Sayfalar

31 Mayıs 2011 Salı

"BEN KÜÇÜKKEN"


"İnsanın evi gibisi yok" diyen boşa dememiş, geldiğimden beri sevine sevine dolaşıyorum odadan odaya. Henüz Antalya'nın parklarını, bahçelerini, sahillerini denetleme fırsatım olmadı, şimdilik evde ne var ne yok hatırlamaya çalışıyorum. Bu kadar uzun süre ayrı kalınca eşyalarımı bile unutmuşum, bazı şeylere bakıp "Bu nereden çıktı?" diye şaşırıyorum. Aslında çok da uğraşmama gerek yok, 15 gün sonra tekrar döneceğim Ankara'daki kürkçü dükkanına. Yaz sonuna kadar orada olacağım.

Vladimir mimlemiş beni: "Ben Küçükken". Eh konu güzel, bende de laf çok, yazalım bari:)

Ben küçükken büyüktüm aslında, büyüdükçe küçüldüm, ruhum geriye doğru sayıyor beden ilerlese de. Oysa küçük bir çocukken ciddi, sakin, uysal, utangaç bir kızdım. Tam 14 yıl  tek çocuktum; en iyi arkadaşım kendimdim ve kendimle çok iyi vakit geçirirdim. Hâlâ da öyleyim; yalnızlıktan hiç şikayet etmem, etrafımda kimse yokken hiç sıkılmam, kendimi oyalarım.
Çok küçük yaşlardan itibaren çok sevdiğim şeyler oldu; kimi yiyecek, kimi bitki, kimi hayvan. İlkiyle ilgili bizzat hatırlanan birşey yok ama sürekli kahkahalarla gülünerek başıma kakılıp dalga geçildiği için gayet iyi biliyorum: Zeytin. Öylesine siyah zeytin meraklısıymışım ki ilaç içirmek istediklerinde zeytinin içine koyup verirlermiş, tabaklar dolusu yermişim, şimdi bir ay yemesem pek aramam. Unutulmayan vukuatımsa babamın evin önündeki küçük bahçeye diktiği sebzelerin dibine koyduğu keçi gübrelerini zeytin sanıp sevinçle toplayarak ağzıma tıkacakken engel olunmasıdır. Aile büyükleriyle oturulmuş her sofrada sofraya gelen zeytin bu müthiş maceramı bir kez daha gündeme getirir. O dönem aile arasında "Zeytini" olarak anıldım. Sonra zeytinle yollarımız ayrıldı hayatıma çiçekler girdi. Her gördüğüm çiçeği yolmak, toplamak, koklamak, eve getirmek isteğiyle bir çeşit bitkisel Elmayra'ya dönüştüm. Neyse ki henüz Elmayra Türkiye'ye teşrif etmemişti lakabım "Çiçek"e dönüştü. Zavallı sülalem dağ tepe tırmanıp yüce Prenses Çiçek'in katli vacip emrini verdiği çiçekleri koparıp sundular bana. Yaş biraz daha ilerleyince romantizm de sona erdi, garabet bir yaratığa merak saldım bu defa: Fişgene. Çoğunuz bilmez İç Anadolu'da minik sümüklü böceklere fişgene denir. Tabii sadece kabuklarını topluyordum, canlısının ardına düşecek yürek nerede bende? Yaz tatillerinde  annemin teyzesinin Niğde'deki bahçesine gidiyorduk ve ben fişgene peşinde saatlerimi geçiriyordum. Öyle ki dönüşümde kuzenlerim bana yazdıkları mektubun içine fişgene koyup yolluyorlardı. İlkokulun ortalarına doğru bu garip tutkularım son buldu, hayatıma bir daha hiç çıkmayacak bir tutku girdi: Kitaplar. Okumakla kalmadım, içlerinde kayboldum.
Ben küçükkken hala sebebini çözemediğim bir huyum vardı, el öpmekten nefret ederdim. Ailecek bir gezmeye giderdik, insanlar hoşgeldin deyip el uzatırlardı, ben başımı önüme eğip elimi arkaya saklardım. Tabii başta annem ve babam olmak üzere bu yüzden bol bol ayıplanır, eleştirilir hatta azarlanırdım ama bir türlü yanaşmazdım el öpmeye. Aslında utanıyordum galiba, niye utanıyordum bilmiyorum çözemedim hala dedim ya. Bir psikiyatri seansına ihtiyacım var muhtemelen, gitsem mi ki:))
Yenimahalle gibi o yıllarda Ankara'nın dışında, düzenli, yeşillik ve bakir kalmış bir memur semtinde oturduğumuz için müthiş bir çocukluk geçirdim. Yaz tatili gelince ipini koparmış gibi kendimizi sokaklara atar, gerek sitemizin devasa bahçesinde gerekse sitenin arka tarafında ta Atatürk Orman Çiftliği'ne kadar göz alabildiğine uzanan kırlık alanda envai çeşit oyun oynardık. Yakantop, istop, kukalı, kukasız saklambaç, seksek, ip atlama, çelik çomak ve benzeri oyunları oynamaktan perişan gece yattığımız yeri beğenirdik. Hemen dibimizdeki açık hava sineması alçak duvarlarıyla emrimize amadeydi, battaniye serdiğimiz arsada  çekirdek çitleyerek "Size baba diyebilir miyim amca?" diyen Ömercik için az gözyaşı dökmedik. Evcilik oyunu mekanımız ise arka bahçedeki koca trafonun geniş beton çıkıntısıydı. Üzerinde kocaman "Ölüm tehlikesi" yazan tabelanın altında, sırıtan kurukafayı kanıksamış otlardan yemek pişirip, gazoz kapağından çaylar içtik. 
İlkokul yıllarım olağanüstü öğretmenim sayesinde çok keyifli geçti. İçimde kalan yegane ukde hiçbir bayram törenine katılamamış olmamdır. Ne olurdu sanki sırtımda bir kelebek kanadı ya da üzerimde gelincik taçyapraklı bir etekle şeref tribününün önünden Cumhurbaşkanı'nın sadece bana baktığını sanarak geçiverseydim:))

Sanırım bu kadar yeter, ben de sevgili Asu ve Müge'yi mimleyim bari...

30 Mayıs 2011 Pazartesi

İKLİM DEĞİŞTİ AKDENİZ OLDU, GÜLÜMSEDİK


Pazar günü sabah makul bir saatte hareket ettik Ankara'dan. Lakin ben yine yolculuk öncesi koşuşturmanın verdiği yorgunluk, geç yatıp erkenden kalkmanın getirdiği uykusuzluk nedeniyle yolun büyük kısmını sütçü beygiri misali ayakta uyuyarak geçirdimse de (ki yüzlerce kez gidilip gelinmiş Ankara-Antalya arasında bir Leylak Dalı klasiğidir bu durum) uyanık olduğum zamanlarda etrafın güzelliğini hayran hayran izlemekten kendimi alamadım. Şoförle aramızda nikahtan kaynaklanan bir akrabalık olsa da torpil yapmadı, fotoğraf çekmem için yollarda durmayınca ben de seyir halinde ancak bu kadar görüntüleyebildim arabanın camından manzarayı. Günlerdir yağan yağmur bedenlerimizi  çimlenmenin eşiğine getirse de doğaya çok iyi gelmiş. Yeşilin canlılığı, tazeliği ve tonları şimdiye kez gördüklerimden çok farklıydı. Tabiat yıkanmış adeta, suya doymuş. Kendimi pastoral bir tablonun içinde gibi hissettim. Uzun zamandır bulutlarla bu kadar yakından hemhâl olmamıştım. Sanki elimi uzatsam yakalayıverecektim pamuk şeker kıvamındaki yığınları.


Gözümü bulutlardan ayırabildiğim anlardan birinde önümüzde giden aracı görünce kahkahalara boğuldum. Muhtemelen piyasaya ilk çıktığı yıllarda alınmış bir Şahin'di solladığımız. Pas lekelerinden asıl rengi kaybolmuş, çamurlukları düşmüş, orasından burasından  yere sürünen birşeyler sarkan aracın arka camında kocaman görkemli harflerle "UÇAN TENEKE" yazıyordu. Hemen alta da daha küçük boyutta "........ Kardeşler" eklenmişti. Pilot kabinine(!) baktığımdaysa gerçekten birbirine su damlası kadar benzeyen kara kuru, 3 numara traşlı, seyrek bıyıklı ve cin bakışlı iki genç adamın sözü geçen kardeşler olduğunu tahmin ettim. Onlara hayırlı uçuşlar dileyerek yola devam ettik.


Afyon'a yanaşırken yağmur başladı; sakin, iç açıcı, keyifli bir yağmur. Çok sürmedi ardımızda bıraktık zaten. Mola verdiğimiz İkbal'de aç karnımızı doyurup devam ettik yolumuza.


Dağlar, tepeler, ovalar aştık. Mevsim ve konum itibarıyla yolun iki tarafında buğday tarlalarına haşhaş tarlaları komşuluk ediyordu. 


Nasıl güzel bir çiçektir haşhaş çiçeği ve nasıl güzel dalgalanır o çiçekler incecik saplarının üstünde rüzgarla. Saatlerce seyredilebilir ve esrik hale gelinebilir seyrinden bile, tüttürmeye gerek yok:)


 Keçiborlu'ya girerken bizi yol kenarındaki gelincikler karşıladı.


Burdur'a girerken de şiddetli bir yağmur, yer gök birbirine karıştı, silecekler yetersiz kaldı. Çok ilginçtir ki Burdur'dan çıkar çıkmaz şıp diye kesildi o tufan gibi yağmur, neredeyse bir çizgi çizilmiş bir yanı ıslak, bir yanı kuru kalmıştı. 
Ve efendim Kepez'e yaklaşırken iklim değişti Akdeniz oldu. Buralara yaz gelmiş çoktan. Saat 14.30 civarında girdik Antalya'ya. Kapıdan girer girmez uzun pantolonları, atletleri, gömlekleri fora edip şort ve askılı bluzlere geçiş yaptık. Sonra da temizliğe giriştik. Balkonları yıkamam bir saati geçti. Döktüğüm her kova su, vurduğum her süpürge darbesinde yokluğumdan istifade balkonumu babasının evi gibi kullanan ve muhtemelen doğumhane hizmeti alan, bu esnada da bilumum tıbbi ve biyolojik atıklarını, tüy ve teleklerini terkedip giden mahallenin kumru nüfusuna, daha birinci cemre havaya düşerken çakma barbeküsünü yakıp küllerini hem balkona hem kapı altından mutfağıma savuran etobur ve bulduğum kürek dolusu çekirdek nedeniyle siyah zeytinsever olduğuna hükmettiğim üst kat komşuma ve yedi sülalelerine saygılarımı sundum. ortalığı iyi kötü temizleyip bilgisayarımı kurmaya sıra geldiğindeyse yaşadığım hayal kırıklığı büyük oldu. Herkes yanında kuş kafesini ya da kedi-köpek sepetini taşırken ben sabırla kasamı taşıyorum ama bazen monitör ara kablosunu unutmak gibi bir gaflete de düşebiliyorum. Laptop önereceksiniz biliyorum ama F klavye alışkanlığım laptoplara karşı bir soğukluk uyandırıyor bünyede, mahkumum emektarıma. O nedenle dün bilgisayardan uzak geçti, sabah ilk iş olarak kablo temin edildi. Aranıza tekrar hoşgeldim efendim, bir süre size Antalya semalarından sesleneceğim. Şimdilik hepinize sevgiler yolluyorum, tafsilatlı haberler bir dahaki posta...

Fotoğrafları tıklayıp büyütün isterseniz, hiç fena değiller zira:)

28 Mayıs 2011 Cumartesi

HAFTANIN OKUYANI 2


Bugünkü "okuyan"ımız Balthus'den. 1908-2001 yılları arasında yaşamış Balthus ilginç bir ressam, Paris'te doğmuş ama ailesi aslen Polonyalı. Hayattayken eserleri Louvre Müzesi'nde sergilenen ender sanatçılardan olan Balthus resimlerinde çoğunlukla  ergenlik çağındaki kızları konu alıyor. Gizemli bir yaşamı olan ve hakkında çeşitli söylentiler çıkan ressamın Rilke'nin gayrımeşru oğlu olduğu da iddia ediliyor. Türkiye'de en bilinen yapıtı poster olarak basılan, kitap okuyan yarıçıplak yeni yetme bir genç kızı resmettiği "Katya kitap okuyor" isimli tablosudur.  

Yukarıdaki resmine gelince; elinde minik bir kitap tutan kadın bence bir tiyatro oyuncusu. Rolünü ezberlemeye çalışıyor. Kitaba değil de başka bir noktaya bakıyor oluşu okuduğu satırları kafasının içinde tekrar ederek ezberlemeye çalıştığını gösteriyor. Hatta belki de kuliste, sahneye çıkmadan önce son bir kez repliklerini gözden geçiriyor, üzerindeki kıyafet de sahne kostümü.

Haydi bakalım, ben yorumumu kendimce yaptım, sıra sizde. Neler düşündürüyor size "Karanlıklar Prensi" olarak da adlandırılan Balthus'un bu tablosu?

26 Mayıs 2011 Perşembe

BEN BUGÜNLERDE


Umutlu


Meşgul


Keyifli


Yol hazırlığında

25 Mayıs 2011 Çarşamba

DEMOKRASİ


Dün Cermodern'de Erwin Olaf sergisine gidince diğer salonlara da bir göz attık. Alt katta DYO'nun düzenlediği yarışmaya katılan eserler sergileniyordu. Resim seven blogger arkadaşlarım için hoşuma gidenlerin bazılarını fotoğrafladım. Ben en çok üstteki sarmısakları sevdim, zaten ödül almış. Sarmısak resmedilmiş ama tablonun ismi "Demokrasi". Niye böyle bir isim konmuş siz düşünün artık. Ressamların adını not almayı unutmuşum aflarına sığınarak ekliyorum. İyi seyirler...








Tıklayın büyüsünler...

24 Mayıs 2011 Salı

ERWIN OLAF CERMODERN'DE


Onca işimin arasında fırsat yaratıp gittim bu sergiye, iyi ki de gitmişim. Son yıllarda gördüğüm en iyi fotoğraflardı. İyiden kastım insanın içini açan, güzel görüntüler değil. Aksine çoğunlukla bir tokat gibi çarpıyor Erwin Olaf'ın fotoğrafları insanın yüzüne. Kimi zaman ürkütücü, kimi zaman korkutucu, donuk, ruhsuz. Ama özelliği ve güzelliği de buradan geliyor zaten. Sanki baktıklarımız fotoğraf değil de birer tablo, o derece muhteşem.
Erwin Olaf dünyaca tanınmış Hollandalı bir fotoğraf sanatçısı. Çeşitli başlıklar taşıyan seri fotoğraflardan oluşmuş bir portfoliosu var. Sergide fotoğraf çekmek yasaktı, bunları web sitesinden aldım. Cermodern'de sergilenenler nisbeten herkesin izleyebileceği türden, sitesine bakarsanız birhayli erotik serilerinin olduğunu da göreceksiniz. Bu sergide "Hope", "Grief", "Rain", "Royal Blood" ve "Paradise" serilerinden fotoğraflar gösterime sunulmuştu. Yukarıdaki "Grief" serisinden Sarah'ın portresi. Aşağıya birkaç örnek daha koyuyorum. Ankara'da yaşayan fotoğraf meraklıları sergi 30 Temmuz'a kadar sürüyor, görebilirsiniz. 


Yine "Grief" serisinden Barbara


  "Hope" serisinden The Kitchen


"Rain" serisinden The Boardroom


"Royal Blood" serisinden Sissi


"Paradise Portraits" serisinden Saskia

Fotoğraflar www.erwinolaf.com dan alınmıştır. Diğer eserlerini de bu sitede görebilirsiniz.

23 Mayıs 2011 Pazartesi

ANNELER İÇİN


Bir solukta okuyup bitirdim, bitirdiğimde ruhum ve kafam karmakarışıktı. Kyung-sook Shin Kore'li bir yazar, kitabın konusu da Kore'de geçiyor. Yetişkin çocuklarını ziyaret için geldiği Seul'de kaybolan bir annenin ardından aile bireylerinin iç hesaplaşmalarını konu alıyor. Son derece akıcı bir dil ve ilginç bir anlatım tarzıyla yazılmış kitap. Okurken de, kitap bittiğinde de duygularınız karman çorman oluyor. Annenize bakış açınız değişiyor, kendinizi sorguluyorsunuz, hüzünleniyorsunuz, pişman oluyorsunuz, özlüyorsunuz, farklı bir kültürden olsalar da "ben bu insanları, bu tavırları tanıyorum" diyorsunuz, "bu benim" diye düşündüğünüz de oluyor zaman zaman. Ağzınızda buruk bir tad kalıyor bittiğinde. Ama ben yine de okuyun diyorum...

Leylak mevsimin son leylağı; anneme ve bütün annelere...

Lütfen Anneme İyi Bak/Kyung-sook Shin
Doğan Kitap/Mayıs 2011

22 Mayıs 2011 Pazar

HAFTANIN OKUYANI 1


Bugünden itibaren yeni bir seri başlatıyorum: "Haftanın Okuyanı". Aslında iki haftadır blogun yan tarafına koyuyordum resimleri ama bilmiyorum farkettiniz mi? Kitap okuyan bir kadının resmedildiği tablolar Pazar günlerinin konuğu olacak ve ben o resmin bende uyandırdığı duyguları yazacağım. Sizden daha doğrusu arzu edenlerden de kendi duygularını yazmalarını isteyeceğim.

Yukarıdaki resim Anna Ancher'e ait. Anna Archer 1859-1935 yılları arasında yaşamış Danimarkalı empresyonist bir ressam. "Okuyan Kadın ve Gelincikler" isimli bir resmi bu gördüğünüz. Bende uyandırdığı duygu kadının okumaktan ziyade çok üzgün olduğu. Sanki üzüntüden ne yapacağını bilememiş de eline öylesine kitabını alıp çöküvermiş kanepeye. İnsan bu kadar iğreti bir vaziyette oturup kitaba kendini veremez bence. Gözleri kitaba bakıyor ama aslında o kafasını meşgul eden şeyleri düşünüyor, dalgın. Önündeki harfleri gördüğünden bile şüpheliyim. Dış dünyayla ilişkisini kesip kendi içine gömülmüş. Odanın görünen bölümünden titiz olduğu sonucunu çıkarıyorum, masanın üstüne dökülen gelincik yapraklarını toplayıp atmamış olması da gerçekten üzgün olduğunu gösteriyor.

Evet, benim naçizane görüşlerim bunlar:) Haydi resme meraklı arkadaşlarım , sizler ne diyorsunuz bu konuda bekliyorum. Güzel bir Pazar günü dileğiyle...

Ek: Bu postun resmini ve linkini yan tarafa ekledim hafta boyunca düşüncelerinizi yazabilirsiniz...

20 Mayıs 2011 Cuma

SOKAKLARDA SANAT


Çok yorgunum çok; sanki o gelemeden gitmeye hazırlanan baharı bir silindir yapmışlar ve üstümden geçirmişler. Zorunlu koşuşturmaların dışında baharla coşan iç organlarıma söz geçirmeye çalışıyorum. Alerjik öksürüğüm yeni yeni geçiyor, kolon spazmımsa tavan yaptı, iki büklüm ediyor beni. Bitmek bilmeyen yağmurlar dizlerime ıslık çaldırırken ellerime vokal yaptırıyor. Kısacası berbat bir orkestranın beceriksiz şefi gibiyim. Bedenim yanlış sesten giriş yaptı bahar konserine, fena halde detoneyim.

Oysa halletmem gereken bir sürü iş var Antalya öncesi. Gönlüm elime kitabımı alıp kanepeye yangelmek istiyor ama ne mümkün?  Caddenin artık yeşermiş akasyalarına bakıp biraz moral depolayarak ve zart zurt geçen seçim otobüslerinin yarattığı kakafoniyi duymamaya çalışarak alışverişe çıktım. Yüksel Caddesi'ne geldiğimde ağaçlara gerilmiş fotoğrafları gördüm. Çankaya Belediyesi'nin "Çankaya Yazı" etkinlikleri kapsamında bu cadde ve buraya açılan birkaç sokakta yaptığı "Kamusal alanda Sanat" uygulamasının fotoğrafları sergilenmeye başlamış. Ağaçlara gerili fotoğraflar madımak toplayanları görüntülemiş, amaç ise sözde kentli insanın hala toprağa bağımlı olduğunu göstermek imiş.


Ahmed Arif'in ünlü Karanfil Sokak şiirinde;
"Karanfil sokağında bir camlı bahçe
Camlı bahçe içre bir çini saksı
Bir dal süzülür mavide
Al - al bir yangın şarkısı,
Bakmayın saksıda boy verdiğine
Kökü Altındağ'da, İncesu'dadır."

dizeleriyle betimlediği Karanfil sokağın girişindeki akasyalara asılmış salıncakta sallanan kızların fotoğrafları ise çok iyi düşünülmüştü. Esen rüzgarla gerçekten ağaca kurulmuş bir salıncakta kolan atar gibiydiler.


Karanfil Sokak boyunca sıralanmış ahşap çiçekliklere asılmış bu resimlerde minibüs şoförlerinin bozuk paraları koydukları motor üstündeki kutular görüntülenmiş. Oldukça yüksekte oldukları için ilk bakışta ne olduklarını anlamakta güçlük çekiyorsunuz. Ben de önce bakıp ne olduğunu anladığımda fotoğrafını çekerken yanıbaşımda kocaman bir motorsiklet durdu. Üstündeki genç "Bunun neyini çekiyorsun abla?" dedi. "İlginç geldi, çekiyorum" dedim. "Geç ya abla" diye atladı "Bunun neyi sanat, bişeye benzetemedim, bunları asacaklarına kuş, çiçek, manzara resmi falan assalardı ya". "Eh" dedim "sana ilginç gelmeyebilir ama hoşuna gidecek olan insanlar da vardır, en azından sokaklara bir renk gelmiş". "Valla abla ben seni turist sandım fotoğrafını çekince, bunlar ancak turistlere ilginç gelir" şeklinde uzadı gitti muhabbet. Neredeyse "Sanat sanat içindir/Sanat toplum içindir" konulu bir münazaraya dönüşecekti ki savdım başımdan, devam ettim yoluma.

Bugünü de elde şemsiye, asitli yağmur ha yağdı ha yağacak beklentisiyle bitirdik bakalım, yazıyı da aşağıdaki fotoğrafla bitireyim: "Aşk yoldaştır bedenime, ruh ise kafes".

18 Mayıs 2011 Çarşamba

FIRAT ELLERİNİZDEN ÖPER


Snoopy'den sonra ailemizin ikinci sevgilisi Fırat dün aramıza katıldı. Her zamanki gibi "Irgatın kötüsü gün batarken iştaha gelir" atasözünü yalancı çıkarmamak için akşam saat 17.00 de giriştim imalat işlemlerine. Ali Cemile'yi sürüklerken, polisler Ahmet'i götürürken, Soner nişanlısını boğazlamak üzereyken ayrıntıları hallettim, Ali Kaptan'ın kafasına tabanca dayandığında bitmişti. Keşke bu dizi de bitse...


Fırat hepinizin ellerinden öper, güzel bir gün diler. "Süpaneke, dinimiz amin..."

17 Mayıs 2011 Salı

LEYLAK MEVSİMİ BİTERKEN


"Mart diye bahar geldi" demiş bir şiirinde Yılmaz Erdoğan. Bu yıl Mart diye bahar gelemedi ama "Zart diye yaz geldi" dünden beri galiba. Durmadan yağmur yağsa da, güneş yüzünü doğru dürüst göstermese de, havalar bir türlü ısınmasa da benim için bu gelemeyen baharın en güzel yanı leylaklardı.  Uzun zamandan beri ilk kez bir leylak mevsimini Ankara'da geçirdim. Bahçe duvarlarından salkım salkım sarkan leylaklar serin havaya rağmen içimi ısıttı, köşe-bucak, sokak-cadde dolaşıp her leylak ağacını okşamak istedim. Kimi zaman çaktırmadan çaldım bir dal, kimi zaman koklamakla yetindim, kimi zaman fotoğrafını çekmekle. Birkaç kez vazomu doldurdum demetiyle ama her güzel şeyin olduğu gibi leylak zamanının da sonu geldi. Narin eflatun çiçekler pas rengine dönüşüp dökülmeye, dibinden tohumlar boy vermeye başladı. Ne yapalım onlar da yerleşir anılar vazomuzun en nadide yerine ve ben yeni çiçekler peşinde koşmaya başlarım. Mevsim biterken kendime yukarıdaki kutuları armağan ettim, "Aslı gibidir" damgası vurarak üstlerine. Şimdi bir süreliğine de olsa Antalya'ya gitmek, portakal çiçeklerini kaçırsam da ateşağaçlarına, gülibrişimlere, yalancı orkidelere kavuşmak zamanıdır. Hafta sonu Abbas yolcu anlayacağınız.


Leylak sezonu kapanırken son fotoğraf Kaymak'la Kadayıf'ın güzel annesinden geldi. Bu aralar gördüğüm en güzel leylak fotoğrafı, bence ziyan etmeyin tıklayıp büyüterek bakın. Bir çiçekle hatırlanmak ne kadar hoş, leylaklarını aldım sevgilerimi yolladım Kaymaklı Kadayıf sana...

16 Mayıs 2011 Pazartesi

YEŞİL PAZAR


Pazar günü internet sansürüne "Hayır" demeye gittim. Gittim gitmesine de İstanbul dışında bu konuya pek aldıran yok galiba, çoğu gençlerden oluşan cılız bir kalabalık ellerinde pankartlarıyla toplanmışlardı. Görevli gencin açıklamalarından sonra biraz alkış kıyamet, biraz sloganla devam etti. Derken koca koca damlalarla yağmur indiriverince topluluk otomatikman dağıldı. Yağmurdan kaçmak için sığındığımız Simit Cafe'de günün tipi olarak nitelendireceğim yaşlı kadınla tekrar karşılaştım. Aslında caddeye girerken görmüş, önce meczubun biri sanmış sonra etkinliğe katılmak için geldiğini farketmiştim. Girdiğimiz cafede hemen yanımızdaki masada kendi yaşlarında iki adamla oturmuş hayli yüksek sesle bir sohbet gerçekleştiriyordu. Dalgalı beyaz saçlarını arkada bir örgüyle toplamış alnına da bir bandana bağlamıştı. Kulaklarından barış amblemli gümüş küpeler sarkıyor, kargo pantolonu ve cepli gömleği de üstünde fena halde bol duruyordu.  Bu ufak-tefek yaşlı kadının sandalyesinin dibinde cüssesine oranla hayli kocaman, içinden uzun  sopalar görünen bir poşet vardı. Kulağıma gelen sohbetlerini bir süre istemeden de olsa dinlemek zorunda kaldım, zira o derece yüksek sesle konuşmaktaydılar. Derken dağılan gösteriden iki genç cafeye doğru yaklaşınca bizim hanım ayaklandı, o kocaman poşeti alıp gençlere doğru koşturdu. Poşet açıldı, içinden çeşit çeşit pankart çıktı. anladığım kadarıyla o gençlere pankart getirmiş ama verememiş. Fakat durum o kadar komikti ki; kadıncağız elini poşete atıp bir pankart çıkarıyor, üzerinde yazan slogan: "Seçim Barajına Hayır". "Bu değil" diyor, yeni bir tane çıkarıyor, onun üstünde "Nükleer Enerjiye Hayır" yazıyor. Neyse sonunda "İnternetime Dokunma" yazanını buldu ama eylem sona ermişti zaten. İzlerken epeyce güldüm, seyyar pankart askısı gibiydi. Başka yaşlı kadınlar yanında kalp-tansiyon ilaçları, ter bezleri taşırken bunun pankart dolu bir poşetle geziyor olması oldukça hoştu:)

Fotoğraftaki heykel Sakarya Caddesi'nin Mithatpaşa girişinde, herşeye ve herkese yukarıdan bakıyor...


Yağmur dinince ara sokaklardan Kurtuluş Parkı'na doğru yürüdük. Ankara'nın bazı semtlerinin  ara sokakları hala o eski havasını korumakta, evlerin çoğu bahçeli, yeşillik, yollar sakin. 60'lı yıllarda yapılmış gemiye benzer balkonları olan apartmanlar bile mevcut. Ankara'nın sembol ağacı atkestaneleri çiçeklenmiş, ben beyaz açar bilirdim ama pembesi de varmış. Yağmurdan sonra mis gibi toprak kokmalıydı ama heryer betona kestiği için  ortalıkta toprak kalmamış. Yine de çimen, çiçek kokuları arasında yürüdük. Isı yetersiz olsa da bahar geldi  geçiyor bile. Leylaklar dökülmeye yüz tutmuş artık.


Park yeşillenmiş ve çok güzel olmuş, tartan pistte kısa bir yürüyüşün ardından havuzun ortasındaki ada-cafeye oturduk ama garsonlar pek yüz vermedi, bekledik bekledik istediğimiz çaylar gelmeyince kalkıp yürüyüşe devam ettik. Yürüyüş esnasında bu ağacı keşfettim, minicik gül benzeri çiçekleri var ama basbayağı kocaman ağaç, yaprakları da meşeye benziyor sanki. Bilen varsa parmak kaldırsın lütfen.


Eve dönerken çayır-çimen yeşilliği görünce anneannemi andım. Nerede bir yeşillik görse hemen durur: "Oh zümrüt gibi, bi bulgur pilavı pişirsek de yesek şurda" derdi. Diyeti falan boşverip bulgur pilavı tenceresini kucaklayıp anneannemin şerefine şu çimenlerde piknik yapmak istedim. Var mı bana eşlik edecek olan?

14 Mayıs 2011 Cumartesi

TIFFANY'DE KAHVALTI


Bu sabah kahvaltıyı Audrey Hepburn ile Tiffany'de yaptık. Ama Audrey hanım o kadar keyfine düşkün ki tellendirdi cigarasını, yerleştirdi ağızlığına, daldı çayın içine, güzellik banyosu yaptı bir yandan. Bana da Audrey'in abdest suyunu içmek kaldı...

13 Mayıs 2011 Cuma

KIZGIN


Snoopy ve ben kızgınız;
-İki gündür bizi maymun ettiği için,
-Dün eklediğimiz yazıyı uzayın boşluğuna yolladığı için,
-Yorumlarımızı silip yokettiği için,
BLOGGERE,
-Durmadan yağıp bir türlü ısınmadığı için
HAVALARA,
-Dışarıda şakır şakır yağmur yağarken kocaman bir güneş resmi gösterdiği için
EKRANIN SAĞINDAKİ HAVA DURUMU PENCERESİNE,
-Giderek abuklayıp saçmalayarak Orhan Kemal'in kemiklerini sızlattığı için
HANIMIN ÇİFTLİĞİ DİZİSİNE.

Ben en iyisi gidip çay alayım...

12 Mayıs 2011 Perşembe

YAĞMURUN ELLERİ


Dün zorunlu alışveriş nedeniyle dışarı çıkmak zorunda kaldım. Kaldım kalmasına ama başıma da gelmeyen kalmadı. İlk vukuat altından geçtiğim atkestanesi ağacına tüneyen baronun-ay pardon güvercinin, aklım İtalo Calvino'ya gitti-tepeme etmesi oldu. Ceketimin kolunu ve kahküllerimin bir kısmını ıslak mendil aracılığıyla güvercin atıklarından arındırmak epey vaktimi aldı sokak ortasında. Milli piyango bileti almakla güvercini sapanlamak arasında kararsız kaldım. Sonra güvercin gübresinin besleyici olduğunu düşünüp hafiften seyrelme alametleri gösteren saçlarımı gürleştirebileceğini düşünerek teselli buldum.

Almak istediğim yaka şeridi benzeri bir nesneyi (tam adını hala öğrenebilmiş değilim) girdiğim hiçbir dükkanda bulamadığım gibi dükkan sahipleri ve tezgahtarlardan çeşitli tavsiyeler aldım:
-Bunun modası geçti artık, papyon alın.
-Haa, kurdele mi, bizde yok tuhafiyeciye bakın.
-Aman kardeşim ne para vercen, al 10 santim kumaş kendin dik.
-Bunu satan bi adam vardı, o da öldü.
-Artık bunlardan üretilmiyor.
İnanmıyacaksınız belki ama bu lafların hepsini duydum. Tam aramaktan vazgeçmiştim ki bir ihtimal diyerek girdiğim mağazada buldum. Cüssesine uymayan bir para verip aldım ama eve geldiğinde dikişinde eğrilik olduğunu farkettim. İş yine başa düştü, düzeltilecek.

Alışverişimi bitirip ellerimde koca koca paketlerle AVM'den çıktığımda bir yağmur indirdi ki evlere şenlik. Gök yere yapıştı, bulutlar yeryüzüne taşındı, ortalık gece gibi oldu, gök gürledi, şimşekler çaktı. Öyle ki "Üze Tenri basmasar/Asra yir telinmeser/Türk budun ilini törünü kim artadı" diyen Orhun Kitabesi'ndeki  yazıt gerçek oluyor sandım, sağda solda Dedem Korkut'a baktım göremedim. Yüz metre ilerideki metro durağına bile ulaşmam mümkün olmayınca 8 çizen taksi kuyruğuna girdim. 10 dakika kadar bekledikten sonra önümdeki çok yaşlı iki hanımın bindiği taksinin ardından gelene adımımı atıyorken yaşlı hanımlar "Taksici bizi beğenmedi" diyerek geri indiler. Anlam veremediğim bu olay yüzünden biraz daha bekledim. Sonunda yerleştiğim taksi öyle fena ter kokuyordu ki öksürük krizim tuttu. Camı açmayı denedim yağmur şorr diye içeri hücum etti. Mecburen kapatıp eve gelene kadar öksürdüm. Taksi beni indirmek için evin önündeki kaldırıma çıkmasına rağmen apartman kapısına ulaşana kadar dizlerime çıkan su içinde kaldım. Tabii bugüne de sırt ağrısı, kırgın bir vücut, öksürük ve boğaz yanması kaldı. Sokağa çıkma ihtimalim hastalık ve hava koşulları nedeniyle engellenince yukarıda fotoğrafını gördüğünüz şeyi yaptım: Nane Konsantresi.  Tarif Yetur'la Lezzet Kareleri blogundan. Efendim bir demet taze naneyi alıyorsunuz. Yıkayıp yapraklarını ayıkladıktan sonra üstüne 2-3 kaşık şeker serpip ovalıyorsunuz. Ağzını kapatıp buzdolabında yarım saat kadar bekletiyorsunuz. Sonra ince süzgeçten geçirerek yarım bardak  konsantre nane suyu elde ediyorsunuz. Bunu üzerine su ekleyip bir bardağa tamamladıktan sonra iki bardak şeker ilavesiyle kaynatıyorsunuz. O güzel yeşil rengi ne yazık ki kürdan ucuyla eklediğiniz minicik gıda boyası veriyor, onu eklemezseniz sonuç kahverengi oluyor. Hafif ağdamsı kıvam alınca altını kapatıyor soğutup kavanoza koyuyorsunuz. Şurup yapıp içebilirsiniz, kahvenize eklersiniz, pasta veya tatlıda kullanırsınız o sizin bileceğiniz iş. Detaylar için linkini verdiğim bloga lütfen.

Eh maceralarımı anlattım, şurup tarifi de verdim daha ne yapayım. Size sevgiler sunuyor, Yeni Türkü ile başbaşa bırakıp son kalan lavanta keselerimi dikmeye gidiyorum...



11 Mayıs 2011 Çarşamba

3 L


Ben bugün;

-Leylak kokladım.
-Lavanta kesesi diktim.
-Lazanya pişirdim.

O kadar...

10 Mayıs 2011 Salı

MEVSİM BAHAR OLUNCA

Havalar yeterince ısınmasa da çiçeğe böceğe, ota çöpe bahar geldi. Ortalık yeşerdi, rengarenk oldu, hepsinden önemlisi leylaklar açtı. Bana da "Leylaklar açmış gördün müüüü/Dallardan bahar inmiş duydun muuuu" diye şarkı söyleyerek baharı fotoğraflamak düştü. Bugün hava güneşliydi, ben hazırlanıp çıkarken karardı, bulutlar yere yaklaştı, "Eyvah" dedim "yağmur geliyor" ama şemsiye almadım yanıma. Zira Gamsegamse şemsiyeyle sokağa çıkarsak yağmurun nasılsa tedbirli diye düşünüp yağacağını söylemişti, ben de hatırlatmamak için şemsiyesiz çıktım ve hakikaten de yağmadı. Üstelik bir süre sonra boynuma sardığım fuları ve ceketimin altına giydiğim hırkayı çıkarıp çantama attım. Aşağıdaki fotoğraflar Ankara Üniversitesi'nin Cebeci Kampüs'ünden. Bahar coşmuş orada, ben de sizler için fotoğrafladım, haydi iyi seyirler...


Bu harika sarı çiçekler açan bitki nedir bilemedim; Mine Hanım, sevgili Beste yardımınıza ihtiyacım var. Şöyle bir ipucu da vereyim, çiçekler o güzel görünümlerine yakışmayacak kadar pis kokmaktaydılar.


Ankara'nın simgesi atkestaneleri çiçeğe durmuş. Bebekken ailemle yaşadığımız bir sel felaketinden bu ağacın tepesine çıkarak kurtulduğumuz için kendisine özel bir saygım ve sevgim vardır.


Bu bitki görünüm olarak aynı hanımeline benziyordu lakin rengi koyu pembe ve kokusuzdu.


Bu da hanımeli benzeri birşey ama çiçekler az daha farklı ve yine kokusuz.

Ortanca olduğuna karar vermiştim ama çiçekler portakal boyutunda ve bitki de ağaç gibi olunca "acaba mı?" diye düşündüm.
Böcek ya da tırtıl her ne kemirdi ise bu yaprakları adeta dantel gibi işlemiş.


Leylak zamanı onlarsız bir post girmeyeceğimi tahmin etmişsinizdir sanırım. Bugün leylağa doydum, herbir ağacı tek tek ziyaret edip hasret giderdim, bir kucak da toplayıp vazoya yerleştirdim.

Güneşiniz, çiçeğiniz, yeşiliniz bol olsun...