Sabahleyin balkondan sokağı temaşa ederken apartmanın önüne bir kamyonet yanaştı. İçinden inen gençten iki kişi omuzladıkları kocaman levhaları zemindeki dükkanlardan birinde faaliyet gösteren tabelacıya taşımaya başladılar. Sokak zaten dar, bir de yol kenarına arabalar park edince geçmek sorun oluyor. Kamyonet boşalırken arkadan bir midibüs geldi, sağlı sollu düzensiz park etmiş araçlar olunca geçemedi, kamyonete yoldan çekilmesi için korna çalmaya başladı. "Eyvah" dedim, "şimdi kavga çıkacak". Levhaları taşıyan genç koşarak geldi, araçtan bir malzeme daha aldı, korna çalan aracın sürücüsüne dönüp "Kusura bakma abi, şimdi çekiyorum, kusura bakma" dedi, aldığı malzemeyi yerine teslim edip araca atladı, bir "kusura bakma" daha yollayıp gazladı gitti. Budur işte. Çoğunluğun yaptığı gibi "Patladın mı, gidiyoruz işte, ne zırlayıp duruyorsun" demesini beklerken efendi tarzı "hala aklı başında insanlar varmış" dedirtti, sevindim valla, ne yalan söyleyim.
Öğleden sonra iki kargo yollamak için sokağın köşesindeki PTT şubesine gittim. Küçücük şube insan kaynıyordu, camlardan güneş vurmuştu ve içerisi hamamdan az hallice idi. Sıra bana gelene kadar ter içinde kaldım. Ensemden süzülen damlalar ayakkabılarımın içine kadar ulaştı desem yalan olmaz. İşim bittiğinde elbiselerimle havuza girmiş gibiydim, üstelik dışarıda ciddi rüzgar vardı ve o terli giysiler muşamba gibi yapıştı üstüme. O vaziyette sağlık ocağına kadar yürüdüm, umarım hasta olmam. Hah tam burada kendimle ilgili bilgi: Yaz-kış deliler gibi terlerim, terledikçe sinir basar, kendimi yolmak isterim. Tüm hastalıklarımın nedeni bu saçma sapan terdir. Genetik bir unsur, babamdan geçme.
Rüzgara karşı bir yandan yürüyüp bir yandan söylenerek sağlık ocağına ulaştım, bugüne kadar sesini hiç duymadığım, mimikleriyle idare eden aile hekimim istediğim ilaçları konuşmadan yazdı. Teşekkür edip çıktım, aslında yürümeyi düşünüyordum ama terim hala kurumamıştı ve rügar devam ediyordu, otobüse bindim ve yarın başlayacak Piyano Festivali'nin "Güher-Süher Pekinel" konserine bilet almak için kültür merkezine yollandım. Lakin boşa yollanmışım, bilet satışı yarın başlayacakmış. Kös kös döndüm, daha fazla rüzgara maruz kalmamak için taksiye bindim. Gelir gelmez de sıcak bir duş ve ilaç aldım.
Dün akşam çok istediğim bir filme gittim: "İşe Yarar Bir Şey". Tek salon, tek seans oynuyordu ne yazık ki koca şehirde. Oysa nasıl güzel bir filmdi, film değil adeta bir şiir.
Başak Köklükaya su gibi güzel ve sadeydi ve müthiş oynamıştı. Öykü Karayel de genç yaşına rağmen ondan geri kalmamış. Yiğit Özşener'i ise söylemeye gerek yok, fazla uzun olmayan sahnelerinde bile "budur!" dedirtiyordu. İlk yarıda trende geçen sahnelere doyamadım. Görüntüler şahane, benim gibi ayrıntılara düşkün birisi için tam isabetti. En küçük rolü oynayanlar bile hakkını vermişti. Kısacası izlemeye doyamadım, benim için bu yılın en klas filmiydi. Barış Bıçakçı'nın sayesinde desem Pelin Esmer'e haksızlık etmiş olurum, sonuçta ikisi bir olup harika bir iş çıkarmışlar. Keşke tüm seanslarda ve birden fazla sinemada gösterime girmiş olsaydı. Nitelikli filmlerinin gişesinin az olması ne acı.
Bugün de böyle bitiyor işte, bu aralar zeytin üzerine çalışmalar sürüyor bizim evde. Yarınki görevim zeytin kırmak. Heryer batmasa o kokuyu içine çekmek pek güzel oluyor kırarken ama elleri ve çevreyi fena kirletiyor. Evet kalın sağlıcakla, sofranızdan zeytin eksik olmasın...