla kaplı koltuk takımım, küçük dayımın çöpte bulup getirdiği (Burası Kemalettin Tuğcu romanı gibi oldu) kırmızı renkli fincanlarım ve hepsinden önemlisi kağıt bebeklerim. Kimi satın alınmış, kimi bizzat tarafımdan yapılmış. Oyuncaklarım ve tek çocukluğum hayal gücümü arşa yükseltmişti.
2- Çocukluğumda en sevdiğim oyun:
Evde yalnızsam evcilik tabii ki ama sokağa inmişsem yakan top. Kocaman bahçesi, bahçe de denmez, arsası olan bir sitede büyüdüm ben, sadece evin arsası değil, sitenin arkasında uzanan kırlar da bizimdi. Yakan top, istop, kukalı saklambaç, saklambaç, seksek, çelik çomak, "Ali Baba Saat Kaç", ip atlama, kauçuk minik toplarla üçbuçuk ve şu anda aklıma gelmeyen daha neler. Tüm sokak oyunlarını dibini sıyırana kadar tüketmiş bir nesliz biz.
3- Çocukken gördüğüm en iyi film:
En iyisini hatırlar mıyım ya da beğeni süzgecinden geçirdim mi bilemem ama ilk gördüğüm filmi iyi hatırlıyorum, ağlarken ortalığı birbirine katmıştım çünkü. Saimekadın'da otururken gittiğimiz bir açık hava sinemasında oynayan "Ayşecik, Canımın İçi". Aman ne ağladım, ne ağladım, hıçkıra hıçkıra, millet filmi bıraktı bana baktı 😃 Biraz daha büyükken o meşhuur Hint filmi "Sangham-Arkadaşımın Aşkı"na gittik. Yine bir açık hava sinemasında. Filmin ilk yarısında sinemanın arkasındaki evlerden birinden atılan bir taş geldi onca insanın arasında anneannemin kafasını buldu. Anneannem avaz avaz "Ciğerine ateş düşsün, koca sinemada benim kafamı mı buldun?" diye bağırıp film arasında bir taş daha gelir de benim kafamı bulur diye sandalyenin altına sokmuştu. Ve en şık sinema maceramız arkadaşım ve onun minik kardeşiyle gittiğimiz "Oliver Twist"ti. Çocuk 5 yaşında, filmin ortasında çişi geldi. Üstelik en heyecanlı yeri, salon da nisbeten tenha, yanımız yöremiz boş, sonuçta biz de çocuğuz. Çıkıp tuvalete götürmeye üşendik. Oturttuk yere, "Yap çişini" dedik. Gariban yaptı tabii, lakin şunu akıl edememişiz, zemin meyilli, ufak bir derecik ön sıralara doğru akarken biz şırıltı duyulmasın diye ayaklarımızla tempo tuttuk. Şimdiki aklımız olsa 😃
4- Pek yapmıyorum ama şunu yapmaktan hoşlanıyorum...
Haydaa, çocukluk nereye gitti yahu? Şu anda pek değil hiç yapmıyorum-yapamıyorum-ama uzun uzun yürümekten hoşlanıyorum.
5- Biraz neşemi bulsam şunu yapardım...
"O zaman şarkı söylemek lazım avaz avaz..."
6- Çok geç olmasa idi şunu yapardım...
Kesinlikle kanun çalmayı öğrenirdim.
7- En sevdiğim müzik aleti:
Cevabı yukarıda, kanun tabii ki 😊
8- Eğlenmek için her ay harcadığım para:
Pandemi başlayalı beri sıfır lira. Kitaplara verdiğim sayılır mı? O epey bir yekun tutuyor çünkü ama öncesinde sinema, tiyatro, konser vs için sıkı bir bütçe ayırırdım açıkcası.
9- Bu kadar cimri olmasaydım sanatçım için şunu alırdım:
Ayol sanatçım bana alsın, ne de olsa benden çok kazanıyordur 😃
10- Kendime zaman ayırmak şu demek...
Ayaklarımı uzatıp kitabımı bir elime, kahvemi bir elime almak demek.
11- Hayal kurmaya başlarsam korkarım ki...
Kendimi dünya seyahatinde bulurum.
12- Gizlice okumayı sevdiğim...
Her şeyi açık açık okuyabilirim.
13- Eğer kusursuz bir çocukluğum olsaydı şimdi şunu olacaktım:
Desteklenseydim tiyatro oyuncusu olabilirdim.
14- Çok saçma olduğunu düşünmeseydim şunu yazar veya yapardım:
Çok saçma olduğunu düşünmeseydim böyle bir soru sorardım 😂
15- Annem ve babam sanatçılar hakkında şunu düşünüyor:
Annem rahmetli TV'de magazin programlarının içine düşer, bilhassa "Yetiş Bacım"ı izleyip Seda Sayan'ın çok eli açık ve merhametli olduğunu düşünürdü (o dağıtılan öteberinin onun cebinden çıktığını sanıyordu), bir de en büyük emellerinden biri Kerem Alışık ile Sibel Turnagöl'ün yeniden evlenmesi idi. Babamsa sanatçılarla ilgili bir haber izlese, "Aynı şeyi ben yapsam kimsenin umurunda olmaz" derdi 😃
16- Benim Tanrım sanatçılar hakkında şöyle düşünüyor...
Yav ben ne bileyim, Tanrının işine mi karışılır 😃 Bu soru sizce de biraz absürd olmamış mı?
17- Bu iyileşmenin bence tuhaf yanı şöyle...
Şöyle hakikaten, haklısın canım 😃
18- Kendime güvenmek belki de...
İyi bişidir 😃
19- Beni en çok neşelendiren müzik:
Çömüdümü dümü çömüdüm yar.
20- En sevdiğim giyinme tarzı:
Kot-tişört
Bazı soruların saçmalığından dolayı özür diler kaçarım...
Deplasmanda olunca rutinlerimi unutuyorum, sanal alem dostlarım hatırlatmasa Mayı ayı kitapları güme gidecekti 😃 Çok verimli bir ay olmadı aslında kitap okuma açısından, üstelik kapandık da ama ben zaten kapalıydım, değişen bir şey olmadı. Beni İstanbul Film Festivali ile Uçan Süpürge filmleri oyaladı biraz. Hoş Nisan ayında okuduğum kitapların yekunu fazla olunca aylık okuma sayımı geçtim bile. Oluyor böyle, bazen az, bazen çok. Sonuçta yarışmada değiliz, önemli olan zevk alarak okumak, ipi göğüslemek değil.
Kitaplara geçmeden önce dün beni çok rahatsız eden bir şeyi anlatmak istiyorum. İnstagram takipçilerim görmüşlerdir, bir güvercin resmi paylaşmıştım sayfamda, şu:
Bir gün önce çamaşır asarken karşı apartmanın pencere pervazlarından birinde renginin değişikliği ile dikkatimi çekmişti. Genelde gri renkli, boyunları hareli olur Ankara güvercinlerinin ama bu ilginç bir şekilde siyah-beyazdı. "Ne güzelmiş" diye düşünüp fazla da ilgilenmemiştim. Ertesi gün bu defa diğer taraftaki apartmanın merdiven sahanlığındaki pencerelerden birinde gördüm. Tam göz hizamda olduğu için iyice inceledim, titreyip duruyordu, belli ki bir sıkıntısı var. Eşim gidip almayı bile düşündü ama apartmanda tanıdığım kişiler evde yoklardı ve ana kapıları da şifreli olduğu için vazgeçtik. Merdivenleri yıkayan görevliye söyledik, "hasta galiba" dedi. Gidip gelip baktım, sürekli bir köşeye büzülüp titriyordu. Sonra yardımcı kadının giderken bulgur ve bir kap içinde su bıraktığını farkettim. O sırada kardeşim geldi, ilgilenemedik. Onu yolcu etmek için balkona çıktığımda gözlerime inanamadım. İri kıyım bir erkek güvercin pervaza, buncağızın yanına yerleşmiş, hem konmuş yemi yiyip suyu içiyor, hem de titreyip duran garibanı taciz ediyor. Zavallının kendine hayrı yok direnemiyor bile, kafasına atayım dedim, bir şeyler bulamadım, bir de milletin camına falan denk gelir diye vazgeçtim ama sinirden kudurdum. Gittim geldim şişko güvercin orada, maço maço geziniyor. "Yahu" dedim, "bunlar insan olsa gazetelere üçüncü sayfa haberi diye geçer, Maço insan da olsa maço, hayvan da olsa maço". Akşam üzeri dombili güvercin kayboldu, bizim titrek iyice titreyip köşeye büzüldü. Sabah uyanınca ilk iş balkona koştum, hayvan yok. Bir an toparlanıp uçtu diye umutlandım, sonra ölmüş olup apartmandan biri tarafından atıldığını düşündüm. Bir ara mutfağa girdiğimde komşulardan biri hayvanı eline almış pervaza bırakıyordu. Camı açıp seslendim, onun da kulakları iyi duymuyor, yaşlı, "Hasta galiba hayvan" diyorum, "Teşekkür ederim, sen nasılsın?" diyor. Allahım tam fıkralık. Sanırım gece üşüdü, açık pencereden içeri girdi, kadın da sahanlıkta görünce alıp pervaza bıraktı. Sonraki baktığımda kaybolmuştu, ne oldu bilmiyorum ama canımı fena halde sıktı gördüklerim.
Güvercin haberini vermesem içime dert olacaktı, hala da dert açıkcası. Kitaplara gelecek olursak:
-Halepli arı yetiştiricisi Nuri Suriye'deki iç savaşta küçük oğlunu bombardımanda kaybedip evi de dağılınca karısı Afra'yı alarak göç etmek zorunda kalır. Suriye'den kaçarak Türkiye'den Yunanistan'a, oradan İngiltere'ye çok zorlu ve maceralı bir yolculukla ulaşır. Kalp yaralayıcı bir öykü, göçmenlik ve mülteciliğin ne zorlu bir süreç olduğunu, bir gün herkesin kapısını çalabileceğini insanın yüzüne tokat gibi çarpan, bir o kadar da hüzün dolu bir kitap. Öyle bazı basit cümleler var ki bıçak gibi saplanıyor. Nuri'nin akrabası ve arıcılık ortağı Mustafa kaybolan oğlunun cenazesine ulaşabilmek için bir morgda çalışmaya başlar, DAEŞ tarafından öldürülen gençlerin cenazeleri geldikçe onların bir defterde kaydını tutar ve bir gün gelen cenazenin oğlunun olduğunu anladığında deftere şöyle kayıt düşer: "Adı: Benim güzel oğlum
Ölüm sebebi: Bu çivisi çıkmış dünya"
O çivi benim içime öyle bir çakıldı ki uzun süre çıkmaz sanırım. "Halep Arıcısı"nı okuyunuz...
-"Dilimdeki Acı" Monique Turong'un dilimizde yayınlanan ikinci kitabı. Linda herkesten farklı bir algılamaya sahip küçük bir kızdır, çünkü sinesteziyle yaşamaktadır. Ondaki yansıması kelimeleri yiyecek tadı olarak ağzında duyumlaması şeklindedir. Kendi adı söylediğinde "nane" tadı alır mesela. Kitapta önce Linda'nın büyüme sancılarını, en yakın arkadaşı Kelly ve büyük dayısı Bebek Harper'la olan ilişkilerini okuyoruz, sonra Linda'nın yetişkinliğini ve hayatındaki sırları. Başlarda biraz ağır tempoda gitse de sonradan açılan keyifli bir kitap, favorim Bebek Harper :)
-"İstanbul Kokulu Mutfaklar 2", kendisi de restoran sahibi Meri Çevik Simyonidis'in bu kez yeme içme konusunda ünlenmiş erkeklerle yaptığı söyleşileri topladığı bir kitap. Yemek kültürü her zaman ilgimi çeken bir alan, o nedenle bu tür kitapları severek okurum. Ancak söyleşiler çözümlenirken net anlaşılmayan kısımlar olmuş ve yanlış anlamlandırılarak geçirilmiş kayda, beni rahatsız etti, kısacası pek beklediğimi vermedi. Bu alana meraklıysanız da tavsiye etmeyeceğim.
-Macar edebiyatını çok severim. "Kule Saatindeki Kuzgun" da ilk olarak sanal medyada gözüme çarptı ve tereddütsüz sipariş ettim. Eski tarz klasiklere benzeyen, pek akıcı olmasa da ilgiyle okunan bir kitap. İki kız kardeş, halaları, kızlara aşık gençler, kızlardan birinin aşık olduğu olgun adam, çevrilen dalavereler, her gün saat 14.00'den 15.30'a kadar kule saatinin akrebine tüneyen kuzgun, özetle böyle...
-Polisiye çok sevdiğim bir tür, "Brezilya Oteli"ni hiç bir referans almadan sipariş etmiştim ama bugüne kadar okuduğum en sıkıcı polisiye idi diyebilirim. Bir de kopuk kopuk paragraflar insana ne okuduğunu unutturuyor. Brezilya Oteli isimli, genelde alt sınıftan insanların kaldığı bir otelde ardarda aynı biçimde cinayetler işlenir, şehrin polis müdürü de cinayeti çözmeye çabalar. O çabalasın bakalım, benim diyeceğim ben okudum, siz okumayın :)
-Amor Towles'i "Moskova'da Bir Beyefendi" ile tanımış ve kitabı çok sevmiştim, hala da en sevdiğim kitaplar arasında başta gelir. "Nezaket Kuralları"nı kardeşim almış, ve ben gelmeden eve bırakmış. Ankara'ya gelir gelmez, daha bavulları açmadan okumaya başladım. Yazarın ilk kitabı imiş. "Moskova'da Bir Beyefendi" kadar olmasa da Katey Kontent'in yaşadıkları da okurken mutlu etti beni. Tavsiyemdir, bu ayın en iyi kitabıydı diyebilirim.
-Ve gerçek anlamda bir kitap sayılır mı bilemeyeceğim ama kitap olarak basıldığına göre okuduklarıma-daha doğrusu baktıklarıma-dahil edebilirim. Hakan Keleş'i Instagram takipçilerinin çoğu biliyordur. Fotoğraflar üzerine kendi çizimlerini ekleyerek müthiş illüstrasyonlar yaratıyor. "Lilliputlar"a da illüstrasyonlarını toplamış. Her daim el altında bulundurulup, dönüp dönüp bakılacak bir kitap olmuş. Bu tarz işleri sevenlere öneririm.
Yazın resmi olarak belirlenen ilk ayına kış görünümü ile girdik şükür. Sabahın beşinde anneannemin öğüdünü tutarak "Aş da sabahın, iş de sabahın" diye uyandım. Lakin ne aş pişirdim, ne iş gördüm, dünden yeterince iş görüp bugünü Cevriye ve Tevriye'nin istirahatine ayırmıştım, uyanmam tamamen uykumun kaçmasındandı. Yatağın içinde iki döndüm, baktım uyku tutmuyor kalktım. Yüzümü yıkayıp mutfağa yöneldim, pencereden yağmurlu bir zemin, bulutlu bir hava ve aydınlanmak üzere olan bir gökyüzü gördüm. "Altındağ gökleri kümülüslü, Karanfil Sokağı'nda gün açmış mıdır?" diyerek Ahmed Arif'i andım. Altındağ kümülüslü müydü bilmem ama bizim buraların nimbüslü olduğu kesin, yağdı yağacak gibi duruyordu. Hava da sanırsın kış, çorapları geçirdim ayağıma, üstümde uzun kollu, uzun paçalı kışlık pijama, gelen Haziran değil Kasım sanırsın. Çay koydum, kendime bir tabak hazırlayıp Uçan Süpürge filmlerinden birini izlemek için ekran başına geçtim. İstanbul Film Festivali'nin neredeyse tüm filmlerini online olarak izledikten sonra sıra Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali'ne geldi. Sinemaya gidemiyoruz madem, filmler ayağımıza gelsin. "My Wonderful Wanda", "Rosa'nın Düğünü", "Asi Nehir" ve "DNA"yı izledim şimdiye kadar, hepsi de çok güzeldi. Bugün sırada "Azap" vardı, açtım başladım izlemeye ama film o kadar karanlık ki bazen ekran simsiyah oluyor, filmin arıza yaptığını sanıyordum, konuyu da bir türlü kavrayamadım. Kayıp bir büyükanne var, kızı ve torunu onu aramaya geliyorlar, yaşlı kadın Alzheimer'li ve sanırım biraz da iyi saatte olsunlara karışmış, ürpertti beni sabahın köründe, bir yandan da yatakta gelmeyen uykum aynı sinemadaki gibi beni esnetmeye başladı. Durdurdum filmi gidip yattım.
İkinci kez uyandığımda saat dokuz olmuştu. Aynı pencereden tekrar baktığımda yağan yağmuru ve arka cephedeki çirkin manzarayı güzelleştiren yağmurda yıkanmış ağaçları gördüm.
Normalde arka cephenin manzarası istinat duvarı, kömürlükler, otopark ve duvarın üstünden görünen üstüste yığılı estetikten uzak apartmanlardan ibaret. Ama zamanında kim kömürlüklerin üstündeki seti toprakla doldurup bu ağaçları dikti bilmiyorum ya da hudayinabit mi büyüdü, o konuda da bir şey diyemeyeceğim. Ben beni bildim bileli bu ağaçlar var. Bir deli incir, biri yetişkin, diğerleri yavru kokarağaçlar ve güpgüzel bir çam. Yeşil olan her şey en çirkin manzarayı bile güzelleştiriyor. Hele kışın kar yağıp üzerlerini örtünce manzaramız Uludağ'ı aratmıyor desem yalan olmaz (evet biraz abartmış olabilirim 😃). Kokarağaç (ya da aylandız) deyip geçmeyin, burnunuza tutmadığınız sürece sarı ya da kırmızı açan çiçekleriyle bence pek estetik, üstelik pek de kalenderdir. Ankara'da da adım başı rastlayabilirsiniz.
Filme kaldığım yerden devam etmeye niyet ettim ama sabahkinden pek farklı gelmedi. Caydım izlemekten, kitabımı aldım elime, çekildim köşeme. Haziran ayının ilk kitabı "Bizim Zamanımız". Sinem Sal'ın esprili ve zeki bir edebi dili var, güzel gidiyor. Sonra zil çaldı, kargo geldi, aynı sipariş üç ayrı paketle ulaştı, teşekkürler Babil, madem aynı gün gelecekti hepsini tek paket yapsaydınız ya. Balkona atıp açtım, sonra da artık eskisi kadar abartmasam da biraz havalansınlar diye odalardan birine istirahate etmeleri için bıraktım. Ne sipariş ettim pek hatırlamıyorum, hatta bakmadım bile aklımı çelmesin elimdeki bitmeden diye ama "Hakim'in Yolculuğu"nin 3. cildi ve Murathan Mungan'ın yeni derleme kitabı "Aile Albümü" var, kesin bilgi 😊
Öğleden sonra öyle bir gökgürültülü sağnak yağış başladı ki kendimi Antalya'da sandım. Şu anda sakin, ara sıra güneş çıksa da bulutların arkasında kayboluyor genellikle. Yazın başı böyle olursa sonu nasıl olur bakalım, hoş pandemiden bahar gördük mü ki, yaz görelim. Ya kısmet, aşılamada yeni yaş grubu başlamış, kardeşim randevu aldı, çok sevindim. DSÖ'de bizim aşıyı tanımış, Sinovac ekibine müjde 😃
Bitirmeden Şenlik Blog'da bir yazım yayınlandı bugün, okumak isterseniz link aşağıda, kalın sağlıcakla.