Sayfalar

29 Mayıs 2021 Cumartesi

29 MAYIS (ANIMSAMALAR)

Geçen gün internette baktığım bir ürünün Facebook, Instagram ve benzeri sanal mecralarda karşıma çıkmasından o kadar sıkıldım ki internetin, AVM'lerin, radyo reklamlarından başka reklamların olmadığı, kimsenin kimseyi bir ürünü aldırmak için zorlamadığı zamanlara müthiş bir özlem duydum. "Less is more" çocukluğummuş aslında, ulaşamayacağımız şeylere özensek de elimizdekilerle mutluyduk. Ne kapıya gelen kargocular vardı, ne AVM'lerde çeşit çeşit mağazalar, ne de eşyalarıyla ve varlıklarıyla bize nisbet yapan komşular, arkadaşlar. Üç aşağı, beş yukarı hepimiz aynı düzeyde geçinip giderdik. Çok çok Sipahi Kitabevi'nde görüp alamadığım kağıt bebeklere, pahalı olduğu için ulaşamadığım bir kitaba, Türkiye'ye henüz gelmediği için yabancı marka kotlara arzu duyardım. Pek öyle istediğim zaman kavuşamazdım ihtiyaçlarıma ya da özlemlerime, aybaşını beklemem gerekirdi. Babam maaşını alıp hesabını kitabını yapmalıydı ki benim isteğime sıra gelebilsin. Bir keresinde çok severek okuduğum "Heidi" serisinin yeni bir kitabı gelmişti neredeyse her gün gittiğim kırtasiyeci dükkanına: "Heidi Büyüyor". Pek de güzel bir baskı idi, kuşe kapaklı, bol resimli, parlak beyaz kağıda basılmış, büyük boy. Fiyatı da biraz tuzluydu haliyle. Taktım kafaya, Heidi Clara'yı yürüttükten, yaşı biraz büyüdükten, Frankfurt'a gittikten sonra neler olmuştu, öğrenmezsem çatlayacaktım. Evde her gün kitapla ilgili arzularımı dile getirmekten benim çenem, evdekilerin kulakları yorulmuştu: "Bana Heidi Büyüyor"u alın noolur!". En sonunda anneannem isyan etti: "Eydi Büydü ne kız?". "Kitap anane, çok istiyorum noolur?". "Ev kitap dolu, onları okuyadur". "İyi de hepsini okudum ben". "Bi daha oku, para harcayacak yer arıyon galiba?". Böyle dedi ama sonunda parayı kopardım anneannemden ve de "Eydi Büydü"me kavuştum 😄

Çocukluğumda ihtiyaçlarımızı Ulus'taki mağazalardan karşılardık. Kızılay gözümüzde zengin muhitiydi, ve büyüklerin dediğine göre orda dükkan kiraları pahalı olduğu için ürünler de daha pahalı satılmaktaydı. Maliyet hesabını çekirdekten öğrendiğime göre ileride Ekonomi öğretmeni olmam gerekiyordu, oldum da zaten 😃 Giysiden ayakkabıya, okul malzemesinden ev eşyasına, kışlık gıda temininden sebze-meyveye çoğu ihtiyaçlar için Ulus'a, daha doğrusu Ankara'ya gidilirdi. O yıllarda oturduğumuz Yenimahalle'den Ulus'a ya da Kızılay'a giderken "Ankara'ya gidiyoruz" ya da "Şehre iniyoruz" denirdi. Yenimahalle adı gibi yeni bir yerleşim merkezi idi ve henüz şehir merkezine uzak sayılırdı. İlk taşındığımız zamanları hatırlıyorum, anneannemle birlikte oturduğumuz yıllar, konu-komşu toplanır giderdik, herkes birikmiş ihtiyaçlarını toparlardı. Otobüsten iner, yokuşu tırmanır, 2. Meclis'in önünden geçerken bahçe duvarındaki ne mutlu ki hala mevcut olan beton kürelere mutlaka elimi sürter, yokuşun sonunda Sümerbank, Ulus İş Hanı ya da Anafartalar Caddesi'ne geçmek için yeşil ışığın yanmasını beklerdik. O yıllarda sesli sistem vardı, yeşil ışık yanınca "Yayalar geçebilir" diye sürekli anons ederdi bir kadın sesi. Komşumuz Valentin Teyze de bizimle birlikteyse kızı, yaşıtım ve pek sevgili arkadaşım Elizabet anneanneme döner, "Sen geçebilirmişsin Niğdeli Teyze" derdi. Onun dilinde Niğdeli Teyze arkadaşının yayasıydı ve geçiş hakkına sahipti 😃

Yaşım biraz daha ilerlediğinde anılarımda en çok Anafartalar Caddesi var. Sıra sıra dükkanlar mekanımızdı. Kışlık mantolarımız, bayramlık kıyafetlerimiz ya da kumaşlarımız, ayakkabılarımız hep o dükkanlardan alınırdı. Kumaş kokardı, deri kokardı, yün kokardı. Annem o sıradaki bir pastaneden "frigo"alırdı kendine, çok soğuk diye bana almaz, dondurma ile kandırırdı. O buharı tüten buzlu yiyeceğe hep imrenerek bakardım ama boğazım ağrır diye izin çıkmazdı. Hâl'e girerdik sonra, orada her şey kokardı; sebze, meyve, çiçek, sucuk, pastırma, vanilya, şeker, gübre, çürük gıda. Kokular ve sesler birbirine karışırdı sersem olurdum. Anneannem yanımızdaysa mutlaka hemşerisinin dükkanına girilirdi. Neyle iştigal edildiğini bilmediğim yazıhanemsi bir dükkandı burası, anneannemin yerel şivesiyle Hasan Hüseyin Aççı (Aşçı) ve Hasan Hüseyin Meççi (Mesci) olarak adlandırdığı iki Hasan Hüseyin'den birinin yeriydi ama Aççı'nın mı, Meçci'nin mi hala bilmiyorum. Hatırımda koyu maviye boyalı duvarlar ve duvarlarda Verem Savaş afişlerinin olduğuydu. Annemler Aççı veya Meççi'nin ikram ettiği çaylarını içerlerken ben gözümü afişteki elinde tebeşirle "BCG" yazan kurdeleli sarı kızdan alamazdım. 


Görsel: buradan

Hâl'in karmaşasından çıkınca anneannem yönünü Eyüp Sabri'nin kolonya mağazasına çevirirdi. Koku konusunda iki  tutkusundan biri Eyüp Sabri Tuncer limon kolonyası, diğeri ise İzmir'in o yıllardaki meşhur "Altın Damla" kolonyası idi. Bilhassa Fuar zamanı kim İzmir'e giderse Altın Damla sipariş ederdi. Büfesinin içi az kullanılmış, süslü Altın Damla şişeleri ile doluydu. O yoğun, altın renkli, ağır kokulu sıvıya o ne kadar bayılırsa ben o kadar nefret ederdim. Eyüp Sabri'nin musluklu, şişman, rengarenk cam damacanalarından yanımızda getirdiğimiz şişelere anneannem limon, annem o andaki keyfine göre "Rev'e Dor", "Beyaz Zambak" ya da "Hatıralar" kolonyası doldurturdu. Sonra sırada Hacı Bekir olurdu ya da önce, tam hatırlayamadım çünkü, anneannemin bir başka tutkusu da çifte kavrulmuş lokum idi, "iki kavrulmuş nohun" derdi ona ve her Ulus'a gidişte mutlaka alırdı, yanında fındıklı akide şekeri ile. 

Anafartalar Caddesi giyim konusunda ilklerimin mekanıdır. İlk çantamı oradan almıştık, ilkokuldaydım. Suni rugandan, beyaz renkli, yarım daire şeklinde, uzun saplı bir çanta idi. Mutlulukla omzuma astığımı, kendimi büyümüş hissettiğimi hatırlıyorum. Eve dönünce içine özenle bir ütülü mendil, içinde üç-beş kuruş harçlık olan uyduruk bir cüzdan ve bir tarak koymuştum. Anafartalar Caddesi'nde Çocuk Esirgeme Kurumu'nun nefis mimarili ana binası vardı, giriş merdivenlerinin yanında, dışarıda bir camekan içerisinde kurumun çıkardığı çocuk kitapları sergilenirdi: İkizler Serisi. Tüm dünyadan ikizler hakkında öyküler içerirdi bu kitaplar. Geliş gidiş mutlaka o camekana bakardım, babam bazen alır, bazen de habersizce eve getirip sürpriz yapardı. 

Biraz daha büyüdüğümde ilk topuklu ayakkabım da o caddedeki  bir mağazadan alınmıştı. Şu anda bile olsa severek giyeceğim bir modeldi. Kalın, çok yüksek olmayan bir topuğu vardı, kırmızı deridendi ve ön kısmına delikle beyaz puanlar işlenmişti. Aynı gün tesadüfen ayakkabıya çok uyan bir de kumaş bulmuştuk, lacivert üstüne beyaz ve kırmızı puanlarla yapılmış daireler. Annem onu kloş etekli bir modele uygulamıştı. Ayakkabılarımla takım giyer ve kendimi dünyanın en şık kızı sanırdım 😄

Sadece cadde miydi Anafartalar, bir de çarşısı vardı, şimdilerde yıkılma söylentileri olan, korunması için çaba gösterilen ve ilginçtir ki içindeki güzelim seramiklerin o zamanlar hiç farkına varmadığımız Anafartalar Çarşısı. Bizi seramiklerden ziyade yürüyen merdivenleri ilgilendirirdi. Ankara dışından kim gelse, Anıtkabir'e, Gençlik Parkı'na, Hayvanat Bahçesi'ne ve yürüyen merdivenleri görmesi için bu çarşıya götürürdük. Onların ilk basamağa adım atarken yaşadıkları tedirginliği, korkularını sonradan anlatıp dalga geçerdik, ne de olsa biz tecrübeliydik, boru mu bu, yürüyen merdiven 😂

Tüm alışveriş bitince elimizde fileler (poşetler henüz bu kadar yaygın değildi), paketler, Hacı Bekir'in kağıda sarılı, karton tutamaklı kutuları, yorgun argın otobüs durağına ulaşırdık. Şansımız varsa yer bulup oturur ve biletçinin gelip arkası lastikli kalemiyle bilet destesinden koparıp biletlerimizi vermesini beklerdik. Şimdi sırada eve ulaşıp aldıklarımızı sergilemek vardı...


13 yorum:

  1. Ben de aynı şeyden muzdaribim sevgili öğretmenim. bir ürünü kazara aramayayım internette. sonra her yerde görmekten kusacak gibi oluyor, üründen soğuyorum zaten :)

    'yayalar geçebilir'e bayıldım :)

    ben de annemle kadıköy'e gidip alışveriş ettiğimiz zamanları özlüyorum. avm'ler bana göre değil hiç. zaten enteresan bir şekilde avm'lerde artık psikolojik midir nedir, ellerim kızarıp kaşınıp kabarıyor benim. mümkün olduğunca hızla girip hızla çıkıyorum o yüzden gerekli olduğu zamanlarda ki son 1 yıldır onu da yapmıyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. AVM'lerden nefret ediyorum, pandemiden beri gittiğim yok zaten ama öncesinde de hangi mağazaya gireceksem aceleyle girer, alır çıkardım, boğuyor beni. Tek avantajı yazın Antalya sıcağında serinlik vermesi :) Gerçekten reklamlardan bezdim, dedğin gibi üründen soğuyorum göre göre.
      Elizabet çok tatlıydı ama annesi tanıdığım en klas kadınlardan biriydi, öyle fedakar, yardımsever, insan canlısı. Ne yazık ki çabucak çıktılar hayatımdan, İstanbul'a taşındılar ve bir daha haber alamadık. Anıları hala yüreğimde...

      Sil
  2. Hiç yabancılık çektirmedi yazı; farklı şehirde olsa da, bendeki karakter babaanne olsa da lokum, akide şekeri, alışveriş, tavır ne kadar da benzer. Ve tabii ki biz bir şekilde Ankara'ya gittiğimizdeki durumlar. Herhalde ben gibi o dönem tüm taşralı çocuklarda iz bırakan şeyler sizinkilerle aynı... Zümrüt Otel'de kalırdık ki bu çarşı ve diğer yerler için bir avantajdı; Anafartalar Çarşısı ve yürüyen merdivenleri, Akman'ın bozasını ve Frigo'yu, Gençlik Parkı'ndaki treni ve dönerini şehrimize döndüğümüzde arkadaşlara anlatmaya bayılırdık. Bir de bizim şehrimizde olmayan, şişesi pek güzel Bosstay meyve suyu. Yurt dışından dönmüş çocuk tadındaydı bunları anlatmak ve dinleyenlerin hali de bir başkaydı tabii ki... Oysa anne-baba memleketlerine gidiş dönüşlerde uzun yol nedeniyle birer gece konaklamaktı hepsi, bir de otelle aynı coğrafyada oldukları için bir kaç saatliğine dolaşmak... ama o tat ve bıraktığı iz işte. Ve Sabah erken yola çıkıldığında ve henüz Ankara'yı terk etmemişken arabanın radyosundan gelen Demirbank hayırlı işler diler ananonsu. Ankara taşralı bir ilkokul öğrencisi için Cumhuriyet'in kokusu ve Atatürk'ün vücut bulmuş hali demekti sanırım:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bosstay meyve suyunu ilk defa duydum desem, merak edip nette arattım, göbekli kahverengi şişeyi gördüm ama yine de tanıdık gelmedi, ilginç. Ben en çok piramit şeklindeki Meysu'ları hatırlarım. Sizdekinin tersine Ulukışla'ya amcamlara giderdik ve amcam kasayla alırdı o Meysu'ları, ben de ona imrenirdim :)
      Ben de taşrada aile ziyaretlerinden dönerken sabahın serininde Ankara girişlerinde pancar tarlalarının sulama sistemlerini görünce mutlu olurdum, bir de uzaktan görünen ışıkları. Ankara'nın dost ışıkları diye düşünürdüm. Ankara yaşayarak sevilen bir kent, her ne kadar şimdilerde koca bir kasabaya dönüşse de, o parıltı, o kalite kalmadı ne yazık ki.
      Demirbank hayırlı işler diler, ne güzel anonstu :)

      Sil
    2. Bosstay sadece Ankara ve İstanbul'da vardı ve biraz daha pahallıydı ve kanımca ilk meyve suyu idi ülkenin, İstanbul'da üniversite öğrencisi olan küçük dayım sayesinde haberim olmuştu benim de, gazoz kapakları biriktirirdim ve o kapaklarla şehrime döndüğümde hem hava atar hem de takasta bir verip on alırdım onların sayesinde:)

      Sil
    3. Gazoz kapağı biriktirmek çocukluğun şanındandı o zamanlar, biz "Lik" derdik gazoz kapaklarına, sizde de var mıydı öyle bir terim? Demek ki pahalı olduğundan girmemiş bizim orta direk haneye Bosstay. Babam Ankara gazozu alırdı kasayla, bizim içecek oydu, günde bir tane iznim vardı. Ne kanaatkar çocuklarmışız aslında :)

      Sil
    4. Lik hatırlamyorum ama İstanbul dilinde misket, bilye, bizim dilde cicili dediğimiz oyunda elimize en iyi yatanına ellilik derdik ve bunun yutulması sıfırı tüketmek demekti. Bu lik takısı ilişkilimiydi gazoz kapaklarıyla bilemedim şimdi. Bizde yerel bir gazoz vardı, gözümüzden yaş getirdi, hindistan cevizi aromalıydı ve adı Umur'du. Sonra Ankara gazozu, sonra Elvan falan da girdi haneye ki bizde de bir tane ile sınırlıydı:)

      Sil
    5. Reklamları hiç sorma. Kızımla konuşuyorduk. Bir şifonyer almam lazım dedim. Dağ taş şifonyer reklamı doldu. Resmen telefonlar dinliyor bizi.

      Sil
  3. Bosstay meyve suyunu ben de biliyorum, sanki bir de yataklı trenin restaurantında da satılırdı ve çok pahalı olurdu gibi kalmış, aklımda.

    Annanemler önceleri Çıkırıkçılar Yokuşu'nda otururdu, sonra Büklüm Sokak'a taşındılar. Anafartalar Çarşısını ve Gima'yı ben de hatırlıyorum. Tabii ki, Ulus'u, Kızılay'ı da.
    Biz de Ankara'ya geldikçe kasabalarımızda bulamadığımız şeylerin alış verişini yapardık. EGO otobüsleri ve biletçileri de aklımda. EGO ne demek diye sorardım, kim ilk kandırdı bilmiyorum, (teyzem mi dayım mı acaba?) Erken Gelen Oturur demek, derlerdi. :))

    YanıtlaSil
  4. Ortaokul ve liseyi Yenimahlle'de oturduğumuz yıllarda bitirdim. Yenimahalle'nin o bahçeli evlerine, çınar yaprakları ile donanmış okulun olduğu caddeye ,lojmanlara tekrar gittim ışık hızıyla.
    Bende küçükken kitapları tekrar tekrar okurdum, şimdi çocuklar bırakın tekrarı kitap eline zor alıyor. Tabii ki eleştiri değil bu zaman ve zamanın insanları. Kuşak farkı diye bildiğimiz şey.
    Reklamlar yeni adıyla ''işbirlikleri'' özellikle sosyal medyada bunaltıyor resmen. Hele bir konuda konuşup az sonra telefonda onunla ilgili bir reklamla karşılaşmak şaşırtıcı geliyor hala.Dinleniyoruz:)

    YanıtlaSil
  5. Yazınızın aklıma getirdiklerinden bahsedecektim, sonra vazgeçtim. O kadar hoş bir yazı ki sadece çok beğendiğimi ve bir parça da hüzünlendiğimi söylemek isterim. Kocaman sevgiler size...

    YanıtlaSil
  6. Ne güzel anımsamalar olmuş. Okurken ben de kendi anılarıma yolculuk ettim. Ortak olduğum duygular, yakın jenerasyon olduğumuzu düşündüğüm dönemlere dair benzer yaşanmışlıklar... aile, arkadaşlık ve komşuluk ilşkilerimiz.Bir başkaydı o günler. Nefis bir yazıydı. Beni de o yıllara aldı götürdü. Sevgilerimle...💕💐

    YanıtlaSil
  7. Ne güzel anımsamalar olmuş. Okurken ben de kendi anılarıma yolculuk ettim. Ortak olduğum duygular, yakın jenerasyon olduğumuzu düşündüğüm dönemlere dair benzer yaşanmışlıklar... aile, arkadaşlık ve komşuluk ilşkilerimiz.Bir başkaydı o günler. Nefis bir yazıydı. Beni de o yıllara aldı götürdü. Sevgilerimle...💕💐

    YanıtlaSil