Sayfalar

31 Ocak 2018 Çarşamba

HEPİLİ BÖRTLEK



Epeyce bir yılı geride bıraktım. Bugün yeni bir tanesine başlıyorum, başlangıçları ve kutlamaya vesile olacak şeyleri hep sevdim. Ömürden epeyce yemiş olsak da geriye kalan her gün değerli. Hem belki bu yaşımda tavşan olur elimde saat "Çok geç kaldım, çok geç kaldım" diye dolaşırım ortalıkta, belli mi olur 😀 Yeni yaştan tüm beklentim sağlık ve huzur, gerisini ben hallederim. 

Sevgili blog dostum, yüzünü görmesem de hep yıllardır tanıyormuş gibi hissettiğim, radyolu blogunda şahane şarkılar dinlediğim Zelda Capulet kendi doğum gününde dostlarından bir şarkı istemişti, çok hoşuma giden bir fikir olmuştu bu. İzni olursa ben de bunu yapmak istiyorum. Haydi bana bir şarkı yollayın yeni yaşım için, adını yazmanız yeter. Yollayın ki yeni yaşımda sizleri yanımda hissedeyim. Şimdiden teşekkürler...

29 Ocak 2018 Pazartesi

HAFTANIN SORUSU

Cumartesi günü yılın 2. tiyatro oyununu izledim, ilki Ankara'da idi. Bunu izleyince Ankara'dakine çamur attığım için utandım. Sanırım ağzı burnu yerinde oyun izlemek için artık ya seçkin özel tiyatrolara gitmek ya da Tiyatro Festivali'ni bekleyip yabancı bir gruptan oyun izlemek gerek. Daha önce aynı oyunun İstanbul versiyonunu "Demir Somyanın Altı" blogunda okumuştum, onun görüşleri de hiç olumlu değildi ama sonuçta bu bir oyun ve yorum çok önemli, belki farklı oyuncuların yorumu farklılık getirir diye düşünmüştüm. Getirmedi diyecektim ki bloga girip baktığımda aynı oyuncuları gördüm, aynı oyunu aynı kişilerden izlemişiz demek ki, turne imiş ve orada ne oldu ise bizde de o olmuş. Bir kere ben 2. sırada oturuyordum, sahnede konuşan kadının sesini zor bela duydum, üstelik son derece hızlı konuşuyordu, arka sıradakilerin hiçbir şey duymadığına eminim. Arada bir "Ah sevgili hayat" dedi de oyunun adıyla da bir bağlantı kurabildim. Kısacası emeğe, hele tiyatrocuların emeğine saygım sonsuz ama üzgünüm bu oyunu hiç sevemedim. 

Çarçabuk biten ve pek bir keyif alamadığımız oyundan çıkınca "bari gidip kahve içelim" dedik, gitmişken mis gibi de bir muhallebi götürdük, diyetteyim ama o kadar çatlak su kaçırmaz :) Pazar günü bütün vaktimi evde geçirdim, sinyal veren dizimi dinlendirdim. "Ufak Tefek Cinayetler"den iki bölüm daha izledim. Pazı kavurması pişirdim. Çay, kahve, ıhlamur içtim. Yeni bir kitaba başladım. E daha ne yapayım yani. Bir haftayı daha maziye yolladık, neredeyse Ocak ayını da bitireceğiz, bitişi muhteşem olmalı, zira son günü doğum günüm, çalsın davullar, ötsün zurnalar :)

Hafta başı olduğuna göre 52 haftalık çelıncın 5. sorusunu da cevaplamak gerekir. Lakin öyle bir soru ki verecek cevap bulamadım, buyrun bakın, siz olsanız ne yazardınız:

5. Hafta: Hayatınıza yön veren bir alıntı:

Alıntı derken tatlım benim? (Ufak Tefek Cinayetler izliyoruz herhalde yoğun bir şekilde, Merve'den etkilenmemek mümkün mü?) Yani alıntı kitap alıntısı mı? Eğer öyleyse bir kitap alıntısı insanın hayatına nasıl yön verir, o kadar şapşik miyiz yahu? "Ayy ne okuyorum yareppim, alıntı mı pusula mı bu, şimdiye kadar nedan okumamışım ben bunu? Hemen yönümü değiştireyim, kuzey soğuk olur, güneye ineyim" falan mı demek gerekiyor acaba? Ya alıntı hoşa gidebilir, etkileyebilir ama insanın hayatının yönünü de değiştirmez müsaadenizle, yani bu saatten sonra benimkini değiştirmez, haydi genelleme yapmayayım. Orhan Pamuk'un en sevmediğim kitabı "Yeni Hayat" da böyle başlar: "Bir gün bir kitap okudum, ve bütün hayatım değişti". Necmettin Erbakan sesiyle "Hadi ordan!" diyor ve cevaplanmış farzediyorum. Soruyu yanlış anladıysam da affola artık.

Neyse meydanı şu benim ekran koruyuculara bırakıp gideyim artık:



26 Ocak 2018 Cuma

OLAN-BİTEN

Aylık temizlik rutinini Perşembe günü layıkıyle eda eyledik. Şansımdan Antalya'nın en ayaz gününe denk geldi, gerçi ıslanan her şey çok çabuk kurudu ama kapı-pencere açık evcek biraz serinledik.

Günlerdir saçımı kestirme fikriyle dolaşıyorum ortalıkta, her aynaya bakışımda "saçımı kestirmem lazım" diyerek ayrılıyorum karşısından ama bir türlü eyleme geçmiyordum. Hem üşeniyordum, hem de kuaförlere güvenemiyordum. Zira vur deyince öldürüyor, kısalt deyince neredeyse üç numaraya vuruyorlar. Bugün bütün cesaretimi topladım ve koyuldum yola. Taa öğretmenlik yıllarımdan kalma, okulun dibindeki kuaförüm, kesim işleri ona emanet. Boya ve fön evin yakınında halloluyor. Çekine çekine "kısalt" dedim, saçın ucunu da tutup "şu kadar olsun" diye gösterdim. Sonra ben aynada kendimden başka her şeye, rafa dizili turuncu sprey şişelerine, bakım kavanozlarına, birkaç asi kelebeğin üzerinden firar etmeye çalıştığı duvar saatine, o anda dükkanda bulunmayan ortağın çerçeveli fotoğrafına bakarken saçlar kırt kırt kırpılmaya başladı. Son makas atıldığında baktım suratıma, neyse tam istediğim gibi, kulak memesi kıvamından biraz uzun :) "Şükür" dedim, "bu sefer de atlattık". Saçlar yıkanıp şekil verilirken de "Nerde o eski öğrenciler?", "Nerde o eski okullar?" muhabbeti yaptık. Haliyle, zira dükkan okul yolu üstünde. 

Kuaför çıkışı bir gün öncesine göre hayli ısınıp güzelleşmiş havada, güneş altında ağır ağır yürüdüm. Belediyenin merdivenli bir aracı kaldırım boyu Benjamin ağaçlarını buduyordu. Sanırım Park ve Bahçeler Müdürü soyut sanata müptela, Dali ve Picasso hayranı olsa gerek ki ağaçların kübik bir şekilde dizayn edilmesine karar vermiş. 


Yahu ağaç dediğin dallı-budaklı olur, bu nedir böyle azman kesme şeker gibi. Benjamin Benjamin olalı böyle zulüm görmemiştir yeminle. 

Mahalleye yanaştığımda kübik ağaçlara şükredecek duruma geldim, zira sokağın birinde binalarla birlikte bahçelerindeki cümle ağaçları da indirmişler, bırak ağacı yaprak kalmamış. Oysa baharda her önünden geçişte içimi neşeyle dolduran şahane bir erik vardı bahçelerden birinde, ne o kalmış, ne diğerleri. Yerine azman ve çirkin beton kazuletler dikilmesi için gerekli hazırlıklar yapılmakta. Henüz ayakta olan, bahçesi bol narenciyeli, Mart sonu mis kokmaya başlayan bina da aynı akibete uğrar mı korkuyorum doğrusu. Yakında yaşadığımız yeri tanıyamaz olacağız. 

Boş vakit bulduğum her an iki challengem için hararetle faaliyet göstermekteyim, çelınç insanıymışım meğer ben de haberim yokmuş. "Bizim Büyük Challengemiz"in 10 maddesini hakladım bile. "Altın Küre Çelınc"ında ise her güne bir film izlemeye çalışıyorum. Bugün Oscar'a da yabancı dilde aday olan "Loveless/Sevgisiz"i izledim, oldukça da beğendim. 


"Loveless" bir Rus filmi, hakkında detaylı bilgiyi yan taraftaki sayfa linkini tıklayarak okuyabilirsiniz. 

Geç saatte girdiğim bir post oldu bu, uyuduysanız yarın okursunuz. Sizlere iyi bir hafta sonu dilerim efendim, kalın sağlıcakla...

24 Ocak 2018 Çarşamba

BALIKLI, KUŞLU BİR ŞEYLER

Aslında bu yazıyı dün yazacaktım ama önce çok işim vardı, sonra da çok yoruldum yazamadım. Siz dünmüş gibi okuyunuz lütfen, bir de bir gün öncesinin diliyle uğraşmayayım. 

Yatarken aldığım antiallerjik ilaç ve bolca süründüğüm Vicks sayesinde derin ama aynı zamanda kaotik ve de mentol kokulu bir uykudan uyanıp tek gözle saate baktığımda 11.00'i gösteriyordu (Gece 02.30'da yattığımı belirteyim bu arada). Kendimi yataktan resmen fırlattım, mutfağa geldiğimde tek gözle saate bakmamam gerektiğini anladım, zira saat 10.00 imiş, yine de pek erken bir saat sayılmaz ama ben de emekliyim arkadaşlar. Yıllarca sabahın köründe kalkmanın böyle bir geri dönüşü olmalı artık. Çayı koyduktan sonra yarıyıl tatili nedeniyle küçük yiğenin bize evci çıkmış balıklarını beslemeye gittim. 5 adet balık var ve içinde yaşamaya, yemeye ve yüzmeye çalıştıkları ortam bir bira bardağından az hallice. Kendilerini yurttan bıkıp eve çıkmış ama maddi imkansızlıklar nedeniyle küçük bir daireye tıkılmış üniversite öğrencilerine benzetiyorum. Beşi bir yerde, kuyrukları birbirine çarpa çarpa dolanıyor garipler. Verdiğim yemleri itişe kakışa paylaştılar. Ben de bekar kiracılara çorba götürmüş merhametli komşu teyze modundan sıyrılıp kendime kahvaltı hazırlamaya gittim. 

Öğleye kadar dizi izledim, internette gezindim, blogları okudum. Sonra birden domestik ruhum sağı-solu devirerek ortaya çıktı, "Yeter!" dedi "kalk biraz evinle ilgilen". Ruhuma saygım sonsuzdur, emir telakki ettim ve önce mutfağa yönelip bulaşık makinesini boşalttım. Ocağı sildim, tezgah üstü işgalcilerini yerlerine kaldırdım. Ruh dürtmeye devam ediyordu bu arada. Epeydir aklımda olan bir faaliyeti gerçekleştirmeye karar verdim: Hâlâ salonda dikilip duran yılbaşı ağacını söküp kaldırmak ve çalışma odasında duran rafı çamın yerine taşıyıp kuş koleksiyonuna yuva yapmak. İşe ağaçtan başladım. Kurmak ne kadar keyifliyse kaldırmak o kadar angarya. Söylene söylene toparladım, umarım önümüzdeki yıla kadar süsleri nereye koyduğumu unutmam. Sonra sıra rafı boşaltmaya geldi. Çektim en baştaki kitabı, "Almanya'dan kuşlarım geldi, evi boşaltmanız lazım" dedim. "Sözleşme, zamanaşımı, önceden bildirim" gibi laflar ettiyse de yüz vermedim. Geri kalanları da indirip yere yığdım, kiracının lafına mı bakacağım 😝 En alt rafta sıralı albümlere dalınca işi gücü bırakıp bir süre zamanda yolculuk yaptım. Eskiden ne kadar zayıf olduğumu görünce hiç yakışmadığını farkedip diyeti bırakmaya karar verdim (şaka şaka). Sonra baktım zaman makinesi gittikçe gidiyor, "müsait bir yerde inecek var" dedim şoföre, pardon albümlere, boşalmış rafı toparlayıp salona götürdüm. Kuşlar bir aydır kış uykusuna yattıkları kutudan çıktılar, raflara ferahfeza yerleştiler. Lakin rafın bulunduğu konum hoşuma gitmedi, kendisini antre duvarındaki kitaplığın altına taşımaya karar verdim. Kuşları indirmeye üşendiğim için sürüklemeye başladım. Kendisi masif olduğundan yeterince ağır, bir de şıngır şıngır eden kuşlarla biraz sıkıntılı bir eylem oldu. Küçük bir kuşun kuyruğunu fire olarak verip sonunda yerine yerleştirebildim. Sıra geldi raftan çıkan öteberiye. İyi de nereye koyacağım onca kitabı, albümü, ıvır zıvırı. Ha söylemeyi unuttum, albümlerin arkasından bir sürü kaset çıktı, iki adet de walkman 😀 Hepsini bir poşete doldurup kaldırdım, belki atarım. Kitapları küçük odadaki kitaplığa sıkış tepiş sığdırdım. Albümleri geçici bir süre için kuşlara emanet ettim, hala ortada bir sürü döküntü kaldı. Gavur fazladan koymuş 😀

İşler böylece bitti-mi acaba? Perşembe günü temizlik var, ancak o zaman bitti diyebilirim. Aşağıda kuşların yeni yuvaları, nasıl buldunuz?



Not: Merak ettiğim bir konu var, sizlerde nasıl, aydınlatırsanız sevinirim. Birkaç gündür bloga giriş sayımda anlamsız bir artış var, 5000'leri falan aşan bir  tıklama mevcut ki blogumun en çok talep gördüğü zamanlarda bile bu kadar tıklama sayısına ulaşmadım. Böyle bir şey olabilir mi? Ben bunun bir hatadan kaynaklandığını düşünüyorum, bir kontrol edin bakalım sizlerin bloglar ne durumda?

22 Ocak 2018 Pazartesi

YENİ BİR HAFTA VE HAFTALI ÇELINÇ 4

Gece öyle bir yağmur yağdı ki anlatılmaz yaşanır. Şu anda gökyüzünde bir damla bile su yok, hepsi aşağı indi. İnanmazsanız çıkıp bakın, kupkuru 😀

Hafta sonunu Küçük Prens temalı 1 yaş doğumgününe giderek, kitap okuyarak, film ve dizi seyrederek geçirdim. Ankara koşuşturmalarından sonra evde hiçbir şey yapmadan oturmak iyi geldi bana. Doğumgününe giderken de zaten kapıdan alınıp kapıya bırakıldım, böyle bir tembellik. 

TV'de yayınlanan dizilerden seyrettiğim tek bir tane vardı: "İstanbullu Gelin". Onu da TV kocanın tekelinde olduğu için laptopun küçücük ekranına mahkum olarak izlemekteydim. Sonra sağdan soldan o kadar sözünü ettiler ki merak edip "Ufak Tefek Cinayetler"e başladım, amanın da amanın, neymiş yahu, ardarda boncuk gibi diziyorum şimdi izlemediğim bölümleri. Oysa "Big Little Lies"e başlamış, kim kimdir bir türlü çözemediğim için 2. bölümün yarısında bırakmıştım, bana yerli ve milli gelin kaardişim 😀

Biraz evvel mutfaktan çıktım, üzerinize afiyet birtakım sofistike yemekler yapmakla meşguldum. Sultanî piselli yatağında caroteli Brüksel cavolosu, nohutlu zucchini, aglio ve menta ile tatlandırılmış tarım tarım tarhanne (kibar bir şahsiyetim, tarhana ne ayol, tarhanne onun aslı 😋) zuppası züppeledim, şey yani pişirdim. Tarhanne zuppası hariç hepsi birbirinden yavan oldular, zira diyetteyim minimum yağ, maksimum zepze modundayım cınım. Dizideki Merve'nin deyimiyle mutfakta "şahane"yim (lütfen 1. ve 2. a'yı uzatmadan telaffuz ediniz tatlım), o iş bende 😀 

Şimdi gelelim 52 haftalık çelıncın 4. hafta sorusuna:

-Şu anda pencerenizden görünen manzara nasıl?

Şu anda penceremden görünen şeye manzara denirse şöyle izah edeyim: Bulutların arasından yüzünü gösteren güneşin kurutmaya çalıştığı, bolca araba parkedilmiş ıslak bir sokak ve ardında dikilen iki adet heyula apartman. Bunlardan tam penceremin karşısına gelen tamamı Alamanyalı amcama ait olan, bej rengi American siding kaplamalı bir bina. Her daim temiz, her daim bakımlıdır. Kendi dışında tüm daireler kirada olmasına rağmen kendi dairesine ne yapıyorsa diğerlerine de aynısını yaptırır. Apartmanın tamamı panjurlu, tamamına doğal gaz alınmış, bütün balkonlarda aynı renk brandalar mevcut. Yani sonuçta Evropa görmüş adam, karısıyla birbirlerine balkonlardan avaz avaz "Aloooo, leeeyn" diye bağırsalar da var bir farklılık 😀 Apartmanın önünde 3-4 tane zeytin ağacı var, yan duvar boyunca da birkaç limon, incir ve selvi. Başımı gökyüzüne doğru kaldırınca çanak antenler ve Antalya'nın alamet-i farikası haline gelmiş günısı depoları görmekteyim. Aslında diğer pencereden bir miktar Beydağları, daha fazla sokak ve apartman, bizim yaprakları dökülüp kel kalmış çınar ve başka bir takım ağaçlar görünse de üşendim şimdi, kalkıp oraya gidemeyeceğim. Olay bundan ibaret. 

4. hafta sorumuzu da cevapladığımıza göre Ankara'da iken gezdiğim ve buraya eklemediğim bir sergiden birkaç fotoğraf koyayım. Şevket Arık'ın "Çemberin İçindesin" Sergisi:






Altın Küre Çelıncı kapsamında film izlemeye devam, merak edenler yan taraftaki sayfalar linkinden yorumlara bakabilir. Kalın sağlıcakla...

19 Ocak 2018 Cuma

CUMA

Dün geceki ağaçları hışır hışır hışırdatan, panjurları takır takır takırdatan, günısı kazanlarını perküsyon enstrümanları gibi cazırdatan, önüne geleni kapıp götüren fırtına sabaha dinmiş, güneş çıkmıştı. Hava Antalya standartlarına göre serin sayılsa da çok geçmeden toparladı, rutubeti de aldı götürdü. Hazır rutubet de azalmışken özlediğim Beydağları'na bir bakış atayım diye balkona çıktım ki bir de ne göreyim günler boyu takırtısını dinlediğimiz inşaat gübreye dikilmiş gibi aniden büyümüş ve mahalledeki tüm binaları birkaç kat geçip göğe merdiven kurmuş. Yanındaki de ona özenip kendini "rantsal ve katsal dönüşüm"e teslim ederse bizim balkondan Beydağları'nı görmemiz çok yakında hayal olur. Koca bir mahalle taş çatlasa 5 kat hizasında iken aradan mantar gibi bitip sivrilen o çirkin binayı yapana, izin verene, inşaat diye çıldırana ne demeli bilemedim. Eminim ki giderek sayıları artacak, yazları aralardan sıyrılıp biraz ferahlatan esinti de kesilecek ve hamam külhanına düşmüş gibi yanacağız. Kentsel dönüşemez olalım.

Bu ara elime geçeni kırıyorum, bana cam-porselen-seramik türü şeylerle yanaşmayın, elime tutuşturmayın, değdiğim şey tuzla buz. Ankara'da kırdıklarım yetmezmiş gibi eve geldiğimin ertesi günü elektrikli çaydanlığın cam demliği sayemde sizlere ömür oldu. Dolap içlerinde âtıl bekleyen porselen ve çelik demlikleri denediysek de popoları koltuğa-pardon dipleri çaydanlığa-uymadı. Yenisini almak için internetin derinliklerine daldım, fiyatlar ben görmeyeli fırlamış o ayrı mesele de, elimdekinden memnundum, onun da serisi tükenmiş. Uygun bir tane bakınırken kader ağlarını ördü ve bir köşeden demliğin kendisi Turist Ömer selamı çakıverdi. Ay yaşasın, hemen verdik siparişi, bir çelik demliği idareten yerleştirdik, çay alırken her seferinde de koca ile birbirimizi uyardık: "Aman ha devrilmesin, dikkat et, emanet duruyor". Neyse yeni bir sakarlık yapmadan az evvel demlik teslim edildi, yıkanıp paklanıp mekanına kuruldu, şükür kavuşturana. Evin kızı evlenip gitmiş de, uzun ayrılıktan sonra ana-babasını ziyarete gelmiş kadar sevindik. 

Bugün Altın Küre Çelınç ödevimin bir tanesini daha yerine getirdim: "The Shape Of Water". kimi yerde "Suyun Sesi", kimi yerde "Suyun Şekli", kimi yerde de "Aşkın Gücü" diye Türkçe'ye çevrilmiş, artık hangisi işinize gelirse.


7 dalda Altın Küre adaylığı var arkadaşın. "Drama Dalında "En İyi Film", "En İyi Yönetmen/Guillermo Del Toro", "En İyi Kadın Oyuncu/Sally Hawkins", "En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu/Octavia Spencer", "En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu/Richard Jenkins", "En İyi Senaryo", "En iyi Özgün Müzik" adaylıklarından ikisinde Altın Küre almayı başarmış, "En İyi Yönetmen" ve "En İyi Müzik". Benim filmlerde müziği hiç duymama gibi bir özelliğim var, cidden aptal aptal düşünürüm filmin müziği sonradan sözkonusu edildiğinde acaba nasıldı diye? Bak bu da hiç aklımda kalmımış :) Her neyse film hakkında daha detaylı açıklama yan taraftaki Altın Küre Çelinç sayfasında, buyurun bekleriz. 

Yarın başka bir filmde görüşmek dileğiyle kalınız sağlıcakla efendim...

18 Ocak 2018 Perşembe

EVİME DÖNDÜM, FİLMLERİN İÇİNE DÜŞTÜM

Hoş Ankara'da oradan oraya koşturmaktan fırsat kalmadı sinemaya gitmek için diyeceğim ama bir kez yaptığım "Arif V 216" girişimi indirimli 16 lirayı görünce anında geri çarketti. Antalya'da öğretmen indirimiyle 8 liraya izlemek varken ne diye iki misli para verecektim ki, üstelik sözkonusu salon AVM sineması bile değildi, kimbilir oralar kaç paraydı. Yok kardeşim, Antalya'nın gözünü seveyim bu konularda. Her ne hal ise dün sonunda "Arif V 216"yı izledik sinemada. Aslında ne göreceğimi, filme düşüp bayılmayacağımı da biliyordum az buçuk ama merak işte, özellikle de Çağlar Çorumlu'nun Zeki Müren performansı için gitmek istedim. Filmi nasıl buldun derseniz Yeşilçam yıldızlarının canlandırıldığı sahneler dışında "eh!" derim, benim için hala Cem Yılmaz'ın en favori filmi "Her Şey Çok Güzel Olacak"dır. 


Cem Yılmaz adı salonları doldurmaya yetiyor, alakasız bir saat ve iş günü olmasına rağmen neredeyse salonun tamamı doluydu. Üstelik çoluk-çocuk da eksik değildi. Arkamda oturan anne ve üç çocuğundan oluşan aile ile hemen yanımdaki delikanlı ile yanındaki yiğeni olduğunu düşündüğüm kız çocuğu filme yüksek performanslarıyla fena halde katkıda (!) bulundular. Arka sıradaki çocuklar film boyunca yerli yersiz yüksek sesle konuştukları halde anneleri tarafından bir kez bile ikaz edilmediler. Bırak ikazı anneleri film esnasında birkaç kez cep telefonuyla bağıra çağıra konuştu, "öyle kuşun öyle kanadı olur" derdi annem sağ olsaydı. Yanımdaki delikanlı ise telefonuna göbek bağıyla bağlı olduğu için filmi izlemek yerine Instagramda paylaşılanlara bakmayı ve Whats App'dan yazışmayı tercih etti. Zaten film boyunca muhtelif telefonlar ateş böceği misali salonu aydınlattı durdu. Birkaç kez uyarmayı düşünsem de caydım, zira bu tarz insanlar dünyayı o kadar kendilerinin sanıyorlar ki böyle bir ikaz durumunda zeytinyağı gibi üste çıkıp son derecede çirkinleşebiliyorlar. 

Bugün birtakım işlerimi hallettikten sonra kendimi evde film izlemeye adadım. "Köpek Dişi"nden bu yana yaptığı tekinsiz filmlere hem hayran olup hem de ürktüğüm Yorgos Lanthimos'un son filmi "Kutsal Geyiğin Ölümü"nü çok istememe rağmen Antalya'da gösterime girmediği için izleyememiştim, bugün muradıma erdim. Tam Lanthimos'tan beklenen bir filmdi ama ne "Lobster", ne de "Köpek Dişi" ile kıyas edilebilirdi. Performans biraz düşmüş, dehşet seviyesi biraz yumuşamıştı, yine de çok rahatsız edici sahneler olduğunu söylemeden geçemeyeceğim ve spoiler vermemek adına da konudan bahsetmeyeceğim. Yalnız Nicole Kidman gözüme ceset gibi göründü, kadın giderek şeffaflaşıyor mu ne?


Çelınçlara doyamamak gibi bir durum sözkonusu bu aralar, hep Saçaklı'nın yüzünden....dermişim 😀 "17 Fotoğrafla 2017" ve "52 Hafta-52 Soru"dan sonra bir de Altın Küre çelıncına dahil oldum. Merak eder ve katılmak isterseniz Sibelynka'nın sayfasına bir tık lütfen. 

Çelınca katılınca haliyle filmleri izlemek ve görüş belirtmek gerekiyor. 32 filmin kaçını izleyebileceğimi Allah bilir ama artık ne kadar olursa. Şimdilik 2 tanesini önceden izlemiş olduğum 3 film var, ilgilenirseniz yan taraftaki sayfaya gidip tıklayarak takip edebilirsiniz. Bugün müzikal/komedi dalında "En İyi Film" ve oyuncusu Saiorse Ronan'ın "En İyi Kadın Oyuncu" ödülünü aldığı "Lady Bird" isimli filmi izledim.


Film hakkında detaylı bilgi yukarıda linkini verdiğim sayfamda. Sizleri de sayfaya ve çelince bekler Oscar'a kadar gündemimiz budur diyerek mutfağa kaçarım...

16 Ocak 2018 Salı

YOLCULUK VE BİR ÇELINÇ DAHA

Henüz valiz içinde Ankara'ya götürüp valiz içinde geri getirdiklerimi tam olarak yerlerine iade edemesem de Antalya'da olduğumu idrak etmiş durumdayım, kısacası iade yok, idrak var. Buzdolabına aç kalmayacak kadar öteberi de kondu, eh gerisi Allah kerim, yavaş yavaş hallolur. 

Dün yolboyu dört olmasa da üç mevsimi birden yaşadık. Sabahın köründe Ankara'dan çıktığımızda ıslak bir kıştı, yağmur yoktu ama akşamdan yağan sulu kar-yağmur benzeri atıştırmanın izleri duruyordu. Sonra yollar kurudu ama arabanın termometresi -2 ile 0 derece arasını gösterdi Afyon'a kadar. Sivrihisar'dan itibaren de yolun sağı solu, tarlalar, ovalar, dağlar, tepeler karlıydı. Buz yoktu, sıkıntılı bir durum da, rahat bir seyir yaptık. Kocatepe'ye yaklaşırken manzara Uludağ benzeri bir görünüm almaya başladı.


 


Çiyiltepe tam kışlıktı:




Ve fekat Sandıklı'dan sonra kış sonbahara dönmüştü, arabanın termometresi de neşeyle 3 derecenin üstüne tırmanmaya başlamıştı.


Şu uzaktan sevdiğim rüzgar türbinleri amanın da amanın, Antakya'dan bu yana korkuyorum onlardan. Simon Manastırı'na tırmanırken aralarından geçmiştik, hava alacakaranlıktı. Oyy o neydi yaleppim, yanan kırmızı gözleri, uğuldayan sesleri ve devasa boyutlarıyla Gulliver Devler Ülkesi'nden çıkıp gelmiş gibiydiler, Allahını seven kaçsın 😀 O zamandan beri gözüme pek sevimli görünmüyorlar.


Güneş yahu, güneş var mı onun gibisi, Ankara'da neredeyse 20 gün yüzünü görmedik, Burdur'a yaklaşırken bağrıma basasım geldi (yaz günlerini unuttum tabii ki :).


Ve Antalya'ya giriyoruz, termometre 15'ler civarında, şehri girdiğimizde ise 18'i göreceğiz çok şükür, oh evim evim güzel evim :)

Dedikten sonra dün yapamadığım çelınç'e geliyorum, "52 haftalık sorular". Detaylar burada. Aslında çelınç İngilizce ama sağolsun Ferminanım kardeşimiz çevirmiş Türkçe'ye, şimdi geriden geldiğimiz için 3 haftalık soruyu bir çırpıda cevaplayalım:

1. Hafta: Nelere şükrediyorsunuz?

En başta kendimin ve yakınlarımın sağlıklı oluşuna, başımı sokacak bir evim, iyi kötü geçinecek kadar paramın oluşuna, kimseye muhtaç olmayışıma, aklımın yerinde oluşuna, kitap okumayı sevişime, sanattan zevk alışıma, kısacası hayattan keyif almamı sağlayacak her şeye şükrediyorum.

2. Hafta: Evim/Yuvam dediğiniz yer hakkında yazın:

Kendimi bildiğimden bu yana 8 değişik evde yaşadım. Öncesinde 2-3 tane daha olduğunu aileden duymuşluğum var ama hatırlamıyorum haliyle. İlk evim diye benimsediğim mekan ilkokula başlayacağım sene anneannemle oturduğumuz yerden ayrılıp taşındığımız minnak bahçe katı idi. O zamanlar cangıl gibi görünen küçücük bir bahçeye açılan, kelimenin tam anlamıyla nohut oda, bakla sofa bir evdi. Hatta apartmanın giriş katının tamamını kaplayan evsahibine ait dairenin bir kısmıydı bizim oturduğumuz yer. Kilitli bir kapıyla onların bölümünden ayrılıyordu. Evsahibinin kızlarıyla arkadaş olmuş, okula başlamış, bahçede oyun üstüne oyun kurmuştum, öyle çok sevmiştim o evi. 1 yıl sürdü oradaki kiracılığımız, unutulmaz anılarla ayrılmış ve bir diğer yuvam dediğim eve, Babil Kulesi benzeri C Bloğumuza taşınmıştık. Yine küçük bir daireydi ama bize çok geniş gelirdi, ferahtı, kocaman bir arsanın üstüne kurulmuştu, yeraldığı blok ve etrafı göz alabildiğine kırlıktı. Şahane komşuluklar, müthiş arkadaşlıklar, doyumsuz oyunlar, eğlenceler yaşanmıştı. Liseyi bitirene kadar sürdü oradaki yaşantımız, ağlayarak ayrıldık sonra, hiç unutamam, kitabımı okuyanlar bilir, çoğu öykünün baş kahramanıdır C Blok'taki o küçük daire. Oradan kendi evimize taşındık, yazları hala gidip kaldığım aile evim, C Blok kadar sevemesek de alıştık zamanla. Sonra Denizli var, kendime ait ilk yuvam, ilk eşyalarım, evliliğim, yeni bir hayat, yeni bir iş, yeni arkadaşlar. Bir süre acemilik çeksem de şehri de, evimi de, dostlarımı da çok sevmiştim. O çirkin, kenar mahalledeki evi elimden geldiğince güzelleştirmeye çalışmıştım. Duvarların fıstık yeşiline uyumsuz mavi marleyleri, salonun başköşesine yerleştirilmiş pembeye boyalı gömme dolabı görmemezlikten gelir, özenle seçtiğim güzelim eşyalarımı çifter çifter camlı kapılarla bölünmüş tren vagonu benzeri odalara sığdırmaya çalışır, mecburen tam kitaplığımın üstünden geçen metrelerce soba borusundan akan kurumdan kitaplarımı korumaya uğraşır, sık sık kesilen elektriklere söylenip mum ışığında saçlarımı üteler, ikide bir misafirliğe gelen cazgır evsahibinden illallah eder ama yine de çok severdim o evi. Kış günlerinde tecrübesizliğimizden yararlanıp kötü kalite kömürünü bize kakalayan aynı evsahibinin yüzünden soba tüter, evin içi dumana boğulur, açılan camlardan giren rüzgarla ev eski halinden beter soğurdu. Ama öyle bir bahar gelirdi ki Denizli'ye sobayı da, dumanı da, kurumu da unuturduk. Leylaklar açar, Şeytan pazarı canlanır, renklenir, okul yolu yeşerir,  Honaz'dan gelen öğrenciler hevenk hevenk kirazlar getirir, bahçelerde güller coşardı. İki yıla yakın yaşadık o şehirde ve o evde, her an yeni bir eve taşınma isteğiyle ama bir türlü becerip çıkamadık. Bütün çirkinliğine rağmen çok sevdim, hala rüyalarımda toparlanır o eve taşınırım. Bir tek fotoğrafı  yok elimde ama turuncu perdeleri, rengarenk yastıklı, turuncu desenli somyası, duvara yaslı kitaplığı, turuncu iplerle örülmüş örtüsüyle bir sürü giysi diktiğim dikiş makinesi, köşede kır kahvesini hatırlatan sandalye ve masalarıyla yemek köşesi ve akşamlarımızı şenlendiren siyah-beyaz televizyonuyla bir fotoğraf karesi gibi gözümün önünde o oturma odamız. Kendime ait ilk yuvam,  Alamanyalı Pire Nuri'nin çirkin apartmanındaki güzel ev, nasıl unuturum...

Sonrasında Antalya'ya tayinimiz çıktı; oğlumun dünyaya geldiği bir kira evinde 11 yıl oturduk, sonra şimdiki evimize geçtik. Antalya artık "memleketim" diyeceğim yere dönüştü, evim içinse hep diyorum ya "evim evim güzel evim" 😀

3. Hafta: Daha çok/sık yapsam dediğiniz 5 şey:

-Dizim müsaade etse daha çok yürüyüş yapabilsem
-Daha çok param olsa sanat eserleri satın alabilsem
-Daha çok tiyatro, sinema, bale, konser izleyebilsem
-Sağlığımla daha çok ilgilenebilsem, doktora gitmekten tırsmasam
-Daha çok seyahat edebilsem

Çok uzattım galiba, e haydi gidiyorum artık, kalın sağlıcakla...


15 Ocak 2018 Pazartesi

ANTALYA'YA DÖNÜŞ VE BİRTAKIM ÇELINÇLER

Saat 14.30'dan bu yana Antalya'da evimdeyim. insanın evi gibisi yok gerçekten ama Ankara günleri de hiç fena geçmedi doğrusu, sefam olsun, katkısı olanlara da bir kez daha teşekkür. 

Eve gelişimi bekleyen iki çelınç var idi, daha fazla geciktirmeden ayağımın tozu ile onları halledeyim istedim. İlki Saçaklı hanım kardeşimizin önerisi üzerine "2017'yi 17 fotoğrafla anlatmak" çelincı. Her ne kadar neredeyse ocak ayı bitecekse de ne yapalım, seferi sayılırım, affola.


Efendim yukarıdaki 16 adet fotoğraf 2017'nin kendimce önemli bazı günlerini içeriyor, son bir tane de aşağıya gelecek. Elbette ki bu kadar değil ama sayı sınırlaması olunca seçmek durumunda kaldım. Üstten, soldan başlayacak olursak:

İlk fotoğraf 2017 Ocak ayına ait, doğumgünümden bir kare. Birkaç arkadaşla yapılmış bir kutlamadan, ikinci pasta ise yine doğumgünüm nedeniyle ama Şubat ayına ait. Bizde kutlamalar bitmez, hele de doğumgünü içinse, bir nevi kutlu doğum haftası niteliğinde kutlanır. Mart ayının en güzel olaylarından biri sevgili graliçam Mari Antrikot'un Runtalya koşusuna katılmak üzere Antalya'ya gelişi ve böylece dostluğumuzun sanaldan gerçeğe dönüşmesi idi. Şekilde görüldüğü üzere Nar Cafe'de gayet mutluyuz, elbette ki karşısında ben varım. Yine Mart'ın güzelliklerinden bir diğeri de narenciye çiçeklerinin açmış ve ortalığı mis kokuya boğmuş olması idi. Nisan da ondan farklı değil tabii ki, bahar işte çiçeğiyle, çimeniyle, ağacıyla, kuşuyla geliyor ve mutlandırıyor biz zavallı insancıkları. Nisan ayının bir keyifli olayı da "Zeytin Kadınlar" sergisi oldu. Mehmet Emin Erdoğdu'nun zeytin ağacından ürettiği şahane kadın heykelleri ve tabloları uzun süre aklımdan çıkmadı. Mayıs başında Ankara'ya gittik ve gider gitmez de günübirlik hoş bir seyahat gerçekleştirdik Konya'nın Sille köyüne. Gidiş-dönüş YHT ile yaptığımız gezi beni eve bağlayan Cevriye ve fizik tedavi seansları öncesi neredeyse gerçekleştirdiğim son etkinlikti. Haziran ve Temmuz'un başı hastane-ev arasında taksi seferleri ile geçti. Fotoğraftaki alete bir aya yakın bağlanıp fizik tedavi gördüm, yetmedi bacağımda uzun süredir ikamet eden lipomu küçük bir operasyonla tahliye ettirdim, üstüne bir de kaynar çay döktüm ki tadından yenmedi. 1,5 aylık katıklı ev hapsini fotoğrafta gördüğünüz "Neşe Çay Evi"nde içtiğim çay ve civarda yaptığım küçük bir turla sona erdirdim, dünya yüzüne çıktım adeta. İntikamımı Ağustos'da çok pis aldım, kızkardeşle yaptığımız 5 günlük Hatay gezisi Cevriye'yi de, hastaneyi de, ev hapsini de unutturdu. Fotoğraflardan biri Samandağ'daki Titus Tüneli'nden, diğeri ise Antakya içindeki Katolik Kilisesi'nden. Eylül'de antalya'ya döndük ama pek iyi etmemişiz, öyle sıcaktı ki adeta buharlaştık ve yine eve hapsolduk. Fotoğraf çocuklarla ender olarak yapabildiğimiz bir akşamüstü gezisinden. Ekim pek güzel bir ay oldu, etkinlikler toplaşıp ardarda geldiler. En güzeli Film Festivali derken ayın sonunda sürpriz olarak kitabım basılıp raflara çıktı. Kasım yine sinema, tiyatro, konser, bale açısından etkinliğin yoğun olduğu bir ay olarak kayda geçti, fotoğraf Piyano Festivali kapsamındaki "Senfonik Anadolu Rock Konseri"nden. Ve Aralık, elbette yılbaşı heyecanı, ardından Ankara seyahati, bir sürü güzel buluşma, etkinlik, ziyaret, sanatsal faaliyet ve kitabımın imza günü ile yılı bitirdik:


Bu post çok uzadı ve ben de yol yorgunuyum ve hatta hafiften hasta olacakmışım gibi sinyaller alıyorum. O yüzden diğer çelincı yarına bırakıp kendime "Hoşgeldim", sizlere de "Hoşçakalın" diyeyim.

14 Ocak 2018 Pazar

ANKARA'YA VEDA EDERKEN

Hiç akılda olmayan, aniden gelişen ve pek keyifli geçen Ankara günlerinin sonuna geldik. Hava muhalefeti engel olmazsa hafta başı kürkçü dükkanına döneceğiz. Ankara'daki son haftayı arkadaşlarımla buluşarak, kitapçılarda son deşinmeleri yaparak, kızkardeşle, çocuklarla vakit geçirerek ve bugün de merakla beklediğim bir sergiyi gezerek bitirdim. Serginin adı "Bir Ulusu Giydirmek/1956-2000 Yılları Arası Sümerbank Desenleri". İzmir Ekonomi Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Arşivinden örneklerle hazırlanmış oldukça kapsamlı sergiye yetişemeseydim çok üzülürdüm. Sümerbank bu ülkede yaşayan pek çok insan gibi benim de hayatımın pek çok anına damgasını vurmuş bir müessese idi. İçinizde Sümerbank basması ya da pazeninden bir elbise, Sümerbank kumaşından bir takım giymemiş, somyasına bir örtü, divanına bir yastık, yatağına bir çarşaf sermemiş, mutfağında oradan alınmış bir tabak, bir fincan bulundurmamış kaç kişi vardır acaba? Artık kapanmış fabrikalarda üretilmeyen o güzelim kumaşlarını sizi bilmem ama benim gözlerim çok arıyor, mağazalardaki o iç ferahlatan pamuklu, yünlü kokuları burnumda tütüyor. Sergiyi gezerek bir nebze olsun özlem giderdim, çocukluğuma, gençliğime doğru bir yolculuk yaptım. Sizler için de bol bol fotoğraf çektim ama eğer Ankara'da iseniz ve Sümerbank adı sizin için de bir şeyler ifade ediyorsa mutlaka gidip sergiyi gezin, fotoğrafla yetinmeyin. Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi'ndeki sergi 12 Şubat'a kadar açık. Haydi bakalım, başlayalım gezmeye:


Aşağıdaki illüstrasyonlar sergiyi düzenleyen üniversitenin Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi'nde öğretim üyesi olan Angela Burns tarafından el çizimi olarak hazırlanmış, digital teknik kullanılarak Sümerbank desenleri ile renklendirilmiş ve katmanlar halinde kesilerek üç boyutlu bir etki verilmiş. 



Pamuk üretimi


Sümerbank basma işletmesi


Sümerbank Nazilli Fabrikası


Sümerbank mağazası


Terzi Atölyesi


Misafir odası


Türk ailesi


Sümerbank şehri

Sergide panolarla 1950'li yıllardan başlayarak Sümerbank'ın tarihçesi ve ürün skalasına etki eden olaylar resim ve yazı aracılığıyla anlatılmış. Bunun yanısıra desen kartelaları, Sümerbank kumaşlarından dikilmiş giysiler, kumaş ve giysi dışında üretilen ürünlerden örnekler sergilenmekte. 





Çeşitli yıllara ait desen kartelalarından birkaç örnek ve elbette ki Charlie de eksik kalmadı sergiden :)








Eminim desenler pek çoğunuza tanıdık gelecektir. Yukarıdaki yaprak desenli etek mesela, aynı kumaşın farklı bir renginden elbisem vardı, kendim dikmiştim.



Şu modele bayıldım


Çocuklar da az donanmamıştır Sümerbank kumaşlarıyla


60'lı yılların desenleri ve modelleri, yeşilli olan çok tanıdık


İç çamaşırı (kombinezon) ürettiklerini bilmiyordum mesela


Ve bir baba geleneği ile bağlayayım artık yazımı, çubuklu pijama 😀


Afişi de şuraya bırakır ve giderim. Sabrınız için teşekkürler...