"Püf!" diye geçiyor günler, şaşıp kalıyor insan. En son bir sürü yemek yapmıştım burada değil mi :) Çoktan yenip bitti onlar. Üstüne koca bir tencere erik reçeli bile kaynattım dün. Acı patlıcanları da tuzlu su banyosuna sokup beklettim, şeker gibi tatlanıp pambık gibi yumuşadılar, Pazar akşamı sofraya konuk oldular.
Bugün çoook eski bir arkadaşımın çoook uzaktaki evine gittim ziyarete. Giderken aldığım simitleri neredeyse boş olan otobüste yanımdaki koltuğa koymuştum ki onca boş yer varken adamın biri simitlerin yerine göz dikti ve ben daha paketi kaldıramadan üstüne oturdu. Zor kurtardım ezilmekten ve zor alıkoydum kendimi poşeti kafasına geçirmekten. Bu da yetmezmiş gibi şoför beni yanlış yerde indirdi, Allahtan arkadaşım arabasıyla yetişip güneşin altında beklemekten kurtardı. Sonrası güzeldi, ilkokul yıllarımızda oturduğumuz sitede kah merdiven basamaklarında, kah balkon altlarında, kah evimizin arkasındaki göz alabildiğine uzanan kırlarda, kah yakındaki şantiyenin trafosunun ön betonunda saatlerce oynadığımız arkadaşım ve ne mutlu ki hâlâ sağ ve sağlıklı olan anne ve babasıyla eski günleri anarak birkaç saat geçirdik. O üzerinde nal kadar kafatası sembollü ölüm tehlikesi işareti bulunan yüksek gerilim hatlı trafoda haydi biz oynardık da, aileler nasıl izin verirdi ona şaştık. "Ah, ne güzel günlerdi" dedik durduk, ölenleri yadettik, kalanları yadettik, Husky cinsi köpeklerini uzaktan, Moka isimli İran kedilerini yakından sevdim ve vedalaşıp dönüş yoluna düştüm.
Sonra bayram kartlarımın bir kısmını postaladım bugün, ayrıca botoks ve detoksa gerek kalmadan gençleşmemi sağlayan blog kızkardeşlerimin birinden mektup, birinden kart alıp çok mutlu oldum. Ve zarftan çıkan Küçük Prens'li el yapımı ayracıma da bayıldım. Hasılı bugün keyifli bir gündü, şimdi "Kün"ün son on sayfasını okuyup bitireceğim ve sanırım uzun süre "Konya aksanıyla konuşan köpek Çeto"yu unutmayacağım...