Sayfalar

31 Ocak 2012 Salı

BÖRTLEME


Bir yaş daha alırken bana verdiğin herşey için teşekkürler hayat, esirgediklerin içinse canın sağolsun...

Not: Kara Kitap, fotoğraftakini bir yerden hatırlıyor musun:))

30 Ocak 2012 Pazartesi

PAZARIN ERTESİ


Günün ilk zili yukarıda gördüğünüz Van'a Destek Kitabı için çaldı. Elime jumbo boy pizza kutusu boyutlarında devasa bir kutu verip gitti görevli. Lakin içinden çıkan 17X17 boyutlarında bir kitapçık oldu. Bu Amerikalılar kandırıkçı, küçücük şeyi kocaman ambalaja koyup ne diye hayal kırıklığına uğratırsınız be yav:) Ama içindeki fotoğraflar çok güzeldi, bir kez daha Decaflatte'ye emekleri ve böyle bir yardım faaliyetine önayak olduğu için teşekkür ediyorum.


İkinci zili postacı çaldı. 2 kart daha geldi, bunlardan İzmir'den, sevgili Mavi Balon'dan geleni 28 Aralık'ta postaya verilmiş. insaf yani yürüyerek gelse şimdiye çoktan ulaşırdı. Vahşi Batı'da kervanlarla ulaşım zamanında bile bundan hızlı gittiğine eminim postanın. Mavi Balon'cuğumun İzmir temalı ayracı ve annesinin elinden çıkan sarmısak torbası için çok teşekkür ediyorum, sarmısaklar içine yerleşti ve uygun bir yere asıldı. Diğer kartım Elif'in Elizi'nden. Lavanta kokulu o kaftan Sultan Süleyman'da bile yoktur. Sağolasın Elficim, ellerin dert görmesin. Çıkmadık canda umut vardır diyorum ve ulaşmayan kartların da 2013 yılına kadar ulaşacağı düşüncesiyle kendimi teselli ediyorum.


Efendim bu da mahlepli parmak çöreğimiz. Haftasonu yaptığım çoktan tükendi, ikinci parti yapıldı, bu defa içine biraz da tane haşhaş ilave ettim, pek güzel oldu. Tarif Yetur'la Lezzet Kareleri'nden. Tavsiye olunur.

Bunların dışında bir film izledim: "Bridesmaids/Nedimeler". Sıradan bir filmdi, bir numarası yoktu; bolca belaltı espri, bolca laf, bolca koşuşturma vardı. Oyunculardan biri "En iyi yardımcı kadın oyuncu" dalında Oscar adayı imiş, o sebeple listeme girmişti. Evet, günün bilançosu budur, izninizle ayrılıyorum huzurdan. Ha, doğumgünü hediyemi gördünüz mü? Yan tarafta, Göksu çizdi, pek sevdim, hatta sevindirik oldum. Bir kez de buradan ellerine sağlık diyorum...

29 Ocak 2012 Pazar

FİLMLİ VE TURUNÇLU HAFTASONU


Az evvel bir film izledim, "INCENDIES". Yangınlar anlamına geliyormuş Fransızca'da ama ne hikmetse "İçimdeki Yangın" diye Türkçeleştirmişler. İsmi her ne olursa olsun beni öyle bir kavurdu ki film yatışmak için biter bitmez kendime bir kahve yapıp sümbül koklayarak içtim. Geçen yılın yabancı film dalında Oscar adaylarından biriymiş, ben gecikmeli olarak izledim Kanada yapımı bu filmi. Göçmen olarak Kanada'ya yerleşmiş bir kadın ölümünden sonra ikiz çocuklarına Lübnan'a dönüp geçmişlerinin izini sürmelerini vasiyet ediyor. Çocuklardan kız olanı gönüllü girişiyor bu işe, erkek ise sonradan zorlamayla katılıyor. Olaylar öyle inanılmayacak bir boyuta geliyor ki pekçok duyguyu bir arada yaşıyorsunuz, en çok da savaşın dehşetini ve insanların hayatlarını nasıl yörüngesinden kaydırdığını. Kesinlikle izleyin derim, hatta Lale'nin deyimiyle "izlemezseniz küserim". Altüst olacaksınız bunu da peşinen söyleyim....

Bu ara çekirdek çitler gibi film izliyorum, dün gece "Melancholia" gecesiydi. İki bölümü de birbirinden garip tiplerle bezenmiş, adı gibi melankolik (aslında filmde dünyaya çarpma ihtimali olan bir gezegenin adı), yer yer hayli durağan hatta sıkıcı, bunaltıcı ama bir şekilde ekrana kitleyen, sevilse mi nefret mi edilse karar verilemeyen ama galiba birinci şık daha ağır basan tipik bir Lars von Trier filmiydi (Trier'in daha iyi filmlerini gördüm, sıralarsak bu altlara düşer). Güzel miydi, kötü müydü kararsızım ama kesinlikle izlediğime pişman değilim, bende bıraktığı en yoğun duyguyu soracak olursanız "ürktüm", evet kesinlikle "ürktüm".

Film izlemek dışında haftasonu etkinlikleri turuncu renkteydi. 20 kiloya yakın turunç sıkarak bir kazan turunç ekşisi kaynattım, kabuklarını rendeleyip buz kalıplarına doldurarak gerektiğinde kullanılmak üzere derin dondurucuya depoladım, azalan portakal likörümü takviye için aynı versiyonu turunçla denedim ve mahlepli parmak çörek pişirdim. Hamaratlığımdan dolayı kendimle gurur duyar, büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öper, yaşıtlarımla toka ederim. Buyrun gözünüz turuncuya doysun:

28 Ocak 2012 Cumartesi

KDE BÖLÜM 2


Bazen beklentilerinizi, isteklerinizi avucunuza koyup göğe doğru üfürürseniz bir süre sonra cisimleşmiş olarak size geri dönebiliyor. Ben bunu sık sık yaşıyorum, kendime doğum günü armağanı olarak almayı düşündüğüm Füruğ Ferruhzad'ın şiirleri dünya şekerlemesi bir kız tarafından elime kadar ulaştırıldı. Gamsegamse severim seni ben, ne kadar tatlısın, ne kadar zarifsin, hediye gönderenlerin çok olsun:) Ve Füruğ'un "Hediye" şiirini okuyuverelim hep birlikte:

"ben gecenin sonundan söz ediyorum
ben karanlığın sonundan
ve gecenin sonundan söz ediyorum

evime gelirsen eğer sevgili bana bir ışık getir
ve küçücük bir pencere, oradan
mutlu sokağın kalabalığını seyredeyim."


Kitaplara ilaveten ben de kendime KDE kapsamında, denize bakan bir cafede, yüzüme vuran güneşle birlikte arkadaşlarla yenen bir yemek ve üstüne bir bardak çay hediye ettim.

Son hediyeyi ise doğadan aldım; kayaların arasına sıkışmış minicik bir badem fidanından. Dört bir yanı sarmış kar ve soğukla dalga geçer gibi güneşe ve denize yüzünü dönmüş, kendini bahar çiçekleriyle gelin gibi süslemişti. Bahar müjdesinden keyifli hediye mi olur, haydi bakalım vuslat yakındır...

27 Ocak 2012 Cuma

GÖRÜCÜ GELDİ HAAANİİİM!..

 
Başka bölgelere yağan kar Antalya'ya güneş, kuru hava ve poyraz olarak dönüş yaptı. Bu da demektir ev içleri ve güneşli yerler in, gölgeler out. Güneye ve batıya bakan bir pencereniz varsa önündeki kanepeye yayılıp kedi olma zamanıdır. Ya da benim birazdan yapacağım gibi falez üstü cafelerden birine postu serip güneşin denize vuran pırıltılarını seyrederek arkadaşlarla sohbet edilmelidir. Her iki durumda da eşlikçiniz çay-kahve ya da benzeri bir içecek olabilir. 

Birkaç gündür zamanımı Oscar amcama kız bakarak değerlendiriyorum. Belirlenmiş adayları dolaşıp  görücülük ederek Oscar amcama uygun mudur diye inceliyorum. Bir kısmını beğeniyorum, bir kısmını beğenmiyorum ama son karar yine Oscar amcama ait, biz demokratik bir aileyiz. Bugüne kadar görücülük ettiğim kızların bir listesini yapacak olursak:

-A Separation/Bir Ayrılık: İlk bunu ziyarete gittim, malum Ortadoğudan, komşuyuz. Hanım hanımcık, dini bütün ve hakkını aramasını bilen bir kız gibi göründü gözüme. Bir-iki kusuru var ama ben beğendim, Oscar amcam ne der bilemem.
-Midnight in Paris/Paris'te Geceyarısı: Diğerinin aksine adayların içinde en Parisienne olanı; kokoş, entellektüel, sanatçı ruhlu, çok renkli. Babası çok ünlü biri, bu durum Oscar amcamı etkileyebilir.
-The Help/Yardımcı: Benim en beğendiğim adaylardan biri bu oldu. Melez bir kız, zenci-beyaz kırması. Eğlenceli, üzüntülü durumları bile gülerek karşılayabiliyor. Sevdim bunu ama Oscar amcam sever mi bilmem?
-The Artist/Artist: Bu adayda aile ve çevre baskısı var, en tavsiye edilen kız bu. Şansı o yüzden yüksek görünüyor. Ben beğenmedim açıkcası, kara-kuru, demode üstelik dilsiz. Lakin sıkı bir karizması var, konuşamadığı halde mimiklerini çok iyi kullanıp insanları tavlamasını biliyor. Oscar amcam etki altında kalıp gönlü buna kayabilir diye düşünüyorum.
-The Descendants/Senden Bana Kalan: Bu da şansı çok olan adaylardan, bir kere kızın abisi çok meşhur. Ben hiç sevmem o başka. Kız fena değil; güzel, biraz tropik havalı lakin hasta. Hatta laf aramızda ölümünün yakın olduğunu duydum. Ama benim Oscar amca pek merhametlidir, durumunu gözönüne alarak bunu da seçebilir.

Görücülük faaliyetlerim şimdilik bu kadarla sınırlı, diğer kızlar hakkında ufak-tefek söylentiler duydum, biraz bilgi sahibiyim ama görmeden karar verip Oscar amcamı yanlış yönlendirmek istemem. Bu akşam yeni bir ziyaret yapacağım, Mart'a kadar yolu var, sakin sakin düşünüp karar vermek lazım ki Oscar amcam bir cadalozun eline düşmesin. Şimdi bana müsaade, ben güneşe ve denize karşı kahve içmeye giderken sizleri "Made in Ankara" menşeli bir kardan korkunç adamla başbaşa bırakayım:

25 Ocak 2012 Çarşamba

SABAHIN ŞİRİNİ İKİ TOMBUL KUMRU


Bunlar bizim balkonun kadrolu kumruları, Okka ile Cukka. Her sabah balkona çıktığımda "pırrr" sesiyle birlikte yüzümü teğet geçerek uçup gidiyorlar. Aslında bunların dedeleriyle çok yakındık biz, hatta üstümüze kaydettirme girişimlerimiz olmuştu da yaşımız tutmamıştı. Salih'ti adı ya da aile arasında seslendiğimiz şekliyle "Parmaksız Salih". Pençelerinden birinin uzantısına ne olmuştu bilmiyorum ama kopuktu, zaten oradan tanıyorduk yoksa bu kuş milletini birbirinden ayırdetmek epey bir uzmanlık işi. O derece samimiydik ki bir tepemize şeyetmediği kalmıştı, gerçi onu da yapmıştı, tepemize olmasa da oturma odasının ortasına. Bir gün okuldan geldiğimde görüp deli olmuştum; açık balkon kapısından dalmış, def-i hacetini odanın ortasına yapıp gitmişti. Yine de kibarmış halısız alanı kullanmıştı. Yazın balkonda kahvaltı ederken teklifsizce gelir, masaya pike yapar kırıntıları gagalayıp giderdi, öyle bir yüzgöz olma hali yani. Severdik rahmetliyi, 2-3 yıldır görünmüyor, kuş cennetindedir mutlaka, bulutu bol olsun. Bu tombalaklar onun birkaç kuşak sonrası torunları olsa gerek, muhtemelen yokluğumuzda bizim balkonda dünyaya gelmişlerdir, böyle de anılarına düşkündürler. Yumurtalarından ayrıldıkları mekanı sık sık ziyaret ederek nostalji yaparlar. Arada konuşmalarına şahit oluyorum:

-Ne günlerdi değil mi Okka, hatırlar mısın şu saksıda geçen günlerimizi?
-Nasıl unuturum Cukka, balkon sahipleri de evde yoklardı, yayılmıştık canımızın istediği gibi.
-Ha ha ha, gönlümüzce mıçmış, saksının etrafını mok tarlasına çevirmiştik.
-Nasıl da dalga geçmiştik, dönüşte bunları temizlerken yedi ceddimize sövecek Leylak Hanım diye.
 (Bunu söylerken kafayı kaldırıp kapının kenarından dikizleyen bana alaycı bir bakış fıırlatmayı ihmal etmiyor adiler, iyi ki sövmüşüm:)
-Hişşt Okka hatun çaktı dalgayı. Şimdi dışarı çıkar, pilav üstü olmadan kirişi kıralım.
-Ok. Cukka, hiçbir balkon burası kadar rahat değil ama biz bir süre tozolalım, hatun bilgisayar başına çökünce tekrar geliriz.

Yaa, işte böyle bana da kafayı yedirdiler sonunda:))

Dündenberi hava kapalı ve yağmurlu, evdeyim o nedenle. Düne damgasını Beste usulü sarmısak çorbası ve "Help" filmi vurdu.


Sarmısak sevenlere şiddetle tavsiye ederim. Tarif burada. "Help" filmi bu yılın Oscar adayları arasında, pek Oscarlık bir film olmasa da  keyifli bir yapım. Aslında ağır bir konuyu eğlenceli bir biçimde işlemiş. Kimi zaman duygulandırsa da akabinde gülmeye başlıyorsunuz. 50'li yılların sonunda Mississipi'de zenci-beyaz ayrımını konu alıyor. Daha bu ayın başında benzer bir kitap okumuştum "Ağustos'un Kuru Çayırları" diye, fakat o konuyu hayli ciddi ele almıştı. Kısacası izleyin, hoşça vakit geçirin.  Ben şimdi bugün trafik kazasında yaşamını yitiren Yunanlı yönetmen Theo Angelepoulos'un anısına "Ağlayan Çayır" filmini izlemeye gidiyorum. Kalın sağlıcakla...

23 Ocak 2012 Pazartesi

KDE BÖLÜM 1

Bugün çok iş başardım. Önce uzama hızı dünyanın en hızlı büyüyen ağacı Paulowniyayı geçerek güneşte ağarmış boz kilime dönmüş saçlarımı boyattım. Soluk kilimlikten çıkıp tezgahtan yeni sökülmüş halıya benzediler. Kuaförde yine bir sürü abuk klip seyrettim, iki adet gazeteyi hatmettim, Avon katalogunu baştan sona inceledim, incelemekle kalmadım bir de sipariş verip kendimi masrafa soktum. Neyse ki sonunda işim bitti de çıkabildim dükkandan. İkinci sırada Cumartesi uğrayıp evde bulamadıkları için kapıya not bırakan kargoya uğramak vardı. İdefix siparişlerim gelmiş, elceğizimle teslim alayım dedim. Kargo görevlisi suratsız kız fena halde hasta görünüyordu. Öksürüp tıksırdı, kapıyı açık bırakan erkek görevliye çemkirdi, gönülsüzce benim kargoyu aramaya gitti, epey bir zaman sonra getirdi neyse ki. Üç kitap sipariş etmiştim: Halfeti'nin Siyah Gülü/Nazlı Eray, Sen Dünyaya Gelmeden/Margaret Mazzantini, ve Beyaz Camın Yerlileri isimli dizi filmleri irdeleyen bir araştırma kitabı. Kitapları poşetime, kendimi de bir minibüse attım ve arkadaşımın evine ulaştım. Bütün kızlar toplandık bugün, benim ve bir arkadaşın yaklaşan doğum günlerimiz için erken bir kutlama yaptık. Kısacası K.utlu Doğum Etkinliklerinin (KDE) açılışı yapılıp kurdelesi kesildi. Yukarıdaki pasta şahidimdir, ayrıca çok lezzetliydi, yapan arkadaşımın ellerine sağlık.

Şimdi biraz dizi seyredeyim sonra da Parfümle dansetmeye gideceğim, kalın sağlıcakla...

22 Ocak 2012 Pazar

HAFTA SONUNA SIĞANLAR

Hafta sonuna Cuma akşamına damga vuran sakarlığımla fırtına gibi bir giriş yaptım. Akşam yemeği için sofrayı hazırlamış, kurufasulye tenceresinden yükselen mis kokuları koklayıp yemeğe oturmaya sabırsızlanarak kuruya yoldaş olması ve zaten mevcut iştahımızı daha da açması için dolaptan 3 kiloluk turşu kavanozunu çıkarıp itina ile tezgaha yerleştirdim. Hem de nasıl bir itina ve hem de nasıl bir turşu; domates püresi içinde 2 aydır olgunlaşıp başak sarısına dönüşmüş acı biberiyeler sırtlarını yasladıkları sarmısak taneleri arasından "bizi seç, bizi seç" diyerek gülümsemekteydiler. Kavanozun cam yüzeyini yeni doğmuş bir bebeğe gösterilen hassasiyetle tutup kapağını yavaşça açmış ve hafifçe eğerek kaşıkla tabağa aktarıyordum ki o gülümsemelerin esasen bir veda gülümsemesi, bir el sallayış olduğunu anlayıverdim. Damağa yaydıkları  acı lezzete rağmen kırılgan bir ruha sahip biberiyelerim bu hayatın çilelerine daha fazla dayanamamış ve tezgahtan aşağı kavanozlarıyla birlikte atlayarak kısa ömürlerine veda etmişlerdi. Bir çeşit toplu intihar vakası yani. Kulaklarıma bomba etkisi yapan şangırtı, kırılıp dağılan camlar, mutfağın tüm zeminini sarı benekli kırmızı bir halı gibi kaplayan turşular ve anında bütün eve yayılan sirkeli-sarmısaklı kokuyla donup kaldım. Kendime geldiğimde yerde yatan biberiyelerin cansız vücutlarına önce çemkirdim: "Noluyoruz la, ne bu toplu intihar ayakları, Jim Jones'un müridi misiniz, nasıl bir entrika çeviriyorsunuz?" Tabii cevap vermediler, çünkü ölüydüler, çünkü canlı olsalar da biberiyeler konuşamazdı. Son bir numara çekip hayatımdan ve hayallerimden ebediyen yokolmuşlardı, bana düşense cenazelerini kaldırmaktı. Lakin bu iş pek zor, pek yorucu, pek kokulu, pek pis ve de pek tehlikeli idi. Her an eli ayağı kesip kan-revan içinde kalınabilirdi. Ayriyeten üzerimdeki eşofman ve ayağımdaki terlikler de bu toplu intiharın kalıntılarından bolca pay almışlardı. Cici kız pozisyonundan sıyrılıp küfür bohçamın düğümlerini açıp havaya savurarak süpürge, faraş, bez, kağıt, vileda, su ve benzeri temizleyicileri temin ettim. Daha hafta başında kendisi de bir intihar girişiminde bulunup üst kat komşum tarafından kurtarılarak tekrar yuvasına gümbedek iade edilen yolluğumun da bu olaya yataklık ettiğinden eminim, zira biberiye cesetlerinin çoğu onun üzerine serilmişti. "O zaman" dedim "Mezarları da sen ol hain Yolluküs Mutfaküs". Sardım sarmaladım ve çöpe yolladım. Bitti, hem yolluktan, hem turşuların büyük kısmından kurtuldum. Eee "eceli gelen köpek cami duvarına pislermiş", bu yolluk bu akibeti haketmişti, işbirliği yaptığı biberiyelerle çöplükte uyusun ebedi uykusunu. Süpürdük, sildik, kalıntıları temizledik, evi havalandırdık ve Cuma akşamının kalan kısmını "Yalan Dünya" ile sonlandırdık.


Cumartesi gününün etkinliği bale idi; ben yapmadım tabii, izlemeye gittim. Henüz gösteri başlamadığı halde "konuşmayın" diye bize çemkiren ön sıradaki kokoz hatun ve yanımdaki koltukta oturup sürekli uyuklayan adam dışında arıza yoktu. Tolstoy'un ünlü eseri "Anna Karenina"nın müziğini Tchaikovsky bestelemiş, bizim Antalya Devlet balesinin elemanları da çok güzel sahnelemişlerdi. Dekorlar ve giysiler özellikle çok iyiydi, kısacası  beğendim.


Bugüne gelirsek günün ilk yarısını "Gelecek Uzun Sürer" filmi işgal etti. Bir demlik yeşil çay (Gamsegamse kulakların çınladı mı?) eşliğinde izledim filmi, tek kelimeyle ağır bir filmdi. Hem konu, hem verdiği mesaj, hem çekim özellikleri bakımından. Etkilendim izlerken, "Sonbahar" filminin yönetmeni Özcan Alper çekmiş, o film de hayli etkileyiciydi zaten. İçe işleyen müzikler, ağıtlar ve şiirler dinledik film boyunca. İşte İranlı şair Füruğ Ferruhzad'ın "Bir Başka Doğuş"undan birkaç dize:

"Belki hayat 
Bir kadının elinde sepetiyle hergün geçtiği uzun bir cadde
Belki hayat 
Bir adamın kendini dala astığı bir ip,
Belki hayat
Okuldan eve dönen bir çocuk,
Belki hayat
İki sevişme arasındaki rehavette bir sigara yakmak,
Ya da yanından geçen birine,
Şapka çıkarıp manasız bir gülümseyişle "hayırlı sabahlar" derken görmeden bakmak"

Bu kadar sanatsal ve duygusal ortam sonrası kalkıp aç karnımızı doyurmak üzere kısır yapacağım, bir Pazar klasiği. Sonra "Parfümün Dansı"nı okuyacağım ve geceyi "Behzat Ç." ile sonlandıracağım, bugünkü bölümün senaristi Emrah Serbes imiş yine. Eh, bu uzun yazıyı okuyup tamamlayabildiyseniz ödül olarak gün boyu dilimden düşmeyen, beni üniversite yıllarıma götüren İlhan İrem'den "Anlasana" şarkısını dinlemeyi hakettiniz demektir. Sizi anlayanların çok olması dileğiyle...

21 Ocak 2012 Cumartesi

PARKTA BİR ÖĞLEDEN SONRA (Böyle bir dizi mi vardı bir zamanlar?)

Bir haftadır insanın içini donduran soğuk yüzünden mahkum olduğum ev hapsini dün havanın ılındığını anlar anlamaz sona erdirdim. Almam gereken birtakım şeyleri bahane ederek çıktım evden ama asıl niyetim yürüyüş yapmaktı, o yüzden epeyce uzakta olan alışveriş merkezine yayan gitmeye karar verdim. Yolum eskiden çalıştığım okulun önünden geçiyordu, içimde en ufak bir özlem olmadan bakarken eflatunumsu bir pembeye boyanmış duvarlarına ders zili çalmaya başladı; değişmiş, "Für Elise" çalıyor ama nasıl bir "Für Elise". Borazanla çalsalar ancak bu kadar kötü bir ses çıkardı, "Für Elise" "Für Elise" olalı böyle zulüm görmedi desem yeridir. Beethoven bu sesi duysa kemikleri öyle bir sızlardı ki, romatizma oldum diyerek mezarlıktan fırlayıp en yakın doktora koştururdu. Hoş duyamazdı ya, belki de adamcağız eserlerine yapılacak berbat icraları duymamak için özelllikle sağır etmişti kendini.

"Für Elise"nin bünyede yarattığı nahoş duygudan kurtulmak için yolumu uzatıp parktan dolaşmaya karar verdim. Kapıdan içeri adımımı atar atmaz beni şu manzara karşıladı:


Gözalabildiğine mavi deniz, gökte güneş ve sırtlarını güneşe vermiş Beydağları. Bu Beydağları'nın rahatı beyde yok valla (gerçi kendileri de bey ya, bir an aklımdan çıkıvermiş), önlerinde deniz, tepelerinde güneş 4 mevsim, 12 ay plaj keyfi yapıyor hasbalar. Ebedi sayfiye hayatı.  Ha sıkıldılar mı deniz-güneş-kum olayından, az yukarılara çıkıp kayak yapmaları da mümkün. Şanslı keratalar vesselam.


Gördüm ki Amerikan sarmaşığı çırılçıplak kalmış, yalnız insanların değil sarmaşıkların da saçları ağarırmış diye düşündüm. Sürekli kızıla boyattığından bir de yıpranmış garibinkiler, kurumuş çatallanmış. Acilen "Bahar Kuaför"e gitmesi lazım. 

Yakınlarda çok fazla okul olduğundan karnesini alan kendini parka atmış, ortalık ergen kaynıyordu. Kimi şişeden birayla kafa çekiyordu, kimi de fotoğraf. Ömrümün neredeyse üçte biri yüzlerce ergenin arasında geçtiğinden artık tek bir tanesine bile tahammülüm yok, hızla uzaklaştım popülasyonlarının yüksek olduğu bölgeden. Daha sakin sulara yöneldim, emekli amcaların işgal ettiği denize bakan bankların sıralandığı patika boyunca yürüdüm. Çoğu birbirine benzeyen bu amcalar gözlerini ufka dikmiş, muhtemelen üç aylıklarına yapılacak zamları ve ayın sonunu nasıl getireceklerini düşünmekteydiler. Onları kemiklerini ısıtan güneşleri ve düşünceleriyle başbaşa bırakıp devam ettim yoluma. 


Bu yukarıdaki modelden de çok vardı, kimseye zararları yok, manzaradan, etraftan habersiz birbirleriyle meşguldüler. Bunların ilerde "O ağacın altını şimdi anıyor musun" şarkısını sık sık tekrarlayacaklarından eminim.


Göletin etrafında bir tur atıp öpüşen çiftleri vak vak nidaları arasında röntgenleyen ördeklerle, çiçek açmış aloe vera bitkilerini arkamda bırakarak çıktım parktan. Oranın huzurlu, asude havasından alışveriş merkezi karmaşasına doğru sürükledim ayaklarımı kendimle birlikte...

20 Ocak 2012 Cuma

GECİKMELİ KOMBİN


Epeydir kombinlememişim, moda alemi perişandır şimdi:))
Efendim kendimi gecikmemden dolayı kınayarak da olsa "Parfümün Dansı"na başladım, müthiş bir keyifle okuyorum. Lakin kitabı ne zaman elime alsam elektrik kesiliyor, o yüzden yakınlarında bir yerde ya mum ya da fener bulunduruyorum. Sinirliyim aslında bugün, 3 gecedir olmadık zamanlarda meydana gelen ve en az iki saat süren elektrik kesintisine daha doğrusu o kesilmeyi yaratan sorunu çözemeyenlere giydiriyorum devamlı. Hoş onların ruhları duymuyor ama olsun en azından ben rahatlıyorum. Bu yetmezmiş gibi dün akşamdanberi gözlerimde konjonktivit belirtileri hissetmekteyim; yanıp, sulanıp, batıp dururlar. Göz damlası almak için dışarı çıkmam lazım lakin adıma gelen bir paketi getirmeleri için kargo firmasını beklemekteyim, zorunlu bir ev hapsi söz konusu. Keyifleri yetip gelirlerse ben de çıkabileceğim. Kaç gündür soğuklar yüzünden oturdum kaldım, hazır hava biraz ısınmışken yürüyüş de yapacağım ama herşey kargo firmasının keyfine bağlı. Kısacası beklemedeyim. En iyisi ben gidip biraz Alobar ve Kudra ile ilgileneyim. Güzel bir hafta sonu dileğiyle...

19 Ocak 2012 Perşembe

GÖZÜME ÇARPANLAR


Herşeyi doğaya bırakmalı aslında, hiç müdahale etmemeli. O işini biliyor, birini soyarken öbürünü giydiriyor. Herşey sırayla, adaletle. İnsanlara benzemiyor, hak yemiyor. İşte çınar, çırılçıplak soyunmuş, tüm yapraklarını rüzgarın önüne katmış ama portakal ağacının üstü tıklım tıklım meyve dolu. Gün gelir, devran döner, portakal da savurur meyvelerini, çınarın yapraklarını seyreyler. Denge budur...

 
Ha bir de insan işi var; tüpü öpen kadın. Pes diyorum ya, hangi ahmak dudaklarını bir tüpe yapıştırır ki sevgi dolu olduğunu varsayarak. Üstte sevgi dolu olduğumuzu iddia edip alta tehlikeli madde yazarsak buradan çıkan sonuç şudur: "Sevgi tehlikelidir, ateşle yaklaşma."

18 Ocak 2012 Çarşamba

MUM ALEVİNDE

Dün gece uzun süre elektrikler kesildi, fotoğraflar sıkıntıdan çekilse de iyi sonuç verdi. Ara sıra mum yakıp derdimize yanmakta fayda var...


Gökyüzünde güneş, Beydağları'nda kar var, muhteşem görünüyorlar. Hava cam gibi, güneş sıcak, gölge ısırıyor.


Karşı apartmanın önünde iki motosikletli tüp dağıtıcısı  bağıra çağıra sohbet ediyor. Biri genç ve zayıf, başında Fenerbahçe beresi var. Diğeri hayli toraman ve orta yaşlı, tüp firmasının amblemini taşıyan bir anorak giymiş iyice irileşmiş. Sigara teatisindeler, genç olan Yalan Dünya dizisindeki Nurhayat gibi konuşuyor. Sanırsın ağzında bir avuç çakıltaşı var, kelimeler onlara çarpa çarpa hasar alarak çıkıyor dudaklarından dışarı. Sadece çakmağını uzatmayan arkadaşına ettiği küfrü anlayabiliyorum, gerisi meçhul. Galiba küfür sözcükleri farklı bir yoldan gelmekte.


Sokakta motosiklet popülasyonu arttı. Muhtemelen pizza dağıtan bir görevli, kavruk yaşlıca bir adam, ağzında külü uzamış sigarasıyla üçüncü seferdir apartmanın önünden kapı numaralarına bakarak geçiyor. Pizzalar hem hamur oldu hem de soğudu, vah ısmarlayana...


Muhteşem üst kat komşum geleneksel aylık kuyruk yağı eritme seansına başladı, mahalleyi kokuya boğmak üzere. Balkonda durulmaz, içeri girmek lazım. Öyle kötü kokuyor ki koca bir kazan kuyruk yağını eritip hepsini o yağa batırarak mumyalamak istiyorum.


Sabah Onur Caymaz'dan mail kutuma düşen Edip Cansever'e ait dizelerle bitsin bu post. "Umutsuz insan haindir" demiş, "hüzünlü, tuhaf günlerde şiire sığınmalı" demiş. Edip Cansever'e bir selam çakıp son dizeleri okuyalım:

"........
çiçekli şapkalar, buğulu yaz tülleri
şimdi hepsi birden - uzaktan uzağa -
bir çocuk ağlaması gibi
her şey bir çocuk ağlaması gibi
her şey, ama her şey
bir çocuk ağlaması gibi
her şey, her şey, her şey"

17 Ocak 2012 Salı

KOMŞU MASALLARI PART 2


Sabah ilk işim balkona çıkmak oldu, dün yıkayıp çamaşır teline astığım ve kurumadığı için gece dışarda bıraktığım mutfak yolluğunu almaktı niyetim. Ve fekat sayın seyirciler yolluk yerinde yoktu. Balkonu dip köşe araştırdım, eğilip aşağılara baktım. Evin tüm odalarını kontrol ettim acaba eşim habersiz içeri almış mıdır diye lakin benim yolluk sırra kadem basmıştı. "Zahir" dedim "gece rüzgarla mandallarından kurtuldu, yere düştü, biri de alıp gitti". "Ah benim portakal rengi-uçuk mavi çizgili, parlak renkli emektar yolluğum, yokluğuna nasıl dayansam" türünde birtakım ağıtlar yakmayı denedim canım istemedi. "Aman bee" dedim "giden yolluk olsun, bahaneyle yenilenir". Sonra kendime kahve yapmak için ocağın başına geçtim. Kahveyi fincana aktarırken sağ yanımdan gelen "güm" sesiyle yerimden sıçradım. O da ne? Benim yolluk üst kattan balkona küt diye fırlatılmıştı. Koştum kucakladım içeri aldım, "Gurbanlar olduğuum, gadasın aldığıım" demedim tabii ki, o anda kafam yolluğun yerçekimine aykırı olarak üst kata nasıl yükseldiğiyle meşguldü. Balkondan başımı yukarı doğru uzattım anafor falan mı var diye, anafor yerine kırış kırış olmuş, et benleriyle dolu, bin yaşında görünen bir kadın yüzüyle karşılaştım. Bu benim üst kat komşumu (muhtemel ki anneleri zira çok kalabalıklar) ilk görüşümdü. "Gelin Hanım" dedi bana, "Bismillah" diye cevap verdim içimden. "Senin yolluk aşağı düşmüş, benim oğlan gelirken alıp getirmiş". "E kapıdan vereydi bari" demedim tabii yine, hep içimde kaldı söylemek istediklerim bu sabah. "Sağolsun, zahmet olmuş" diyebildim sadece, kadının cevabı "Teşekkür ederim" şeklinde yanlış bir replik oldu, o benim repliğimdi, onun "Birşey değil" demesi gerekiyordu. Yolluğuma kavuşmanın mutluluğuyla affettim bu yanlış repliği ve içeri girdim:) On dakika sonra kapı çaldı, açtığımda 10-11 yaşlarında kavruk bir oğlan çocuğu gördüm kapıda, neredeyse içeri adımını atmak üzere konuşlanmış ve elindeki naylon poşeti yüzüme doğru uzatmıştı. "Ne vardı?" dedim ve biraz ürktüm, zira elindeki poşetten dolayı tinerci sandım. "Mandalın teyze" dedi, uzattığı poşette benim yolluğa takılı olan 2 adet mavi mandal vardı (kesinlikle çamaşırın rengine uygun mandal takarım, yolluğumun portakal rengi-mavi çizgili olduğunu yukarıda belirtmiştim hatırlarsanız:). Teslimatın ikinci aşaması da böylece gerçekleştirilmiş ve ben hem yolluğuma kavuşma hem de üst kat komşumun en büyük ve en küçük aile fertlerini tanıma mutluluğuna erişmiş oldum. Bu yüzden size minnetttarım gürültücü komşularım, "birşey değil" :))

Fotoğraf mı? Meyve sepetim yolluğun komşusu olur da o nedenle koyuverdim :))

16 Ocak 2012 Pazartesi

TEMİZLİK, KİTAP, KART, KAHVE: PAZARTESİ RAPORU


Bütün haftasonunu ilaçlanıp yatarak geçirdikten sonra haftabaşı itibarıyla hareketlendim. Zira eve bir miktar çekidüzen vermem gerekti, hastalık bahanesi bile sökecek gibi değildi bu defa. Eşime ve kendime aldığım eşofmanlardan dökülen ince tüy tabakası evin tüm odalarını-banyo ve tuvalet de dahil- kaplayınca iş başa düştü. Zaten günlerdir hastayım, sinemaya gideceğim, canım istemiyor, hava kötü gibi uyduruk sebeplerle temizlik yapmayı ertelediğim için bir gün eve dönüşte apartman kapısında "Sizin evi götürdük. İmza: B.k" şeklinde bir not bulmayı bekliyordum, eşofmanlar da üzerine tüy dikince hastalığı falan boşverip işe giriştim. Son olarak çağırdığım 10 yıllık temizlikçi kadınım bana arkasından bir günlük iş bırakıp 90 liramı da alarak gidince bir süre onları eve sokmamaya karar verdim. Nasılsa yoruluyorum bari param cebimde kalsın. Kahvaltımı yapar yapmaz eşofmanları makineye tıktım ve işe giriştim, yoruldum ama ev pırıldadı. Umarım yarına tekrar hastalanıp yatmam. 
Yaptığım temizliğin ödülü kargonun getirdiği kitaplar ve 3 hafta sonunda nihayet yeniden uğrayabilen postacının bıraktığı bir miktar kart oldu. Kitaplar çevirmen bir arkadaşımdan; kendi yazdığı "Radyonun ABeCe'si" ve çevirisini yaptığı Jack London'dan "Martin Eden" imzalı olarak kitaplığıma teşrif ettiler ve okunma sırasına girdiler. Diyorum ya her zaman "Kutlu Doğum Haftası" formatında kutlanan doğum günüm üstüste aldığım hediyelerle daha günü gelmeden "Kutlu Doğum Ayı"na dönüştü. Katkıda bulunanlara müteşekkirim:) Kartlarıma gelince hala eksik ne yazık ki, postanenin nerelerine saklandı da bu kadar gecikmeli geliyor anlamadım, son parti bir dahaki yılbaşına ulaşacak galiba. Eminim ki benim gönderdiklerim arasında da başına bu türden iş gelenler vardır. Bugünkü kartlarımı Serrose, Yolların Başlangıcı, Müjgan Halıcılar, Hayat İzlerim, Erkipek, Sonay Ataç, Eda Üntürk ve Nazpek yollamış. Hepsine güzel seçimleri ve dile getirdikleri içten duygular için çok teşekkür ediyorum. Ayrıca beni çok mutlu eden etkinlik dışı bir kart daha aldım ki gönderen arkadaşıma sevgilerimi yolluyorum. Ve Allahtan ümit kesilmez diyerek ulaşmayanların da birgün elime geçeceğini düşlüyor, kitabımı okumak üzere kaçıyorum...

15 Ocak 2012 Pazar

HASTALIK, PAZAR VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ...


Sabah ağrıyan tüm eklemlerime rağmen ayağıma geçirdiğim terliklerimdeki Snoopy'ye dil çıkartmayı ihmal etmedim. Sonra bir başka Snoopy'nin, banyo duvarına yapışık olanın kulağının altından diş fırçamı alıp dişlerimi fırçaladım. Boğazımdaki karıncalar faaliyetlerini sürdürmeye devam etmekteydiler, üzerlerine saldığım diş macunu köpükleri bile işlerine engel olamadı. Panzerlerle püskürttüğüm sirkeli ve tuzlu sıvının bir kısmı barikatları aşıp mideme inse de etkilerini kazana dönmüş kafam ve ben beklemekteyiz.
Hastalığın bile engel olamadığı iştahımı diyetle dizginlemeye çalışarak klasik peynir-çavdar ekmeği ve yeşillikten oluşan kahvaltımı yaparken kitaplığıma yeni konuk olmuş kalın ciltli kitabı çektim. Rastgele açtığım sayfada şöyle diyordu Nazım Hikmet:

"Bir şeyler yazmalıyım
bir şeyler yazmalıyım yüzde yüz yalansız
bir şeyler yazmalıyım hiçbir şeyi önceden düşünmeden
cigaramın dumanı
yoktur yârin imanı
bir şeyler yazmalıyım
masamın üstünde gördüklerimi değil
parmaklarımı değil
bir şeyler yazmalıyım içimde bir şeyleri yakalayarak
kova salıp içimdeki kuyuya su çekmeliyim."

Bir kova burcu olarak bu tesadüften hoşnut, içimdeki kuyudan çekeceğim suları düşünerek puanlı sarı bir kedinin "mırmır" ettiği ayracımı kitabın arasına koydum, masanın üzerindeki çerçevede atkısına bürünmüş kıza göz kırptım ve düşündüm: "Milli Piyango'dan para çıkıp cüzdanımı zengin etmese ne gam, iyi ki varsın blog, sayende ruhumu zenginleştiren dostlarım oldu."

Şimdi gidip bir numaralı hastalık yemeğimi, yoğurt çorbamı pişirme zamanıdır...

14 Ocak 2012 Cumartesi

İFTİHARLA SUNARIZ...


Güneşli kanepe, battaniye, fincanda çorba, bitmiş Füruzan, bitmek üzere olan Anne Tyler, başlanacak Tom Robbins, fonda Hüsn-ü Hicaz, iptal olmuş programım, gıcık yapan boğazım, kırılan vücudum, soğukalgınlığım ve ben. Bir kış klasiği; bu haftasonu bu hanede...

13 Ocak 2012 Cuma

EBEGÜMECİ DEDİM DE...

Ebegümeci pişirdim az evvel, pişirirken de düşündüm. Zor birşey değil, her çeşit eylemi yaparken düşünebiliyorsunuz, fizikte "Bileşik Hareket" diye birşey vardı, o mudur bu? Yoksa değil mi, hani birşey yaparken başka birşey daha yapmak, ay yoksa "Düzgün Dairesel Hareket" miydi. Üff karıştırdım, zaten Fen Bilimleri özürlü bir Fen Bölümü mezunuyum. Bizim zamanımızda (hani şu daha dinozorlar, brontozorlar ve mamutlar yaşarken) lisede fen bölümüne gitmeyen tembel sayılırdı, ne salaklık (iki gündür ağzımı bozuyorum kusura bakmayın), ben de tembel olmamak için sevmediğim dersleri okuyarak ya da okur gibi yaparak bitirdim işte liseyi o yüzden karıştırıyorum. Ne diyorduk laf karıştı, ha ebegümeci diyorduk. Bizim aile su katılmamış bir Orta Anadolulu olduğu için ot yemekleri konusunda cahildik, ne ebegümeci bilirdik ne şevket-i bostan. Ne cibesten haberimiz vardı ne turpotundan. Rokayı bile Antalya'ya taşınınca tattım. Ha arada komşumuz şişman Zehranım teyzenin ardına takılır Yenimahalle'nin o zamanlar el değmemiş kırlarında onun gösterdiği otları toplardık ama analarımız topraklı çamurlu diye evden içeri sokmazdı o otları; o canım hindibaları, tekesakallarını, cırnakları. Bizim otlar sıradan klasik maydonoz, dereotuydu. Nasıl "bir nesil Pınar sütle büyüdü" şeklinde bir reklam varsa, bir evvelki nesil için de "Kemalettin Tuğcu ile büyüdü" diye bir reklam yapılabilir. İşte o nesilin kitap kurtlarından biri olarak çocukluk yıllarımda binlerce Kemalettin Tuğcu satırı dolmuştur miyop gözlerimden içeriye. Okuyanlar bilir pek fakirdir K.Tuğcu'nun kahramanları, anaları çilekeş kadınlardır, babaları çoğunlukla ya ölmüştür ya kayıptır. O yüzden çalışmaya mahkumdur o zavallı çocuklar. Ya köprüaltında yatarlar ya işportacılık yaparlar. Fedakar anaları da arsalarda yetişen ebegümecileri, labadaları falan toplayıp pişirir onlara yemek diye. Ben bunları mutfaktan yükselen mis gibi yemek kokuları arasında okurken canım acaip ebegümeci, labada falan çeker annemin sofrada önüme koyduğu güzelim yemeklere burun kıvırırdım. Birinde "labada pişirsene" demiştim de annem "o da neymiş be" diye terslemişti beni. İşin aslında ben de bilmiyordum labada nedir, ebegümeci ile tanışıklığım vardı ama, bahçeye indiğimizde mor çiçeklerini koparır, minyatür bir ayçiçeği tablasına benzeyen tohumlarını yer, yapraklarını da bakkalcılık oynarken asma yaprağı niyetine satışa sunardık. Kısacası çocukluğum ot nedir bilmeden geçti; ebegümecinin tohumu dışında tadını bilmedim, labada dersen o kadar yabancıydı ki Kemalettin Tuğcu'nun uydurması olduğuna hükmettim, yukarıda saydığım diğerleriyle ise ancak Antalya'ya yerleşince tanıştım. Geç oldu ama temiz oldu, şimdi fırsat buldukça yiyemediğim zamanların acısını çıkarıyorum. Kemalettin Tuğcu analarını da yaşadıkları devri aşan sağlıklı ve lezzetli beslenme biçimlerinden dolayı gecikmeli de olsa kutluyorum:))

12 Ocak 2012 Perşembe

İLANEN BİLDİRİM


Günün olayı budur, aptal ütü bozuldu. Elimdeki son parçayı ütülerken dilini çıkartıp "sana yapacağım en iyi kıyağı yapıp çamaşırlar bitene kadar bekledim ama artık cool bir şahsiyet olmaya karar verdim" diyerek buz gibi oluverdi. Üstelik yaşı daha çok gençti ve fazla bir emeği geçmemişti şahsıma. Kendisini  hepinizin huzurunda kınıyor ve hakkımı haram ettiğimi bildiriyorum. Bir daha da Tefal marka ütü alırsam beni onunla ütülesinler. Gidip en ucuz, en dandik ütüyü alacağım ve bu hurdayı da iki elim yakasında olmak üzere Ütüler Tanrısı'na havale edeceğim. Böyle biline...

11 Ocak 2012 Çarşamba

BAŞAĞRISI, YAĞMUR, KİTAP, KAHVE FALAN FİLAN


Bir fincan kahve ve başağrısı eşliğinde yazıyorum bu yazıyı; ilaç da, kafama doladığım iğne oyalı çatkı da bir işe yaramadı:) Oysa bugün temizlik yapmaktı niyetim, sabah şakur şukur indiren yağmuru ve üzerimdeki keyifsizliği farkedince daha gözlerimi açmadan vazgeçtim niyetimden, tembelim kısacası hatta pis de diyebilirsiniz farketmez, ne olsun sefam olsun. İşten kaytarmak istersem bende bahane çok, bugün başağrısı, yarın dizağrısı, öbür gün başka birşey...

Füruzan okuyorum okumasına da aklımda Ayla Kutlu var, sebep masadaki hüsnüyusuf çiçekleri. "Hüsnüyusuf Güzellemesi" diye bir öykü kitabı vardır Ayla Kutlu'nun, ilk öykü kitabı, içinde tadına doyulmaz öyküler. Çamaşırcı Emine'yi ve Ökkeş'ten olma oğlu Hüsnü'yü anlatır kitapla aynı adı taşıyan öyküsünde, insanın yüreği acılaşır. Yenilerde bir kitap yazsa diye bekliyorum hatta anılarının devamını yazsa keşke. Hiç Ayla Kutlu okumadı iseniz "Islak Güneş"le başlayın derim, eminim ki çok seveceksiniz.

Bugün hava kırk şekil değiştirdi, yağmur güneşe, güneş yağmura döndü durdu. Az evvel pırıl pırıldı ortalık şimdi karardı yine, muhtemel ki yağacak yine. Muson ikliminde yaşadığımı düşünüyorum bir haftadır, çimlenmeden atlatsak yağışları sevineceğim. Neyse, ben başağrıma ve Füruzan'ıma döneyim. Güneşli günler dileğiyle... 

10 Ocak 2012 Salı

SALI BİTMEDEN


Bugünün en önemli etkinliği az evvel izlemekten geldiğim bale idi: "Mevlana'nın Çağrısı". Açıkçası çok büyük bir beklenti ile gitmemiştim ama umduğumdan daha güzel ve başarılı buldum. Özellikle "Zerkub"u canlandıran sanatçı-balet mi, semazen mi anlayamadım, fotoğraftaki kırmızılı, İranlı olduğunu öğrendim çıkışta- çok iyiydi. Neredeyse 15 dakika süren bir sema dönüşü izletti bize, oturduğum yerde benim başım döndü. Ayrıca sahne düzeni, ışık, müzik ve atmosfer de oldukça etkileyiciydi. Orkestra yoktu, sahnenin sol köşesinde kemençe, ud, ney ve kudüm çalan 4'lü bir grup yaptı müziği, ara ara fondan gelen ezgiler eşlik etti. Kısacası gittiğime değen bir gösteriydi.

Öğlen bir ara dışarı çıkmıştım, günün en absürd görüntüsüne denk geldim. Evin yakınlarında bir apartmanın altına muhtemel ki lokal adı altında açılmış bir kumar salonu gördüm. Kapı pencere boyanmış, heryer kapalı. Kapının üstüne "...... Lokali" yazan bir tabela asılı, tabelanın sağ yanına kocaman bir yeşil elma, sol yanına kocaman bir kırmızı elma resmedilmiş. Lokalin önündeki taşlığı ise elinde boyunun iki misli uzunluğunda bir saplı süpürge ile takım elbiseli, kravatlı bir cüce süpürüyordu, bakakaldım Fellini filmi setinde miyiz acaba diye düşünerek:)


 

Bu fotoğraflar bugün sıcağı sıcağına pardon soğuğu soğuğuna Ankara'dan kızkardeş tarafından gönderildi. Konu başlığı "Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar". Hala yağıyor mu, eridi mi bilemem ama kar görme arzusunda olanlar için ekleyim dedim. Ben iki yıldır doydum, pek heves etmiyorum. 

Salı Çarşambaya dönerken hepinize keyifli bir gün diliyorum...

9 Ocak 2012 Pazartesi

SİNEMA ÇIKIŞI


Sinemaya gitmek için dolmuş durağında dikilip en az 20 dakika bekleyince gerçekten "Şans" adında bir peri olduğuna ve bunun benimle arasının hiç iyi olmadığına bir kez daha emin oldum. Ardarda geçen birçok dolmuştan hiçbiri benim gideceğim yöne gitmiyordu ve artık yürümeye karar verdiğim anda bir tanesi nihayet önümde durabildi. Fena halde imreniyorum şıp diye önünde vasıta duranlara, ben durağa adımımı attığım anda bineceğim dolmuş ya da otobüs baybay yapıp kaçıp gider. Neyse ki oturacak yer vardı da bir de ayakta gitme azabını yaşamadım. Sinemanın bulunduğu alışveriş merkezine gelince apartman girişinde tesadüfen çamur içinde bulduğum davet kartı uyarınca Yves Rocher'e girdim. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim benim kartların ikinci postasından hala haber yok ve artık umudumu kesmiş bulunuyorum. Doğum günüm nedeniyle sundukları hediye takıları ve eşantiyon ürünü alarak "Kutlu Doğum Haftası" etkinliklerimi "Kutlu Doğum Ayı" olarak genişletmiş oldum. (Buradaki ayı, yılın 12 de birinin "i" hali anlamında kullanılmıştır, dağda gezen tüylü yaratıkla ilgisi yoktur, belirteyim:). Ardından da arkadaşlarla buluşup "Kurtuluş Son Durak" isimli filme girdik. Ne desem bilemiyorum, emek harcanarak üretilmiş herşey gözümde değerlidir, ayrıca beğeniler farklılık gösterebilir ama ben bu filmi hiç sevmedim. "Kadına şiddet" gibi çok önemli bir konunun fazlaca sulandırılarak verildiğini düşünmekteyim. Tek favorim Ahmet Mümtaz Taylan oldu, gerisi hayal kırıklığı. Neyse benim lafıma bakmayın görmek istiyorsanız yine de gidin görün derim belki siz beğenirsiniz.

Sinema çıkışı gökyüzü yukarıdaki gibiydi,  kaçırmayın istedim...

8 Ocak 2012 Pazar

PAZAR RAPORU


-Fırtına ve yağmur dindi, güneş çıktı. Lakin yarın ne olur bilinmez.
-"A Separation" filmini izledim, çok beğendim. İran sinemasını seviyorum.
-"B, Bira"yı bitirdim, üstüne hemen "Parfümün Dansı"nı ısmarladım. Tom Robbins'i şimdiye kadar ihmal ettiğim için kendimi kınadım.
-Yeni bir kitaba başlamak yerine Füruzan'ın oldukça sıkıntılı bir dönemimde okuduğum ve tam keyfini çıkaramadığım "Sevda Dolu Bir Yaz"ını tekrar aldım elime. Bütün Füruzan kitapları gibi her satırı kalbimi titretiyor.
-Kırmızı salçalık biber, pazı, soğan, sarmısak ve haşlanmış bir avuç aşurelik buğdayı çok az yağla çiğden pişirdim. Son derece hafif, kendi doğal tadında ve lezzetli bir yemek çıktı ortaya, yerken yoğurt ilave ettim. Ekmekçim sağol, sen düşürdün bunu aklıma.
-Az evvel arıların toplu ölüm sebeplerini de öğrendim, parazit sinekler virüs bırakıyormuş.
-Ve son olarak sabırsızlıkla gösterim saati 22.30'a alınmış "Behzatım amirim"i bekliyorum...

7 Ocak 2012 Cumartesi

FIRTINALI CUMARTESİ


Bütün gece kabus şatosunda gibiydik. Fırtına ara vermeden uğuldadı, gök gürledi, şimşekler çaktı, yağmur şarıldadı. Çatıya açılan kapı sıkı kapanmadığından olacak sabaha kadar çarptı durdu, onun çıkardığı tak-tuk seslerine muhtelif eşyaların rüzgarla çıkardıkları gıcırtılar, uğultular, ağaç dallarının hışırtısı, yağmurun tavan oluklarına vuran patırtısı da eklenince pek verimli bir uyku uyuyamadığımız aşikar. Sık sık kalkıp balkon giderlerini, pencere pervazlarını kontrol etmek de cabası. Zira burası Antalya, bu tipik yağmurlarda tıkanan giderlerden dolayı kapı altlarından sel bastığı, çerçevelerden su girdiği bizzat yaşanmış olaylardandır. Neyse vukuatsız atlattık geceyi. Fırtına hala devam ediyor, yağmur durdu ama her an tekrar yağabilir, gökyüzü korku filmlerindeki gibi. Sokaklarda in cin top oynuyor, dakikalardır evin önünden tek geçen arabasını ittirerek giden kukuletalı hurdacı oldu. Eh "her güzelin bir bozarı vardır" derdi annem, Antalya da yılın 365 günü güneş sunacak değil elbet, arada böyle yaramazlıklar da yapıyor. Hava muhalefetinden dolayı dışarıya çıkamayacağımı anlayınca kahvemi alıp film izlemeye oturdum. Yanında yerli mandalina. Bu mandalina dilim başına en az üç çekirdek içeriyor, öyle ki yiyip bitirdiğinizde avucunuzda mandalinanın kapladığı yerden çok çekirdek birikmiş oluyor. Bir nevi eziyet hali ama o kadar güzel kokuyor ki o koku için onca çekirdeğe tahammül edilebiliniyor. Filmin adı "Acımasız Tanrı/God of Carnage". İzlemeye başladıktan kısa bir süre sonra evvelki yıl izlediğim "Vahşet Tanrısı" isimli tiyatro oyunundan uyarlandığını anladım. Filmde Ülkü Duru'nun rolünü Jodie Foster, Zerrin Tekindor'un rolünü ise Kate Winslet oynuyor. Her ikisine de ama en çok Zerrin Tekindor'un performansına hayran olmuştum oyunda. Bu durumda izlemeye devam edip etmemekte kararsızım. Bizimkilerin daha iyi hayat verdiğini düşünüyorum karakterlere. En iyisi gidip bir kahve daha içeyim, sonra ne yapacağıma karar veririm. Kalın sağlıcakla, hafta sonunuz güzel geçsin...

Not: Atalet'imin önerisiyle yeni bir projeye başladım: 365 Project. 365 gün boyunca her gün bir fotoğraf eklemek üzere kolları sıvamış bulunuyorum. Beni takip etmek isterseniz buradayım: http://365project.org/leylak/365

6 Ocak 2012 Cuma

AN İTİBARIYLE...


-Birsürü sebepten keyfim kaçık, ruhumu arındırmak için üstüste 5 kere Göksel Baktagir'den "Sultanîyegâh saz eseri"ni dinledim. Üstüne cila olsun diye Fransız chansonlarıyla devam ediyorum.
-Posta, dolayısıyla da kartlarımın geri kalan kısmı gelmedi. Postacı ve yedi sülalesi hakkında müthiş güzel duygular besliyorum.
-Uzun süredir uykuya yatmış olan "psikosomatik vertigo"m hafif bir baş dönmesiyle gelmeyen postacının yerine selam veriyor. Selamını almamakta direniyorum ama nereye kadar bilemem.
-Sabah mutfağın zeminini sildiğimde beze bulaşan bordo rengi tüylerin üst kat komşunun balkondan çırptığı halıdan gelmemiş olmasını temenni ederken bej rengi bir halı sarkıtıldı ve üzerindeki tozlar tüm haşmetiyle aşağıya inerek temennilerimi boşa çıkardı. O sinirle kafamı uzatıp "Ne yapıyorsun sen, aşağıya çırpılır mı, üstelik alt katta çamaşır asılı" dediğimde cevabı: "Bu makine halısı, yün halı değil" oldu. Tutmayın beni saç-baş yolmak istiyorum, tabii kendiminkini değil.
-Hava kapalı, ıslak, sevimsiz. Neyse ki nergis kokuyor içerisi ama o da hüzün verir ki bana.

Kısacası bugün tadımdan yenmiyorum...

5 Ocak 2012 Perşembe

NARCISSUS


Yeni yılla birlikte ilk kez girdiler eve. Artık bu oda biraz nergis, biraz özlem, biraz hüzün ve çokca Denizli kokar...

4 Ocak 2012 Çarşamba

SABAH YÜRÜYÜŞÜ


Bütün gece rüyamda çaldırdığım çantamın peşinde kan ter içinde koşturduktan sonra uyanıp da göz hizamda durduğunu görünce Nasreddin Hoca misali sevindirik oldum. O sevinçle de uzun bir sabah yürüyüşüne çıktım. Daha apartmandan dışarıya adımımı atarken beni yan binadaki emlak ofisinin kapısından süzülen "Dönülmez akşamın ufkundayız" şarkısının nağmeleri ve emlakçı komşunun şarkıya eşlik ederken söyleyeni bastırdığı sesi karşıladı. Ben de "Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç" diye mırıldanarak yola koyuldum. Kendime güzergah olarak eski okul yolumu seçtim. Polisevi'nde önemli bir toplantı vardı sanırım, bir sürü resmi plakalı aracın arasından zor sıyrıldım. Palmiyeli caddeye gelince anılarım üşüşüp geldiler, kişeledim ama gitmediler. Bu okula ilk tayinim çıktığında ortalıkta in cin top oynardı, yegane bina bir resmi daireye ait lojmandı. Dersler bittiğinde ortalık karanlık olur, ıssız yolda korka korka yürürdük eve dönmek için. Sonraları bir inşaat faaliyeti heryer dolup taştı, palmiyeler de yeni açılmış yolun kaldırım kenarlarına belediye tarafından dikildi. Mübarek o kadar yavaş büyüyen bir ağaç ki boyumuza ulaştığında  iki yıl boyunca o kaldırımdan yürüyememiştik yüzümüz gözümüz çizildiği için. Bugün baktım da ne kadar büyümüşler, çaktırmadım kendime ama galiba biz de epey büyümüşüz:)
Hava enfesti bugün, güneş kış için oldukça sıcak sayılacak ışınlarını cömertçe yollarken gökyüzü de bulutsuz mavisiyle ona eşlik ediyordu. Dağlarsa bembeyaz kar örtüsüyle mevsimin kış olduğunu hatırlatmaktan geri durmuyorlardı. Antalya işte, iki gün önce ısıtamadığım ayaklarım için sıcak su torbasından yardım alırken bugün neredeyse üstümdeki ceketi çıkaracak duruma geldim. Zaten hastanenin önünden geçerken gördüğüm turist çift benim yapamadığımı fazlasıyla yapmıştı. Kadın olanı ip askılı penye buluzunun altına kısacık pamuklu bir şort ve hayli yüksek sabo terlikler giymiş, eşi ise keten bermudasının üstüne kısa kollu bir Polo gömlek geçirmişti. Muhtemelen Kuzey Kutbu'ndan falan geliyor olmaları gerekirdi bu kadar açılıp saçılmaları için ve belli ki plaja idi yolculukları. Onları geride bırakıp gümrah benjamin ağaçlarının gölgelediği bir yola saptım, kaldırıma komşu sitenin parmaklığına dolanan gecikmiş yaseminlerden birkaç dal koparıp koklayarak yürümeye devam ettim, etraftakilerden utanmasam sekerek gidip "önümüze gelene bir tekme" tekerlemesi söyleyecektim, kendimi zor tuttum.


Karabiber ağaçlarının kurumuş meyveleriyle taze açmış çiçeklerinin aynı daldan sarktığı bir sokaktan geçerken yukarıdakini gördüm; terkedilmiş bir triportör. Alıp eve götürmek geldi içimden. Küçükken Konya Ereğli'de doktorluk yapan halamı ziyarete giderdik yaz tatillerinde. Bir dönem şehir içi ulaşımı bu triportörlerle yapılırdı. Arkadaki kasaya iki sıra konur, oturduğunuz zaman dizleriniz karşınızdaki kişinin dizlerine değer, gözleriniz de ister istemez gözlerine bakardı. O yüzden bunların adı halk arasında "Dizdize Gözgöze" idi. Yani o yılların Ereğli'sinde "Dizdize Gözgöze'ye binmek " diye bir tabir vardı. Ben anılara dalmış yürürken iki tane ilkokullu velet elektrik direğindeki taksi çağırma ziline basıp tabanları yağlayıverdiler. Gelen taksideki cüsse olarak onlardan az hallice genç şoför okkalı bir küfür savurup tekerleklerini gıcırdatarak geri dönüyorken ben pastane-fırına giden yola sapmıştım. Ekmeğimi alırken ustaların aralarında tartışmalarına kulak misafiri oldum, bir tanesi "Pastanın üzerine -seni anan bizim için doğurmuş, hamurunu bizim için yoğurmuş- yazılacakmış, sığar mı?" diye soruyordu. Diğeri "Sığmazsa -iyi ki doğurmuş- yazarsın" diye çözüm önerirken çıktım pastaneden. Site bahçelerindeki ağaç haline gelmiş Atatürk çiçeklerine bakarak Darla'yı andım, turunçlara bakıp iç geçirdim, toplasam ne güzel kaynatırdım diyerek. Alışkanlık yaptı bu turunç işi bende. Sağa sola bakınırken eve gelivermişim, bir heves posta kutusunu yokladım ama kader utansın, benim postacı 4 gün demişti ama bugün 8.gün hala uğramadı. Kartlarımın geri kalanına  kavuşmam için daha ne kadar bekleyeceğim bakalım...

3 Ocak 2012 Salı

KOLAJ


-Sabah uyanınca gökte görülen pırıl güneş keyfi arttırır. Gün boyu gökte kalır, odaya dolar, pencere kenarındaki öpüşen biblonun gölgesini perdeye vurursa keyif tavan yapar.

-Sabah çayı Snoopy eşliğinde içilir.

-Kargoya gidilir, 4 gündür ulaştırılmayan paket için önce kavga edilir, sonra yeni kitaplara sevinilir (Sevda Dolu Bir Yaz/Füruzan, Uyku/Hüsnü Arkan, Bira/Tom Robbins).

-"Ejderha Dövmeli Kız" izlenir, konu bildiktir kitap okunduğu için ama aldırış edilmez.

-Hüsnü Şenlendirici'nin son CD'si "Hüsn-ü Hicaz" dinlenir. Klarnet sesine bir kez daha hayran olunur.

-Etinden, sütünden, yününden yararlanılma aşamasına gelinen turunçların, kabuklarının da sonunda kurudğu tesbit edilip sevinilir. 

-Eh, bütün bunların üstüne bir sade kahve içilir. İçilir değil mi, haydi dostluğa o zaman...

2 Ocak 2012 Pazartesi

1. GÜN


Ayın 2 si olmuş bile, yeni yıla ne kalmış ki şunun şurasında, hazırlıklara başlamak lazım :)

Eski yılın son günüyle bugün arasında kalan 1 Ocak'ı tam anlamıyla kedi kıvamında geçirdim. Antalya'da üç gün önce başlayıp yer yer kudurmuş gibi yağan yağmur dün öğleden sonra bitmeye yüz tutup sabahleyin de güneşe terk etti yerini. Bilenler bilir, tipik Akdeniz iklimli Antalya'nın rutubetli soğuğu kimi zaman bozkır Ankara'nın ayazından daha çok üşütür insanı. Sıfır dereceye bile ulaşmamış bir ısı düzeyi dün evin içinde ayaklarımı birer buz parçasına döndürmeye yetti. Kaldı ki günboyu güneş aldığından, kuzey yönü kapalı olduğundan soğuğun pek uğramadığı bir konumu var evimizin. Denemediğim şey kalmadı zavallı ayaklarımı ısıtmak için önce kalın bir çorap üstüne terlik giydim yetmedi. Çorap sayısını ikiye çıkardım, bana mısın demedi. Üstüne bir de yün patik geçirdim ki normalde pek gülerim o patik denen giysiye. Yine olmadı üstelik ayaklarıma ilaveten eşofmanın içinde bacaklarımın dizlerime kadar olan bölgesi de üşümeye başladı. "Yahu" dedim, "galiba ölüyorum, dolaşımım durdu, kanım yavaş yavaş ayak parmaklarımdan itibaren çekilmeye başladı, bu üşüme ondan". Üstelik oturduğum noktadan tepeme klimanın sımsıcak havası üfleyip durur. Gittim dolapları deştim, 1.güve baskınında delik deşik olmuş lakin saf yün olduğu için atmaya kıyamadığım bir hırkayı bulup kollarını kestim, bacaklarıma geçirdim çorap gibi, ayağıma da ilave bir çorap daha giydim, terliğe zorla soktum kalınlığından. Ve fekat aziz ve muhterem kârilerim parmaklarımın adeta buzdan bilyeler olma kıvamında bir derece değişiklik olmadı. Derkeen henüz buzlanmanın erişemediği beynimde bir şimşek çaktı: Sıcak su torbası ya da artık unutulmaya yüz tutan ismiyle termofor. Bir elim kettlenin düğmesine basarken öbür elim çekmecelerde termofor arayışına girdi. Neyse ki çabucak çıktı ortaya kareli giysiler giymiş abiyle, çıplak küçük kardeşi. Lıkır lıkır boşalttım kaynar suyu ağızlarından, göbekleri şişti. Sonra ağabeyi ayağımın altına, kardeşini üstüne yerleştirdim, 5 dakika sonra nasıl ısınıp gevşemişim  ki tarif edilemez. Murakami'nin "Haşlanmış Harikalar Diyarı" bir kitap olmaktan çıkıp hayata geçti sayemde. İnsanın ayaklarının ısınması ne muhteşem bir duyguymuş Yaleppim, boşuna dememiş atalarımız "Ayağını sıcak tut başını serin, gönlünü ferah tut düşünme derin" diye. Parmaklarımın ucundan ruhuma doğru kelebekler uçuştu adeta. O andan itibaren ekose ağabeyle çıplak kardeşi kış günleri itibarıyle "yangında ilk kurtarılacak" listesine alındı. Sonra ısınmış ayaklarım beni mutfağa sürükleyip bir kahve yaptırdı, yeni fincanıma doldurup odaya döndük ve adetim olduğu üzere Lale'min hediyesi kitabımla 2012 okuma sezonumu açtım: "Ağustosun Kuru Çayırları". Geçen yılda onun armağan ettiği "Sahilde Kafka" ile başlamıştım. Bundan sonra böyle, Lale anladın sen onu:))

Ayaklar ısındı ya enerjim tavan yaptı. Lale'nin izinden gittim ve onun sabah izlediğini söylediği filmi bulup izledim konsepte uygun olsun diye, bir Norveç filmi: "Home For Christmas/Yeni Yıl". Gece yatarken de bir başka şekerin armağanı kitaptan, Ahmet Büke'nin "İzmir Postası'nın Adamları"ndan iki öykü okuyuverdim. Sonra da demiryolcu dedemi, Niğde'nin ve Ulukışla'nın istasyon binalarını, bekleme salonlarının kokusunu, tren düdüklerini, rayların sonsuzluğunu düşünerek uyuyakaldım...

1 Ocak 2012 Pazar

UĞURLAMA TÖRENİNDEN KARELER

Dost evinde dostlarla ve dünya şirini bir minikle geçen sakin ve keyifli bir geceydi. En kötü günümüz böyle olsun, hoşgeldin 2012...