Sayfalar

26 Haziran 2020 Cuma

26 HAZİRAN - KİTAPLI MİM YAPTIM

Bıktım pandemiden, gün saymaktan, yeni normalden, eski anormalden, maskeden, bulaştan, mesafeden, turkuaz renki ölüm-dirim tablolarından. her gün aynı şeyleri yapıp yazacak birşey bulamamaktan diyor ve belki ortalık biraz canlanır diye bir mim uyduruyorum. En sevdiğim şeyi konu ediyorum, kitaplar ve kitaplıklar, katılmak arzu eden yorum bıraksın ve sayfasında paylaşsın. 


Fotoğraftaki benim kitaplığın bir bölümü, panoramik çekildiği için akvaryumdaki balık çekmiş gibi çıkmış, olsun varsın. Siz de katılmak niyetindeyseniz böyle bir fotoğraf rica edeceğim. Gelelim sorulara:

1- Kitaplığınız temelleri ne zaman atıldı, ilk kitaplığınız devam mı yoksa yıllar içerisinde yeni kitaplıklar mı oluşturdunuz?

2- Kitaplığınızdaki en eski kitap hangisi, fotoğrafını da koyabilirsiniz?

3- Kitaplığınıza ilave ettiğiniz en son kitap hangisi, fotoğrafını da koyabilirsiniz?

4- Kitaplığınızda bir başkasından alıp iade etmediğiniz kitap ya da kitaplar var mı? İsimleri neler?

5- Kitaplığınızdan bir başkasının isteyip geri getirmediği kitap ya da kitaplar var mı? Hatırlıyorsanız hangileri?

6- Kitaplık düzeniniz neye göredir? Yazar adı mı? Yayınevi mi? Kitaplığa giriş zamanı mı? Rastgele mi?

7- İmzalı kitaplara önem verir misiniz? Kitaplığınızda imzalı kitaplar var mıdır, hangi yazarların imzalı kitaplarına sahipsiniz?

8- Açık düzen kitaplık sevenlerden misiniz, yoksa camekanlı ve kapaklı kitaplıkları mı tercih edersiniz?

9- Kitaplığınızdaki en değer verdiğiniz kitap ya da kitaplar hangileridir?

10- Kitaplığınızda henüz okumadığınız kitaplar için ayrı bir raf var mıdır, yoksa karışık mı koyarsınız ya da okunmamış kitapları ayrı bir yerde mi muhafaza edersiniz?

11- Son olarak bir oyun yapalım, kitaplığınızın ilk rafına gidiyor ve sol baştan başlayarak kitapları sayıyor, yaşınıza denk gelen kitabın adını yazıyorsunuz.

Haydi bakalım restgele, ben başlıyorum:

1- Kitaplığımın temeli ortaokulda babamın yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz kitaplığın 2 birimini satın alıp getirmesiyle atıldı. Evin salonuna kurulan kitaplık o evden taşınıp kendime ait bir odamın olduğu başka bir eve taşındığımızda odama yerleşti. Evlenip kendi evime çıkarken de benimle birlikte geldi. Zaman içerisinde eklene eklene 6 birime yükseldi. Kitaplar kitaplığa, kitaplıklar duvarlara sığmaz olunca evdeki mobilyalar fonksiyon değiştirdi, salondaki büyük vitrin ve çocuk odasındaki oyuncak rafları da kitaplığa evrildi. Antreye ilave bir birim eklendi, Ankara'da satın alınan kitaplar Antalya'ya getirilmeyerek orada da bir kitaplı oluşturuldu. Ve artık kitaplıklarda yer kalmadı, zaman zaman tasfiye yaparak yer açmaya çalışıyorum, yine de sığamıyorum.

2- Kitaplığımdaki en eski kitabın biri-aslında epeyce var da sanırım bunlar en eskileri-Ziya Osman Saba'ya ait "Nefes almak" isimli şiir kitabı, 1957 yılında Varlık yayınları'ndan çıkmış. Haliyle o tarihte ben almış olamam. Halam bir dönem ihtisas yapmak için Ankara'ya gelmiş ve gelirken kitaplığını da getirip bizim eve bırakmıştı. İhtisası bitince kitaplığını ve tıp kitaplarını alıp diğer kitapları götürmemişti. Zaman içerisinde bir kısmı kayboldu, bir kısmı aile evinde kaldı, birkaç tanesi de benimle geldi ki, bu onlardan biri ve sanırım en eskisi. Ziya Osman Saba'yı çok sevmemin etkisi vardır bana gelmesinde elbette. Bir diğeri ise bizzat kendimin aldığı bir kitap, Augusta Stevenson'un yazdığı "Fen Çocuğu (Corc Karvır)". İlkokul okuma kitabında ya da dergilerden birinde adı geçmişti sanırım George Carver'in ve bu kitabın. Kitaplara düşkün olan ve her hafta bir ders saatini yüksek sesle kitap okumaya ayıran öğretmenimiz bu kitabı okutmak isteyince sınıfcak hummalı bir arama faaliyete giriştik. İlginçtir kitapçılarda bulamadığımız kitaba bir gazete bayiinde rastlamış olmamızdı. Nasıl sevinerek aldığımı tahmin edersiniz. Çok ilginç, şimdiye kadar dikkatimi çekmemiş, kitap 1961 basımı ve yayınevi olarak şu yazıyor: Amerikan Bord Neşriyat Dairesi/İstanbul. Geçen sonbahar antalya'da yapılan Sahaf Festivali'nde aynı yazarın ve aynı yayınevinin bir kitabını bulup almıştım ama düzgün görünen karışık kitaplığımda nereye koyduğumu bulmam mümkün olmadı. 



3- Pandemi nedeniyle yeni kitap alma şansım olmadı bu aralar, kitaplıktaki okunmamış olanları elden geçiriyorum. Karantina başlamadan bir hafta önce bir kitap kargosu gelmişti hatırladığım kadarıyla, en son gelenler onlardı. 3 yeni kitap dahil olmuş kitaplığıma:
-Hayal Otel/Nihan Eren
-Kötü Adamın On Günü/Mehmet Eroğlu
-Oyuncu-Yeşilçam Yıldız Sisteminde Bir Anti Yıldız: Adile Naşit/Sibel Öz

4- Sanırım tek bir kitap var, bir arkadaşımdan ikinci kez okumak amacıyla alıp sonra onun da, benim de unuttuğum, kendimin sandığım bir kitap, en sevdiklerimden biri: "Bir Düğün Gecesi/Adalet Ağaoğlu". Kendimi bu nedenle kınıyor ama iade etmiyorum :) Kardeşimden alıp iade etmediklerimi ise saymıyorum, zira aramızda böyle bir hatır var, onun kitapları bende, benim kitaplarım onda kalabilir, çok özel bir durumu yoksa. 

5- Of of, bu konuda kendi kendimin derdini depreştirmeyeyim, o kadar çok ki, artık isimlerini bile unuttum. Şimdi mümkün olduğu kadar ödünç kitap vermemeye çalışıyorum, zira bu konuda ağzım çok yandı. 

6- Yakın zamana kadar kitaplığımın düzeni şahaneydi, aradığım kitabı pat diye bulurdum. Ne zamanki evde tadilata gidildi, kitaplık sökülüp boşaltıldı, kitaplar yığıldı ve aralarından tasfiye edilenler oldu, benim kitaplığın düzeni kaçtı. Bir de artık kitaplar sığamaz olunca okuduğum kitabı boş bulduğum yere sokuşturmaya başladım. Genelde yazar adına göre sıralarım kitapları. Ayrıca polisiye ve şiir raflarım vardır. Salondaki kitaplık ise daha ziyade yayınevine göre sıralıdır, mesela YKY'nin siyah kitapları, Can Yayınları'nın beyaz kitapları yazar adlarına göre aynı rafta durur.

7- İmzalı kitaplara önem veririm elbette, epeyce de yazarınca imzalanmış kitabım vardır. Füruzan, İnci Aral, Nedim Gürsel, Nazlı Eray, Selim İleri, Duygu Asena, Gülriz Sururi, Akgün Akova, Şükrü Erbaş, Ahmet Telli, Ahmet Nesin, Mine Söğüt, Hakan Günday, Aydın Boysan, Ara Güler, Murathan Mungan, Ayfer Tunç, Tuna Kiremitçi, Ahmet Ümit, Levent Cantek, Birgül Özcan, Meltem Arıkan, Erendiz Atasü, Ayla Kutlu, Hıfzı Topuz, Lale Müldür, Emrah Polat, Cevat Çapan, Senem Dere, Pelin Buzluk, Ayşegül Kocabıçak, Ayten Kaya Görgün, Deniz Moralıgil, Ayşe Sarısayın, Zeynep Altıok Akatlı, Sevin Okyay, Atilla Şenkon, Deniz Kavukçuoğlu, Altan Öymen, Nezih Danyal, Ataol Behramoğlu, Sevgi Can Yağcı Aksel, Tijen İnaltong ve Alberto Manguel. aklıma gelenler bunlar...

8- Tozu önlemek açısından kapaklı kitaplıklar daha elverişli olsa da ben açık düzen sevenlerdenim, kitapla aramda bir kapak ya da cam olmamalı diye düşünüyorum.

9- İmzalı kitaplar özeldir benim için, ayrıca koleksiyon kitapları denen büyük boy, resimli, kuşe baskılı kitaplara da özen gösteririm. Sonra uzun zamandır kendime her yılbaşı ve doğum günlerimde hediye ettiğim özel kitaplar vardır. Bir de gittiğim seyahatlarden mutlaka kitap alırım ki onlar da çok değerlidir. Sevdiğim yazarların kitapları da ayrı bir öneme sahiptir. 

10- O kadar oburca kitap satın alıyorum ki okumadığım kitap yığınları oluşuyor, son zamanlarda onları ayrı raflarda muhafaza ediyorum. Zira çok okumanın sonucu olarak kitap adları unutuluyor ve karışıklık yaşanıyor. Yine de okunmuş raflarında tek-tük gözden kaçmış okunmamışlar çıkabiliyor.

11- Ahaha, bir gurme olduğumu iddia edemesem de bir gurmeye yakışacak kitap denk geldi. Oğlak Yayınları'nın yemek kitapları serisinden "Üç Malzemeli Beş Yıldızlı Yemekler/Rozanne Gold".

Katılımlarınız bekliyoruz efendim...
Not: Hepsini aynı gün cevaplamak zorunda değilsiniz tabii ki, günlere paylaştırabilirsiniz.



15 Haziran 2020 Pazartesi

15 HAZİRAN (YENİ NORMAL/15 - SAÇ VS)

Sabah balkonda kahvaltı sonrası aylaklık yaparken komşu balkonlarda bir şeylerle uğraşan kadınların saçlarına takıldı gözüm. Kimi tepesine topuz yapmış, kimi iki tokayla gözünün önünden kaldırmış, kimisinin akları uzamış, boyaya ihtiyacı var, kısacası pandemi saçları da vurmuş. Sonra elim istemsizce başıma gitti, Rapunzel gibi uzadıkça uzayan saçlarımı şöyle bir burup kıstırdığım tokaya. 80'li yılların Hülya Avşar filmlerindeki kelebek tokalara benzeyen kemik bir toka ama çok pratik, ne zaman bunalsam elim ona gider. Bazen koyduğum yeri unutur tırım tırım ararım..Nitekim pandemi dönemine girip kuaföre gidemeyince ve saçlar da alıp başını gidince toka aklıma geldi. Nereye baktıysam yok, çekmece, dolap, banyo, tuvalet masası, çanta, bulamadım. Mecburen evdeki diğer tokaya başvurdum. Bir zamanlar bir arkadaşın hediye ettiği altı taraklı, üstü payetlerle işli, pek süslü, pek havalı siyah, geniş bir toka. İşimi gördü mü gördü ama evin muhtelif yerleri üstünden dökülen, "Bu nedir?" diye merakla eğilip parmak ucuma yapıştırdığım parlak siyah pullarla doldu. Nihayet dolap düzenlemesi yaparken uzun süredir kullanmadığım bir çantanın içinden emektar tokamı buldum da keyfim yerine geldi. Pullu, payetli arkadaşı istirahate çektim ama gözden çıkarmadım, zira kendilerine epey bir süre daha ihtiyacım olacak gibi görünüyor vaziyet. Kuaföre gitme cesaretini hala bulamıyorum. Omuz hizasını aşan saçı sevmem, saçım çok düz, hatayı hemen belli eder, o yüzden kendim de kesemiyorum. Uzadıkça uzuyor mubarek, zaten çabuk uzayan bir tür, fırsatı ganimet bildi. Çocukluğumda oturduğumuz sitede bir Makbule hanım vardı, kendisi 70 küsur, annesi 90 küsur yaşlarında, birlikte otururlardı. Enine boyuna, Neriman Köksal tarzı bir kadındı. Bembeyaz teni kırışıklarla doluydu, neredeyse beline uzanan sarıya boyalı saçlarını sımsıkı bir atkuyruğu ile tepesine toplar, konuşurken bir baş hareketiyle o saçları havalandırırdı. Alto bir sesi, daima kırmızı ruju ve külhan bir tavrı vardı, her lafın başında vaktiyle "Üsküdar güzeli" olduğunu tekrarlardı. Çocuk yaşımda akıl erdiremediğimse Üsküdar güzeli kadının Ankara'da meydana gelen bir selde evlerini kaybetmişlere verilmiş bu sosyal konut tarzı sitede ne işi olduğuydu. Sanki kadın İstanbul'dan Ankara'ya gelemezmiş gibi, çocukluk işte. Makbule nereden çıktı diyeceksiniz ama yakında saçlarımı aynı Makbule hanım gibi tepemde atkuyruğu yapmama az kaldı bu uzama sürati ile. Kendimi de "Leylak güzeli" ilan ettim mi olur biter, bir de kökleri tersine çevrilmiş saç dipleri başağırısı yapmasa mesele yok :) Sadece saç değil, pandemi tüm alışkanlıklarıma ket vurdu, çoğunuz için aynı şey geçerlidir eminim. Beni tanıyanlar bilir, siyah göz kalemi olmazsa olmazımdır, bakkala gitsem sürmeden çıkmazdım, zira o kadar alıştı ki insanlar, göz kalemi olmadan görünce "Hasta mısın?" diye sorarlardı. Yegane makyaj alışkanlığım da odur zaten, onu bile sürmez oldum üç aydır, hem sürsem ne olacak, kırk yılda bir evden çıkıyorum, o zaman da maskenin altından yükselen buharla akar, bulaşır. Makyaj çantamın içinde yeniden sürülmeye başlayacakları mutlu günleri bekleyerek sakin sakin dinleniyorlar. Keza takılar; üç aydır ne yüzük, ne kolye, ne küpe tenime değmedi, kol saatim bile tuvalet masasının üstünde üzgün gözlerle beni izliyor. Yegane aksesuarım yukarıda bahsettiğim tokalar, bir de maske :)

Üç ayın içinde değişen alışkanlıklarımız tekrar kazanabilecek miyiz, yeni alışkanlıklar mı edineceğiz meçhul, son günlerdeki aşırı normalleşme ve sonuçları beni korkutuyor, endişemi arttırıyor. Umarım biz yanılırız diyeyim ve bu tatsız konuyu kısa keseyim. 

Geçen gece TRT 2'de "Just 6,5/Metresi 6,5 Tümen" isimli bir İran filmi izledim. Aslında yatmaya hazırlanıyordum gözüm ekrana takıldı. Filmin İran yapımı olduğunu görünce ilgimi çekti, İran sinemasını çok severim. Biraz izleyeyim derken sonunu buluverdim. Çok da beğendim. Bir uyuşturucu kaçakçısının yakalanma ve yargılanma sürecini anlatan çok katmanlı filmle ilgili detaylı bilgiyi şu yazıda bulabilirsiniz: Tık


Netflix ve BluTV'de birkaç diziye başlayıp iki bölüm sonra sıkılıp bıraktım. Şu ara "Doc Martin"e takılıyorum, şimdilik iyi gidiyor, sonrasına bakacağız. Kitaplıkta okunmayı bekleyenler rafı giderek boşalıyor, okuma hızım düşse de evdekileri erittiğim için memnunum. Havalar da henüz Antalya standartlarına ulaşmadığı için sıcak zorlamıyor. Bakalım nereye kadar gider diyerek sizi bir Antalya manzarası ile başbaşa bırakıp kaçıyorum:


8 Haziran 2020 Pazartesi

8 HAZİRAN (YENİ NORMAL/8 - YÜRÜMEK)

Dün hayli uzun bir yürüyüş yaptık üç ayın üstüne. Moral anlamında iyi geldi ama haftalardır hareketi neredeyse unutan dizler aynı şeyi söylemiyor, gece uyutmadıkları gibi Cevriye gün içinde de beni epey yoracak gibi görünüyor. 2020'nin günbegün getirdiklerine doyamıyorum, verdikçe veriyor mubarek. Neyse geçelim bunları, en son üç ay önce gittiğimiz Falez Park'ı şenlendirdik dün, aslında o bizi şenlendirdi. Jakarandalar tam kıvamını bulmuş, en çok o parkta mevcutlar zaten, üstüne manolyalar da açmış. Duvak ağaçları da çiçeklenmeye başlamış.




Çiçek, yaprak, ağaç yokluğumuzda coşmuş da coşmuş, bir mevsimi evde kapalı geçirdik, dilerim bu hapisliğe başka mevsimler eklenmez. Ama dün parktaki kalabalığı, maskesiz insanları, cafelerde gruplar halinde oturanları, plajlardaki yoğunluğu görünce pek ümitkâr olamıyorum bu konuda. 65+ yı evlere tıktılar ama kurallara en çok uyanlar o yaş grubu ve o yaşa yakın insanlardı. Hepsi maskeli, mesafeye dikkat ederek geziyorlardı. Gençlerinse çoğu maskesiz, maskeli olanlar hamak yapmış ya da burunları açık, ellerinde telefon, avazları çıktığı kadar bağırarak geçiyorlardı yanımızdan. Başımıza bir şey gelecekse kendi elimizden değil, bu kurallara uymayan insanlardan gelecek. Bu konu beni çok yoruyor, iyisi mi geçelim. 


Hep deniz üstü fotoğrafladığım Bey Dağları'na bir de bu açıdan bakalım. Tam ortada, en arkadaki Demirel siluetini görebilen var mı? 😃 Gerdanı, çenesi ve alnı ile adeta dağların üstüne yatmış güneşleniyor gibi gelir bana 😃


Parkta bir bölüm geçen sonbahardan kalma kuru yapraklar, yeni yeşeren otlar ve oradaki ağaçtan düşen bu çiçeklerle kaplıydı. Ağacın cinsini bilemedim ama çoğu yere dökülse de aynı çiçeklerden dalların uçlarında da vardı. Bu şehirde her an bir sürpriz çıkabiliyor insanın karşısına.


Gelmişken göletin etrafında da bir tur attık. Her zaman olduğundan daha iyi fotoğraf verir, ördeklerin keyfi yerindeydi ve bol balık ve su kaplumbağası vardı:


Ortalık daha sakin olduğunda bu balıkların en iyi müşterisi martılar, pike yapıp bir tane yakalayıp gidiyorlar, bazen de kargalara denk geliyor ve aralarında sıkı bir balık kapma savaşı çıkıyor. 

Güneş fıskiyeye vurunca gökkuşağı yere inmiş:


Uzun park turunu sonlandırırken gözüm ana girişteki Antalya Senfoni Orkestrası'nın ilan tabelasına takıldı ve hüzünlendim. Dilerim o çellodan maskenin çıkacağı ve bizim keyifle konser dinleyeceğimiz günler uzak değildir:


Yeni haftanız sağlıklı geçsin, normali abartmayın, kendinize dikkat edin, ben de gidip dün yarıda bıraktığım "Blue Velvet" filmine devam edeyim...

6 Haziran 2020 Cumartesi

6 HAZİRAN (YENİ NORMAL/6-ORDAN BURDAN)

Erken yatıyor ve haliyle de erken uyanıyorum. Kalkmak ve biraz daha yatmak arasında sürekli kararsız kalıyorum. Sanki yatakta kalırsam normal bir günmüş gibi geliyor, kalkarsam pandemili bir güne daha başlamış olacağım. Yine de kalkıyorum, kaçış yok. Fakat çok bıktım, hepiniz gibi. Tek tük "pandemi süreci bana çok iyi geldi" diyenleri görüyorum ve inanmıyorum. Bana hiç iyi gelmedi dostlar, bırakın iyi gelmesini sanki hiç bitmeyecekmiş gibi bir duyguya kapılıyorum sık sık. Sokaklardan korkar hale geldim, hele şu son normalleşmede yaşananları gördükçe iyice tedirgin oluyorum. Maske, mesafe hak getire, sokaklar, cafeler, lokantalar hıncahınç. El sabunu paketini hala sabunlarken kendi kendime düşünüyorum benimki mi normal, onların ki mi? Sanırım ikimizinki de değil ama en azından benimkinin başkasına zararı yok, olsa olsa beni yorar ve sürecin sonuna paranoyak ulaşmamı sağlar. Ne diyeyim "Günün Çorbası" Yeliz'in dediği gibi "Herkesin normali kendine" ama biraz da başkalarını düşünseler. Haziran ortası için endişeliyim. Umarım ben yanılırım.

Sabah rutinimin tersine kahvaltıyı balkonda yaptık, zira koca erken kalkmıştı. Hava şurup gibiydi, hafif bir esinti insanı adeta okşuyordu ve ben hala ayağımda çorap, sırtımda yelek modundaydım. Antalya için tuhaf bir durum, normalde sıcaktan "öf, pöf" etmemiz gerekirdi ama dün akşam rüzgardan içeri kaçtık, bayağı üşüttü. Şikayetin var mı diyorsanız, asla! Bir süre daha böyle gidebilir hatta. Mahalle sakindi, sanırım herkes hafta sonu rehavetindeydi, komünal apartman bile sessizdi. Karşı balkona havalandırmaya çıkarılmış muhabbet kuşu serçelerin cıvıltısına bekçi düdüğü gibi bir sesle karşılık veriyordu: "Cıyyk!". Kahvaltıdan sonra bir süre ayaklarımı uzatıp sessizliği dinleyerek "Toyblast" oynadım. Gözüme balkon demirinin köşesine özenle inşa edilmiş örümcek ağı çarpmasaydı tembelliğe devam edecektim ama temizlik yapmayı daha fazla erteleyemeyeceğimi anladım. Mecburen kalktım, makineye önce çamaşır attım, sonra da bunları:


Diğerleri kurumak üzere bırakıldıkları balkonda etrafı seyran ederken okur-yazar tavşan okumaya devam ediyordu gördüğünüz gibi :)

Normalde TV seyretmem, hele gündüzleri asla, akşamları ise maruz bırakılıyorum ama bu sefer Behçet Necatigil ve Gülten Akın'ı anlatan bir program vardı, makineyi çalıştırınca gidip TV'yi açtım. Bir yandan programı izlerken bir yandan odanın temizliğini bitirdim. Asla oturup TV'de boş boş bir şeye bakamam, ya örgü örmeliyim, ya oyun oynamalıyım, ya yaprak sarmalıyım ya da başka bir işle meşgul olmalıyım, benimki ara sıra bakarken dinlemek oluyor galiba :) Programla senkronize olarak odanın temizliği bitince elektrik süpürgesi eşliğinde diğer odalara geçtim, ıslak zeminleri çamaşır sulu suyla sildim, tozları bir gün önce almıştım, gerek kalmadı. Banyoyu ve WC'yi de halledip kendimi tebrik ettikten sonra yiyecek bir şeyler hazırladım ve "Babylon Berlin"i izlemek için ekran başına geçtim. Domestik açıdan verimli bir gündü doğrusu.  

Hafta başından bu yana iki film izledim, ilki ünlü Fransız yazar Colette'in hayatını anlatan "Colette" idi ve Colette rolünde çemçük Keira Knightley oynuyordu. Bir türlü hazedemedim o soğuk nevale kadından. Diğeri ise ütü yapma filmi olarak seçtiğim ve beklentimi hayli düşük tuttuğum "7. Koğuştaki Mucize"ydi. Şaşırtıcı bir şekilde umduğumdan daha iyi buldum. Mayıs sonunda da ödüllü bir film olan "Aidiyet"i izlemiştim ama yönetmenin ne yapmaya çalıştığını bir türlü anlayamadığımı itiraf edeyim :)

Oktay Rifat'ın iki romanı bir süredir kitaplıkta bekliyordu, önce "Bay Lear"ı okudum ve hiç sevmedim, hatta ikincisini, yani "Danaburnu"nu neredeyse okumaktan vazgeçecektim ki son anda fikir değiştirip başladım. İyi etmişim, üç farklı hayatı içeren güzel bir okuma oldu. Zaten yazarın "Bir Kadının Penceresinden" romanını da çok severek okumuştum, şair olarak da çok beğenirim. Şimdi elimde yine uzun süredin bekleyen bir kitap var, Avusturya-Macaristan İmparatoriçesi Sisi'nin hayatının bir bölümünden esinlenmiş bir kitap "Bitmeyen Vals".  Adı gibi 70 sayfalık bitmeyen bir vals ile başladı, bakalım nerelere evrilecek :) Yazarı Catherine Clement'in adı hiç yabancı gelmiyor diye düşünüp dururken çok zaman önce okuduğum "Muhteşem Senyora"nın yazarı olduğunu farkettim. Ah bu benim okuyup okuyup unutmalarım :)

Yarın kocama eşlikçi  olarak sokağa çıkacağım, ürkek adımlarla yürüyüp dönüşte dezenfeksiyondan kafayı yiyeceğim. Sizce bu corona biter mi bir gün?

1 Haziran 2020 Pazartesi

1 HAZİRAN (YENİ NORMAL/1 - MAYIS OKUMALARI)

Bir ayı daha bitirdik karantina altında ve bugün yeni normale geçiş yaptık, keşke yapmasaydık, çünkü halkımızın normal anlayışı ile kastedilen farklı. Dün yürüyüş rotamızı yine aynı parka çevirdik ve geçen haftanın aksine çok kalabalık, çok aykırı ve çok boşvermiş bir insan topluluğuyla karşılaştık. Mümkün olduğunca mesafeyi koruyarak yürüdük ama çoğu insan maskesizdi, hatta maskesini kolunda taşıyan hamile kadın bile gördük, en çok dikkat etmesi gerekenlerden biri. Gençler duvarlara, banklara yayılmışlar, birbirlerinin dibinde, yaşlılar kafa kafaya muhabbette. Mevcut cafelerden aldıkları "çay servisimiz başlamadı" sözü üzerine sinirlenmiş bir gruptan kadın olanı "Eee ne yapacağız, otlayalım bari" diye tafra yapıyordu. Cafeler, lokantalar daha bugün açılacak halbuki. üstelik gördüğüm kadarıyla pek de sosyal mesafeye uygun bir düzenleme yapılmamıştı. Onlar da haklı, ekmek parası, kimbilir kiralar ne civardadır, 3 aydır ne durumdaydılar ama bu yerleşim düzeninde bulaşma nasıl önlenir pek aklım almadı. Bu normal umarım pek kötü bir anormale sebep olmaz. Güvendiğim bir uzmandan tehlike geçti sinyali almadan ne cafe, ne deniz, ne lokanta, ne toplu taşıma, ne de başka bir etkinlik yapmama, yakınlarımı bile görmeme konusunda ısrarcıyım. Ara ara yürüyüş yeter de artar, duam işlerine gitmek zorunda olan herkesin hastalıktan uzak olması yönünde. 

Haziran ayına geldik gelmesine de Antalya 15 gün önce yaptığı aşırı sıcağı yeterli bulmuş olacak ki havalar hayli serin gidiyor, bu durumdan ziyadesiyle memnunuz. Vaki değildir Haziran başında ama ayağımda çorap, sırtımda yelek var şu anda, gece de üstümdeki battaniyeye rağmen üşüdüğümü hissettim bir ara. Mümkünse uzun süre böyle devam etsin yoksa bu pandemide Antalya sıcağı çekilmez. Huzursuzluk, endişe, geleceği görememe sebebiyle oluşan karmaşık ruh hali kitap okumalarıma da yansıyor. Her zamanki okuma hızımla kıyaslarsam hayli gerilerdeyim, Haziran ayına en az 50 kitabı devirmiş olarak girerdim ama 35. kitabımı zor bela bitirdim dün. Mayıs ayını 5 kitapla kapatmış olmama kendim bile şaştım, gerçi kitapların ikisi hayli yüksek sayfa sayısına sahipti ama sebep sayfa sayısından ziyade konsantrasyon eksikliği. Bir de evde olmanın ve hane halkının gün boyu evde olmasının getirdiği ekstra işler. Demek ki eski mutlu günlerimizde basıp gidiyormuşuz ve yapılmayan iş o kadar gözümüze girmiyormuş. İki kişi için abartılı sayıda bardak-tabak kirletiyor-sıkıntıdan gün boyu çay-kahve-durmadan çamaşır yıkıyor, dışarıda yemek kaçamağı olmadığından neredeyse her gün düzenli yemek yapıyor, ev temizliği, dezenfeksiyon, şu-bu derken domestik faaliyetlerden keyifli olaylara pek vakit kalmıyor, kalsa da ruh hali güllük gülistanlık olmayınca yeterince keyif vermiyor. Neyse gelelim Mayıs ayında okuduğum topu topu 5 kitaba:


-Karantina nedeniyle bir süredir evde uzun zamandır bekleyen kitapları okuyorum. "Bir Kuşun En İyi Öttüğü Yer"de 2016'dan beri okunmayı bekliyormuş. Ukrayna'dan Şili'ye uzanan ve kuşaklar süren bir ailesi öyküsü. Başlangıçta iyi gidiyordu, büyülü gerçeklik her zaman sevdiğim bir edebi türdür ama burada biraz fazla kaçmış bir doz sözkonusu idi. O grotesk öyküleri ve Museviliğin ayrıntılı dini ritüellerini okumak bir süre sonra sıkmaya başladı. Hasılı pek verimli bir okuma olmadı. Ben meraklıyım böyle şeylere diyorsanız buyrun :)


-Katherine Mansfield'in öykülerini içeren "Bahçe Partisi" de tıpkı ilk kitap gibi epeydir okunma sırası bekliyordu. Kitabı bana kızkardeş vermiş ve çok beğendiğini söylemişti. Elime alıp kitabın adını taşıyan ilk öyküyü okuyunca şimdiye kadar ihmal ettiğime pişman oldum. Tüm Viktoria devri yazarları gibi genç yaşta veremden ölen Katherine Mansfield de sakin, huzurlu, duygusal bir dille, ayrıntılara girerek pek hoş öyküler yazmış. Favorim "Bahçe Partisi" ama diğerleri de oldukça güzel...


-Yıllar önce başrolünü Burçin Oraloğlu'nun oynadığı aynı adlı diziden bu yana "Üç İstanbul"u okumak aklıma gelmemişti. Bir kitap siparişi sırasında nereden estiyse istemiş ve rafa koyup beklemeye almıştım. Kısmet bu pandemi günlerine imiş ama ne yalan söyleyeyim çok önceden okunması gereken bir esermiş, Abdülhamit'den Cumhuriyet'in ilk yıllarına İstanbul fonunda adeta bir tarih yatıyor kitapta. Mithat Cemal Kuntay döktürmüş de döktürmüş. Yalan, riya, şakşakçılık, gösteriş, para ve makam hırsı, din sömürüsü, kadına yapılan baskı yıllar içerisinde hiç değişmeyen şeyler olmuş. 700 sayfalık kitap bitince karnımı çok sevdiğim bir şeyle doyurmuş gibi bir duyguya kapıldım ve diziyi tekrar izleme isteği duydum. Denedim de ama görüntüler çok fluydu vazgeçtim. Eğer okumadıysanız bu kitabı ihmal etmeyin derim...


-Daha önce Pakistanlı bir yazarın kitabını okudum mu hatırlamıyorum, sanırım "Kör Adamın Bahçesi" bir ilk oldu. İlk birkaç sayfasını okuyup bırakmışım, kitaplıkta öylece kalmış. İlerleyen sayfalarda pişman oldum daha önce okumadığıma, öyle vurucu, öyle ürkütücü ve bir o kadar da güzel bir kitapmış. 11 Eylül sonrası ABD-Taliban-El Kaide üçgeninde parçalanan hayatlar, savaşlar ve tüm bunların ortasında varolmaya çalışan aşklar ve aileler. çiçek kokularıyla kan kokularının birbirine karıştığı bir okuma oldu, çok beğendim, tavsiyemdir...


-Oktay Rifat, çok sevdiğim bir şairdir. Şairliğinin yanısıra yıllar önce Bilgi Yayınevi'nden çıkan ilk baskısını okuduğum "Bir Kadının Penceresinden" romanını da çok sevmiştim. Onun etkisiyle diğer iki romanını da almış ve okunmuş kitapların arasında unutmuşum. Yeni bir şeyler ararken buldum ve "Bay Lear"ı okumaya başladım. Shakespeare'in "Kral Lear"ına atıf yaparak yazılmış bir roman bu, onun gibi bir öyküsü var, mirasını kızları arasında paylaştıran ama bu nedenle bir yandan son yıllarında nikahına aldığı bakıcısıyla, bir yandan kızlarıyla sorun yaşayan, yalılarda büyümüş bir yaşlı adamı anlatıyor. Lakin o kadar karmakarışık bir yazın tekniği var ki adam gündelik hayatını yaşarken birdenbire geçmişe dönüp ordan oraya atlayan konularla kafa karıştırıyor. O nedenle sevemedim, tavsiye etmiyorum...

Haziran'da daha çok okuyabilmek dileğiyle yeni normalimizin hayırlara vesile olmasını diliyor, sizlere dün parkta gördüğüm, bir güvercin kafesinin yanında tek başına büyümüş bu ayçiçeği ile veda ediyorum: