Sayfalar

31 Ekim 2010 Pazar

KEZBAN'IN GÜZELLİK ÖYKÜSÜ

Benim buzdolabında çok olur bu, arada bir çatlak sesler yükselir içeriden. Bugün de dolabın önünde dururken işittiğim mırıltıları merak edip açtım kapağı, baktım bizim yerelması Kezban Hanım isyanlarda: "Yeter artık yeter, çektiğim bu aşağılık duygusundan kurtulmak istiyorum. Çirkinim diye, Anadolu'nun bağrından geldim, topraktan çıktım diye kimse yüz vermiyor bana. Kendimi "Kezban" filmindeki Hülya Koçyiğit gibi hissetmeye başladım. Ben de oda arkadaşlarım brokoli, avokado, Brüksel lahanası gibi ilgi görmek, jet sosyeteye girmek istiyorum. Filmdeki Kezban gibi güzelleştir beni, bir karizmam olsun, ben de sosyalleşeyim."

Aaa, bizim Kezban dellenmiş; güzelleşme, sosyalleşme derdine düşmüş. Facebook'ta sayfa açacak halimiz yok ya, bari estetik operasyona tabii tutalım da el içine çıkacak hale gelsin gariban dedim.

Hemen bir işbirliği planı yapıp yardımcılarımı belirledim. Bu estetik operasyonda bana kırpık bıyıklı, asıksuratlı, çekik gözlü Dr.Ayva san, duygusal hemşire uzun kirpik Havuciye Hanım, narkozitör ekip tombul Soso ile minyon Sasa yardım etmek için gönüllü oldular. Yalnız Soso ile Sasa bu operasyona çalıştıkları kurumdan izinsiz katıldıkları için yüzlerini göstermek istemediler.

Dr.Ayva san, hemşire Havuciye Hanım, narkoz ekibi Soso ve Sasa lazım olan ilaç ve dezenfeksiyon malzemelerini yanlarına alarak ameliyathane tenceresine kapanıp gerekli hazırlıkları yapmaya başladılar.

Bu arada Kezban bir güzel banyo yaptırılıp peeling işlemine tabii tutuldu ve sonunda epey kilo vermiş olarak estetik operasyona hazır hale geldi.

Kezban'ı ameliyathane tenceresine yollayıp kapağını kapatmadan evvelki son görüntü bu fotoğraftaki gibiydi.

Operasyonun sona ermesini beklerken heyecanımı yatıştırmak için kendime içine taze zencefil doğrayıp attığım bir fincan çay aldım ve mutfak masasına oturup beklemeye başladım.

Estetik operasyon sona erdiğinde kendinden emin bir biçimde doktorları ve hemşiresi eşliğinde yeni odasına geçen Kezban'ı üzerine çiçekler serperek kutladık. Ekip olarak mutluyuz, gururluyuz. Gökten bu defa 4 elma düşmüş; biri Kezban'a, biri sabredip okuyan sizlere, biri naçizane bana ve sonuncusu da bu güzel tarifi aldığım sevgili Acemi Aşçı'ya...

30 Ekim 2010 Cumartesi

GÜNDÖKÜMÜ

Güne taze simidin kokusu ve gevrekliği ile başlanır.

Ardından "Roma Tatili" filmi izlenerek Audrey Hepburn'un zerafetine, Gregory Peck'in yakışıklılığına bir kez daha hayran kalınır. En güzel, en genç halleriyle ekranda arz-ı endam eden bu insanların artık başka bir alemde olmaları garipsenir.


Öğleden sonra sokağa çıkılır, parlayan güneşe, mavi gökyüzüne, sonbaharın muhteşem renklerine bakılıp mutlu olunur.

Eve dönerken üstgeçitteki seyyar satıcıdan rengarenk bir tren alınıp ruhtaki büyümeyen çocuk sevindirilir. Yolboyu, "Tren, öpsün seni Zeki Müren" diye tekerleme söylenip kıkırdanır.

Dizle ilgili sorunlar şimdilik kaydıyla rafa kaldırılır, diz ağrısı fazla yüz verilmemek üzere en içteki cebe gizlenir, hayata kaldığımız yerden devam edilir...

28 Ekim 2010 Perşembe

SIKINTILI VE YORUCU GÜN

Hiç alakasız bir şekilde şu anemonları koydum ki içten dıştan karanlığa renk getirsin. Dün bütün gün kombi değişimi nedeniyle mutfak ve civarı hallaç pamuğu gibi atıldı. Heryer kına benzeri tuğla tozuyla kaplandı. Yerinden çekilen, tezgaha gömülü beyaz eşyaların altındaki yıllanmış kirler ortaya çıktı. Toz, toprak, alçı, tuğla kırığı, baca kurumu derken mutfağın sadece kapısından geçmek bile sinir katsayımı yüzle çarpmaya yetti. Bütün bu pisliğe ilaveten bir de mr sonuçlarımdaki hasarlı görünüm iyice asabımı bozdu. Ustalar gittiğinde saat 22.00 ye geliyordu. Paçaları sıvayıp işe giriştik lakin ben ilk yarım saatte fire verdim. İyiden iyiye sızlamaya başlayan dizim nedeniyle affedildim. Sağolsunlar işin geri kalanını sabaha kadar uğraşarak hane halkının geri kalan bireyleri halletti. Sabah bölük pörçük uyunmuş 2-3 saatlik uykunun ardından uyandığımda bir de havanın sıkıntısı eklenmişti içimdeki sıkıntıya. Tetkik sonuçlarımı alıp, inatla arabalarını deli gibi sürüp geleni geçeni ıslatan şoförlere içimden en güzel iltifatları yollayarak kendimi bir taksiye attım. Neyse ki bu defa doktora ulaşabildim. Dizimde beni en fazla rahatsız eden unsur "Baker kisti" denilen ve diz arkasına kadar uzanan oluşum imiş. Ameliyat dışında da çözümü yokmuş. Yaza kadar ertelememin bir sakıncası olup olmadığını sordum, aciliyeti yok ama yaşam kalitenizi bozar ve ağrılarınız devam eder dedi. Yine de bu işi yaza bıraktım ve geçici çözümler olarak dizlik ve ilaç takviyesiyle bir süre daha idare etmeye karar verdim. Kısacası ufukta bir ameliyat görünüyor. Bacağımda bir fırın taşıdığımı düşünüyorum, bu da durumu eğlenceli hale getiriyor, muhtemelen buradaki "Baker" fırının İngilizcesinden ziyade keşfeden kişinin adı olsa da. Sıcak sıcak gezerim işte kış boyu daha ne olsun:) Hastaneden çıkışta bindiğim taksi insanı kusturacak derecede ter kokuyordu. Şoföre beni bıraktıktan sonra evine gidip duş almasını önermek geldi içimden ama kendimi tuttum, burnuma röntgen poşetini dayadım ve dikkatimi radyoda çalan müziğe vermeye çalıştım. İstek programıydı ve cep telefonumuza radyonun adını yazarak istekte bulunabileceğimizi söylüyordu sunucu. Bir an mutfak temizliğini yaparak beni mutlu eden hane halkım için Ankara'lı Turgut'tan o anda çalan "Plaka 06" şarkısını istemeyi düşündüm ama,
"Bak kerize kerize
Yan yan bakar Filiz'e
Seni hıyar turşusu
Ne gerek var perhize
şeklindeki nakaratın pek hoşlarına gitmeyeceğine emin olduğum için caydım:)) Tanrım bu şarkı sözlerini kimler yazıyor ve bu şarkıları kimler dinliyor?

Benim cepheden haberler bu şekilde dostlar, şimdi izninizle nem yüzünden ağrısı artan dizime rağmen gidip mutfağı yerleştirmek zorundayım. Kolay gelsin bana...

27 Ekim 2010 Çarşamba

AH DİZİM, VAH DİZİM, SEN NEYMİŞSİN SEN...

Dizimle ilgili sonuçları almak için hastaneye gittim ama doktorcum ameliyatta olduğu için görüşemedim. MR raporundan anladığım kadarıyla dizimin hali pek iç açıcı değil, epey hasar var. Bu nedenle diz kemiklerimi köpeğe vermeye ve bacaklarımı top model "Adriana Lima"nın zarif dizkapaklarına sahip sütun bacaklarıyla değiştirmeye karar vermiş bulunuyorum. İlanen tebliğimdir...

26 Ekim 2010 Salı

ÇİÇEKLERDEN KASIMPATI, ŞAİRLERDEN TURGUT UYAR

Sonbahar beni en çok kasımpatlarıyla mutlu eder. Çok geç sevmeye başladım onları, çocukken benim için yalnızca 10 Kasımlarda Atatürk'ün büstünü süslemek için götürülen, onun çok sevdiği çiçekti. Kasımpatıyla aramdaki muhabbet 30'lu yaşlarımdan sonra başladı. Hem güzel, hem kalender, hem keseye uygun, hem dayanıklı. Bir çiçekten daha ne beklenir. İlkokuldaydım, babam bana "Çin Masalları" diye bir kitap almıştı. Her masalda krizantemden bahsediliyor. Hani masallar da pek görkemli yerlerde, saraylarda köşklerde geçtiği için krizantemi gözümde büyüttüm de büyüttüm. Merakım oldu dağlar kadar; nasıldır, nicedir, ne menem bir çiçektir ki Çinlilerce bunca makbuldur. Gel zaman git zaman büyüdüm, hangi yazardı unuttum, bir denemesini okudum ve öğrendim ki krizantem bizim bildiğimiz kasımpatı imiş. Bende dumur halleri tabii ki. Sanırım yazarda da öyle olmuş ki şu şekilde ifade etmiş durumu: "Krizantemin kasımpatı olduğunu öğrenince birdenbire kasımpatı gözümde sınıf atladı, krizantemse değerini yitirdi". Eh bende de farklı olmadı doğrusu.

Efendim ben size aslında bugünkü hastane daha doğrusu "mr" maceramı anlatacaktım. Malum dizim sürekli sinyal vermekte ama ben duymamazlıktan gelmekteydim ki sinyal cankurtaran sireni boyutuna ulaşınca pes edip bugün doktora gittim. Doktor sol bacağıma muhtelif bale hareketleri yaptırdıktan sonra benden balerin olmayacağına karar verdi ve bari hastane para kazansın diye hem röntgene hem mr'a sevketti. Röntgeni sorunsuz hallettim kısa sürede, mr için anlaşmalı görüntüleme merkezine gittim. Gittim ama içim pırpır, o aletin içine nasıl gireceğim. Allahtan danışmada sempatik bir kız vardı, diz mr'ı için belden yukarının dışarıda kalacağını söyleyip rahatlattı beni. Sonra makineye yerleştik, mr'ı çekecek teknisyen şöyle buyurdu: "Sizi görünce inşallah diz mr'ı değildir dedim ama ne yazık ki dizmiş." "Neden?" diye sorunca da "Dizleriniz çok kalın makinanın dizliğine sığmayabilir" demesin mi? Al bir kaya, nerene dayarsan daya. Gördüm de bu kadar patavatsızını görmedim, yahu bu laf insana kavgada bile söylenmez. Kızdım ve dizim rahatça yerleşince acıklı birtakım sitem sözleri ederek adamı böyle konuştuğuna pişman ettim (mi acaba?). Neyse korktuğum gibi birşey değilmiş, üstelik o kadar yorgundum ki iyi bile geldi yatıp dinlenmek, hatta biraz daha uzun sürse uykuya geçebilirdim. Yalnız kulağıma geçirdiği kulaklık fena halde canımı acıttı, gördüm ki dizim değil kulağım sorunluymuş, o sığmadı. Sonunda çekim işlemine geçtik, çıkacak gürültüler konusunda uyarıldık ve patavatsız teknisyen görevini yapmağa gitti. Makine çalıştı, gürültü başladı. Önce: "Taka da tuka, taka da tuka" şeklindeki sesleri az sonra "Kartal kalkar dal sarkar, dal sarkar kartal kalkar" şeklinde tercüme edilebilecek takırtılar aldı. Derken sahneye ördekler çıktı: "vak vak vak vak". Ördekler çekildiğinde inşaat işçileri doluştu mekana, devasa matkaplarını çalıştırdılar: "Gırrrrrrrr". Neyse ki işçiler çabuk dağıldı, bir sürü tavuk doluştu içeriye: "Gıt gıt gıt gıt". Onlar gıdaklarken derinlerden "yapmaa, yapmaa" benzeri sesler geliyordu. Benimse keyfim yerindeydi, kulağımdaki sıkışmayı saymazsak epey dinlendim, hatta patavatsız teknisyen "Geçmiş olsun" diye geldiğinde, "Öbür dizin de mr'ını alsak hazır sığmışken, ben de biraz daha dinlensem" diyecektim ama yeni bir patavatsızlıktan ürktüm.

Sonuçlar yarına, çoook yorgunum. Üstelik sabah yeni kombi takmak için ustalar gelecek, mutfakta inşaat durumları var yani. Yarabbim feryadımı artık duysan diyorum ve Turgut Uyar okumaya gidiyorum. Size de birkaç dize:

"ama baharda ya da dışarda
sonsuz göğün altında
aşkın aşkla çarpımı
nedendir bilinmez
garip bir biçimde
hep sonsuzdur

kare kökü de yoktur"

25 Ekim 2010 Pazartesi

HAYAT


Diz kemiğim takır takır ötüp kramp benzeri ağrılarla canıma okusa da, grip ha geldim ha geliyorum diyerek burun kökümden enseme vuran pis bir başağrısı ile haber yollasa da, carpal tunnel sendromlu ellerim gece sabaha kadar uyuşup beni uyutmasa da, bozulan kombinin yerine yenisini takmak için mutfakta yapılacak kırıp dökme işleri keyfimi kaçırsa da, ah Antalya diye meleyip evimi özlesem de çırpı bacaklara benzeyen incecik gövdesinin üstündeki yapraklarını doyumsuz sonbahar renkleriyle bezeyen şu minicik ağaç gibi nice mucizen için teşekkürler hayat...

"8 satırı tek bir cümleye sığdırmak başarısını gösterip sonunda noktayı koyabildiğin için sana da tebrikler Leylak."

24 Ekim 2010 Pazar

PAZAR'IN "EN"LERİ...

Bugün gözümü açtığımda saat 12'ye geliyordu. Kendime tok ve güçlü bir "Maşşallah" çektim. Malum sözdür, bilirsiniz: Kavun, karpuz ve (leylak) yata yata büyür. Ben de kalktığımda boyca değilse de enlemesine giderek büyüdüğümü farkedip mutlu oldum. "Ağırlığınca altın" ödüllü bir yarışma açılırsa katılıp zengin olma hayalleri kurarak mutfağa yöneldim. Ödül miktarını biraz daha arttırmak arzusuyla güzel bir kahvaltı hazırladım. Sonrasında da elime kahvemi alıp kanepeye yayıldım. Yaşasın miskinlik...

Pazar'ın Kitabı: Miskinliğime ve kahveme eşlik eden kitap Mario Levi'nin yeni çıkan "İçimdeki İstanbul Fotoğrafları" oldu. Yazar dedesinin ölümü üzerine kendi iç dökümlerini İstanbul'u fon alarak anlatmış kitapta. Semt semt dolaşarak kendine kendini anlatıyor.

Pazar'ın Keki: Kitabın üçte birini tamamladıktan sonra miskinlik kotamı doldurduğuma kanaat getirip tarçınlı kek yapımına giriştim. Esasen süper komik bir silikon kalıbım var, yepisyeni. Hemi de balkabağı biçiminde. Gel gör ki bu evdeki fırına sığmıyor, mecburen yarısını kullanıyorum, ölçüleri de kafadan atıyorum ve her seferinde ölçülü keklerden daha kıvamında ve lezzetli sonuçlar alıyorum. Bu seferki de misler gibi oldu, aferin bana...

Pazar'ın Reçeli: Keki hazırlayıp fırına atınca aşka geldim. Dün bahçeden toplanmış çekirdeksiz Ege üzümleri geldi bize. Tanelenmiş olanları reçel yapmaya karar verdim. Annoya'nın hesabı üzümün yanısıra aklıma ne gelirse, canım ne isterse koydum reçelin içine; rendelenmiş ayva, karanfil, bir limonun suyu ve kavrulmuş file badem. Sonuç üzümden dolayı benim damak tadıma fazla şekerli gelse de reçel olarak hoş oldu doğrusu. Bir aferin daha bana...

Pazar'ın Araması: Bir nedenle "mutluluk" sözcüğünün Azeri dilindeki karşılığını merak ettim ve internette bulduğum Azerice sözlükte "mutluluk" yazıp arama yaptırdım. Sözlük kelimenin karşılığını yazmadığı gibi çok kızdı bana ve şu sözlerle azarladı:
"Ahtardıgınız mutluluk sözü lugetimizde yohtur. Lütfan eylence yerine eylence ahtarmayın. Bu şekilde tapmayabilersiz. Siz düzgun yazdıysanız demak ki mutluluk lugetimizde mövcut deyil."

Ve son olarak Pazar'ın Şarkısı: Bütün bunları yaparken bu şarkıyı dinledim ve eşlik ettim. Belki daha güzel söyleyenler vardır ama ben Suzan Kardeş'in yorumunu tercih ettim, çünkü evinin mutfağında söylüyormuşcasına doğal. Linki tıklayın ve siz de hem dinleyip hem söyleyin:
Bir Kızıl Goncaya Benzer Dudağın

22 Ekim 2010 Cuma

BİR SONBAHAR GÜNÜNE SIĞDIRILANLAR...

Tanıştırayım: Solda, ayaktaki Leylak Hanumefendi, oturan ise Prenses Şuşu. 2 saat oturup gevezelik ettikten sonra fotoğraf çekmediğimizi ayrılacağımız anda hatırlayınca ben de müthiş yeteneğimi konuşturup paintte cızıktırdım kendimizi. Benimkisi bir cahil cesareti, Şuşu'nun güzelim çizimlerinden sonra benim acemi şekilimsilerimi hoşgörürsünüz artık. Belki güzellerini Şuşu çizer. Ama ben beceriksizliğimi bahane ederek kendimi daha genç ve zayıf, Şuşu'yu olduğundan daha yaşlı ve şişman çizdim. Ni ho ho, yaşasın kötülük:)))

Eh, bari buna bakın da gözünüz gönlünüz açılsın. Şuşu'dan şirin olmasın, bu mavi saçlı Şirine Antalya'ya gidip kitaplığımın yan duvarında yerini almak için sabırsızlanıyor. Ama bir süre daha sabretmesi gerekecek. Ben bu harika çizime, onu çizen Şirine'nin güzelim saçlarına, gülen pırıltılı gözlerine, o tatlı gülümsemesine, samimiyetine ve sıcaklığına bayıldım. Seninle geçen zaman harikaydı Şuşucum...

Şuşu'dan ayrıldıktan sonra günler sonra kavuştuğumuz güzel havayı ağrıyan, hem de çok ağrıyan dizime rağmen değerlendireyim istedim. Sonbahar renkleriyle donanmış ağaçların güzelleştirdiği Ankara sokaklarında biraz yürüdükten sonra Gençlik Parkı'na bir ziyaret yaptık.

Uzun süre bakımsız, harap durumda kalan, Ankara'nın simgesi Gençlik Parkı geçen yıl düzenlenip yeniden halka açılmıştı. O zamandan beri iki kere gitmiştim, hala tamamlanmamış şeyler vardı, son halini görelim istedim. Gölün etrafında, köprülerde, ağaçlar arasındaki yollarda dolaşıp durduk. Çocukluğumu, gençliğimi aradım ama heyhat mekan aynı ama ruhu gitmiş, hiçbir iz bulamadım. Parkın simgesi, girişteki su kaskatlarının altında karşılıklı yer alan iki heykel artık eski yerinde değildi, parkı gezerken keşfettik ki arkalardaki idare binasının girişine konulmuş. Ankara'yı ziyarete gelen ya da orada yaşayan kişilerden çok azının bu heykeller önünde fotoğrafı yoktur, öylesine parka has birşeydi. Ne yazık ki artık bulundukları yerde kaderlerine terkedilmişler.

Sonbahar havası parka da hakim olmuş, temizlik görevlileri yere düşen yaprakları süpürüp dururlardı ama nasıl mutsuz bir yüz ifadesiyle. Dışardan şairane görünen şeylerin özneleri bu durumdan aynı tadı alamıyorlar ne yazık ki.

Oldukça uzun süren yürüyüşün sonunda eve kilitlenmiş bir dizle ama keyifli döndüm. Sonbahar bitmeden tadını çıkarmak gerek, diz öyle de böyle de ağrıyor nasılsa:))

LEYLAĞIN TASVİRİ

Hep merak ettiniz değil mi? Bu kadın kimdir, necidir, uzun mu, kısa mı, sarışın mı, esmer mi, şişman mı, zayıf mı? Evet sonunda kararımı verdim ve bir fotoğrafımı ekliyorum buraya, hem de bizzat minik yiğenimin eseri. Umarım hayal ettiğiniz gibiyimdir (Gözlerimin güzelliğine nazar değdirmemek için lütfen maşallah deyin).


21 Ekim 2010 Perşembe

BEBEK HER YERDE BEBEK

Bugün öğleden sonramı bu minikler şenlendirdi. Fransız yapımı bir belgesel olan filmde 4 farklı ülkede aynı gün doğan 4 bebeğin yaklaşık 1 yaşına kadar olan gelişimleri anlatılıyor. Filmin başrol oyuncuları Namibyalı Ponijao, Moğolistanlı Bayar, Japon Mari ve ABD San Fransisco'dan Hattie. 4 farklı kültürde 4 bebeğin hangi koşullarda büyüdüğü doğal ortamlarında yapılan çekimlerle anlatılmış. Bebeklerden Amerikalı ve Japon olanı el bebek gül bebek itinayla büyütülürken, Namibyalı ve Moğol olan doğa koşullarında kendi hallerine gelişiyorlar. Hele Namibyalı Ponijao tam seyirlik. O şirin çikolatayı yememek için zor tuttum kendimi, nasıl sevimli anlatamam. Tozun toprağın içinde, kah yerde bulduğu hayvan kemiklerini kemirerek kah su birikintilerinden su içerek, yalın ayak baş kabak büyüyüp gidiyor. Kocaman bir Moğol çadırında yaşayan Bayar ondan biraz daha hallice ama çok da özen gösterildiği söylenemez. Gözlerinin içine bakılan diğer iki bebeğe göre de daha az ağlıyorlar, daha az mızmızlanıyorlar. Hele Ponijao'nun zeytin gözleri devamlı gülüyor. En çok dikkatimi çeken 4 bebeğin de hayvanlarla içiçe büyümesi. Çoğu zaman çevrelerindeki hayvanların canını acıtacak kadar mıncıklamalarına rağmen hayvanların çocuklara yaklaşımı son derece koruyucu ve doğal. Moğol bebek leğende yıkanırken mesela kapıdan kafasını uzatan bir keçi çocuğun yıkandığı suyu içebiliyor, uyurken tepesinde gezen horoz ilgilenmiyor bile çocukla, Namibyalı velet kolunu neredeyse dirseğine kadar köpeğin ağzına soksa da köpek kesinlikle ısırmıyor. Japon ve Amerikalı aile ne kadar koruyucuysa diğerleri o derece kendi halinde büyütüyor bebekleri. Belgesel 4 bebeğin de yürümeye başlamasıyla sona eriyor.

Son günlerde izlediğim en rahatlatıcı, en hoş şeydi. Zaman zaman kendimi kıkır kıkır gülerken ve o çikolata Ponijao'ya öpücük yollarken yakaladığımı da itiraf edeyim. Bir şekilde temin edin ve izleyin bu belgeseli, bayılacaksınız...

20 Ekim 2010 Çarşamba

FESLEĞEN EKTİM, GÜL BİTTİ

Ağrıyan dizim yüzünden sekerek, yağmurdan bezmiş, kombi arızasına sinirlenmiş, yüz hatlarım yerçekimine uyumlu bir şekilde gittim mutfağa bulaşık makinesini boşaltmaya. Daha kapıdan girerken duydum kokuyu, balkondaki fesleğenden geliyordu. Normalde ulaşmaz içeriye kadar; çıkıp baktım, susuz kalmış. Kendince arzetti işte halini; suladım, iki yaprak koparıp ezerek burnuma götürdüm. Mutfaktan çıkarken dudaklarımın yukarıya doğru kıvrıldığını farkettim. Bir saksı fesleğen ruh halimi anında değiştiriverdi. Şimdi o yapraklar klavyenin üstünde, kocaman bir kupaya öğle yemeği niyetine konmuş tavuk suyu çorba elimde "Babies" belgeseli izlemeye başlayacağım ki keyfim katmerli olsun...

19 Ekim 2010 Salı

ÖYLESİNE BİR GÜN

Hava kapalı, diz ağrıyor, keyif yok. Dolayısıyla bütün günü evde geçirdim.
-Çoklukla bilgisayar başında oyalandım; blog, face, mail arası dolaştım durdum. OİP'in deyimiyle "sosyal paylaşım" yaptım.
-Gün boyu başım ağrıdı, hala da ağrıyor.
-Gidip gelip kıvama gelen kornişon turşumuzdan yedim, pek güzel olmuş.
-Bir ara yatıp uyumayı denedim, uyuyamadığım gibi başımın ağrısı daha da arttı.
-Kalktım, bir film koydum, "Wild Target". Türkçesi "Sevgili Hedefim" mi ne? Yapacak başka işiniz yoksa izlenecek cinsten birşey. Duygusal, titiz, steril bir kiralık katil, deli-dolu, çılgın bir hırsız kız, aralarına tesadüfen katılmış saf, salak ama ruhunda katillik yeteneği olan bir delikanlı. Gerisi kaçma, kovalama, öldürme şu bu. Bir de kızın Yeşim Büber'e olan benzerliği şaşırtıcıydı. Kaç kere ara verdim bilinmez. Kahve arası, meyve arası, kitap okuma arası, telefonla konuşma arası.
-Son arada mutfağa gidip yukarıdaki keki pişirdim. Bol kakaolu, üzümlü, file bademli.
-Film bitti, yemek hazırlığı başladı. Yemek dediysem balık kızarttım. Onlar kızarırken ben de "Victoria'nın Dansı"nı okudum. Bu Antonio Scarmeta'nın bir romanı, bitmek üzere. Daha önce "Ateşli Sabır"ı okumuştum aynı yazardan. Okumayanlara şiddetle öneririm, çok güzeldir. "Postacı" adıyla filme de çekildi.
-Şimdi yemek yendi, bulaşıklar yerleşti, mutfak toparlandı. Dışarda yağmurun şırıltısı. Eh çay da demlendi, bir dilim kek ve bir fincan çay iyi gider değil mi?

İKİ FİLM, BİR KİTAP

Çok güzeldi bugün hava, güneşli, ılık. Aslında tam çıkıp sonbaharın tadını çıkarma günüydü ama nedense evde oturmayı tercih ettim ve iki film izleyip bir de yeni kitaba başladım. Fimlerin her ikisini de sevgili Zero'nun anlatımından sonra izleme kararı almıştım, bulup seyredebilmem bu zamanı buldu ama değdi doğrusu.

"A Brand New Life" ya da Türkçe'ye uyarlanmış ismiyle "Yepyeni Bir Hayat" çok sevdiği, güvendiği babası tarafından yetimhaneye bırakılmış bir minik kızın öyküsü. İçiniz eriye eriye izliyorsunuz Jinhee'nin yaşadıklarını. Fazla anlatmayacağım, şiddetle önereceğim sadece. Yok daha fazla detay istiyorsanız Zero'nun sayfasına bir tık.

Bir Romen köyünde geçen "Silent Wedding" ise neşeyle hüznün harmanlandığı bir film. Kıpır kıpır, hareketli, gürültülü, eğlenceli ve yer yer üzücü. Müzikler harika, kahkaha bol, kavga bol. İzleyin, siz de seveceksiniz.

Ve kitabım, "Derin Anadolu/Nedim Gürsel". Dünkü gezintimiz sırasında kızkardeşin uğradığı kitapçıda dayanamadım alıverdim. Nedim Gürsel'i severim, gezi kitaplarını da. Üstelik kitap öyle şık ki. Parlak ciltli, 1.hamur yapraklı, renkli fotoğraflarla dolu. Beni en çok kapak resmi çekti. Dükkanının önüne dünya umurunda olmayan bir tavırla oturmuş, asık suratlı, ters ifadeli "Kürtüncü Hacı Yusuf"un fotoğrafı kitabın durduğu tezgahın üstünden "Al beni, al beni" diye seslendi adeta ve çantama giriverdi. Şimdi Kapadokya'dan İznik'e, Niğde'den Denizli'ye, Assos'tan Tarsus'a bir dizi yolculuk yapıp gezip görmüş kadar olacağım. Ha bu arada merak ettiyseniz Kürtüncü Hacı Yusuf semer imalatı yapıyormuş...

18 Ekim 2010 Pazartesi

GÜNEŞ ÇIKTI, HAYDİ SOKAĞA!..

Sabah uyandğımda yattığım yerden masmavi bir gökyüzü görünce apar topar kalktım yataktan. Oh be, çimlenmekten kurtulduk.

E bu bünye yağmur diner de evde durur mu? Alırsın yanına kızkardeşi ve minik yiğeni, "savulun biz geliyoruz" diyerek düşersin yollara. İlk durak Çağdaş Sanatlar Merkezi. "Ankara Garı An(a)kara'yı Dolaşıyor" isimli fotoğraf sergisi. Demiryollarına, istasyon binalarına ve trenlere bayıldığımı söylemiş miydim? Söylemiştim galiba, işte bu nedenle sergi tam bana göreydi. Ankara Garı'nın 1937 yılındaki açılışından bu yana çeşitli fotoğrafları ve bazı eşyalar sergilenmekteydi, keyifle gezdim.

Üst salonda tesadüfen tam minik yiğene göre bir sergi daha keşfettik: "Böcek Şenlik Okulu". Çocuklara böcekleri sevdirmek amacıyla düzenlenmiş eğlenceli ve rengarenk standlar minik yiğenin çok hoşuna gitti.

Çıkıştaki bu beton otopark babaları da benim hoşuma gitti, hepsini çeşitli şekillerde resimlemişler.

Sergiden sonra Tunalı D&R'daki Gloria Jeans Coffee'de bir kahve molası ve ardından Kuğulu Park.
Sonbahar renkleri parkı iyice güzelleştirmiş, canlandırmış.

Kışa değil de sonbahara benzeyen bir günün keyfini tam anlamıyla çıkarıp yorulsak da halimizden hoşnut döndük evimize. Bundan sonraki günlerin de sonbahara benzemesini ummaktayız. Zira kombimiz arızalandı yenilemek durumundayız ve en az 15 gün lazım yenisinin takılabilmesi için. Pastırma yazı himmetine kaldık...

17 Ekim 2010 Pazar

NE SÖYLÜYOR YAĞMUR, BAK NE DİYOR DİNLE...

Yağdı, yağdı, yağdı...
Biraz daha yağarsa "Yüzyıllık Yalnızlık"taki "Macando" kasabasında sanacağım kendimi. Hiç ara vermiyor, hiç dinlenmiyor, bazen deli gibi, bazen sakin, bazen çisildeyerek ama hep yağıyor.

Sokaklar şemsiye satıcılarıyla dolu, çok satmak için yağmur duasına mı çıktılar ne? Karelisi, çizgilisi, puanlısı, çiçeklisi, şeffafı... Her renkten, her boydan şemsiye var ama en çok şeffaflar rağbette. Ha bir de mağazanın birinde gördüm, kocaman siyah bir şemsiye, çadır gibi. Protokol şemsiyesiymiş, öyle yazıyordu üstünde. Birer tane edinsek VIP salonlara bizi de alırlar mı ki?

Ne Söylüyor Yağmur Bak Ne Diyor Dinle/Ajda Pekkan

16 Ekim 2010 Cumartesi

YAĞMURDA YÜRÜYÜŞ

Tüm gün bir durup bir yağan, arada fena halde coşan yağmura rağmen Ekmekçi'min sözünü tutup bilgisayarın başından kalktım ve açıkhavaya attım kendimi. Keyifliydi dışarda olmak, bir de şemsiyeyi kendi kendine havada tutan bir düzenek icat edilse de zavallı carpal tunnelli ellerim uyuşup durmasa daha da keyifli olacak.

Fotoğraftaki Yüksel Caddesi; devasa akasya ağaçları, gölgeli kaldırımları ve her an cıvıldayan kalabalığıyla çeker insanı. Sol yandaki mavi parmaklık Mimar Kemaleddin'in eseri Mimar Kemal İlköğretim Okulu'nun bahçesine ait, pek güzel bir yapıdır. Ankaralı ünlülerin çoğu ilkokulu orada okumuşlardır. Tam önünden geçerken zili ötmeye başladı, önce "Für Elise", ardından "9.Senfoni". Aman ürktüm, emekli olduğum okulun zilinin tıpkısı, ödüm koptu öğrenciler gelip "Dersiniz var hocam" diyecekler diye. Pek de çirkin çalar, rezil eder güzelim parçaları, zavallı Beethoven'in kemikleri sızlıyordur kesin bu zilleri duyuyorsa.

Yağmur şiddetlendiğinde caddenin düzenleme nedeniyle kapatılan bölümüne gelmiştim, ayak bileklerine kadar çamur ve su içindeydi heryer. Yaz başında başladı bu düzenleme, neredeyse 6 ay olacak daha küçücük bir sokak tamamlanabildi. Leş gibi çamura bulanarak gireceğim dükkana zor attım kendimi, bu işi bu kadar uzatıp kışı bulduranlar da epey hayır dua aldılar benden sevabına. Kitapçının önünde 4-5 yaşlarında bir çocuk saçağın altına dikilmiş, elinde bir ağız mızıkası "dürülü dürüli" den müteşekkil kakafonik bir ses çıkararak para toplamak adına duygu sömürüsü yapmaktaydı ama o kadar şirindi ki anlatamam. Kirloz yanakları tombul, gözleri ışıl ışıl, sümüklü burnu da küçücüktü. Yağmurun şiddetinden makineyi çıkarıp fotoğraflayamadım ama elbet bir gün yakalarım bir pozunu.

Karşıya geçmek için kulladığım üst geçidin suyla dolmuş merdivenlerinden birinde bir yazı dikkatimi çekti, durup okudum:
"Hayatı tesbih gibi düşünüyorum
Kimi zaman çekiyorum
Kimi zaman sallıyorum"
E güzel, sokağın felsefesine hayranım zaten.

Islak ama temiz havayla açılmış olarak eve gelip hemen bir çay demledim, Ankara simidi eşliğinde "Kirpinin Zerafeti" kitabından uyarlanmış ve "Yaşamaya Değer" gibi saçma bir isim layık görülmüş filmi izledim ve çok beğendim. Zaten kitabına da bayılmıştım, filmi de gayet güzel olmuş, gönlüm bir umut farklı bir son beklese de olmadı, kader utansın.

Sizlere güzel bir hafta sonu diler ve ayrılırım huzurdan...

15 Ekim 2010 Cuma

DİNLEYİN, ŞUKÜFE NE ANLATIYOR...

Az evvel bitti. Bugünü kendime dinlenme günü ilan ettim ve dün ilk öyküsünü okuyup çok sevdiğim kitabı tamamladım. Onur Caymaz'ın kitaplarıyla tanışmam tamamen bir tesadüfe dayalı oldu. Leylak tutkumu bilirsiniz, kitapçıda dolaşırken sırf isminden dolayı almıştım "Ezilmiş Leylaklar Kitabı"nı. Sonrası beni kalbimden vuran ve hala her okuduğumda içimi yaralayan "Nokta" öyküsünün başı çektiği bir dizi güzel öykü oldu ve Onur Caymaz'ı benim yazarlarım arasına kattı. "Ezilmiş Leylaklar" ı "Seni Hatırlatan Yıldızlar" ve diğerleri takip etti ve bugün de merakla beklediğim son kitabı belki de yazarın yakın çevresinden sonra ilk okuyanlardan biri oldum.

İnceliklerle, ayrıntılarla örülü; seni, beni, eşyayı, ağacı, çiçeği, hastalığı, ayrılığı, yoksulluğu, güzelliği, çirkinliği kısacası hayatı anlatan öyküler var bu kitapta, tam benim sevdiğim gibi. İlk öykü "Küçük İkramlar"da iki fincanın ağzından dinliyoruz olay örgüsünü. İsimleri bile var fincanların; şen-şakrak, deli dolu, kelimenin tam anlamıyla sapına kadar kadınsı Şuküfe ve ağır-oturaklı, renksiz, ölçülü-biçili Leyla. Ah nasıl güzel anlatıyorlar o hüzünlü hikayeyi Haminnenin çocuklarıymış gibi. Beni çok sarsan bir öykü oldu, o nedenledir kitabı okurken içtiğim kahveyi anneannemden kalma en eski fincandan yudumlayışım.

Sonra "Eau de Cologne", "Nokta" dan sonra bir kez daha yazarın babasıyla karşılaşmamız. "Sonuna Kadar Saklanacak" da İlyas'ın öyküsünü okuruz: "Halk çocuklarının son anısı askerlik..."

Çok sevilen birini anlatır "Üvey", "Kimseye çıkarılmamış misafir terlikleri hüznü" sarar okuyanı. Tuhaf belki ama kahramanı olmak istedim "Mahallenin Delisi"nin. "Fındıklı Parkı'nda Sıradan Bir Akşam"da Veysi'ye yandı içim: "İnsanların alınyazısı varmış; şöyle kaşlarını kaldırdığı vakit Veysi'nin tüm satırları okunuyordu. Yokluk, yokluk, zillet!". "Üçüncü Sayfa"da düşüncelerinin arasına çiçekler serpiştirir Binali, durmadan kendiyle konuşur içinden ve der ki: "Herkes içinden konuşabiliyorsa, neden bu kadar gürültülü dünya?".

Bir ayrılığı öyküleştirir "Dul Oteli" ve 12 Eylül sonrasına götürür bizi "Anahtar Kelime". Hiç sevmediğim Pazar gününü sevdirir handiyse "En çocuk gün Pazar'dır" diyerek. Ve kitaba adını veren uzun öykü "Gece Güzelliği", Ayaz ile Selvi'nin öyküsüdür bu, Selvi mi Ayaz'a dönüşür Ayaz mı Selvi'ye okuyun ve siz karar verin, ben bir cümle alıntılayım yalnızca: "Bazen karanlıkta görmek ışıkta seyre durmaktan iyidir."

Ben bir kez daha okuyacağım, derim ki siz de okuyun mutlaka, seveceksiniz.

14 Ekim 2010 Perşembe

AYOL HURİYE'YE NE ZAMAN GİTTİK?

Eveeet, etkinlikler devam ediyor. Dün lise kızlarıyla buluşma günümdü. İki arkadaşın geç kalmış, bir arkadaşın da biraz erkene alınmış doğumgününü kutlamak üzere biraraya geldik yıllar sonra buluştuğumuz arkadaşlarımızla. Beraber olunca tekrar lise yıllarına dönüyoruz, tekrar 6 Fen B'nin o afacan kızları olup çıkıyoruz. Birkaç kilo fazla, ciltte biraz kırışık, saçlarda beyaz teller varmış ne beis, ben her arkadaşımın yüzünde yıllar öncesinin tazeliğini görüyorum.

Belirlediğimiz saatte belirlediğimiz pastanede buluştuk. Erken gelen birkaç kişi hemen hasbıhale girişmiştik ki yan masalardan birinde tek başına oturan yukarıda fotoğrafını gördüğünüz yaşlı teyze yanımıza sokulup, "Yalnız oturmaktan çok sıkıldım kızlar, sizin masaya gelebilir miyim?" demesin mi, el mahkum buyur ettik. Reddetmek içimize siner miydi ki? Teyzem yerleşti yanımıza, kendini tanıttı, Rumelili olduğunu söyledi, çocuklarının birinin yurtdışında, birinin başka şehirde yaşadığını, kendisinin yalnız oturduğunu anlatıp bizim de onun gibi sağlıklı yaşlanmamızı temenni etti. İşin komik tarafı bundan sonra başladı. Bizim sonradan gelen arkadaşlardan her biri teyzeyi içimizden birinin annesi sanıp elini öpüp hatırını sormaya başladı. Teyze hiç açık vermeden hepsinin sırtını sıvazlayıp uygun biçimde cevaplıyordu. Teyzenin kimliğini uygun biçimde fısıltıyla açıklamak da bize düşüyordu tabii ki. Böylece birlikte uzun uzun oturduk.


Pastamızı kesip hediyeleri dağıttıktan sonra uzun yıllar doğumgünlerimizi birlikte geçirebilmeyi diledik, rol model olarak da can sıkıntısını pastanelerde oturarak gideren teyzemizi aldık. Sonra da işi gırgıra vurduk. Şimdi sağlıkla 90 yaşını aşmış, yine birimizin doğumgünü için bir yerde toplanmışız, gelirken de eski günleri yadetmek için lise yıllarında çektirdiğimiz fotoğrafları getirmişiz. Ben diyorum ki mesela fotoğraflara bakıp bakıp; "Kardeş şu fotoğrafta gördüğümüz önlüklü kız senin torun mu?". Arkadaş bakıyor ve cevap veriyor "Ayol ben torunu olacak kadar yaşlı mıyım, benim kızdır o." Derken üçüncü kafayı uzatıyor, "Aaa, ne torunu, ne kızı. Bunlar Arka Sıradakiler dizisinin oyuncuları yahu". Hiçbiriniz bilemediniz diyor bir diğeri, "Bu annemin lisedeyken çektirdiği fotoğraf". Hak veriyoruz hep birlikte ve sonra kafa kafaya verip buraya niye geldik acaba diye düşünmeye başlıyoruz, uzun uzun düşündükten sonra hatırlıyoruz ki yeni doğum yapan arkadaşımızın bebeğini kutlamak için buradayız:))

Cümlemize sağlıklı ömürler diliyorum sevgili arkadaşlarım...

13 Ekim 2010 Çarşamba

DOLU DOLU BİR GÜN

Fiyuuuuuuuuuvvvv (Bu ıslık sesi).
Bir güne neler sığdırdım kendim de şaşmış durumdayım. Sabahın seherinde kalkıp ortalığı toparladıktan sonra (pek gadınımdır, pek cabbar, evimi tertiplemeden parmak ucumu çıkarmam dışarı:) sert adımlarla attım kendimi sokağa. Yolüstü birkaç yere uğradıktan sonra İzmir'den gelen sevgili blog arkadaşım Mavi Balon ile buluştum. Birbirimizi görür görmez muhabbete başlayıp diğer kızlarla buluşacağımız mekana kadar yürüdük sohbet ede ede. Bu aralar Yörük Sofrası gözde öğle yemeği mekanımız haline dönüştü, orada Sardunya ve Funda ile buluşup götürdük Allah ne verdiyse. Sonra işe dönmesi gerekenleri uğurlayıp sohbete ve kahkahaya devam ettik.

Yemek ve blog arkadaşlarımdan ayrıldıktan sonra sıra lise arkadaşlarıma geldi, yapacağımız kutlama için birkaç hediye almak üzere bir başka arkadaşımla buluştum bu defa. Şu mağaza, bu dükkan derken epey yol katedip bu işi de hallettik. Sonrasında yoluma yalnız devam ettim. Yorgunluktan ağırlaşan ayaklarımı sürükleyerek benim için bırakılan Onur Caymaz'ın yeni kitabı Gece Güzelliği'ni almak için kitapçıya, alışveriş için de süpermarkete uğradım. Beni süpermarketten eve ulaştıracak onlarca basamağı elimdeki poşetler ve artık kilitlenen sol dizimle inmek epey zahmetli oldu. Kendimi eve attığımda bir adım daha yürüyecek halim kalmamıştı. Hemen İzmir'den gelen dibek kahvemi pişirip yorgun bünyeye gönderdim ve yemek hazırlığına giriştim. Allahım kendi hamaratlığımdan kendi gözlerim yaşardı ama hane halkında buğulanma bile olmadı, kader utansın. Eh yemekten sonra yan gelip yattığımı ve dinlendiğimi düşünüyorsunuz ama değil işte. Son lokmayı zor yutup çıktık evden. İnternetten güçbela bulduğum biletlerle tiyatroya gittik efendim, "Kerbela"ya. Oldukça uzun bir oyundu ama o yorgunluğun üstüne bile ilgim dağılmadan ve uyuklamadan izledim inanın. Bir hayli etkilendim, koreografi, müzik, oyuncuların makyajı ve şarkılar çok güzeldi. Oldukça ruhani bir havaya girdiğimizi de belirteyim öyle ki oyunun sonunda selam verilirken oyuncular değil de oynadıkları kişiler alkışlandı sanki. Hatta bir ara Yezid rolündeki oyuncunun yuhalanacağından korktum. Hasılı onca yorgunluğun üstüne gittiğime değdi izlediğim oyun. Şu anda takırdayan dizimi Voltaren'le ovmuş, üstüne bir ağrı kesici ve gecenin bu saatinde iki fincan da çay yuvarlamış olarak nasıl uyuyacağımı düşünmekteyim. Üstelik faaliyet bitmedi devamı yarına. (Tabii geceyarısından sonra yazdığım için Çarşamba gibi görmektesiniz ama ben Salı etkinliklerimi yazdım size.)

10 Ekim 2010 Pazar

10.10.10

Böyle egzantrik bir bir tarihte esasen başka şeyler yapmak isterdim. Bele oturan uzun siyah kadife bir palto giyip, başıma üstünde kıpkırmızı kadife bir gül olan geniş kenarlı siyah bir şapka takarak dantel siyah eldivenlerim elimde, siyah süet stilettolarım ayağımda, bir Paris cafesinde Edith Piaf'ın buğulu sesini dinleyerek (La vi en rose'u mu söylese acaba?) kahve-konyak içebilirdim mesela.

Maalesef bunu yapamadım ama benzer şeyler yaptım. Lastiği gevşemiş siyah eşofman altımı bacağıma geçirip üstüne rengi solmuş kırmızı kapüşonlu sweatshirtimi çekerek taramaya üşendiğim saçlarım, ayağıma 3 numara büyük gelen terliklerim ve soğuktan kaplumbağa derisine dönmüş ellerimle bizim evin mutfağında "Arpa, buğday daneler/Amanin yıkılsın meyhaneler/Terzi elin kırılsın/Amanin dar geliyor düğmeler" şarkısı dilimde ıhlamur içerek temizliğe gelen iki hatuna hizmet verdim. Pek fark yok arada değil mi, tek eksik konyak:))

9 Ekim 2010 Cumartesi

BÜTÜN DÜŞLER NAZLIDIR*

Çok soğuktu bugün Ankara ve ben tedbirsizce ince giyinerek çıktığım için fena halde üşüdüm. Birkaç cılız ışık huzmesini yeryüzüne gönderen güneşe aldanarak hafif bir ceket geçirdim sırtıma, çantaya şemsiye atmayı ihmal etmedim ama aslında şemsiye evde kalabilirmiş, ben kalın birşeyler giymeliymişim. Üstelik vasıta yönünden ters bir mekanda olduğu için yürüyerek gittim gideceğim yere. Neyse ki hem salonun ısısı yerindeydi hem de Nazlı Eray'ın sıcaklığı, içim iki türlü ısındı.

Nazlı Eray bugün son kitabı "Marylin Venüs'ün Son Gecesi" üzerine bir söyleşi yaptı, ardından da kitaplarını imzaladı. Bu benim izleme keyfine dahil olduğum üçüncü söyleşisi, her zaman çok sevdim sohbetini, öyle ki kitaplarını okurken sesi kulağımdan gitmez, adeta o okur yazdıklarını bana. Yine çok sıcak, çok samimi bir ortam vardı, yazarın pozitif enerjisi biz izleyicilere de geçti kısa sürede. Biraz "Marylin"den, biraz diğer kitaplarından, biraz yakında çıkacak olan anılarından söyleştik, sorduk, cevap aldık. Sonra da kitapların imzalanmasına geldi sıra. Bütün kitaplarını okuyup hepsine de sahip olduğum ancak tamamı Antalya'daki evde kaldığı için yenilerde ödül alan "Frej Apartmanı'nın Esrarı" adlı çocuk kitabını alıp imzalattım ben de. Öyle şirin bir kitap ki zaten "Al beni, al beni" diye göz kırptı durdu satış standından. Haa, Lalecim seni de unuttum sanma, "Marylin" senin adına Nazlı Eray tarafından imzalanmış ve gönderilmek üzere beklemeye alınmıştır.

İnsan ve mekan sıcağından 8 derecelik ısıya çıkmak zor oldu. Ama geçirdiğimiz keyifli saatler ve şu gördüğünüz, sonbahara hazırlanan Ankara caddelerinden yürümek soğuğu unutturdu. Akşam TV başında Altın Portakal Film Festivali açılışını kedinin ciğere baktığı gibi izledim. Ne yapayım kader utansın, bu sene de böyle olsun bakalım...

*Bütün Düşler Nazlıdır/Atila Şenkon-Can Yayınları