Sayfalar

30 Aralık 2017 Cumartesi

EN

Bugün yılın son sanatsal etkinliğini eda eyledik. Opera Sahnesi'nde Modern Dans Topluluğunun sergilediği "Frida" balesiydi bu etkinlik, oldukça renkli, etkileyici, ressam Frida Kahlo'nun dramatik yaşamını çok iyi canlandıran bir gösterimdi. Yılı iyi noktaladık kısacası.


Görsel: Buradan

Gelelim  2017'nin "En"lerine:

Kitap:

"Gaybubetinde çok kitap okudum" demiş ya birileri, ben de 2017 yılında çok kitap okudum, hele yaz sezonu. Cevriye'nin mesken eylediği diz yüzünden eve mahkum kalınca ve fizik tedavi süresince ardarda devirdim kitapları. Lakin bir kitap eksiğiyle "Goodreads"daki challengeyi tamamlayamadım, zira Aralık ayındaki aşırı etkinlik katsayısı okuma hızını düşürdü. 129'da kaldım, hedefim 130'du. Olsun o kadar çatlak su kaçırmaz. Sonuçta kitabı keyfim için okuyorum, birilerine bir şey ıspat etmek için değil. Bu yıl okuduğum kitaplar içinde Eyüp Aygün Tayşir'in "4 Hane 1 Teslim"i yerli edebiyat içinde "en" kategorisine girdi. Yabancı kitaplar arasında ise canım Arundhati Roy ebedi aşkım Isabel Allende'nin "Japon Sevgili"sini bile sollayarak "Mutlak Mutluluk Bakanlığı" ile "en"lerin ilk sırasına yerleşti. 



Film:

Hafızama yerleşip hiç çıkmayacak güzellikte bir yabancı film izlemedim ama en beğendiklerimden biri olarak Asghar Farhadi'nin "Forushande/The Salesman/Satıcı"sını sayabilirim. Yerli filmler içinde ise tartışmasız "En"im Pelin Esmer'in yönettiği "İşe Yarar Bir Şey".



Dizi:

"En", "En", "En", bir Netflix yapımı olan "The Crown", tartışmasız. Yerliler için "En" değil "Eh" denebilecek bir dizi yapılmıyor uzun zamandır. İzlediğim tek yerli dizi var, o da sayılmaz bence, "İstanbullu Gelin". 


 Tiyatro: 

Gerek Antalya'da, gerek Ankara'da epeyce oyun seyrettim ama içlerinde "En" listesine girecek tek bir oyun vardı, İstanbullu bir oyun. Behiç Ak'ın yazıp Semih Çelenk'in yönettiği, Sevinç Erbulak ve Fırat Tanış'ın rol aldıkları "Ayrılık".


Bale:

Bu yıl üstüste bale gösterimlerine katıldım. Hepsi birbirinden şahaneydi ama illa bir "En" belirleyeceksem koreografisini Beyhan Murphy, müziklerini Turgay Erdener'in yaptığı, Afife Jale'nin yaşam öyküsünü konu alan "Afife" demek istiyorum. 


Opera:

Yıl içinde izlediğim 3 opera da oldukça keyifliydi ama "En" listesinin başına elbette ANTDOB'un sergilediği "Aida" yerleşecek.



Sergi:

Bu yıl pek çok sergi gezdim ama 2 tanesi benim için unutulmazdı, biri Ankara'da Cermodern'deki "Bedri Rahmi", diğeri ise Antalya'daki Mehmet Emin Erdoğdu'nun "Zeytin Kadınlar" sergisi. İkisi elele "En" listesine ilk sıradan yerleştiler bile.




Konser:

Pek çok konser izledim bu yıl hem Opera Sahnesi'nde, hem Senfoni salonunda ama "En" listesinin en üstüne yerleşecek olan Antalya Piyano Festivali kapsamında izlediğim "Senfonik Anadolu Rock" konseri olur. Şef Hakan Şensoy, solistler çelloda Çağ Erçağ, gitarda Nurkan Renda.



Seyahat:

Elbette ki kızkardeşle birlikte yaptığımız Antakya gezisi.


Yılın olayı:

Yılın olayı derken elbette ki benim açımdan en güzel olayı söz konusu olan ve tabii ki kitabımın çıkışı: "Mutfağın Hatıra Defteri"



Diyorum ki her yeni gelen yıl "en"lerinizi daha da arttırsın, sevgiyle...

29 Aralık 2017 Cuma

GİDİYOR GALİBA ARKADAŞ, GİTSİN VALLA :)

"Erken ağardı saçlar, yılların günahı ne" demiş şair, demiş demesine de yıllar da az değil hani, çoğu canımıza okuyup gidiyor, 2017 de onlardan biri oldu. Memleket gündemi, gündemin bireysel izdüşümleri, sıkıntılar, sağlık sorunları vs vs. Cevriye bütün bir yaz boyu dizimde ikamet edip Ankara günlerini burnumdan getirirken onu kıskanan başka misafirler de doluşuverdi aynı bacağa. Kaynar çaylar mı dökülmedi, lipom operasyonları mı geçirilmedi, pedikür kazasına uğrayıp bir ay ayak parmağımın acısından sandalete mahkum mu olunmadı. Sözün özü uzun zamandır tıp dünyasıyla bu kadar içli dışlı olmamıştım, ne diyeyim Allah beterinden korusun. Neredeyse yıl biterayak ayak parmağında yaşadığım sıkıntıyı el parmağında da yaşayacaktım ki direkten döndüm. Manikürden, pedikürden sıyrılan sıtkımı biraz ferahlatmak için kuaföre götürüp en azından törpü-oje yaptırıyordum ki kalfa kendini eskrim karşılaşmasında zannedip törpünün ucunu tırnağımın dibine saplayıverdi. Bugün 15. gün ve ancak toparladı kendini, biri benim el ve ayak parmaklarıma büyü yapmış olabilir mi 😀

Bu sevimsiz 2017'nin son günlerini Ankara'da geçirmek bana iyi geldi, o etkinlikten bu etkinliğe koşup duruyorum, kızkardeş, çocuklar da aynı şehirde olunca tadından yenmiyor. Çarşamba günü yine biletlerini Antalya'dan aldığım "İhanet" isimli oyuna gittik Küçük Tiyatro'da. Evkaf Apartmanı'ndaki güzel salonda izledik oyunu, hayatımdaki ilk tiyatro oyununu izlediğim mekanda. Komşumuz götürmüştü beni "Peter Pan" piyesine. Hayranlıkla izlemiş, günlerce zihnimde tekrar tekrar canlandırmıştım oyunu. Peri "Tinker Bell"i "Çın Çın Zil" olarak tercüme etmişti oyunu sahneye koyan veya artık her kimse. Bu seferki oyunu Nahit Sırrı Örik yazmıştı, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki gelişmekte olan Ankara'da geçiyordu olay. Sahneye koyuş biçimi çok değişik ve güzeldi ama oyuncular için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Girişte bizi laternacılar, omuzunda film afişi taşıyan çığırtkanlar, "Ankara Hatırası" çekmek için bekleyen seyyar fotoğrafçılar karşıladı. Eh bir Ankara Hatırası çektirdik tabii ki, kaçırır mıyız. Sonra da oyunu izlemek için içeri girdik. Oyunun belirli bölümlerindeki arkadaki penceremsi oval bölüm ışıklandırılıyor ve saz sanatçıları çalmaya başlarken Müzeyyen Senar rolündeki oyuncu da şarkı söylüyordu. Biz de o şarkıyı güya radyo veya pikapdan dinliyor oluyorduk. Güzel düşünülmüş bir reji idi ama dedim ya oyunculuk biraz yetersiz geldi, yine de emeklerine sağlık, izledik, çıktık. 


Dün ise çok keyifli bir etkinlikte idim, daha doğrusu etkinliğin başkişisi bendim. Yayınevi Ankara'ya geleceğim haber verince bir imza etkinliği düzenledi. İkindi üstü yayınevinin ofisinde gerçekleşti, hem sohbet ettik, hem imzalaştık. Ummadığım kadar kalabalık oldu, sürpriz konuklar oldu, kısacası çok sıcak, samimi, beni çok mutlu eden saatler geçirdik. 2017 bütün yıl yaptıklarını affettirmek için son günlerinde bir kıyak yapayım dedi zahir. Bu vesileyle beni yalnız bırakmayan tüm dostlarıma, sevgili lise arkadaşlarıma, blog ve instagram takipçilerime, akraba ve ahbaplara, genç kardeşlerime ve yayınevi ekibine candan teşekkür ediyorum, sağolsunlar varolsunlar. Masamı gerçek anlamda, ruhumu manevi anlamda çiçek bahçesine çevirdiler, iyi ki varlar. 

Son bir teşekkür de aşağıdakine, yoldaşım Charlie'ye, beni bir saniye yalnız bırakmadı 😀 Seviyom seni velet 😀

Yarın "2017'nin En'leri" yazısında buluşmak üzere...

25 Aralık 2017 Pazartesi

ANKARA GÜNLERİ

Yüce başkentimize geldim geleli günlerim pek dolu geçiyor, adeta nefes almaya vaktim yok, ay durun bir nefes alayım hazır şuraya oturmuş yazarken: "Mmmpfffff, Yenimahallemiz ne güzel". Ay pardon o ortaokuldaki Türkçe öğretmenim Nuriye Noyan'ın repliğiydi, baharda açık pencerenin önüne geçip derin bir nefes alır ve ardından mutlaka yukarıdaki cümleyi söylerdi, ruhu şadolsun, pek severdim. 

Neyse efendim nefesimizi de aldığımıza göre (nefes terapisine gerek kalmadan) gelelim hafta sonunu nasıl geçirdiğimize. Cuma akşamı yayınevinde bir yeni yıl kutlaması vardı, ona katıldık kızkardeşle Ayizi kadınları olarak. Ankara'da yaşayan yazarlar ve kalabalık bir grupla bol sohbet, bol muhabbet, bol kahkaha ile keyifli bir akşamüstü geçirdik. Bu arada Ankara'da yaşayan takipçilerden arzu edenler olabilir, duyurayım. 28 Aralık saat 16.00'da yine Ayizi Yayınevi'nin ofisinde bir imza buluşması, sohbeti olacak. Ofis Atatürk Bulvarı üstünde, Tübitak binasının hemen yanında, Bulvar İşhanı'nda. Beklerim. 

Cumartesi günü için tiyatro biletim vardı, öncesinde birkaç ufak işi hallettim, sonra arkadaşımla Şinasi Sahnesi'nin uzun zamandır girmediğim fuayesinde buluştuk. Öyle çok anım vardır ki burada, o zamanlar Çağdaş Sahne idi ismi. Kimi zaman oyun, kimi zaman film izlemeye gelirdik. Gençlik yıllarımızın abone adreslerinden biriydi. O helezonik merdivenleri, geniş fuayeyi görünce için bir tuhaf oldu. Oyun "Gayrı Resmi Hürrem"di. Özen Yula'nın yazıp yönettiği, iki ana rolünü İpek Atagün Gezener ile Gülin Ersoy'un canlandırdığı oyunu çok beğendik. 


Yalnızca oyun değil oyuncular, kostümler ve dekorlar da çok göz alıcıydı, "ne iyi ettik de geldik" diyerek salondan çıktığımızda bizi bir sürpriz bekliyordu: Kar. Bir süre sakin sakin yağan karı izledikten sonra hemen yan taraftaki cafeye girdik. Yağan karın vitrin camından eşlik ettiği kahveli salepli güzel bir sohbet geliştirdik, sonrasında da taksiye atlayıp eve döndük. Eve döndükten sonra kar giderek arttı ama öyle tipi halinde değil, sakin sakin, nazlı nazlı yağdı durdu. Sabaha karşı uyanıp pencereden baktığımda kesilmişti, ağaçlar ve araçların üstü karla kaplıydı, sabah balkona çıktığımda ise gördüğüm manzara şuydu:


Çirkin, ıslak, gri cadde, yapraksız ağaçlar sihirli değnekle dokunulmuş gibi güzelleşmişti. Evin arkasındaki sevimsiz duvarın önünde yetişmiş gariban çamı gören de Uludağ'a geldim sanabilirdi 😀



Kuru dallar, yapraklar elmas mücevherlere dönmüş, geçici bir güzelliğin keyfini sürmekteydiler.

Bir süre sonra araç trafiği artınca güzel manzara çamurlaşmaya başladı doğal olarak, karlar eridi, sular yollardan akmaya başladı. Ağaçlar bir süre daha karın saltanatını sürdüler, hatta altlarından geçerken dallarındaki karları rüzgarla üstümüze savurarak ikinci bir kar yağışı başlattılar. Keyfini çıkara çıkara Neva Palas'taki tasarım pazarına gittim, Şuşu'nun standında hasret giderdim, diğer standları gezip ufak-tefek bir şeyler aldım, dışarı çıktığımda kar iyiden iyiye erimiş, hava ılımıştı. Biraz mutfak alışverişi yapıp döndüm eve.

İpek Ongun'un "Anlat Anneanne"sini okuyup bitirdim bu arada, pek tat alamadım, kendi aile hikayesini anlatmış, biyografiye meraklı olmama rağmen fazla kişisel geldi. Şimdi elimde bir polisiye var, çişli dedektifimiz Metin'in son macerasını içeren "Karakol Cinayetleri". Yıl dolmadan hedeflediğim sayıyı tutturabilecek miyim meraktayım, ha gayret.

Dışarı çıkmam lazım yine, izninizle. Ha bu arada, dün gece rüyamda köpek ısırdı beni, ne dersiniz?

22 Aralık 2017 Cuma

NOSTALJİ

Alakasız bir zamanda, ani bir kararla Ankara'ya geldik ya, biraz yadırgadım; önce evi, eşyaları, sonra Ankara'yı. Beyin hala kavrayamadı nerede olduğunu. Buzdolabına gittiğimde mesela her seferinde buzluğu açmak için eğiliyorum, karşıma yekpare bir kapak çıkıyor, eğilerek harcadığım efora acıyıp yukarıya yöneliyorum. Elektrik anahtarları, fırının düğmeleri, tuvalet kağıdının yeri hep ikinci aramada bulunuyor. 2-3 güne kodlar çözülür de bu defa Antalya'da aynı şeylere tersten yeni baştan başlarım. Geldiğim günün akşamı elimdeki çay bardaklarını mutfağa götürürken zamanda bir kırılma yaşadım, şimdiki yaşımda değil de bu eve ilk taşındığımız, üniversiteye başladığım yıllardaydım sanki. Mutfağa geçtiğimde annemin inatla koku çıksın diye açık tuttuğu pencereden gelen ayazla üşüyeceğimi düşündüm. Ev sobalıydı o zamanlar, henüz kat kaloriferi tesisatı döşenmemişti, kışın kurduğumuz soba kocaman salonu ısıtamaz, caddeye bakan bölümü iptal eder, camlı kapılarını kapatarak yalnızca çamaşır kurutma amaçlı kullanırdık. O çamaşırları içeride olmasına rağmen donmuş olarak topladığımı bilirim, eskiden daha mı soğuktu ne? Kömür kokardı Ankara, beyaz giysiler isle griye döner, nefes almakta zorlanırdık. Erken çöken akşam karanlığına bacalardan yükselen kömür dumanı eklenir, korku filminde gibi dönerdik evlere, 12 Eylül öncesi ortam da korku filmi gibiydi zaten. Evler sığınağımız gibiydi, sıcak, korunaklı. Dedim ya, bir zaman kırılmasıydı sanki, kafamı çevirsem annemi o camlı kapının önündeki kanepede, tepeden vuran floresan ışığı altında dantel örerken görecektim, bizim ısrarla istemediğimiz, annemin ısrarla ördüğü danteller. Her bir ilmeğinde hiç çıkarmadığı turkuaz taşlı altın yüzüğünün parladığı parmağının, parmaklarının izi olan danteller. Ölümüne yakın boyun omurlarından olduğu ameliyat sonrası "Öremeyecek miyim?" diye üzüldüğü danteller, dolap, çekmece bekleyen danteller. 

Sonuçta silkelendim ve mutfağa gittim, pencere kapalıydı, balkon da camlanmıştı zaten, üstelik sıcaktı. Çayımı koyup kitabıma geri döndüm biraz buruk, biraz hüzünlü. Dün kızkardeşle buluşup onu yolcu ettikten sonra Kızılay'da yürüdüm biraz, nostalji peşimi bırakmadı, sanki Ankara'ya yıllar sonra ilk kez geliyormuş gibi, daha üç ay öncesi buradaydım halbuki. Sanırım kışın hüznü sebep bunlara, şehrin bu kadar gri olduğunu unutmuşum. Taşları bile değişmiş kaldırımlarda, bulvar boyu binalarda ilkgençliğimin izlerini aradım. Neredeyse şehrin ilk AVM'si konumundaki Soysal Han'a itibar eden kalmamış, hayatımda yediğim en güzel sosisli sandviçleri yapan Sandviç çoktan kapandı zaten, vitrininde kıpkırmızı elma şekerleri sergileyen Penguen Pastanesi'nin akibeti de benzer. Gerçi o taşınmış, hala faaliyette ama eski debdebesinden eser yok. Yerlerinde hepsi birbirine benzer giysiler satan hazır giyim mağazaları, kuyumcular, döviz büroları. Soysal Han'ın alt katındaki uğramadan geçmediğim Hat Kitabevi'ni bilen kalmamıştır, Sakarya'daki loş ve labirente benzer koridorlarıyla Bilgi de kapandı zaten, Tevfik Küflü'yü ancak o kitabevinin müdavimleri hatırlar. Yerinde ışıltılı bir zincir parfümeri var şimdi geçmişin loşluğuna tezat. Sahi bir de Tarhan Kitabevi vardı Soysal Han'ın Sakarya girişinde, yabancı kaynaklı kitapları oradan alırdık. Haşet Ziya Gökalp Caddesi üstündeydi, oradan aldığım iki Almanca kitap hala kitaplığımda durur. Zafer Çarşısı'ndaki kitapçılara hiç değinmiyorum bile ne çok kitabevi varmış Kızılay'da o zamanlar, şimdi aklımıza tek gelen Dost. Pastaneler birer birer kapanıyor. Kızılay'daki Flamingo ince, uzun konumuyla ne çok anımıza sahne olmuştur kestaneli pastalarını yerken, sonra Tunalı'ya taşındı, şimdi yerinde dönerci var. Pastane kültüründen döner ve kebap kültürüne geçiş, kişilik sahibi ve asil Kızılay'dan sıradan ve pespaye Kızılay'a geçişle eşzamanlı sanki. Sağa sola bakarak yürüyorum bulvarda, geçmişin mekanlarını arıyorum, Ali Nazmi Pasajı yenilenmiş ama Sağyaşar Plak yok, yıllarca giydiğim botlarımı aldığım ayakkabıcı da. Bulvarın en şık ayakkabı mağazası Müge çoktan mazi oldu, ders çıkışları çay içmek için çekme katına oturduğumuz, havalı garsonunun çayları kafamıza atar gibi getirdiği Meram Pastanesi de. Hafızamdaki mekanları şimdikilere yerleştirmeye çalışıyorum, bebeklerin zeka oyunları gibi oturmuyor, üçgen parça kare oyuğa uymuyor. Problem benim zekamda değil, şehrin hafızasını yok edenlerde. Öğrenci harçlığımızla ucuz kazaklarına tav olduğumuz Kocabeyoğlu Pasajı çirkin girişiyle hala ayakta ama içi eskisi gibi değil. Caddenin en şık mağazası ABC kapanalı yıllar olmuş, Alp Billuriye bile dayanamadı bu çarka. Gazi Mustafa Kemal Bulvarı'na dalsam nostalji iyice tavan yapacak, hani nerede Büyük Ankara Muhallebicisi? Altında Tiffany, yanında Bravo Dolfin. İzmir Caddesi'nde Alman Kültür, yanında Balin Otel, hayatımda gittiğim ilk yemekli düğün, 5 yaşındaydım. O da yok artık, cadde koca işhanları ile dolu, sevimsiz, kalabalık. 

Dönüş yoluna vuruyorum kendimi, kapısındaki uyduruk heykelimsi ile güzelleştirilmeye çalışılmış çirkin otelin önünden geçerken gülümsüyorum. Orada bir otobüs durağı vardı, hemen arkasında da bir mağara girişine ya da bir canavarın ağzına benzeyen kapısı ile gizemli bir diskotek. Adını unuttum, içine de hiç girmedim ama Kızılay'ın ortasında yanardağ krateri gibi bir şeydi o diskotek, az ilerisinde de benzin istasyonu. Vay canına az daha hatırlarsam yaşım ortaya çıkacak, kaçayım ben en iyisi. Kısacası ne Ankara eski Ankara, ne ben eski ben. 

Konuya uygun fotoğraf bulamadım, şununla idare edin:


20 Aralık 2017 Çarşamba

ANGARA'NIN OLMAYAN BAĞLARINDAN SİZE SELAM GETİRMİŞEM

Herkes gider Mersin'e, biz gideriz tersine hesabı kış, soğuk demeden bugün itibarıyla Ankara'ya gelmiş bulunuyoruz. Öyle çok uzun süreli bir geliş değil, biraz hasret giderme, biraz kitapla ilgili işler, bir de yeni yıla çoluk çombalak girme arzusu attı bizi bozkıra. Ocağın ilk günlerinde döneriz evimize. 

Emekli olmanın avantajıyla sabah saatlerinin karanlığından haberim olmuyordu, bugün yolculuk için erken kalkınca acıdım okula-işe gidenlere. Bildiğin alacakaranlık kuşağı. Yola çıktığımızda saat 7.30'du ve eğer saate bakmasam ve evde olsam "Ohoo, daha geceyarısı, yat aşağı" der yorganı kafama çekerdim. Yağmurla çıktık yola, gün ağarmaya Çubuk Beli'ne yanaşırken başlamıştı ve adeta Karadeniz yaylaları kadar sis çökmüştü dağların başına. Bir süre sonra yağmur dindi ama hava açmadı, kara bulutlara baka baka yol aldık. Sık sık yol inşaatına denk geldik, alt geçit-üst geçit durumları, bazıları bitmiş, bazıları halen devam ediyor. Afyon'a yanaşırken havada çiyit kokusu vardı, o yörede pamuk yetişmediğine göre haşhaş küspesi falan yakıyorlar muhtemelen. Bir de yol boyu sağlı-sollu hatıra ormanı tabelaları, orman hakgetire, hatıra bol 😀

Herzamanki gibi İkbal'de mola verdik, çay içip tost yedik, erken olduğundan mı, kış sezonu olduğundan mı bilmem ilk kez bu kadar tenha gördüm. Çayı içip uykumuzu dağıttıktan sonra yola devam ettik. 


Bunca yıldır Antalya-Ankara, Ankara-Antalya arasında gider gelirim, şu yolu bir türlü sevemedim ve bitiremedim. Bayat-Sivrihisar arası. İki yanı boz yazı, git git bitmez, dümdüz bir yol. Hele karlı bir havaya denk gelmişseniz Sibirya gibi kardan başka manzara görülmez. Çalan CD'deki şarkılara bağıra çağıra eşlik ederek tahammül ettim bu kez de. Sivrihisar Polatlı arasında bir mola yerimiz daha var ki uğramadan hayatta geçmeyiz: Muhteşem Tesisleri. Yazın salkım söğütlü terasıyla pek havadardır, severiz burayı. Arabamız yıkanırken çaylanır ve işletmecilerden birinin önümüze zorla sürdüğü ballı gözlemeyi tırtıklarız. Üstelik para da almazlar, gide gele tanış olduk, ilginç bir mekandır her zaman ama bu sefer terasa adım attığımda gördüğüm manzaraya bayağı yüksek sesle güldüm. Bugüne kadar hiçbir iktidarın başaramadığı birlik, beraberlik, dostluk, kardeşlik, her türden fikre saygı, barış ve hoşgörüyü Muhteşem Tesisleri sağlamış ve kitaplığına yerleştirivermişti. Bakınız aşağıdaki fotoğraf:


Abdullah Çatlı, Yılmaz Güney, Hitler, Alparslan Türkeş, Ahmet Kaya, Atatürk, İnönü, Yavuz Sultan Selim, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Hz. Ali, Abdülhamit, Kanuni, Che Guavera ve yandaki rafta olduğu için görünmeyen Karl Marx biraraya gelip saf tutmuş, "Bütün dünya buna inansa, birlik olsa, hayat bayram olsa"yı söylüyorlardı. Muhteşem Tesisleri muhteşem bir başarıya imza atıp bir ütopyayı gerçekleştirmişti, gözyaşlarımı tutamadım 😀😝 Her nabza göre şerbet vermenin doruğa ulaşmış halidir efendim bu 😀

Kitap rafları önünde yeterince gülüp eğlendikten sonra tesisin meşhur tam buğday ekmeğini almak için market kısmına girdim. Beni gören 17-18 yaşlarındaki görevli delikanlı elindeki kurutulmuş zencefil dilimini petekli bala bulayarak "Buyrun efendim" diye uzattı. Bu mekanda baldan kurtuluş yok anlaşılan ama delikanlının daha önce tuvalete girmiş, burnunu karıştırmış olma olasılıklarını gözardı edemeyen ben, "Sağol diyetteyim, almayım" dedim. Esasen gerçekten diyetteyim ama olmasam da aynı bahaneyi ileri sürerdim. Üzüldü çocuk, resmen üzüldü, yüzü düştü ikramı reddedince. Hal böyle olunca yan raftan alıp kapağını açmaya başladığı çimen yeşili kolonyaya hayır diyemedim. O da hakkını verip üç kişilik döktü, Ankara'ya gelene kadar buram buram koktum, hala da kokuyorum, öffff! İkramcı müessese, ballı gözlemeden sıyırdığımıza şükredip ekmeği alarak kaçtım oradan. Ekmeği eşime emanet edip yola çıkmadan tuvalete uğramaya karar verdim.


Vay anam, duvardaki kırmızı neon WC aydınlatması ile bir an pavyona giriyorum sandım, ürktüm ama fayanslar (kir sanmayınız efenim, desen onlar) nereye girdiğim konusunda aydınlanmamı sağladı 😀 Arabanın yıkanmasının bittiği haberi gelince son kalan mesafeler için yola düştük. Aşağıdakiler ateş dikeni, bozkırda kışı renklendiren yegane bitki neredeyse:


Evet yolculuğu sonlandırdık, 3-4 saattir Ankara'dayız. Alelusul evi elden geçirdim, valizleri boşalttım, kahvemi elime aldım ve sizi aydınlatmak için bilgisayar başına geçtim. Vefalı bir bloggerim görüldüğü gibi 😄

İlerleyen günlerde Ankara haberleri vermek üzere şimdilik hoşça kalınız diyorum...

16 Aralık 2017 Cumartesi

HAFTA SONU YAZISI

Yılın son iki ayında sinema salonunda film izleme katsayımızda önemli bir artış oldu, haftada bir, hatta bazen iki filmle kendi rekorumuzu kırmış bulunuyoruz. Dün sabah da vizyona yeni giren bir şey var mıdır diye kurcalarken en ilginç seçenek "The Party" olarak göründü gözüme, haydi bakalım düştük yola. 


İngiliz yapımı, siyah-beyaz çekilmiş, tuhaf karakterlerin yer aldığı, kendi de tuhaf bir filmdi "The Party". Oyuncular gerçekten mi sevimsiz, yoksa film için özel olarak mı sevimsizleştirilmişti bilemedim. Tanıtımında dram-komedi olarak geçiyor ama ne ağlamak, ne de gülmek geldi içimden. Film bir saatten biraz fazla sürüyor, zaten filme konu olan olayın süresi de o kadar, tek mekan, afişte görülen kadar karakter. Filmden ziyade tiyatro oyununa yakışan bir konu, bol dialog, az aksiyon. Afişte beyaz ceketli, sevimsiz kocasının omzuna elini atmış olan kişi Janet. İngiliz muhalefet partisinin gölge kabinesine sağlık bakanı olarak atanmış ve bunu kutlamak için evinde en yakın arkadaşlarına parti hazırlığı içindedir. Film başladığında onu mutfakta, bir yandan kutlama telefonlarına cevap verir, bir yandan yiyecek bir şeyler hazırlarken görürüz. Saçı-sakalı birbirine karışmış kocası Bill ise salonda yarı ölü bir vaziyette oturmuş pikaba koyduğu plakları dinlemektedir. Derken ardarda kapı çalınır, önce sarışın April ve kocası yaşam koçu Gottfried, ardından lezbiyen bir çift olan Martha ile Jinny gelir. Herkesin vermek istediği bir sürpriz haber vardır ama güzel Marianne ile yakışıklı kocası bankacı Tom beklenmektedir. Çok geçmeden kapıda perişan bir halde Tom belirir ve Marianne'ın gecikeceğini söyler ama tavırları çok tuhaftır. Kendini banyoya kapatır, gizliden kokain çeker, kolunun altındaki kemerde duran tabancayı kararsız hareketlerle kontrol eder, bir nevi sarhoş gibidir. Tüm bunlar olup biterken Jinny üçüz bebeklere hamile olduğunu açıklar, tüp bebek yoluyla hamile kalmıştır, sürekli midesi bulanır. Banyoya bir o, bir Tom dalıp dalıp çıkarlar. Yaşam koçu Gottfried yarı ölü durumda koltuğa yayılmış Bill'e hayat dersleri verip bu kadar güzel bir kadının kocası olduğu için çok mutlu olduğunu açıklarken, karısı April mutfakta Janet'e boşanmak istediğini söylemektedir. Janet ise sevgilisinden gelen telefon mesajlarına cevap yazmaktan April'e pek kulak vermez. Derken tam şampanya servisi yapılacağı sırada Bill ölümcül bir hastalığa yakalandığını, çok az ömrü kaldığını açıklar. Tüm ilgi bir anda Bill'e yönelir, kutlamanın amacı sapar, olay yasa dönüşür, Janet sevgilisine mesaj atıp kocasının ölmek üzere olduğunu, ilişkiyi bitirmek istediğini bildirir. Derken Tom odaya dalıp ikinci bombayı patlatır, karısı Marianne ile Bill'in arasında iki yıldır süren bir ilişki vardır. Kocasına üzülüp sevgilisinden ayrılmayı planlayan Janet çıldırır, az evvel ömrünü adamaya karar verdiği adamı tokatlamaya başlar. O sırada geçmiş deşilirken Bill ile Martha arasındaki eski ilişki ortaya çıkar, Jinny çıldırıp doğurmaktan vazgeçmeye kalkar. Tüm bunlara şahit olan April ile Gottfried boşanmaktan cayar. Ayyyyy, içiniz şişti değil mi, halbuki daha olayların devamı ve sürprizli bir sonu vardı ama ben bile sıkıldım yahu. Bereket filmin süresi kısaydı da hepten bunalmadık. Toplam 8 kişiydik zaten izleyen, kimse gülmedi ama telefonunu kurcalayan vardı. Önümdeki sırada oturan çiftin erkek olanı da bacaklarını öndeki koltuğa uzatarak milletin kafasının değdiği yere koca postallarının izini çıkardı, salon babasının çiftliğe ya normaldir. Sonuçta bunalmış halde çıktık salondan. Yemek yemeğe gitmeden önce tuvalete uğradım, tuvaletler berbat durumdaydı, temizlikçi kadınla ayaküstü insanların pisliği üzerine küçük bir dedikodu yaptık, zaten postallı herife bilenmiştim. Tam çıkarken dağ adamı Yeti gibi bol kıllı bir arkadaş tuvalete doğru hamle etti, uyarmasam kadınlar tuvaletine dalıp mahcup olacaktı. İnsanlık namına olumlu bir puan almış oldum böylece 😀

Yemek katında parıltıdan gözlerim yandı. Tipleri İran ya da Pakistanlıya benzeyen ve o tarz bir dil konuşan birtakım kadınların hepsinin giysileri istisnasız pullu ve payetli idi. Hele yanımdaki masada yemek yiyen birinin ayakkabıları simli, kot pantolonu inci işlemeli, hırkasının kolları silme payetli, bandanası dore ve elindeki telefonun ayı şeklindeki kılıfının kulakları da parlak taşlarla kaplıydı. Tepeden vuran ışıkla kristal avize gibi parlamaktaydı maşallah.  Işıl ışıl yedik yemeğimizi. Yemek sonrası eşim terasta sigarasını tellendirirken ben de D&R'da ne var ne yok bakmaya gittim. Çok Satanlar rafında şunlar vardı:


Öyle sanıyorum ki kitap kapaklarında panda kullanmak moda ya da yayınevi sahibi panda seviyor. Ç.ağrı Taner isimli arkadaşımızın yazdığı "Hüzünlü Bir Ponçik" ile C.aner Yaman arkadaşımızın yazdığı "Güzel Kaybettik" isimli yüksek edebiyat ürünü eserlere pandalı kapaklar uygun görülmüştü. Çok satanlar rafını onurlandırdıklarını görünce merak edip karıştırdım, içinde panda yoktu şükür, ergen hatıra defteri kıvamındaydı, bıraktım yerine "Hayırlı olsun" diyerek. Ne söyleyim ki, yayınevi kendine söylemiş zaten "Hayy Kitap!" "Beyaz Zambaklar Ülkesi"ne duyulan bu ani ilgi de bir garip, hatırladığım kadarıyla orta son ya da lise birde okumuştum kendisini, şimdi kimler okuyor ki?


Bu da diğer çok satanlar rafı, Ayşe Kulin ile Dan Brown'u anladık da "Beni Neden Sevmedin" ne yav, o da bir "Hayy Kitap". Bilen var mı, bu yayınevi Doğan Yayıncılık'ın yan ürünü falan mı? Onca telefon, onca istek, hatta onca didişmeye rağmen benim kitabımı getirme zahmetine katlanmadılar ama Pandalar , Hüzünlü Ponçikler ve Hayy Kitap, peh! Ver coşkuyu 😀

Az evvel kuaförden geldim, saçımı boyatma işkencesinden. Saçlarının rengi açılmaktan yanıp bulaşık teline dönmüş esmer kadınlar vardı, onların yanında çikolata kahveye boyanan saçlarımla pek sıradan kaldım (!). O kadınlardan biri diğerine "Hayat çok üzülecek kadar uzun değil" dedi. Günlük aforizmamı aldıktan sonra markete uğradım, reyonlar arasında dolaşırken adamın biri indirime girdiği için ayçiçek yağı almamı tavsiye etti, görevli falan değil, müşteri. "Ayçiçek yağı kullanmıyorum" diyerek ilerliyordum, kızartmada kullandığını belirtti. "Kızartma yapmıyoruz biz" dedim, "Biz de çocuklara yapıyoruz" dedi. "Bizde küçük çocuk yok efendim" diyerek uzaklaşmak için hamle yaptım, patatesi haşlayarak yediğini söyledi, küçük küçük patatesleri haşlıyor ve bir lokmada yutuyormuş, söylemedi bir de dramatize etti, elleriyle patates tutar gibi yapıp ağzını açarak. Allahım yarabbim, niye bana yolluyorsun bu meczupları, paratoner miyim neyim, çekiyor muyum, kişt kişt, açılın yahu...

Ooo bir sürü yazmışım, gidiyorum ben, yarın yazmam artık, iki günlük olsun bu yazı, idare edin. Haydi bakalım, şapşallara denk gelmediğiniz hafta sonları geçirin...


14 Aralık 2017 Perşembe

ÜÇ OTOBÜS-ÜÇ HAYAT

Dün acaip yoğun bir gün geçirdim. Koşturdum durdum, planladıklarımı yaptım, planlamadıklarımı yaptım, hatta hiç aklımda olmayanları bile yaptım. Öğle öncesi rutin evsel faaliyetleri halledip mutfaktan da hane halkı için etli, nohutlu patates, kendim için azıcık yağlı yavan kabak pişirerek çıktığımda günün ikinci yarısına hazır hale gelmiştim. Alelacele yavan kabağı iki kaşık yoğurt eşliğinde yedim, son derece tatsızdı, yoğurt bile tatsızlığını gideremedi, dolapta epeydir bekleyen kabaklar da hafiften acımıştı, ben de bunu yemek zorunda olduğum için kendime acıdım. Diyet iyi bir şey değil arkadaşlar, kesin bilgi 😀 Sonrasında da giyinip çıktım. Akşama kadar üç farklı otobüse binip üç farklı hayata ister istemez şahitlik ettim. 

İlk bindiğim ve şoförün arkasındaki yerlerden birine oturduğum otobüste koridorun yanındaki koltukta sırt çantasının yan tarafına küçük bir su şişesi koymuş, çantayı da omuzuna sıkı sıkı yerleştirmiş minnacık bir nine oturuyordu. Otobüs de bir önceki gün bindiğim, şoförün telefondaki muhatabına tavuk çorbası ısmarlamak için ısrarcı olduğu otobüstü. Bugün nedense sessizdi, tavuk çorbası içilmişti sanırım. Her neyse ninecik yanındaki sıkıldığı yüz hatlarından ayan-beyan belli olan orta yaşlardaki kadına bir şeyler anlatıyordu. O kadar yüksek sesle anlatıyordu ki dinlemek için özel bir gayret sarfetmeye gerek yoktu. Ninenin torunu ilkokula gidiyormuş ve sınıfından bir çocuk sürekli kalemlerini çalıyormuş, bilemem artık, ben ninenin yalancısıyım. Çocuğun günahını almayayım. Bir, üç, beş bu böyle devam etmiş durmuş, nine kalem almaktan bıkmış. Hem de mesarifmiş haliyle. Sonunda çözümü okula gidip çocukla bizzat konuşmakta bulmuş. Öğretmenlerin çay saatinde yaveşcik sınıfa girmiş, endee ("Endee" Antalya yerel lehçesinde "o" anlamına gelen bir işaret sıfatıdır efendim, çok kullanılır, bir de "endire" vardır, o da "orada" demektir, bilgilendirmiş olayım) çocuğun yanına varmış. "Bana bak çocuk" demiş, "sen utenmeyon mu arkadaşlarının galemleeni çalmaya?". "Ne çalması be" demiş endee çocuk, "bak bi de yalan söylüyo" demiş nine, "Seni var ya, şurecikte geberdirin, afat ölümcüüüne uğraasıca. Nelikle alınıyo o galemlee biliyon mu sen, fakiri var, fukarası var, yetimi var, ööösüzü var, şehit çocuğu var. Oh ne güzel, elleee alsın galemlee, sen topla, babaaan hizmatçısı var". Utanmış, sıkılmış çocuk, belliymiş halinden yalan söylediği, yüzü de kızarmış hem, nine bunu bi dövmüş, gafasına gafasına bi vurmuş, ağlamaya başlamış çocuk. "Ağla ağla" demiş, "elin çocuklarının galemleeeni alırken eyiydi, ağla şimdi". Bi daa dövmüş, bi daa dövmüş. "Bi daaa etcen mi, de bakıyım" demiş, "Valla billa almaacan nine" demiş çocuk, "çıkar bakeem aldığın galemleee de" demiş, çocuk iki-üç kalem çıkarıp vermiş. Nine hocalara görünmeden sıvışmış ordan. O olmuş bi taaa torunun galemleee gaybolmamış. Anaları terbiye etmezse böyle başkaları edermiş. Aslanım nine, torunun hakkını savunman iyi olmuş da keşke elin çocuğunu dövmeseymişin, hoş anlattıklarından en az yüzde elli tenzilat yapmak gerektiği de açık ya neyse. Derken otobüs hastane durağında durdu, ninenin yanındaki kadın içinden "şükür" çekerek inmeye davrandı,  nine bırakmadı öyle kolayca tabii ki: "Hasta mın?" dedi. Başıyla evetledi kadın. "Allah şifa versin" diyerek uğurladı. Neyse ki iki durak sonra nine de indi de yeni bir macera dinlemeden gideceğim yere ulaştım. 

Bindiğim ikinci otobüs birkaç durak sonra oldukça kalabalıklaştı. Tam arkamda çocuk arabalı bir kadın olduğunu şoförün uyarısından anladım, çocuk arabasını katlamadan binmek yasak çünkü ama kadın oralı olmadı. Kafamı çevirip baktığımda kadını göremedim ama arabada oturan 2 yaşlarında, kavruk, kalın camlı gözlükler takan bir çocuk gördüm. Kadını göremesem de biraz sonra yol boyu ensemde yaptığı telefon konuşmasıyla hayatına dahil olacaktım. Anneannesini aradı kadın, sonra ağlamaya başladı. Anladım ki bebekte gelişme geriliği var. İçim cız ederek mecburen dinledim konuşmayı inene kadar. Kadın kah kaderine yandı, kah kaynanasına giydirdi, kah parasızlıktan dem vurdu, sık sık hıçkırıklarla kesilen bir konuşmaydı, bütün otobüs şahit oldu. İneceğim durağa geldiğimde hala konuşuyordu, ninecik olsa yüksek sesle dillendirirdi şifa dileklerini, ben içimden yolladım.

Eve dönmek için bindiğim otobüs en az mesai saati metrobüsü kadar doluydu. Elimdeki ağır poşetlerle dengede durmaya çalışırken bir adamcağız yer verdi, oturabildim. Az sonra arkamda boşalan koltuğa yüzünü görmediğim ama sesinden nerede duysam rahatlıkla tanıyabileceğim bir kadın oturdu.  Zira bindiği andan ben inene kadar sürekli telefonla konuştu. Az-buz değil, trafik yoğunluğunu da sayarsak neredeyse bir saatlik yolculuktu. "Kulağımdan kurudum" derdi annem, aynen öyle oldu. Bu defaki konu işyerinde açık bulunan bir işe eleman arayışı idi. Kimi aradıysa olumlu sonuç alamadı, neredeyse ben talip olacaktım. Fena mı, hem kadın susardı, hem ben boşa geçen emeklilik günlerimi değerlendirirdim, hem de 3-5 kuruş kazanmış olurdum. Son otobüsten indiğimde iyice ambale olmuş durumdaydım, üstelik akşam yemeğine misafir geleceği haberini almıştım. Koşturarak eve ulaştım, apar topar bir şeyler hazırladım. Misafirler geldi, yemekler yendi (benim yavan kabağı yedirmedim tabii ki, o benim kimselere yâr etmem 😀), çaylar içildi, sohbetler edildi. Gecenin sonunda elimde kitabım kendi kapasiteme şaşırarak yatmaya yollandım. Hasan Ali Toptaş'tan gecikmeli bir "Heba" okuması yapıyordum. Kalan sayfaları uykuya geçmeden bitirip kitabı kapattım, kafamda kitabın bıraktığı güzel duygularla sızmışım.

Şimdi müsaadenizle çıkmam lazım, sakin ve tenha otobüs yolculukları diliyorum cümlenize, ben bugün yürüyerek gideceğim...


Bitmeyen sonbahar yapmışlar

12 Aralık 2017 Salı

KUŞBAKIŞI

Delik-deşik bir uyku uyudum dün gece ve sabah uyandığımda "Ben kimim?", "Burası neresi?", "Günlerden ne?" modundaydım. Kafamın içindeki birbirine dolaşmış ıvır-zıvırları yerine oturtmak biraz vakit alsa da sonunda normal halime dönebildim. Evden erken çıktım, arkadaşlarla dışarda kahvaltı yapmayı planlamıştık. Kapıda üst kata yeni taşınan komşuyla karşılaştım. Dizimden dolayı merdivenleri ağır ağır indiğim için kendisine yol verince dizime ne olduğunu sordu. Daha ben "menüsküs yırt..." diyemeden "kilo, kilo, kilo, kilo vermeniz lazım" vaazına başladı. Kendisi pehlivanden hallice olan komşu hanımla daha önceki tüm konuşmalarım, "Hoşgeldiniz, güle güle oturun ve iyi günler"den ibaretti. İkinci görüşmemizde kilolarımı başıma kakıp, dizime neyin iyi geleceği konusunda beni aydınlattığı için buradan özel bir teşekkür gönderiyorum. Ayrıca günlerdir görmediği kişilere ilk rastlaşmada "Nasılsın?" demeden "Çok kilo almışsın" diyen tüm çokbilmişlere de Erbakan lehçesiyle "Hadi ordan! Hadi ordan!" diyorum 😀

Dünyanın tüm kilolarını ve tüm çokbilmiş komşularını göğe savurup kendimi durağa ışınladım. Üzerine muhtemelen minnak bir el tarafından gülen surat çıkartması yapıştırılmış banka oturup otobüsün gelmesini bekledim. Çok bekletmeden geldi, boş yer de vardı, oturdum. Şoför biraz gevezeydi, ineceğim durağa kadar sürekli telefonda konuştu ve karşısındaki kimse ona defalarca tavuk çorbası içirmeyi teklif etti. Teklifine olumlu cevap alamasa gerek ki bir türlü sonuca bağlanmadı tavuk çorbası meselesi. Neredeyse telefonu elime alıp "Kardeşim içecen mi, içmeyecen mi şu çorbayı, söyle sen de kurtul, biz de kurtulalım" diyecektim. İnerken hala tavuk çorbasından bahsediyordu, ne çorbaymış yahu. 

Kahvaltı ettiğimiz mekan küçük ama temiz ve şirin bir yerdi. İki kadın hem hizmet ediyorlardı, hem de ikram ettikleri şeylerin çoğu kendi yaptıkları ürünlerdi. Gayet memnun ayrıldık oradan ve günü devam ettirmek amacıyla sahile kırdık rotayı. Gökyüzünde muhteşem bir bulut gösterisi vardı, denize akan Sarısu çayı üzerindeki yansımayla adeta yere inmişti, bakmalara doyamadık.




Sahilde epeyce oyalanıp seyre ve fotoğraf çekmeye doyduktan sonra teleferiğe binip Tünektepe'ye çıkmaya karar verdik.




Hava çok güzeldi, her yönden manzaraları seyredip çayımızı da içtikten sonra felekten güzel bir gün çalmış olmanın hazzıyla dönüş için tekrar bindik teleferiğe. Aşağıdaki fotoğraflar Tünektepe'den, sonuncu Antalya'nın ne kadar betona kesmiş olduğunun da ıspati:



Ne diyeyim, her gününüz böyle olsun...

11 Aralık 2017 Pazartesi

BUGÜN

İki gün yazmasan "Hani ne oldu?" diyenler, valla izleyici sayısı azaldı, yorum hakgetire, kızıyorum ama kapatacağım blogu haaa!
Şeklinde bir girişle kendimi kıymetlendirdikten sonra gelelim günümüze 😀 Sabah kahvaltının hemen ardından aniden su yüzüne çıkan hamaratlığım tekrar dibe dalmadan ütü masasını kurdum. Yaklaşık bir aydır ütülenmek üzere bekleyen yığını kucaklayıp koltuğun üzerine attım, ütüye en kireçsizinden su naklettim, Netflix'den "The Crown" 2. sezon 8. bölümü ayarladım ve giriştim işe. Kraliçe Elizabet Jackie Kennedy'i sarayda ağırlarken gömlekler, Gana kralı ile dansederken pantolonlar, Jackie'nin dedikodusuna içerlediği için saray yerine Kale'de kabul edip özrü karşısında aldırmasız davranarak çay içerlerken de yastık kılıfları ve çarşafları ütüledim. Geri kalan birkaç parça esnasında 9. bölüm başlamış, kepçe kulak veliaht Charles'ın hangi okula gideceği tartışmaları alıp başını gitmişti ki elimi attığımda ütülenecek bir şey kalmadığını farkettim, üstelik dizlerim ayakta dikilmekten sinyal vermeye başlamıştı ve bir buçuk saati aşkın zaman kuş olup uçmuştu. Ütülediklerimi yerine yerleştirdim, masayı ve ütüyü kaldırdım, elime bir kahve alıp bir süre dinlendim. Sonra da giyinip alışveriş yapmak üzere sokağa çıktım. Tıklım tıklım bir otobüse bindim, neyse ki gideceğim yer uzak değildi. Yürüyerek ilk alışverişimi yapmayı planladığım yere geldiğimde kapı duvardı. Eh, akılsız başın yükünü ayak çeker. Sergi salonunun satış mağazasından bir şey almayı planladıysan bu tür yerlerin Pazartesi günleri kapalı olduğunu hesaplamalısın değil mi Leylak Hanım, bu da sana ders olsun da dizlerine acırım (Ben arada böyle kendimle yabancı biriymiş gibi konuşurum, siz aldırmayın). Neyse "Kader utansın" diyerek diktiğim çantaya fermuar almak üzere şehrin 2. büyük tuhafiye mağazasına daldım, lakin istediğim uzunlukta fermuar yoktu, boşyere merdiven inmiş çıkmış oldum. Fermuar aranmasını beklerken büyüklere hizmet edenin Cennet'te yerinin hazır olduğuna dair bir konuşmaya kulak misafiri oldum, hizmet edilecek bir büyük düşündüm ama elimin altında yoktu valla, kocam olur mu acaba, benden 3 yaş büyük. Aa niye olmasın, dur gidip adama bir kahve yapayım 😀 Neyse mavra bir yana fermuarı alamadan dükkandan çıkıyordum ki Şü.krü Er.baş girdi içeriye. Sehpa için dantel örtü soruyordu, ne yapacaktı bilmem ama yardımcı olamadılar adamcağıza. Nasıl büyük tuhafiyeciyse ne ararsan yok. Bu defa şehrin 1. büyük tuhafiye mağazasına gitmek üzere yürümeye başladım. Sokaklar tıklım tıklımdı, zira hava bahardan kalma gibiydi. Yağmurlu, nemli haftasonundan sonra millet kendini dışarı atmış anlaşılan. Küçücük bir karton kutuya kendini sığdırmaya çalışan sarı kediye nanik yaptım, ardından sahibinin elindeki Milli Piyango biletini yemeye çalışan bir yavru köpeğe selam çaktım, karşımdan yakasına nal gibi Osmanlı rozeti takmış, hardal rengi ceketli, çivit mavisi pantolonlu ve kırmızı kravatlı bir adam geldi. Tiyatro sahnesinden fırlamış gibiydi. Çakma parfümericilerin önünde koku fışkırtmaya çalışan kızları ekarte ettim, yolun ortasına gerilip sohbet edenleri dirsekledim (evet yaptım) sonunda tuhafiyeciye ulaştım. İçerisi dışardan daha kalabalıktı. Sanırsınız tüm Antalya ahalisi dikiş dikip örgü örüyor. Neyse fermuar burada bulundu, uzun bir kasa kuyruğuna girip sıramın gelmesini bekledim, kendimi dışarı attığımda kan ter içinde kalmıştım. Almam gereken bazı hediyeler için girdiğim AVM'de biraz daha yoruldum. Üstelik yemek yemeden çıkmıştım, açlıktan midem, yorgunluktan dizim bar bar bağırırken sonunda kendimi bir taksiye attım. Şükür evdeyim artık. Kaldığım yerden The Crown'a devam, bakalım kepçekulak okulda ne yapacak. Kalın sağlıcakla...


Ay kıyamadım ayol, baktım parkın ağacı iyice yaprak dökmüş, süsleyim bari dedim 😀

10 Aralık 2017 Pazar

HAFTA SONU

Sevimsiz bir hava var dışarda, puslu, ıslak ve her an yağacakmış gibi, en sevmediğimden. Evin içine güneş girmedi mi ısınamıyorum ve ışıyamıyorum. Küstümçiçeği gibi büzülüp oturuyorum. Elimi ve gözümü oyalayacak birtakım faaliyetler var neyse ki. Cuma günü oturup kargonun getirdiği yeni yıl kartlarının bir kısmını yazdım ve postaladım, umarım sorunsuz ulaşır yerlerine. Bana geleceklerdense şüpheliyim, dumanlı postacı ya kaybedecek, ya da biriktirip getirecek ve benim Ankara'da olduğum zamana denk getirerek yine kaybedecek. Hayırlısı artık. Geriye kalanları da dün yazıp bitirdim, yarın da postaya vereceğim, sen sağ, ben selamet. Kısa süreli bir Ankara yolculuğum olacağı için bazı işleri bir an önce halletmem gerekiyor, o nedenle boş kalmıyorum, hatta kitap okuyacak vakit bulamıyorum. Yatmadan önce birkaç sayfa, o da alerji ilacının verdiği uykuya yenik düşüyor. Sanırım Goodreads'a verdiğim sözü tutamayacağım kusura bakmasın, 130'u bulamasam da 120 üstü fena rakam değil. 

İki yıl önce birkaç diziye takılmıştım TV'de. Televizyon seyrederken asla boş duramam, hiçbir şey yapmadan ekrana bakmak benim işim değil (Bu da benimle ilgili bilgi olsun diyeceğim ama sanırım o çelıncı bitirdik artık). Bu yüzden o ara herkesin salgın gibi örüp durduğu granny square motiflerine başlamıştım. Dizi boyunca 2-3 tane örüp bırakıyordum. Niyetim kanepe ya da koltuk örtüsü yapmaktı. Kış sezonu boyunca devam etti, 100'ü geçik motif ördüm ama bilek hareketlerim artınca sinsi sinsi bekleyen Carpal Tunnel Sendrom'um da sahneye çıkıverdi. "Sen ha" dedi, "beni yok sayıp ellerini yorarsın ha" dedi, "ben sana sormaz mıyım?" dedi ve sordu valla. Ellerim uyuşmaya ve ağrımaya başlayınca pes ettim ve motifleri 2 yıllık uzun bir uykuya yatırdım, hatta varlıklarını unuttum. Ta ki instagramda, pinterestte motifler tekrar çeşitli şekillerde karşıma çıkana kadar. Sessiz sessiz, parmaklarımın ucuna basa basa ilerledim, derdim carpal tunnel sendroma çaktırmamak niyetimi, motifleri koyduğum yeri buldum. "Hey" dedim, "uyanın bakalım, ayı mısınız siz, bu kadar uzun uyku olur mu?". Gözlerini oğuşturarak doğruldu bir kısmı yerinden, "sen sebepsin" dediler, "attın bizi buralara, ne haldeyiz gördüğün yok, biz de uyumaya devam ediyoruz işte". "Haydi" dedim, "size görev yazdım, bir kısmınız çanta olacaksınız". İlk önce parmak kaldıranları seçtim ve aldım tığı elime. Dedim ya boş boş bakarak TV izleyemem, aynı şekilde boş boş bakarak örgü de öremem. Eh bana dizi mi yok, "İstanbullu Gelin" mi dersin, Netflix'de izlediğim "Hanedan", "Dark" ve yeni bölümleri fırından taze taze çıkmış "The Crown" mu dersin, seyret seyret tığla, tığla tığla seyret. Çanta bitti dün akşam, püsküllerini eşimin seyrettiği "Kalbimdeki Deniz"e eşlik ederek taktım. Şimdi kaldı astarı, evdeki dikiş makinemi elden çıkardığım için yarın terzi yardımıyla onu da halledeceğim, sonrasında kızkardeşin omzuna takılacak inşallah 😀

Geçen hafta "Aile Arasında" filmini izleyip biraz gülünce umutlanmıştım, haydi dedim "Maide'nin Altın Günü"ne de gidelim. Hem pasta-börek yer, hem de güler eğleniriz, Ezgi Mola'ya bayılırım ayrıca. Gittik.


Gitmesek iyiymiş. Komedi dozunu arttırmak için abartılmış sahneler, herbiri birbirinden sevimsiz tiplemeler, bir oturmamışlık hali, inandırıcı olmayan oyunculuklarla içim şişti. Sanırım salonun çoğunluğu da benimle aynı fikirdeydi ki tek kahkaha sesi duymadım, hatta yarıda çıkıp gidenler oldu. Aralara serpiştirilmiş "Yeni Gelin Tutuşu" ismi verilmiş garabet TV sahneleri sanırım Ezgi Mola'nın gerçek halini unutmayalım diye düşünülmüş, keşke düşünülmeseydi. Neyse yine de verilmiş emektir, yolu açık, seveni bol olsun diyelim. Sonuçta Ezgi Mola'nın hatırı var üstümüzde 😀

En iyisi ben gideyim "The Crown"un kalan bölümlerini izleyeyim, üzerimdeki altın günü baskısı kalksın. Pazarınız güzel geçsin...

7 Aralık 2017 Perşembe

ÖMÜR HANIM*

Her sabah uyandığımda yaptığım gibi elimi telefona attım ama telefon donmuş balık benzeri hissiz ve sessizdi. Sağını dürttüm, solunu kurcaladım, tık yok. Söylene söylene doğruldum yataktan, kılıfı çıkardım, kapağı açtım, pili çıkaracak sivri uçlu bir alet yakınlarda olmayınca vazgeçtim, baktım açıldı, "hah" dedim "düzeldi". Lakin daha yataktan odaya geçmeden tekrar kapandı. Küfür ettim, evet ettim, ederim ben arada kimsenin duymadığı yerlerde ya da duymasında sakınca olmayan kişilerin yanında. Güççük hanfendü hocanım imajıma halel geldiyse mazur görün. Bu devirde küfür bir çeşit terapi. Neyse odaya geldim, zarf açacağını aldım, pili çıkaracağım ya o arada bilgisayarı açayım dedim, kasanın düğmesine baktım, offf orada da hareket yok. No'luyoruz ya, Merkür mü geçti gece evin üstünden (Merkür müydü o, ben pek anlamam bu işlerden, retro metro). Bilgisayarı erteledim, telefonu kurcalamaya başladım. Kılıf, kapak, pil-pil, kapak, kılıf. İşlem tamam, kendine geldi yaratık, derdi neydi anlamadım. Sonra bilgisayara yanaştım, "Neyin var lo?" dedim, ses etmedi, edemez zaten kapalı. UPS'e yanaştım bu defa, bir süredir aküm bitiyor mesajı veriyordu. Düğmesine bastım, beklediğim dürülüt (ki ben onu "yürü git" olarak tercüme ediyorum) sesi gelmedi, birkaç kez daha denediysem de nafile, yürüyüp gidemedim. Anlaşıldı ki akü sizlere ömür. "Bekle dedim gölgeye" pardon bilgisayara, o kitaptı. "Ben bir çay koyayım sonra senin icabına bakacağım". Çayı koyup geldim, masayı çektim, arkası kablo mezarlığı gibi. Bir süre fiş, priz, kablo kalabalığı arasında tefekküre daldım. UPS nin kuyruğundan çıkanları saptadım ama bağlantıyı oradan kesip şehir cereyanına nasıl bağlayacağıma kafam basmadı ya da komşuda kolayı varken niye uğraşayım diyerek oğlumu aradım. Onun talimatları doğrultusunda bilgisayarın gönlünü de ettik, açıldı. Lakin bu voltaj düşüklüğünde UPS'siz çalıştırmak pek akıl karı değil, aküyü yenilemek lazım anlaşıldı. 

Düşük yoğunluklu teknik çalışmalarımı tamamlayıp kızkardeşle günlük rutin telefon görüşmemi de yaptıktan sonra kahvaltıya oturdum, o sırada kapı çaldı. Bugün canlı-cansız herkes ve her şey beni aç bırakmaya azmetmiş. Gittim kapıyı açtım, kargo görevlisi, "Vay Leylak hanım" dedi, "uzun zamandır size kargo gelmiyor, nerelerdesiniz?". "Ben buradayım, tasarruf tedbiri uyguluyorum" dedim. Allah kargocunun da hatır soranını versin, meraklı turşucu. Sana ne be, neredeysem neredeyim 😀 Kargodan Unicef'ten sipariş ettiğim yeni yıl kartları çıktı, haliyle bana da iş çıktı. Bu yazıyı tamamlayınca kart yazmaya oturacağım. Bu vesileyle şahsıma kart yollamak isteyen olursa 20'sinden sonrakileri Ankara adresime beklerim efendim, bir süreliğine orada olacağım, kargocuya da söyleyin bir zahmet, merak etmesin 😀 Derken efendim sonunda kahvaltımı yapıp bitirdiğimde saat 11.30 olmuştu, haliyle öğle yemeği gümledi. Makineye çamaşır atıp kahve içmeye niyet etmiştim, makineyi çalıştırdım ama kahveyi erteledim. Kendime sebze, hane halkının diğer yarısına tarhana çorbası yaptım, ayrıca kurutulmuş sebzeli mercimek yemeği pişirdim, çamaşırları astım ve sonunda hakettiğim kahveyi elime aldım. Birazdan kart yazmaya gideceğim, hayatı biraz pırıldatmak adına. Diyor ki Şükrü Erbaş "Ömür Hanım'la Güz Konuşmaları"*nda:

"Ve güz geldi Ömür hanım. Dünya aydınlık sabahlarını 
yitiriyor usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var 
göğün maviliğinde. Yağmur ha yağdı ha yağacak. İn-
cecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin. 
Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir 
keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce 
bıçak ağzı... Ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı, 
yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir 
engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür 
hanım? "
 
Yaşamayı can sıkıntısı olmaktan çıkarmak adına aşağıdakilerin pırıltısıyla aydınlanalım birazcık olsun:
 
 

6 Aralık 2017 Çarşamba

SABAH, SOĞUK, SONBAHAR, ALIŞVERİŞ, KELİMELER, FALAN FİLAN

Gözümü açtığımda saat tamtamına 9.00'du, ne bir dakika önce, ne bir dakika sonra. Gece yatarken kendimi kurmuş muydum diye düşündüm, yok ama o kurma işlemi saat içindi, benimki "hissikablelvukû". Caanım kelime, son zamanlarda pek moda, bardakların, kupaların, defterlerin üstünde, eski Türkçe ile aşk yaşıyoruz, yaşayalım bence sakıncası yok, severim eski kelimeleri. Bir de "nâmütenahi" vardır, sonsuza kadar demek. Ne zaman duysam lisedeki edebiyat hocam Süeda hanımı hatırlarım. Muhtemelen yaş haddinden emekli olmasının yakın olduğu yıllarda dersimize girmişti. Bal rengi saçlarını alnının üstünde dolma misali bir kıvrımla topuz yapar, omuzları vatkalı, bele oturan, demode ama onun üstünde çok şık duran döpiyesler giyer, yılan derisi el çantasını kürsünün üstüne bırakır, aynı deriden sivri topuklu pabuçlarını tıkırdatarak öndeki sıralara yanaşır ve anlatmaya başlardı. İçinde çokca "nâmütenahi" sözcüğünün geçtiği cümlelerine yaşlılık beneklerinin daha da güzelleştirdiği ince-uzun, bembeyaz elleri eşlik ederdi. Havada dalgalanan o ellerin ucundaki kıpkırmızı ojeli uzun tırnaklarına bakmaktan anlattıklarını dinleyemezdim, benim işim Süeda hanımı seyretmekti, edebiyatı su içinde hallederdim, beis yoktu. Tanzimat dönemi romanlarından fırlayıp gelmiş gibiydi zaten, branşına bu kadar yakışan insan az bulunurdu, ruhu şad olsun...

Yataktan kalkmadan önce havayı kokladım. Mühendislik harikası baca sisteminden dolayı dün akşamdan beri ev alt kattaki komşunun mutfağından gelen kuyruk yağı kokusuyla parfümlenmişti. Üstelik mutfağa en uzak yer olan ve baca deliği bile kapatılmış bulunan yatak odası kokunun en yoğun hissedildiği yer, nasıl oluyorsa. Neyse kokudan kurtulmuşuz ama sabah rutinimi gerçekleştirmek üzere balkona çıktığımda jlet gibi keskin bir ayaz ve sıkı bir rüzgarla karşılaştım. Beydağları kalemle çizilmiş gibi karşımdaydı. Nem poyrazdan korkup bir yerlere saklanmış olmalıydı. Çınar ağaran saçlarının dökülmesini engellemeye çalışsa da rüzgar onun gibi düşünmüyordu ki kopan kuru yapraklar yerlerde ufak çaplı bir halı oluşturmaya başlamıştı bile. Balkonun kısmetine düşen birkaç tanesini toplayıp çöpe attım, naneyi okşadım, gözüm Guguruk'u aradı ama soğuktan bir yerlere saklanmış olsa gerek, göremedim. Derken sokağın ıssızlığında omuzunda kazmasıyla iş tulumlu bir adam göründü. Köşedeki telefon çukurunun kapağına yanaştı, kazmanın sivri ucuyla kapağı kaldırıp açtı. Kazmayı yere bıraktı, dizlerinin üstüne çöküp çukura doğru iyice eğildi. Lacivert bir kurbağaya benzedi. Hemen yukarısındaki çınar, karşıdaki uyuz asma ve balkondaki ben adamın çukura düşmesinden korkarak izlemeye başladık. Uzun uzun inceledi, kabloları çekiştirdi, kafasını kaşıdı, sonra doğrulup telefonunu çıkardı. Rakamlı sayılı bir şeyler söyleyip önce telefonu, sonra kapağı kapattı, kaldırıma oturup beklemeye başladı. "Yazın yaşa, kışın taşa oturma" diye seslenecektim, vazgeçip içeri girdim, kahvaltı hazırlamaya başladım.

Yazıya ara verip mutfağa, çay almaya gitmiştim ama çayı mutfakta unuttum, bir dakika izin. 

Hah, şimdi nerede kalmıştık. Evet bundan sonrası sabah ev halleri. O zaman düne geçelim. Dün öğlen bir arkadaşımla buluşmak üzere çıktım evden. Otobüse binmek için üstgeçitten karşıya geçerken kuzenlerden birine rastladım, iki lafın belini kırıp yoluma devam ediyordum ki karşıdan gelen kadın üstüme üstüme yürümeye başladı. Sağa manevra yaptım, o da sola manevra yapıp tekrar üstüme geldi, bu defa sola kırdım, o sağa kırdı ve sonunda gelip boynuma sarıldı. Aaa o da kim? 
"Seviyorum kimi
En güzel birisini
Nasıl anlatayım sana
İlk harflere baksana"
Hahaha, ergenliğim geldi aklıma ama burnumun dibine girene kadar tanımadığım o kadın meğer en sevdiklerimden biriymiş. Yürürken karşıya bak Leylak, önüne ya da anneannen gibi sağa sola değil :) Okuyorsan eğer öpüyorum seni canım kadın. 

Neyse ayakta geçen uzun bir yolculuktan sonra alışkanlıkla bir durak önce indim, zira o durakta oturan çok sık gittiğim arkadaşlarım var, beynim kodlanmış. Bir yandan şapşallığıma söylenip, bir yandan da "iyi oldu böylece yürümüş oldum" diyerek menzilime ulaştım. Kahküllügillerden arkadaşımla buluşup halleştik, yedik içtik, sonra vedalaştık. Niyetim otobüse binip zorunlu bir alışveriş için AVM'ye gitmekti ama az ilerideki yeni açılan park çok cazip geldi daldım içine, iyi ki dalmışım, yoksa aşağıdakileri kaçıracaktım:





Antalya sonbaharın son demlerini ilk demleri imiş gibi yaşıyordu dün, bugün kış gelmiş gibi oldu. Parktan çıkınca alışverişe gittim. Hopi'de biriken paraları ay sonuna kadar harcamam gerekiyormuş, Boyner'e girdim. Lakin hiç alışveriş havamda değildim-iyi ki-gez dolaş almaya değer bir şey bulamadım. Dön dolaş ayaklarıma kara sular indi. Sonunda ay sonuna doğru Ankara'ya gideceğim için bir yün bere, bir de yılbaşı konseptli mum alıp çıktım gereksiz yere, neyse ki fark ödemedim, Hopi'dekiler yetti. Boyner fiyatları uçurmuş ayrıca. Mağazadan çıktım ki ne göreyim güneşli bırakıp girdiğim gökyüzü ağlamaya başlamış, hem de şakır şakır. Allahtan şemsiyem vardı açtım, çok bekletmeden otobüs de geldi, yolun yarısında yine güneş açtı, otobüsten indiğimde yerler bile kurumuştu neredeyse. Antalya işte.

Bu yazı çok uzun oldu farkındayım, sizlere sabrınız için teşekkür eder, yüzlere biraz gülümseme, eve biraz ışıltı gelsin diye aşağıdaki eylemi gerçekleştirmeye giderim:





5 Aralık 2017 Salı

ORDAN, BURDAN, ŞURDAN

Pazar günü evde temizlik vardı, yıllardır alışamadım bu eyleme. Lakin artık el mahkum, tek başıma altından kalkamıyorum, ne diz izin veriyor, ne el, ne de bel. Son yardımcımdan memnunum aslında, abla-kardeş gibi hallenip gidiyoruz. Öncesinde enteresan deneyimlerim olmadı değil. Çok yıllar önce alt kat komşumun tavsiyesiyle gelen bir hanım mahalle hamamı temizliyormuş gibi küvete çamaşır suyu ve kireç çözücüyü birlikte boca edince küçük çaplı bir fenalık geçirmiş, kanepeye uzatıp limon suları, portakal suları içirip ne yapacağımı şaşırdığım kadının başında çırpınıp durmuştum. Sonra dirilip kalkmış bir şey olmamış gibi kaldığı yerden banyoyu temizlemeye devam etmişti. Ben şükür atlattık diye sevinirken az sonra odadan içeriye giren kadını görünce ağzım bir karış açık kalmıştı. Arkadaş banyonun son rötüşlarını bitirmiş, küveti doldurup içine girmiş, akça-pakça, bembe-beyaz, buharı tüte tüte, üstünde benim bornoz "Oh, pek rahat ettim" diyerek gelmişti. Şaşkınlıktan söylemeyi başarabildiğim tek şey "Bari bornozumu giymeseydin, ben sana havlu verirdim" olmuştu, yolcu ettikten sonra da gülsem mi ağlasam mı bilememiştim. 

Bir dönem ise yakın bir ilçeden bir hanım geliyor, yakını olan bir arkadaşımda kalıyor, ona, akrabalarına ve bana birer gün ayırıp evine dönüyordu. Yaşı biraz ileri olduğu için aslında her temizlik gününde huzursuz oluyor, içime sindiremiyordum. Ama çok külhan ve başına buyruktu, sen ne dersen de o alıştığı gibi işini yapar ve "Ben gideeen gaari" diyerek ayrılırdı. Yazları ise sıcak olduğu için gelmez bunu da Mayıs başında ilan ederdi: "Bundan gaaari benden size fayda yok, başınızın çaresine bakın". Emir büyük yerden tabii, biz de bakardık başımızın çaresine 😀

Ama bir Nerimanım vardı ki bayılırdım, gülerek gelir, gülerek gider, yerine göre şarkı söyler, yerine göre sohbet eder, en çok da kocasına söylenirdi. "Abla derdi, benim adam hasta güya ama usta, hem kel hem fodul. Hem çalışmaz, hem benim her şeyime karışır. Herkesin sağlam kocaları ölüyor, bu hasta herif niye ölmez ki?" İlahi kadın, işi bırakmış artık, umarım keyfi yerindedir. 

Nereden nereye geldim, neyse temizlik sorunsuz bitti, bu yardımcımın pek arkasını toplamak gerekmiyor, aldığını aldığı yere koyuyor, kendince şekil vermiyor öte beriye, o yüzden fazla yorulmuyorum. Fırsattan istifade birikmiş ne kadar dizi varsa yeni bölümlerini izledim, izlerken de 2 yıldır sepetlerinde uyuyan örülmüş motiflerimi uykudan kaldırıp birleştirme işlemine başladım. Niyetlendiğim gibi koltuk örtüsü yapmaktan caydım, başka planlarım var. 

Sabahleyin temiz bir eve uyanmak pek güzel oluyor, biraz daha temiz olsun diye çarşafları, nevresimleri değiştirdim, değiştirirken de "Yıl olacak neredeyse 2018, hala nevresimlerin kolaycacık geçirilmesini sağlayacak bir şey icat edilmedi" diye söylendim. Çamaşır makinesini çalıştırdım, yıkananları astım, terbiyeli kereviz pişirdim ve bir film izlemeyi hakettiğime karar verip hazırlandım. Sinemaya gittik, "Aile Arasında" filmini izlemeye. Biraz tereddütlüydüm aslında, ben pek komedi filmlerinde gülemem, belden aşağı esprileri aptalca bulurum, hele bazı komedyen geçinenlere hiç tahammülüm yoktur ama senaryoda Gülse Birsel'in kalemi olunca "haydi izleyelim bakalım" dedim. İyi de etmişim, yer yer saçmalasa da sevdim filmi, epeyce de güldüm ama filmin tadını yanlışlıkla benim yerime oturup sonra iki öne geçen kadın çıkardı. Filmin her saniyesine kahkahalarla gülüp salonu çınlatttı, sefası olsun. 


Oyuncuların hemen hemen hepsi çok iyiydi ama ben Devrim Yakut'un hastasıyım, her role bu kadar mı yakışır bir insan. Kendisini tiyatro sahnesinde izlemişliğim de var, ciddi bir dramdı, orada da döktürmüştü. Diyeceğim fazla beklentiye girmeden giderseniz oldukça eğlenebilirsiniz.

3 Aralık 2017 Pazar

KASIM OKUMALARI

Aralık ayı geldi biz ne olup bittiğini bile anlamadan. Üzerime henüz yeni yıl coşkusu konfetileri atılmadı, mal gibi bakıyorum takvime. Dün kendimi "Yılın ilk ayı Ocak/Kar yağar kuca kucak" diye şarkı söylerken yakaladım, ilkokulda öğrenmiştim. Hafızama tüküreyim Kasım hariç tüm ayları hatırladım. Mesela "Aralık yılın sonu/Soğuğu enikonu" uygun görülmüş sonuncumuza. Kasımda tık yok gelgelelim, ne yapsam hatırlayamıyorum. En sevmediğim ay olduğu için bilinçaltı silmiş olabilir mi Freud Bey, bir açıklama alsak sizden. Okuduğum kitapları hatırlıyorum ama o kadar da değil yani Kasımla aramızdaki soğukluk. Çok işlek bir okuma yapamadım, başladığım kitapla arama birtakım etkinlikler, hastalıklar, zorunlu bir takım işler girdi ama yine de 11 kitapla rekolte fena değil. An itibarıyla 119. kitabımı okuyorum, bu yıl Goodreads'ta hedef olarak 130 kitap belirlemiştim ama ulaşabilir miyim bilmiyorum, zaman ve şartlar gösterecek. Şimdi gelelim Kasım kitaplarına:


-Selçuk Altun'u ilk kitabı"Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir" çıktığından beri takip ederim. Sözkonusu kitabı okuduğumda, "Bu nasıl bir şey ya, tam benlik" demiş ve yeni bir kitabının çıkmasını sabırsızlıkla beklemiştim. Zira kitapta benim ilgi alanıma giren her şey vardı; kitaplar, ressamlar, arkeoloji, şiir, İstanbul, tarih vs vs. Selçuk Altun'un okuma hayatıma girmesiyle "estet", "bibliyofil", "serendipity" gibi birtakım kavramlar da onunla birlikte gelmişti. Kitaplar ardı ardına geldikçe Selçuk Altun tarzı" diye bir şey oluştu. Önünüze kapaksız, yazarı belli olmayan bir metin koysalar okuduğunuz anda konunun gidişinden, imla işaretlerinin kullanılışından, değişmeyen bazı kalıplardan ve kavramlardan Selçuk Altun kitabı okuduğunuzu anlardınız. Gel gör ki bir süre sonra kitapların sonunu da tahmin etmeye başladık, öylesine benzer ögeler, öylesine benzer kahramanlar ve olay örgüsü. Son kitabı "Ardıç Ağacının Altında"yı eski bir dosta rastlamış gibi aldım, lakin konu yine benzer, yazım tarzı yine benzer ve kitabın sayfaları arasından üstünüze üstünüze gelen gelen kibirin düzeyi artmış. Yeter dedim, "Doğarken ağladı insan/Bu son olsun, bu son". Gerçek hayatta kibre tahammül edemezken bir de yazarın kitabıyla püskürtmesine sabrım yok. Selçuk Altun devri bitmiştir benim için ama şunu söyleyim ilk kez okuyorsanız çok ilginç gelecek, hele de kitaplara ve sanat tarihine düşkünseniz bayılacaksınız. Lakin gedikli bir Selçuk Altun okuyucusu iseniz benim gibi vedalaşmanız çok mümkün. Yine de ilk kez okuyacaklar için yukarıda sözettiğim ilk kitabı öneririm. 
Not: "Seredipity"nin keşke Türkçe tam karşılığı olsa, aranmazken karşınıza çıkan güzellik anlamında. 


-Mehtap Ceyran'ın "Mevsim Yas"ı bir uzak zamanlar ve yakın ama uzak coğrafyalar kitabı. Ana tema Güneydoğu'da bir dönem artan kadın intiharları, arka planda ise o dönemde yaşanan olaylar küçük bir kızın gözünden anlatılıyor. Adı gibi yas dolu bir kitap, tekinsiz, umutsuz.


-"Kuzeyli Annem" Jean Louis Fournier'in son kitabı. Yazarı engelli çocuklarını anlattığı "Nereye Gidiyoruz Baba?" ile tanımış ve kitabı okuduğumda adeta çarpılmıştım. Kara mizah ancak bu şekilde kullanılabilirdi. Derken ardarda diğer kitapları geldi; babasını, ölen karısını anlattığı, Tanrı'nın insanlarla dalga geçtiği kitaplar. Aile bireyleri içinde tanımadığımız bir annesi kalmıştı "Kuzeyli Annem" ile onunla da tanışmış olduk. Diğerleri kadar çarpıcı değil, biraz zorunluluktan yazılmış sanki ama yine de yazarın zekice kurgulanmış cümlelerini okumak keyifliydi. 


-Ian Mc Ewan son zamanlarda tiryakisi olduğum bir yazar, en çarpıldığım kitabı "Çocuk Yasası" olsa da diğerleri de pek ondan geri kalmıyor. "Fındık Kabuğu" YKY'den yeni çıktı, bir fetüsün ağzından anlatılan ilginç bir cinayet öyküsü okuyoruz, konu ve anlatım şahane, Mc Ewan bu işi iyi biliyor. Okumalısınız...


-Yazar arkadaşım olduğu için değil gerçekten çok severek okuduğum için önereceğim bu kitabı. "Yüksekten ve Paraşütsüz" ilk kitap olamayacak kadar yetkin. İronik bir dille  kaleme alınan Serpil'in maceralarını okurken yüzünüzde kocaman bir gülümseme oluşacak. Hem belki de anlatılan sizin de hikayenizdir, bence okuyun...


-Bu yaz okuduğum en iyi kitaplardan biriydi "Müzik Uğruna". Bundan hareketle yazarı Ketil Bjornstad'ın başka kitaplarını aradım ve "Düşüş" çıktı karşıma. Sulh yargıcı Erling Fall'ın eşinden boşanmasını bir türlü hazmedememesinin sonucunda girdiği arayışlar anlatılıyor kitapta. "Müzik Uğruna" kadar olmasa da ilginç bir kitap.


-Hande Birsay "hihieved" adlı çok takipli instagram  üyeliğiyle tanıdığım bir kişi idi. Kitap Fuarı'nda tanışıklık sanaldan gerçeğe dönüştü. Kitapta yazılanlar benim için çok geçmişte kalmış bir durumun konusu olsa da Hande'nin dilindeki ironi kitabı bir gecede ilgiyle okumama sebep oldu. Taze anne çevre baskılarını öyle ince bir zekayla dillendirmiş ki bir zamanlar aynı baskıları ve güçlükleri yaşasanız da suratınıza oturan kocaman gülümseme ile hatırlıyorsunuz. "Emiyor mu?" bebek bekleyen anneler, lohusalar, yeni anne olmuşlar ve zamanında aynı güçlükleri yaşamışlar için çok okunası...


-Zafer Algöz oyunculuk hayatı boyunca yaşadığı eğlenceli olayları kaleme almış "Haşırt Dı Bilekbord"da. Anılarda kalan sanatçıları hatırlamak hoş oldu, yer yer gülümsemek de garantili. Vakit geçirmek için bir ara sıcak, okuyup okumamak keyfinize kalmış...


-Algan Sezgintüredi kahramanları Vedat ve Tefo olan polisiyeleriyle tiryakisi olduğum bir yazar, yeni kitabını sabırsızlıkla bekliyorduk ama o bir sürpriz yaparak polisiye yerine bilimkurgu yazdı. "Süperben" bilimkurgunun yanısıra  fantastik ve ironik bir roman aynı zamanda. Küçük bir sahil kasabasında kendi halinde yaşayan Cengiz'in bizden iyilere(!)-spoiler vermeyeyim-karışarak süperkahramana dönüşmesini ben çok eğlenerek, keyifle okudum. Lakin bilimkurgu ve fantastik tarzım olmadığından yeni polisiyelerini beklediğimi söylemeden geçemeyeceğim. Bu tarzı sevenler için ideal...


-"Filin Yolculuğu" Jose Saramago'nun aynı adlı kitabından Joao Amaral tarafından uyarlanmış bir çizgi roman.  Lizbon'dan Viyana'ya doğru bakıcısı Subhro ve ardından gelen uzun bir konvoyla yolculuğa çıkarılan fil Solomon'un hikayesi şahane çizimlerle anlatılmış. Fil ve bakıcısı ise başlıbaşına bir olay. Daha detaylı bir okuma için Saramago'nun kitabına başvuracağım.


-Trajik yaşamı ve intiharıyla tanınan Amerikalı şair ve yazar Sylvia Plath edebiyatçılığının yanısıra resim alanında da kendi çapında çalışmalar yapmış. Bu kitap ölümünden sonra kocası Ted Hughes tarafından biraraya getirilen çizimlerini içeriyor. Çizimlere ilaveten Plath'ın kocasına, annesine ve çocuklarına yazdığı bazı mektuplar da yer alıyor. Sylvia Plath seviyorsanız ilginizi çekebilir. 

Yılın son ayının kitaplarında görüşmek üzere...