Sayfalar

29 Temmuz 2013 Pazartesi

PÜF!..

"Püf!" diye geçiyor günler, şaşıp kalıyor insan. En son bir sürü yemek yapmıştım burada değil mi :) Çoktan yenip bitti onlar. Üstüne koca bir tencere erik reçeli bile kaynattım dün. Acı patlıcanları da tuzlu su banyosuna sokup beklettim, şeker gibi tatlanıp pambık gibi yumuşadılar, Pazar akşamı  sofraya konuk oldular.

Bugün çoook eski bir arkadaşımın çoook uzaktaki evine gittim ziyarete. Giderken aldığım simitleri neredeyse boş olan otobüste yanımdaki koltuğa koymuştum ki onca boş yer varken adamın biri simitlerin yerine göz dikti ve ben daha paketi kaldıramadan üstüne oturdu. Zor kurtardım ezilmekten ve zor alıkoydum kendimi poşeti kafasına geçirmekten. Bu da yetmezmiş gibi şoför beni yanlış yerde indirdi, Allahtan arkadaşım arabasıyla yetişip güneşin altında beklemekten kurtardı. Sonrası güzeldi, ilkokul yıllarımızda oturduğumuz sitede kah merdiven basamaklarında, kah balkon altlarında, kah evimizin arkasındaki göz alabildiğine uzanan kırlarda, kah yakındaki şantiyenin trafosunun ön betonunda saatlerce oynadığımız arkadaşım ve ne mutlu ki hâlâ sağ ve sağlıklı olan anne ve babasıyla eski günleri anarak birkaç saat geçirdik. O üzerinde nal kadar kafatası sembollü ölüm tehlikesi işareti bulunan yüksek gerilim hatlı trafoda haydi biz oynardık da, aileler nasıl izin verirdi ona şaştık. "Ah, ne güzel günlerdi" dedik durduk, ölenleri yadettik, kalanları yadettik, Husky cinsi köpeklerini uzaktan, Moka isimli İran kedilerini yakından sevdim ve vedalaşıp dönüş yoluna düştüm. 

Sonra bayram kartlarımın bir kısmını postaladım bugün, ayrıca botoks ve detoksa gerek kalmadan gençleşmemi sağlayan blog kızkardeşlerimin birinden mektup, birinden kart alıp çok mutlu oldum. Ve zarftan çıkan Küçük Prens'li el yapımı ayracıma da bayıldım. Hasılı bugün keyifli bir gündü, şimdi "Kün"ün son on sayfasını okuyup bitireceğim ve sanırım uzun süre "Konya aksanıyla konuşan köpek Çeto"yu unutmayacağım...

27 Temmuz 2013 Cumartesi

MUTFAKTA KİM VAR?

Görsel: Buradan

Kadın esneyerek mutfağa yöneldi. Sabahın çok erken bir saati değildi ama üzerinde uykusunu alamamış insanların mahmurluğu vardı. Tezgahın önünde durup "Nereden başlasam?" diye bir an düşündü, sonra dipfrizi açtı. Donmuş mercimeklerin olduğu torba eline değince ürperdi, hemen bir kaba sıcak su doldurup hem elini hem mercimekleri soğuktan kurtardı. Ayakları soğanların durduğu dolaba götürdü, çekmeceyi açıp 3 tane soğan aldı. Soyup kesme tahtasına yerleştirdi, doğramaya başladı. Eskiden olsa elinde doğrar, bu arada parmaklarına da üç-beş çizik atardı. Eğer o çizikler zamanla kaybolmasaydı, kaplumbağa kabuklarındaki halkalar gibi izlerine bakarak kadının kaç yılını mutfakta geçirdiği kolayca hesaplanabilirdi. Neyse ki birkaç yıldır kesme tahtasını kullanmaya alışmış, parmakları da rahat bir nefes almıştı :)

Doğradığı soğanların bir kısmını dolaptan çıkardığı kuşbaşı etler ve soyup hazırladığı sarmısaklarla beraber kavrulmaya bıraktı. Ocağın diğer gözüne de çözülmüş mercimeklerle soğanların kalanını biraz yağ ilavesiyle yerleştirdi, börek içi ağır ağır hallolsun diye. Sıra işin en sıcak ve yorucu kısmına gelmişti. Sebzelikten çıkardığı haddinden fazla gelişmiş bostan patlıcanlarını tek tek yıkadı, kuruladı ve göbek kısmından bir kapak çıkararak oymaya başladı, oyacak patlıcanın ebadı karşısında çaresiz durumdaydı. Annesinin çeyizinden kalma kocaman, sivri burunlu yemek kaşıklarından birini çağırdı yardıma. Kaşık görevini layıkıyla yerine getiriyordu ama patlıcanlarda bir gariplik vardı. Bostan patlıcanında olmaması gerektiği kadar çekirdek içeriyordu. Kadın bir yandan-patlıcanlı bir türkü aklına gelmediği için-"Fincanı taştan oyarlar/İçine bade koyarlar" diye çığırıp bir yandan oyma işlemine devam ediyordu ama kafası karışmıştı bir kere. 3 patlıcan çoktan kaynayan zeytinyağına atılmıştı kızarmak için, dördüncüyü atmadan önce çekirdekli kısımdan bir parça ısırdı ve anında tükürdü. Bu patlıcan değil zehirdi. Normal patlıcanların acı olanına çok rastlamıştı ama bostan patlıcanında ilk kez başına geliyordu böyle bir acılık. "Bostan sahibi patlıcan tohumlarını ekmeden önceki akşam yemeğinde muhtemelen epey kuru fasulye yemiş" diye düşündü. Annesi soğan çok acı çıkınca "eken adam yellenmiş" deyip gülerdi, aslında yellenmiş falan demezdi, adlı adınca söylerdi de haydi ben editör olarak kadının aklından geçenleri sansürleyim :) Ee, ne olacaktı şimdi, bu acı patlıcanlar misafire yedirilmezdi doğal olarak, "bırakalım onları kırağı çalmasın, biz yenilerini alalım" diyerek giyinmeye gitti. Bir yandan da bunca iş arasında çıkan bu ekstra eziyete söyleniyordu. Neyse ki market yakındı, manav reyonuna geçti, en köşedeki market manzaralı, mutena standlarında ikamet eden bostan patlıcanlarına yanaştı elindeki poşetle. Bunlar da istediği gibi değildi ama çare yok, idare edecekti. Boks eldivenine benzeyen birini ve küçük boy kavun iriliğindeki diğerini kenara ittirerek mümkün olduğunda düzgünlerini seçti. Markete girince tek parça ürünle çıkmak alışverişin şanına yakışmaz diyerek patlıcanların yanına bir kutu yumurta ve bir yumurta fırçası ekleyerek bitirdi alışverişi.

Tekrar mutfağa girdiğinde panikledi, ortalık karman çorman, saat ilerlemiş ve henüz hiçbir yemek bitme aşamasına gelmemişti. Acilen yıkadı patlıcanları, Beşiktaş forması gibi soyarken Fenerbahçeli olduğunu hatırlayıp "acaba alacalı mı desem?" diye düşündü. Sonra son zamanlarda Çarşı grubuna duyduğu sempatiye karşılık olarak "evet Beşiktaş forması" dedi ve kaşığı eline alıp oymaya başladı. O da ne? Bunların içi de diğerleri kadar olmasa da çekirdek doluydu. "Bunları diken de öbür bostancının evinde yemiş akşam yemeğini, neyse ki fazla kaçırmamış" diyerek bir parça attı ağzına. Hafif bir acılık vardı ama tuz ve yağ onu hallederdi. Sonunda tombul patlıcanlar soyulmuş, oyulmuş ve kızarmıştı. Hazır olan içi yerleştirip domates ve biberle süsleyerek akşama fırına vermek üzere buzdolabına kaldırdı. Oh, neyse ilk ve en önemli yemek hallolmuştu, morali biraz düzelince "Amanin nineler/Un eler dönerler/Amanin güzeller/Bade süzerler" diye bir türkü tutturup mücver yapmaya girişti. Kabaklı bir türkü düşünmedi değil ama o anda hatırlayamadı. Mücverin işi çabuk bitmişti, hemen fırına sürdü. Sırada börek vardı. Sütle yağı karıştırırken annesinin mutfağında olduğu ve onun eşyalarını kullandığı düştü aklına. Burnunun direği sızlamaya ve gözleri yanmaya başlamıştı ki "şimdi ağlama lüksüm yok, iş çok" diye düşündü, kafasındaki düşünceleri savmak ister gibi saçlarını geriye attı ve malzemesini sürüp kare dilimler haline getirdiği yufkalara mercimekleri paylaştırıp bohçalamaya başlamıştı ki yarım bıraktığı kitabını hatırladı: "Kün". Tüm külliyatını hatmettiği Sezgin Kaymaz'ın bu son kitabına bayılmıştı, hele Konya ağzıyla konuşan köpek Çeto'ya tek kelimeyle bitmişti. Sırf o yüzden bile okunabilirdi bu kitap ki daha onun gibi neler vardı. Arsa yapmaya niyet ettiği eski kabristanda mezarlarını bozup rahatsız ettiği ölülerin intikam almak için uykuda, tuvalette ve namazda türkü söyletip göbek attırdığı açgözlü yapsatçı, yapsatçının mezarları yıkıp araziyi düzlemekle görevlendirdiği ve bu nedenle her gece rüyalarında sürekli kefen ütüleyen üç yiğeni, durmadan babasından dayak yiyen ve bu nedenle dayak yeme ve dövme üstadı olmuş küçük Ömer, Ömer'e kol kanat geren Hüdai Nabit ve daha pek çok ilginç kahramanın neler yaptığı fena halde merakını celbetmeydi kadının. Hızla börekleri fırına yerleştirdi, ortalığı toparladı, mutfağın zeminini paspasladı, ellerini yıkadı. Artık kalan zaman kendine aitti. Eline "Kün"ü aldı ve kanepeye yerleşti...

Not: Kendime üçüncü bir şahsın gözünden bakmak istedim bugün, sabredip okuduysanız sağolun derim :)

25 Temmuz 2013 Perşembe

DÜNDEN KALANLAR


-Bardağımda çiçek açan yeşil çayı yudumlarken  gündüz uzun uzun sohbet ettiğimiz tatlı kızın kulaklarını çınlatmak,
-Çaya eşlik eden "Kün"deki Konya ağzıyla konuşan köpeğe kıkır kıkır kıkırdamak,
-Akman Pastanesi'nden "en uzun süre oturan ve o sürede yanındakiler sürekli değişen  müşteri" ödülü beklemek, 
-Bir türlü geçmeyen boyun tutulmasının sebep olduğu başağrısına küfretmek,
-Arada ilaveten  başka şeylere ve kişilere de kızıp küfretmek,
-Küfürbaz bir hanımefendi olduğumu itiraf etmek ve bunun için özür falan dilememek:)
-Akşam yemeği için mutfak hayatımda ikinci kez yaptığım fırın mücveri yiyip "Hımm aferin bana, güzel oluyormuş yav, sık sık yapayım" demek,
-Bilgisayar başında "GardensInc" oynayıp tüm levellerden altın madalya almaya çalışmak, kazandığım altınlarla sanal villamı yenilemek,


-Ve güzel arkadaşımın getirdiği güzel çiçekleri koklamak.

Hiç fena bir dün değilmiş yav...


23 Temmuz 2013 Salı

TANKLI SERGİ :)


Hahaha, tank geliyor kaçın!.. Kendisi Cermodern'in avlusunu süslemekteydi, pek de yakışmıştı. Keşke bütün tanklar böyle deoratif amaçla kullanılsa...

Bugün blog kızkardeşlerimden Fermina ile Cermodern'e gittik, Divan Cafe'den Cafe Modern'e dönüşmüş cafede oturup sohbet ettik önce, sonra da Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerinin 27. Mezunlar Sergisi'ni gezdik. Oldukça güzel eserler vardı, sizin için fotoğrafladım sevgili takipçilerim. Ne iyiyim değil mi :)

Bazılarının sahiplerinin isimlerini not almayı unutmuşum, kendilerinden özür diliyorum.

Aylin Yılmaz
Şerife Barıç

DenizKaçkan
 
Nesrin Ölçer

Öznur Özgen

Beril Taşkırdı
Bora Altay
Merve Yüksel
Gamze Arslan
Hasan Ali İbiş
İlknur Tatlı
Aylin Yılmaz

Başka sergiler olsa da gitsek...


22 Temmuz 2013 Pazartesi

DEĞİŞ TONTON


Cumartesi günü Eymir dönüşü oksijen ve güneş çarpığı olarak bir müddet başağrısı çektiğimiz doğrudur. Ol nedenle birkaç sayfalık başarısız "Kün/Sezgin Kaymaz" okuma denemesinden sonra günün yorgunluğuyla sızmışım.

Pazar sabahı bilgisayardaki günlük rutin mesaimi tamamladıktan sonra dikiş makinesini açıp kızkardeş için bir pantolon astarı dikmeye koyuldum. Ben dikiş dikmeyi unutmuşum, dikiş makinesi de beni. Biraz cebelleştik, o alt dikişleri boncukladı, ben söktüm. Masuraları, makaraları değiştirdim, orasını, burasını sıktım, iyi kötü birşey çıkardım ortaya. "Hey gibi günler hey" dedim, bu makinede iç-dış giyilebilen kaban bile dikmişliğim vardı zamanında, şimdi uyduruk bir astar için ter döktüm. Bırak kabanı, parmağımı dikmiştim de iğne tırnağımda kırılmış, altından mavi renkli bir iplik sarkıvermişti. Bir pense marifetiyle kendim çekip çıkarmıştım girdiği yerden. Vay, cesuryürekmişim meğerse ben :)

Astar dikilip tamam olunca hamarat cinler ikamete devam ettiği için bir haftadır bekleyen ütüleri yapmaya karar verdim, "Hannibal" sondan bir evvelki bölümü açtım, karşısına ütü masasını kurdum, deşilmiş bağırsaklar, damarlarla fiyonk yapılıp tele asılmış kalpler eşliğinde tüm giysileri ütüleyip bitirdim. Bugün de son bölümü izleyerek 1. sezonu tamamladım. Dehşet verici olsa da iyi bir diziydi hakkını yemeyim ama mümkünse bir süre sakatat da yemeyim, hatta görmeyim bile. Anti parantez Mads Mikkelsen'den hala hoşlanmadığımı belirteyim...

Akşama doğru yürüyüş yapmak için Hamamönü'ne uzandık ama uzandığımıza pişman olduk. Anlaşıldı ki Ramazan'da uzak durmak lazım oradan. Kalabalık, gürültülü, çığırtkan, karman-çorman, çeşitli koku ve sesin harman olduğu bir yere dönüşmüş. Girdiğimiz cafemsi yerin garsonu menüleri adeta kafamıza atınca da yüzgeri çıktık. Nasılsa müşteri çok, nasıl davransak, ne versek gideri var mantığı değişmedikçe çok şey kaybeder bu esnaf. Kızılay'a geçtik oradan ve kâdim mekanım Akman'a attık kapağı, güleryüzlü tanıdık garsonumuz karşıladı bizi, kendimizi evimizde hissettik. 

"Kün"ü okuyorum gayet keyifle. Sezgin Kaymaz'ı hep severek okumuşumdur, bu kitap da beni yanıltmadı. Bugün bir arkadaşımla buluştum, öncesinde bir kitapçı keşfi yaptım ve iki kitap, bir CD ile çıktım. Şu an kulaklarımda kulaklık bir yandan yazıyor, bir yandan "Onur Akın" şarkıları dinliyorum. En sevdiğim şarkısını Yavuz Bingöl söylemiş: "Seviyorum Seni", ben Onur Akın'dan dinlemeyi tercih ederdim. Bir diğer sevdiğim şarkı "Hala Koynumda Resmin"i ise Yonca Lodi seslendirmiş, başka bir şarkı dinliyormuş gibi oldum. Diyeceksiniz ki madem öyle Onur Akın CD'si alsaydın, boşverin arada değişiklik iyidir.

Fotoğraftaki şahsiyeti tanıdınız mı? "Değiş Tonton" ailesinin bebelerinden biri, kitapsever bir zat kendisi, ruh ikizim olur. Haydi biz onunla Onur Akın şarkıları dinlemeye devam edelim, siz de kalın sağlıcakla...


21 Temmuz 2013 Pazar

GÖL KENARI SAZ OLUR

"Ankara'da deniz yoksa göl buluruz biz de" dedik ve Eymir Gölü'ne doğru yola düştük dün sabah saatlerinde. ODTÜ Bağ Evi'ne kırdık rotayı ve şu manzaraya karşı yerleştik bir masaya:


Göl karabatak doluydu, hem de ne obur karabataklar. Atılan ekmek lokmalarını kapışmak için birbirilerini kovalamaları görmeye değerdi, sürat motoru hatletmiş yanlarında :)


Ve Bağ evi binası:



Bu da sobası :


Karabataklı gölün serçeden olur konuğu: "Çipet çipet çitalinya"

 

Ve göl kıyısında yürüyüş zamanı:



Bazen devedikeni dediğin de pek estetik oluyor:


 Ve yürüyüş de biter, eve dönme zamanıdır:


Güzel olsun hafta sonunuz...

19 Temmuz 2013 Cuma

BEN YAPTIM, BEN YAPTIM


Bunca senem hane halkına mutfak hizmeti vermekle geçti ama bu yıla kadar mayalı hiçbir şeye el atmamıştım. Hele ekmek yapma işinden fena halde ürküyor, bir yandan da deli gibi özeniyordum, bilhassa "Ekmekçi Kız" bacımın ekmeklerine. Geçen yıldan bu yana, ruhuma kaçan mutfak cininin de etkisiyle olacak cesaret toplamaya başladım. Kış biterken ilk ekmek denememi gerçekleştirmiştim (artık iyice uzmanlaştığım mısır ekmeklerini saymıyorum, onlara maya konmuyor çünkü), kekikli ve kuru domatesli olarak tam buğday unuyla yaptığım ekmek o kadar güzel oldu ki tamamını kendimin yiyeceğinden korkup bir daha niyet etmedim :) Dün akşam bir kutlama nedeniyle ailecek sofra başında toplaşacak olunca "ha cesaret" dedim ve "Misssgibi"nin sitesinde fotoğrafını ve tarifini gördüğüm Ramazan pidesini yapmaya giriştim. Hazırlık ve pişirme aşamaları süresince de kızkardeşin söylenmelerine maruz kaldım; yok cimriymişim, yok pideye para vermemek için evde yapıyormuşum, yok mis gibi yumurtalı pide alsaymışım, yok yumurtası az olmuşmuş vs vs. :) Aslında pişip fırından çıktığında bir lokma vermemek lazımdı ona ama ah işte babamın deyimiyle, "it yesin, ciğer". Kıyamadım :) Sonuç tüm beklentilerimin ötesindeydi fotoğrafta görüldüğü gibi, kendim bile şaşırdım pişen pidenin görüntüsüne ve tadına. Üstelik yapımında da hiçbir zorluk yok. Denemek isterseniz şu adrese bir TIK, eminim ki pişman olmayacaksınız...

18 Temmuz 2013 Perşembe

BAŞAĞRISI, UYKUSUZLUK, DAVUL, ŞİRİN, SARMA, DOLMA VS...


Oldum olası uyku sorunu olan biriyim; yatınca uyuyamam, en ufak tıkırtıda uyanırım, deliksiz uyuduğum geceler bir elin parmağını geçmez, döner dururum yatağın içinde. Hele  dün geceki gibi, uykusuzluğa bir de başağrısı eklenince tadından yenmez. Artık çok geç olduğunu düşündüğüm için yatmış ve ağrıyan başımı yastığın neresine koyacağımı düşünüp dururken dışardan gelen sesler üstüne tüy dikti. Bizim caddeden geceyarısı geçen şoförler kurt adama dönüşüyor. Arabalar patinaj yapıp egzos patlatıyor, motorlar canhıraş sesler çıkarıyor, bilumum saçma sapan müzikler basları sonuna dek vurularak mahalleye naklen yayın yaptırılıyor, arada birbirine çatıp küfürleşenler de eksik olmuyor. Ağrıyan başımın içinde gümbürdeyip uykumu iyice kaçıran bu seslerin sahiplerine içimden saydırırken kakafoniye bir yenisi eklendi: Ortadoğu ve Balkanların en berbat çalan davulcusu. Adam kesinlikle çalmıyor davulu, açıkca dayak atıyor. Bu kadar uyumsuz ve kötü ses başka türlü çıkarılamaz çünkü, üstelik hepiniz bilirsiniz ki davulun sesi uzaktan hoş gelir. Tam balkonumun altına geldi ve "Kalkın la, yoksa tokmağı kafanıza indiririm" ya da "Bahşişimi göndermezseniz kafanızı şişirmeye devam ederim" şeklinde tercüme edilebilecek bir davul senfonisine(!) başladı. Oysa ki bu kadar kötü çalmasına rağmen sırf posta kutusuna bıraktığı ilanda hemşehrim olduğunu öğrendiğimden sıkı bir bahşiş vermiştim eline dün kapıya geldiğinde. Sıktım dişimi ve 10 dakika kadar süren bu işkenceye başağrımı katık ederek katlandım. Envai çeşit uyandırma yöntemi varken bu ilkel metoda niye hala devam edilir. Haydi bir Ramazan hoşluğudur, nostalji olarak devam etsin diyelim neden bu davulcular eğitilmez, düzgün çalması, araya birkaç mani sıkıştırması sağlanmaz da sırf bahşiş toplamak için ömründe ilk defa eline davul alan kişilerin yarattığı kakafoniye izin verilir anlamam.

Haliyle sabah kazana dönmüş bir kafayla ve devam eden başağrısıyla kalktım, puslu hava da tüy dikti üstüne. Balkondaki domatesleri okşayıp avuçlarımı kokladım, biraz keyiflendim. Şimdi işe koyulma vaktidir. Bugün aile bireylerinden birinin doğum günüdür, kutlama yapacağız. Gidip sarmamla, dolmamla, böreğimle ilgileneyim. Haydi kalın sağlıcakla, Şirinler gibi gülsün yüzünüz...

Not: Konuk olarak katıldığım 16.07.2013 tarihli "Canlı Okumalar" programının kaydını aşağıdaki linkten dinleyebilirsiniz:

http://www.trt.net.tr/ondemand/Podcasting.xml?GaleriResimKodu=091489dd-161e-4fa3-8eef-35046adda25e&dil=

17 Temmuz 2013 Çarşamba

BİR RADYO GÜNÜ

Geçen günlerden birinde mail kutuma bir ileti düştü. TRT yapımcılarından Neşe Hanım blogumu takip ettiğini ve kitapları konu alan "Canlı Okumalar" isimli radyo programına beni konuk olarak almak istediğini yazmıştı. Bir an kararsız kalsam da sonra katılmaya karar verdim ve yaptığımız görüşmelerin ardından dün Ankara Radyoevi'ndeki stüdyolardan birinde canlı yayın konuğu oldum. 


Böyle durumlarda panikleyip telaşlanan biri olmasam da yine de hafif bir heyecanla girdim Radyo binasının kapısından ama yapımcımızın güler yüzünü görünce o da uçtu gitti. Biz keyifle sohbet ederken sunucumuz Hafize hanım da aramıza katıldı. Muhabbet koyuldu, hatta sunucumuzla ortak tanıdıklar bile çıktı ortaya. Sonuçta stüdyoya girdiğimde gayet rahattım. 


 

Programın formatı gereği istediğimiz bir yazarın herhangi bir eserinden bir parça okuyarak giriliyordu sohbete. Ben hangi yazarı tercih ettim dersiniz? Tabii ki Füruzan ve tabii ki "Edirne'nin Köprüleri" öyküsü. Öyle yapmasam Hala Adile'nin iki eli yakamda olurdu:) Öyküden okuduğum bir paragrafın ardından sohbete başladık.  "Çalışmadığım yerden soru gelmesin" diye tembihlemiştim ama ben çalışkan öğrenciymişim galiba sular seller gibi cevapladım soruları, hatta sonradan kaydı dinleyince biraz fazla konuştuğumu bile farkettim:) Ha farkettiğim bir diğer nokta da oldukça hızlı konuştuğum oldu. Kendi sesimi tanıyamamam da cabası :) Herşeye rağmen çok keyifli geçti yarım saatlik süre, öyle olması da çok doğaldı, çünkü en sevdiğim konuda çok hoş insanlar aracılığıyla bir sohbet gerçekleştirmiştim.


Program boyunca gördüğünüz mikrofonla aramda oldukça düzeyli bir ilişki gelişti :)


İşim bitip Radyoevinden ayrılırken küçükken sandığım gibi radyonun içinde minicik insanlar olmadığına emin olmuştum ama hala o seslerin onca uzak yerlere nasıl ulaştığına akıl erdiremiyorum. Zaten lisede de fizik dersini hiç sevmezdim :)

Böyle güzel bir sohbete vesile oldukları, anılarım arasına bu güzel günü kattıkları için yapımcı Neşe Yenice ve sunucu Hafize Okan'a bir kez de buradan teşekkür ediyorum. Başka programlarda buluşmak dileğiyle...


11 Temmuz 2013 Perşembe

YEŞİL

Gündemle daralan nefesleri açmak için dün bir tatlı huzur almaya Kalamış'a olmasa da İncek'e gittik. Hava esintili, ortam latif, ağaç-çiçek bol idi. Gerisini fotoğraflar anlatsın:


Vişneler yakut


Kayısılar uğur böcekli idi


Toplanıp sepete girdiler ve bu sabah reçel oldular


Elmaların biraz zamana ihtiyacı var


Güllerin bazısı hala görkemli


Bazısı çardağa tırmanma çabasında


Bazısı moda deyimle "vintage" olmuş :)


Yorulana koltuk var


Özleyene tulumba


Üzüm olmasını bekleyemezseniz koruk terletin


"Bahçe biziz, bağ bizdedir"

Dönüş yolunun bir bölümünde bindiğim taksinin şoförü görmelere değerdi, daha adımımı atarken "hoşgeldiniz asil bayan" diye karşılayıp inerken "arabamı şereflendirdiniz asil bayan" diyerek uğurladı. Kendimi kraliçe Elizabet gibi hissettim vallah :)

Herşey iyiydi hoştu ama eve dönünce okuduğumuz haberle huzur muzur kalmadı. Yunus Emre hislerime tercüman:

"Şu dünyada bir nesneye yanar için, göynür özüm
Yiğit iken ölenlere, gök ekini biçer gibi"