Sayfalar

30 Ekim 2009 Cuma

KİTAPLAR


Bugün yazmasam diye düşündüm aslında ama sanki yazmasam terapim eksik kalacakmış gibi geldi. Evet, bir çeşit rahatlama, kafa boşaltma, ağırlıklardan kurtulma etkisi yapıyor şuraya yazdığım birkaç paragraf, arıtıyor beni. Aramızda bağ yarattığı görünmez dostlar, kazandırdığı arkadaşlar da cabası. Madem burası dostlarla duyguları paylaşım yeri, bir başka dosttan, kendimi bildim bileli hep yanımda olan bir yoldaştan sözedeyim o zaman, kitaplardan...

7 yaşımın kışında girdi onlar hayatıma, okumayı söktüğüm gün. Sevgili ilkokul öğretmenim bir dizi kitap koydu kucağıma, isimlerini hala unutmadığım, yüzümde bir tebessümle hatırladığım: "Arap Cambi", "Tekir ile Mekir", "Deve Yavrusu Çin-Çan", "Küçük Leylek Taktak". Renkli karton kapakları ve siyah-beyaz resimli iri iri yazıları vardı. Herbirini kaç defa okudum bilinmez. Galiba doğuştan okumaya kodlanmış bir yapım vardı. Okula başladığım gün çok mutlu olmuştum. O ilk günün ılık Eylül akşamında evsahibimizin kızları Ayşe ve Aysel ile seksek oynarken bir an önce sabah olsa da tekrar okula gitsem diye düşünmekten habire çizgiye basıp yanıyordum. "Cin Ali" çocukları olmadık biz, o sevimsiz çöp yaratığı hiç sevmedim. Zamanla kitaplarım çeşitlendi, babamın katkısı yadsınamaz. Cengiz Sokak'taki giriş kapısı bahçeye açılan o küçücük evde, soba başında günlük ödevimi bitirdikten sonra ödül olarak çıkardı ortaya "Zevzek Guguklu Saat", "Ali Baba ve Kırk Haramiler", "Karlar Kraliçesi", "Küçük Deniz Kızı". Herbiri ayrı ayrı hayal gücümün gelişmesinde pay sahibi oldu.

Büyüdüm, hayatıma giren kitaplar yaşla uyumlu olarak değişiklik gösterdi. "Küçük Kadınlar", "Küçük Prenses", "Örümcek Dede" başucu kitaplarım oldu. Hayatımda en mutlu olduğum günlerden biri, kapı komşumuzun artık yetişkin olan çocuklarının taşınırken çoğu Varlık Yayınları'ndan kocaman bir koli dolusu kitabı bana devrettiği gündü. Bir dönem Cronin'e dadandım, bir dönem Bronte Kardeşler'e. "Jane Eyre" i okurken eskittim. Sonra klasikleri tanıdım, yine babam sayesinde pekçok kitap evimizin demirbaşı oldu.

Kendi harçlığımla ve bilinçle ilk aldığım kitap bir Füruzan kitabı oldu: "Parasız Yatılı". Ondan mıdır bilmem Füruzan'ı öykü yazarları içinde tek geçişim. Sonra benim yazarlarım oldu, bütün kitaplarını alıp okuduğum, hiç sevmediklerim oldu, yine de okuduğum. Gezi kitaplarına da merak sardım ve biyografilere de. Polisiye girdi hayatıma bir dönem ve hiç çıkmadı. Deneme okumaya bayıldım, Tahsin Yücel'e de. Çizgi romanı da çok sevdim, şiiri de. Tarih de, felsefe de çekti ilgimi. İşin aslında ben kitapları sevdim ve hep kıskandım onları, paylaşmak istemedim. Yıpratmadım, yıpratanlara tahammül edemedim. Her zaman beş duyuma hitap ettiler benim; elime aldığımda okşamak istedim, o pürüzsüz yüzeyini parmaklarımın ucunda hissetmek, dokunmak. Yalnızca okumak değil, seyretmek. Koklamak, o mis gibi mürekkep kokusunu içime çekmek, yapraklarını çevirirken çıkan hışırtıyı işitmek. Ve sevdiğim bir kitabı bitirdiğimde ağzımda kalan şeker tadını duyumsamak.

Ve dileğim şu dünya üzerinde misafir olduğum sürece kitapsız kalmamak...


29 Ekim 2009 Perşembe

BİR BAYRAM PAZARI

Bu sabah gözlerimi yakınlardaki ilköğretim okulunun Cumhuriyet Bayramı törenine giden boru-trampet takımının sesleriyle açtım, hemen cadı gibi yoluk saçlarım ve henüz yüzümü bile yıkamadığım için birbirine yapışık gözkapaklarımla balkona koştum. Alt tarafı geçenler ritmi bile tutturamayıp kakafoni yaratan trampetli, borulu 8-10 yeni yetme ve arkalarında ellerindeki bayrakları sallayarak çığlık çığlığa koşturan iki sıra önlüklü ilkokul bebesi idi. Ama olsun, kendimi bildim bileli ister tam teşekküllü bir bandodan ister uyduruk bir boru-trampet takımından gelsin bu ritmli ses hep heyecanlandırır beni. Mutlaka görmek isterim geçenleri. Bu seferde gördüm, muradıma erdim ve Cumhuriyetimize nice yaşlar dileyerek içeri, kendime çeki düzen vermeye girdim.

Sonra bugün iki sokak ötede pazar kurulduğunu hatırladım. Epeydir pazarda dolaşmadığımı düşünerek bugünlerde sonbaharın tüm renklerini ve canlılığını taşıyan bu şöleni kaçırmamak için giyinip yola düştüm.

Gerçekten rengarenkti pazaryeri. Balkonlardan sarkan bayrakların kırmızılığının da eşlik ettiği renkler gözalıcıydı. Mevsim itibarıyla hem yaz hem kış sebzeleri, meyveleri çalımlı çalımlı süzülüyorlardı tezgahlarda.

Teyzemin tezgahı aktar dükkanı gibiydi domuz gribine karşı. Adaçayı, kekik, kuşburnu, kara üzüm, incir, dut kuruları ve daha neler neler...

Ben şahsen salamura yaprakları bu şekilde düzenleyip satışa sunan köylü teyzemin estetik duygusuna ve göz zevkine hayran kaldım.

Amcam yorgun görünüyor. Zaten tezgahında da kurumaya yüz tutmuş barbunyalarla birkaç demet adaçayı ve bir kilo kadar kabuklu bademden başka birşey yoktu. Bir de muhtemelen karısının yaptığı salamura yapraklar ama görev aşkıyla pazara gelmeyi ihmal etmemiş.

Portakalın en sevdiğim zamanı. Henüz tam tatlanmamış, yeşil kabuklu, incecik zarlı ve dalından yeni kopmuş. Bir-iki hafta sonra portakal yemekten vazgeçerim, ta ki yaz başı Valencia denilen, yeşil kabuklular çıkana kadar.

Pazarda en bol bulunan şeylerden biriydi yeşil zeytin. Aslında birkaç tezgahta gözüm kaldı ama taşıma zorluğundan alamadım.

Hangisini istersiniz? Börülce? Yaban mersini? Nar ekşisi? Evde kurutulmuş incir? Son turfanda kavun? Tatlı kabağı? Sonuncuyu pek tavsiye etmem, yerli kabaktı çünkü, pişerken çok su salıyorlar, çok lifli ve az lezzetli oluyorlar. Tatlı kabağında Adapazarı kabağından şaşmayın derim.

Ooo, Bağdat hurmaları da çıkmış. Antalya'da buna "Amme" diyorlar. Ağacını da ilk kez burada gördüm, güzel bir ağaç.

"Antalya'nın mor üzümü
Severler boyu uzunu a leylim
İmamın küçük kızını
Sarsam ne zaman ne zaman nezaman
Saran kollar yorulur mu bir zaman"
Türkülere konu olmuş mor üzüm budur işte. Lâkin görünüşündeki güzellik tadına o kadar yansımamış. Çok süslü, çok güzel ama boş kafalı, beceriksiz kadınlara benzetirim mor üzümü. Yine de dayanamadım aldım, hakikaten çok caziptiler. (Erkekler de öyle düşünüyor galiba)

Pazarın en süslü tezgahı. Pazarcıya tezgâhını beğendiğimi söyleyip fotoğraf çekmek istediğimde saklandı, görünmek istemedi. Zaten ben de tezgâhı beğenmiştim, pazarcıyı değil:)

Sonbaharın benim için olmazsa olmaz meyvesi: Muşmula, nam-ı diğer Beşbıyık ya da Döngel. Satıcıya biraz olgunlarından koymasını rica ettim, "Seçemem, çok el değince dağılıyor, öbürleri de olur bir iki güne" dedi. "Ama insanın boğazında kalıyor yerken" deyince de "Hepsini aynı gün mü yiyecen ablam, olgunlaştıkça ye" diye akıl verdi.

Pazar turumu sona erdirip dönerken kekik yağı satan yaşlı mı yaşlı bir amcaya rastladım. Almam için ısrarcı oldu, hatırını kırmayayım diye minicik bir şişenin içindeki keskin kokulu yağa müşteri oldum. Çağla yeşili gözlü, saçı-sakalı bembeyaz olmuş ama dik duruşlu amcam sorumluluk sahibi bir satıcı olarak ürünüyle ilgili aydınlattı beni. Katiyen gözüme değdirmememi, yanıklara birebir olduğunu, soğuk algınlıklarında göğsüme ve sırtıma sürmemi, mikrop öldürdüğünü söyledi ama bunları yaptığında birkaç gün insan içine çıkmayı engelliyecek keskin bir koku yaydığından bahsetmedi tabii ki. Eh o kadar kusur kadı kızında da olur. Sonda ceket iç cebinden çıkardığı düzgün kesilmiş saman kağıtlardan birine şişeyi sardı ve verdiğim 5 lirayı cebine atıp "Bereket versin" diyerek uzaklaştı. Eh artık benim de minicik bir şişede kekik yağım var, soğuk algınlığı, domuz gribi kork benden...

28 Ekim 2009 Çarşamba

BİR FİNCAN KAHVE OLSAM...


"Ehl-i keyfin keyfini kim tazeler?
Taze elden, taze pişmiş, taze kahve tazeler"


derdi babam.
İçelim bakalım, nicedir yerinde olmayan keyfimiz (üstelik pişiren de pek taze sayılmazken) tazelenecek mi?


27 Ekim 2009 Salı

SONBAHARIN ANIMSATTIKLARI

Hava bugün düne göre daha iyi; yağmur dindi, kara bulutlar kayboldu sayılır, güneş ara sıra yüzünü gösteriyor ama ben düne göre daha iyi değilim işte. Üzerimde bir tatsızlık, bir kırıklık hali, gözüm yastıkta ama yatamıyorum. Domuz gribi olmadığım kesin ama bu da dinozor, devekuşu, mamut falan türünden bir grip olsa gerek, burnum dışa akmıyor, içe doğru yapıyor akıntıyı o da öksürüğümü azdırıyor. Hava değişimi sersem etti beni velhasıl. Bu sonbahar ağır geldi bana kaldıramadım.

Ankara'da geçen çocukluk yıllarımda bu mevsim "kurulma" mevsimiydi:
a) Turşu kurulması
b) Soba kurulması
c) Turşular olgunlaşıp soba da yanınca turşu yerken soba dibine kurum kurum kurulması

En güzeli c şıkkı tabii ki, gerçi o zamanlar turşu kurulması da, soba kurulması da beni pek ilgilendiren işler değildi. Her ikisi de babamın uzmanlık alanına giriyordu. Babam pazardan özenle seçip aldığı turşulukları annemin yardımıyla bir güzel yıkar sonra da onlardan salatalık, biber, karnıyarık ve biber dolması turşuları yapardı. Benim bu eylemdeki naçizane katkım elime tutuşturulan yorgan iğnesiyle sebzeleri dürtmekti. Gerçekten enfes olurdu babamın yaptığı turşular, hele karnıyarık. Benim diyen ev kadını eline su dökemezdi bu konuda. Haşladığı patlıcanların içine ince kıyılmış kırmızı biber, lahana, yeşil domates, maydanoz doldurur, kereviz yaprağıyla sıkı sıkı bağlayıp kavanoza yerleştirirdi. Aynı içi dolmalık biberlere de yerleştirip biber dolması turşusu da yapardı. Hergün kontrol etsem de belirli bir süreyi aşmadan yeme şansım olmazdı. Yenecek kıvama geldiğinde de kimin tükettiğini söylememe gerek yok sanırım.

Turşu kurma zamanı ile soba kurma zamanı çakışırdı demiştim ya benim burnumdaki eviçi sonbahar kokusu da bununla alakalıdır. Şakir Zümre marka döküm bir sobamız vardı. (İnternette ne kadar aradıysam da döküm soba resmi bulamadım, mecburen "Gitti Gidiyor" sitesinde bulduğum reklam fotoğrafındaki emaye soba ile yetinmek zorunda kaldım.) Babam kurduktan sonra yaldızlı boya ile boyardı sobayı ve borularını. Hem boyarken, hem de ilk yakıldığında çıkan koku zihnimin koku çekmecesine öylesine yer etmiş ki kazısan çıkmaz. Sanırım aynı zamana denk geldiğinden soba boyası kokusuna sarmısak ve sirke kokuları da eşlik eder.

Yakılması da temizlenmesi de kelimenin tam anlamı ile bir eziyet olsa bile soğuk kış akşamlarında soba başında kedi kıvamına geçmek pek güzel birşeydir. Üstünde çaydanlık tıkırdarken, bıçakla çıtlatılıp dizilmiş kestaneler mis kokular salar evin içine. Bir de ayva pişirme vardır ki offf!.. Yıllardır tatmadığım ama hasretle andığım bir lezzettir bu. Sobanın en alt çekmecesini çeker ayvaları küllerin arasına gömersiniz, bir iki saat sonra oradan çıkan mis kokulu ayvayı kaşıklamaya doyamazsınız. Portakal, mandalina kabukları da sobanın üstüne konup eviçi kokusuna katkı sağlayan nesnelerdir. Bunlara bir de babamın yaratıcı düşgücünden çıkan mevleviler eşlik ederdi. Daire formu vererek kestiği bir tenekeyi kenarlarını çıtlatarak çark konumuna sokardı babam. O zamanın oyuncaklı sakızlarından minik, plastik futbolcu maketleri çıkardı. Onlardan birine beyaz kumaştan mevlevi elbisesi giydirir, başına da bir ilaç kapsülünün yarısını külah olarak geçirirdi. Hazır olan mevleviyi tenekenin üstüne monte eder, onu da borulardan birine sıkıştırdığı uzun bir telin üstüne yerleştirirdi. Sobadan yükselen sıcak havayla çark dönmeye başlar, bizim semazen de onunla birlikte başlardı dönmeye. Komşuların pek hoşuna gittiği için soba kurulunca herbirine birer tane olmak üzere seri üretime geçerdi babam.

Sobanın güzel yönlerini ballandırdım ama bitmek bilmez eziyetlerini sıralamadım. Onlar da yarına kalsın. Bir yandan terlerken bir yandan sobadan bahsetmek iyice bunalttı beni. Güzel anılarınızın hayat boyu eşlik etmesi dileğiyle kaçıyorum...

26 Ekim 2009 Pazartesi

DAĞLAR DUMANLI


"des yeux qui font baisser les miens,
un rire qui se perd sur sa bouche,
voilà le portrait sans retouches
de l'homme auquel j'appartiens.
quand il me prend dans ses bras
il me parle tout bas,
je vois la vie en rose.
......."

Tek kelime Fransızca bilmiyorum ama şu anda dönen CD'de, Edit Piaf'ı dinlemek hele de yukarıya sözlerini yazdığım "La Vie En Rose" ise çalan çok iyi geliyor bana. Dağlar dumanlı ve hava şimdi olduğu gibi kapalı ve yağışlıysa tahammül gücümü arttırıyor. Lisanlar arasında bir sınıflama yapılsa herhalde Fransızca müziğin dili olurdu. İngilizce bana sonu gelmez sohbetlerin, Almanca ise kavganın dili gibi geliyor. Şiirin dili ise tartışmasız Farsça'dır diye düşünüyorum Divan Edebiyatı tutkunu biri olarak.

Bugün itibarıyla Antalya'ya sonbaharın ilk ziyaretini yaptığını söyleyebilirim. Kaç gündür sıcaktan, nemden, terden sızlanıp duruyordum "Al sana!" dedi. Hava kapalı hele batı yönündeki bulutlar kapkara ve neredeyse yere değecek. Biraz önce balkona çıktım sokağı teftiş için, kırbaç gibi inen bir yağmur rüzgarla birlikte içeri savurdu nazik bedenimi. Apartmanımızın köşesindeki çınar dışında ağaçlar hala yeşil. Çınarın yaprakları sararıp kurumaya başlamış hafiften. Sıcağa tahammülsüz bir ağaç bu, yaylada yetiştiği gibi canlı olmuyor Akdeniz ikliminde. Halbuki apartmanımızın kişisel tarihi için bir göstergedir, taşındığımız ay dikmiştik el kadar bir fidanken. 19 yılda 4. kata ulaştı, 2-3 seneye kadar apartmanın boyuna gelir. Bir de servimiz var hemen yanında, o da aynı zamanda dikilmişti. Selvi mezarlıkları hatırlattığı için biraz ürkütür beni ama bunun ince ve uzun gövdesiyle çocukların boyunu ölçen resimli cetveller gibi binanın boyunu ölçen bir araç görevi üstlendiğini düşünüyorum. Aynı anda dikilmesine rağmen komşusu çınarı geçti, 5. katın pencerelerinden içeriyi gözlemeye başladı bile.

Sokağın hemen karşısında 5 katlı bir apartman var, sahibi uzun yıllar yurtdışında çalışıp emekliye ayrılmış, kaba saba, koca göbeği giysilerini geren, başından kasketi eksik olmayan kırmızı yüzlü bir adam. Temizlik hastası karısı hiç sektirmeden her hafta pazartesi günü hortumla hem apartmanın merdivenlerini ve taşlığını hem de kendi arabalarını yıkayıp saatlerce kurular. İşi bitince kocasına "Voyn, gel endeee arabayı yerine çek" diye bağırır. Pırıl pırıl olmuş araba balkonun altındaki sabit mekanına parkedilip üstü de örtüldükten sonra bir dahaki yıkamaya kadar o vaziyette kalır. Hatun kendi evini ve arabasını temizlemiştir ama sokağa taşan sular göl olup sivrisineklerin üremesi için uygun ortamı sağlar, yazboyu sokağa vızıltılı bir kabus yaşatır. Onlar için sorun yoktur, zira haftada bir gelen ekibe ikram ettikleri çaylarla apartmanlarını köşe bucak ekstra ilaçlatmanın yolunu bulmuşlardır. Kiracılarını özenle seçerler; genellikle hepsi boyama platine saçlı, orta yaşı aşmış, şişmanca ve yalnız yaşayan birbirine benzer hanımlardır, aynı anda balkonlarına çıktıklarında göz yanılması yaşıyorum sanarım. Çoluk-çocuk gürültüye sebep olup apartmanı kirleteceği için çocuklu aileleri tercih etmezler. Yandaki apartmanla sınırlarını oluşturan duvarın önüne birkaç yıl önce portakal ve muz fidanları dikti beyamcamız mevcut erik ağacına komşu olarak, lakin çok sık dikildiği için dekoratif bir görüntüden başka verim sağlamadı. Erik ağacını ise uzayan dalları yan apartmanın balkonuna ulaşınca, orada oturan komşular erikleri koparır düşüncesiyle bir güzel budadı. Apartmanı oyuncağı gibidir, sık sık boyasını, sıvasını, panjurlarını değiştirip tamir ettirerek can sıkıntısını giderir.

"La Vie En Rose" dan geldiğimiz noktaya bak, bu arada hava açıyor galiba, güneş yüzünü göstermeye başladı yakınmalarımı duyup ama yağmur devam ediyor. Klimatik depresyonumdan sıyrılıp şöyle bir mutfağa dalma zamanıdır, yemek yapmak sıkılmış ruhuma iyi gelebilir...

25 Ekim 2009 Pazar

BİR KURBAĞA ÖYKÜSÜ

Fotoğrafta bir kısmını gördüğünüz çoğu yeşil renkli, koca gözlü arkadaşlar benim kurbağalı objeler koleksiyonumun bir bölümü. Her ne kadar koleksiyona yeni parçalar ilave etmeye yer darlığı nedeniyle son verdiysem de yine de yüklüce bir miktar da dolaplara kaldırılmış vaziyette bekliyor.

Herşey yukarıda, sepetin içinde masum masum gülümseyen 3 çocuk ve analarının kızkardeş tarafından bir not eşliğinde bana yollanmasıyla başladı. Notta Emine adındaki bu gariban hatunun imam nikahlı kocasından yıllarca çok eziyet çektiğini sonra da üç çocuğuyla kapıya konduğunu, hallerinin pek içler acısı olduğunu belirtip mümkünse bizim evde sığınacak bir yer verilmesini istiyordu kızkardeş. Bizim evi "Mor Çatı Kadın Sığınma Merkezi" falan sanmıştı galiba. Kızkardeşin hatırı bir yana Emine öyle boynu bükük, çocuklar da o kadar masum duruyorlardı ki çaresiz aldık eve, koyduk kitaplığın güneş alan, nadide bir köşesine. Tesadüfe bakın ki Emine'nin hemen arkasına Charles Bukowski'nin "Kadınlar" kitabı denk geldi.

Emine ve çocukları Temel, İdris ve Fadime bir süre idare ettiler sessizce. Baktıkça insanın içi acıyordu yalnızlıklarına, terkedilmişliklerine. Sonra birgün okuldan dönerken bir dükkanın önünde yukardaki arkadaşı gördüm. Nedir, kimdir diye soruşturunca adının Talip olduğunu, halinin vaktinin yerinde olduğunu, uzun yıllardır bekar olduğunu, şimdiyse kendine bir hayat arkadaşı aradığını öğrendim. Adının "Talip" olması bir işaretti sanki, Emine'den bahsettim, aklı başında, dirayetli bir hanım olduğunu yalnız tek kusurunun sahip olduğu üç çocuk olduğunu söyledim. Talip çocukları çok sevdiğini, bunun sorun olmayacağını söyledi ve Emine ile tanışmak için benimle birlikte geldi. Emine talibi Talip'ten hoşlandı ve aile arasında bir nikahla evlendirip Talip'i bizim eve içgüveysi aldık. Bir ara Talip'in erkek kardeşi Galip de bizimle kaldı bir süre, sonra Almanya'ya işçi olarak yolladık.

Talip çocukları çok seviyordu, Emine'nin üç çocuğuyla yetinmedi ve bu mutlu evlilikten düz duvara tırmanan şu hiperaktif aşk böcüsü doğdu: Muttalip. Muttalip kitaplığın raflarında bir aşağı bir yukarı inip çıkarken aklımızı başımızdan alıyordu düşecek diye, neyse ki Franz Kafka'yı çok sevdi de onun bulunduğu rafta sabitlendi bir süredir.

Derken birgün yine beraberinde bir notla yukarıdaki koca gözlü çıkıp geldi. Kızkardeş, Emine'nin halden anlayacağını, hayatta yapayalnız kalmış bu pörtlek şaşkalozu evlat edineceğini düşündüğünü yazıyordu. Yapılacak birşey yoktu, Talip'e karşı mahcup olsak da evlat edindik yavrucağı. O da hem Emine'nin üç çocuğuyla hem de Muttalip'le pek kaynaştı. Herkes hayatından memnundu yani.

Lâkin bu işlerden pek hoşlanmayan bir kişi var ki, o da Emine'nin kaynanası, Talip'in annesi Talibe Hanım. "Zavallı oğlum, Darülaceze açmış kadar oldu, ortada kalmış kim varsa başında. Bu kadar insana bakıp beslemeye can mı dayanır?" diyor da başka birşey demiyor. Üzüntüden, sinirden devamlı hasta. Çocukların gürültüsünden devamlı ağrıyan başından buz torbasını eksik etmiyor. Ama onun başı daha çok ağrıyacağa benzer çünkü Talip Emine'den de, hayatından da gayet memnun. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle bakıyor dünyaya.

Emine ve ailesine burada veda edip kurbağa cemaatimizin diğer üyelerini tanıyalım isterseniz. Fotoğrafta gördüğünüz en marjinal iki üyemiz yurtdışından geldiler. Kendileri travesti, bir seyahat nedeniyle gelip "Türkiş kebap, Türkiş raki" nin cazibesine dayanamayarak "Türkiş Kurbi" oluverdiler, isimlerini de Şahika ve Şahinde olarak değiştirdiler. Günboyu plajdalar, süslenip püslenip güneşleniyorlar.

İtalyan kaptan Massimo ve karısı Gina. Bu çift Şahika ve Şahinde'yi getiren geminin kaptanı ve eşi. Onlar da Antalya'yı çok sevdiler ve yerleşiverdiler. Kaptanımız Yat Limanında günübirlik yat gezileri düzenliyor, eşi de kendisine yardımcı oluyor.

Bunlar da Kurbi mahallesinin muhtarının en önemli yardımcıları yani İhtiyar Heyeti. Muhtar işleri kaytarıp sürekli kitaplığın üst rafında balık tuttuğu için her türlü sorunu bunlar çözüyorlar. Laf aramızda ortadaki irikiyım olanın görevi biraz sembolik, hatır için heyetin arasında tutuluyor. Geçen yıl geçirdiği bir kazadan sonra kırılan kafası ne kadar eklenip yapıştırılsa da aklı arada gidip geliyor, çocuklaşıyor, arkadaşları bunca yılın hatırına idare ediyorlar onu. Diğer iki üye birbirinin zıddı, biri ne kadar şense diğeri o kadar somurtuk. Yine de uzun yıllardır arkadaş olan Sülo ile Neco aralarında anlaşıp orta yolu buluyorlar.

Bizim kitaplıkta mûkim kurbağaların herbirini anlatmaya kalksam bu post yolluk uzunluğunda olacak. Siz en önemli karakterlerimizi tanıyadurun, günün birinde diğer elemanlardan da haber veririm. Şimdilik kalın sağlıcakla, gökten üç kurbağa düşsün, gitsin diğerlerine arkadaşlık etsin...

24 Ekim 2009 Cumartesi

ZEYTİN


Dün akşama doğru eve geldiğimde bir baktım eşim zeytin sezonunu açmış. Pazardan aldığı zeytinler torbaların içinde çizilmeyi ve kırılmayı bekliyor. Yıllardır sonbahar rutinimiz haline gelmiştir "zeytin kurma" işi. Ben ki ilk tayin yerim Denizli'ye gidinceye kadar zeytinin ağaçtan kopmuş halini görmemiş bir İç Anadolu kişisiydim. Denizli'nin hala özlemle hatırladığım rengarenk, cıvıl cıvıl Şeytan Pazarı'nda kasalar içindeki yeşil zeytinleri ilk gördüğümde can eriği sanmış ve sonbaharda pazarda erik bulunmasına akıl erdirememiştim. Yakından bakınca gördüğüm şeyin erik değil dalından yeni kopmuş yeşil zeytin olduğunu anlayınca da "Ne işe yarar bu?" diye sormuştum zeytinci teyzeye. "Bunu aacen, dilcen dilcen suyu atcen, dilcen dilcen suyu atcen. Soona heegün o suları süzcen. Bakcen, datlanıveediyse içini galın duzla iliman duzu gatcen, aafiyetle yeecen gaari." cevabını alınca da henüz Denizlice lisanına vakıf olmadığım için etrafta bir tercüman aramıştım. Teyzemse "Beni baak, gaç kilo alıveceen?" diye teraziyi eline almıştı bile.

Aradan çok zaman geçti; zeytin kurup tatlandırmayı da öğrendim, Denizli şivesini de. Hala da unutmadım, bu melodik şiveye bayılırım ve kimi zaman özellikle o şiveyle konuşurum. Denizli'de başladığımız zeytin tatlandırma alışkanlığını Antalya'ya yerleşince de sürdürdük. Ağacına, yaprağına, meyvesine, herşeyine bayıldığım ve ilahi bir güç taşıdığına inandığım zeytini yağmur yemeden alıp çizmek ve suya koymak gereklidir aksi halde kurtlanır, lekelenir. Antalya'nın yöresel zeytini "tavşan yüreği" olarak adlandırılır, tombul, yuvarlak bir zeytindir ama benim damak zevkime pek uymaz. Bu yüzden zeytin seçerken Gemlik ya da Ayvalık türü Ege zeytinlerine rağbet ederiz. Eşim ve oğlum çizilmiş zeytini severler, ben kırma olanı tercih ederim. İster kırılsın, ister çizilsin zeytinlerin suya konup isteğe göre hergün ya da günaşırı süzülerek acı tadının giderilmesi gerekir. Zeytinler tatlandığında da kayatuzu ile kaynatılıp soğutulmuş su içine konur, biraz limon tuzu ilave edilir ve yeneceği zaman istediğiniz miktarda tabağa alınıp yağ ve limon ilavesi yapılır. Bizim evde zeytinlerin çizilmesi eşime, kırılması ise bana aittir, kısacası herkes kendi sevdiği türü kendi hazırlar.


Bu zeytin çizme işlemi hayli yorucu ve zaman alıcı bir işlemdir, yıllarca bıçak, jilet, maket bıçağı gibi çeşitli aletlerle yaptık bu işi. Sonunda şu yukarda fotoğrafını gördüğünüz basit, küçük aleti biri keşfetti de zeytin çizmek kolaylaştı. Zeytin tanesini üstteki kırmızı yuvarlağın içine koyuyorsunuz, işaret parmağınıza zeytin suyundan kararmış lastik aparatı geçiriyorsunuz ve zeytine bastırıyorsunuz. O kadar, çizilen zeytin alttan çıkıyor, sol elle zeytini koyarken sağ elle gayet seri bir şekilde çizme işlemini sürdürmek mümkün.

Kırma işlemi-ki buna kırma zeytin ya da çekişte deniyor-biraz daha zahmetli ve pis oluyor. Zeytin suları hem etrafa sıçrıyor, hem elinizi siyaha boyuyor. Az evvel 3 kilo kadar zeytini başarıyla kırmış bulunuyorum. Bunun için şöyle bir yöntem geliştirdim, yere yaydığım örtüye yerleştirdiğim tahtanın üstüne büyük bir şeffaf naylon poşetin içinde bir avuç kadar zeytini koyuyorum. Oğlumun çocukluk oyuncaklarından kalma tahta bir çekiçle zeytinlerin üstüne bir ya da iki tık, işlem tamam oluyor. Sıçrama, boyama, kirletme yok. Tabii bu süreçte biraz gürültü çıkıyor ama alt kat komşumla bu kadar gürültüyü hoşgörecek kadar hukukumuz var o yüzden fazla sorun olmuyor. Ama bugün zeytinleri kırarken miktarının 10 kilo kadar olmasını ve hepsini tek tek sevgili Asuman'ın yakınlarda taşınan alt kat komşusunun tepesinde kırmayı arzu ettim. Nıhaha, yaşasın kötülük!..

Kırılan ve çizilen zeytinler fotoğrafta gördüğünüz gibi üç değişik kavanozda tatlanmaya terkedildi ve bu işlemler yapılırken ortaya çıkan o muhteşem koku bol bol koklandı. Günaşırı ya da hergün süzülecek. Kırma zeytin diğerine göre biraz daha çabuk tatlanır ve dayanma süresi de biraz daha kısadır ama çok lezzetli olur. 15 güne kadar kırmalardan başlayarak zeytinlerimizi yiyebilecek duruma geliriz diye ummaktayım. Tatlanmış hallerini de paylaşırım sizlerle.

Söz zeytinden açılmışken kapanışı Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun "SİTEM" şiiriyle yapayım:

"Önde zeytin ağaçları arkasında yar
Sene 1946
Mevsim
Sonbahar
Önde zeytin ağaçları neyleyim neyleyim
Dalları neyleyim.
Yar yollarına dökülmedik dilleri neyleyim.

Yar yar!..Seni kara saplı bir bıçak gibi sineme sapladılar
Değirmen misali döner başım
Sevda değil bu bir hışım
Gel gör beni darmadağın
Tel tel çözülüp kalmışım.
Yar yar
Canımın çekirdeğinde diken
Gözümün bebeğinde sitem var"

23 Ekim 2009 Cuma

MEKTUP


Bilgisayarın başındayım bir-iki saattir, mail kutusuna baktım önce. Forward edilmiş ve kimbilir kaç kişi tarafından yollanıp artık baymış birkaç slayttan başka birşey yoktu. Bana hitaben yazılmış iki satırlık iletiye bile razıydım oysa. Ben ki bir zamanlar sayfa sayfa mektuplar yazan, yine sayfa sayfa mektuplar almak için postacının yolunu gözleyen biriydim, şimdi iletiye muhtaç durumdayım. Cep telefonları ve bilgisayarlardan şikayetçiyim bu nedenle. Onlar çıktı çıkalı mektup yok oldu, tebrik kartları yok oldu, telgraf bile yok oldu. Oysa özel günlerde telgraf çekerdik eskiden, diyelim uzaktaki bir yakınımızın çocuğu oldu, koyardık önümüze yarım tabaka kağıt, önce tam tepeye büyük harflerle "ELT" yazardık. Bu en ucuz telgraf türüydü, sonra da meramımızı en kısa yoldan anlatacak cümleler seçerdik, fazladan her kelime fazladan para demekti . Bu bağlamda şöyle bir metin çıkardı ortaya: "Bebeğe uzun ömürler diler, sizleri kutlarız." Çok telgraf çektim çok, evlenenler için, doğum günleri için, şehirlerarası yolculuklarda gideceğim yere vardığımı bildirmek için. Bazen kötü haberler gelirdi telgrafla, bazen müjdeli haberler. İkinci seçenekte telgraf dağıtıcısına bahşiş vermek adettendi. Sürekli kareli gömlekler giyen bisikletli bir telgraf dağıtıcımız vardı çocukluğumda, aileden biri gibi olmuştu yıllar içinde. Sonra birgün kapımızın önündeki kavşakta hızla gelen bir otomobilin altında kalıverdi bisikletiyle. Yakınlarımızdan birini kaybetmiş kadar üzülmüştük. Postacımızla daha da yakındık, üniversite sınav sonuçlarımın gelmesine yakın başka bir semte taşınmıştık, yeni adresimizi alan postacımız sektirmeden ulaştırmıştı sonuçları elime.

Mektup... Hâlâ sihirli bir sözcüktür benim için uzun yıllardır kimseden gelmese de. Çocukluğumun en gizemli mektupları annemin sandığında, pembe karton bir kutunun içindeki desteydi; babamın nişanlıyken yolladığı mektuplar. Çizgili kağıda, babamın sağa eğik güzelim yazısıyla dolmakalem kullanarak yazılmış bu mektupları okuyabilmeyi çok arzulardım. Olmadı, ben onları okuyabilecek olgunluğa geldiğimde yokolmuşlardı. Annem ne yaptı bilinmez, hiç sormadım. Ama hiç olmazsa bir tekinin bile saklanmasını ne kadar isterdim. Yıllar sonra anneannem öldüğünde evini boşaltırken bulduğum, çok az hatırladığım dedemin anneme yazdığı mektup beni bu nedenle çok sevindirmişti. Hâlâ saklarım o titrek bir yazıyla ama sevgiyle yazılmış sararmış sayfaları.

En yoğun mektup gönderip aldığım dönemler ortaokul ve lise yıllarımdır. Sevgili sıra arkadaşımın babası yazları şehir dışında görevlendirilir, uzun süren bu görev nedeniyle yaz boyu ailecek değişik şehirlerde kalırlardı. Tatilde arkadaşımı göremeyeceğim için bir yandan üzülürken bir yandan da birbirimize mektup yazma imkanı doğuyor diye sevinirdik. Neredeyse haftada bir mektup yollardık birbirimize sayfalar dolusu. Bazen birkaç sayfa yetmez sayfaları boylamasına ikiye böler altalta birbirine ekler, 2-3 metrelik yolluk kıvamında mektuplar yazardık. Ne bulur, ne anlatırdık akla sığar birşey değil ama her gelen mektup o günün mutlu geçmesi için vesile olurdu. Her yaz, babası emekli olana kadar bıkmadan sürdürdük bu iletişim biçimini.

Kimi zaman okuması yazması olmayan komşuların, akrabaların mektuplarını yazardım. Anneannemin katibiydim mesela. Dayım askere gittiğinde haftada bir beni yanına oturtur, kırtasiyeciden aldığı çizgili kağıdı önüme koyar, "Yaz kuzum" diye başlardı. Her seferinde aynı şeyleri söylerdi o, "daha daha nasılsın, kendine iyi bak, üşütme, sıkı giyin, boğazına dikkat et". Kalan boşlukları doldurmak benim hayal gücüme kalırdı. Bir de komşumuz vardı, Sultan teyze. Hem yaşlı, hem felçliydi. Hapiste olan oğluna mektuplar yazdırırdı o da. Onun mektuplarını yazmak beni çok yorardı, çünkü baş konusu eziyetlerine dayanamayarak üç çocuğunu alıp babasının evine giden gelinini oğluna şikayet etmekti. "O senin karın var ya, o senin karın" diye başlardı mektuba, daha hatır bile sormadan. Verir veriştirirdi gelinine. Çocuk aklımla, zaten hapishanede olan bir adamın yeterince derdi olduğunu, bir de karısı hakkında atıp tutmaların onu daha da çok üzeceğini düşünür, mektubu tamamen doğaçlama düzenler, onun söylediği şeylerin tek kelimesini bile mektuba yazmazdım.

Yıllar geldi geçti, yazılan mektuplar da, alınan mektuplar da seyrelmeye başladı ve günün birinde artık postacılar fatura ve kredi kartı ekstresi dışında birşey getirmez oldu. İnsanlar birbiriyle telefon mesajı ve e-posta aracılığıyla haberleşir oldular. Ama bana yetmiyor dostlar, ben mektup okumak istiyorum ve içimde hâlâ günün birinde yine upuzun bir mektup alacağıma dair kocaman bir umut taşıyorum...

22 Ekim 2009 Perşembe

EVLER, KİTAPLAR, ALIŞKANLIKLAR VS VS


Nihayet aylardır özlediğim şu köşeye oturup bir yandan kahvemi içip bir yandan kitabımı okuyabilme fırsatını bulabildim. Evden uzun müddet ayrı kalmak zor zenaat vesselam. Özlemi bir yana alışkanlıklarını kaybediyor insan; geldim geleli yanlış dolapların kapaklarını açıp elektrik düğmelerini farklı yerlerde arıyorum. Buzdolabından birşey almak ya da koymak için balkona gidiyorum, sabah uyandığımda pencereden görünen manzaranın değişik olmasına şaşıyorum. F klavyeye alışıp on parmak yazabilme yetimi tekrar kazanmam bir haftamı aldı. Bütün bunların dışında bir de evin temizlenip toparlanması, çamaşır vs gibi domestik hizmetler yoruyor insanı. Araya bir festival, bir de doktor kontrolü sıkıştırınca evde keyfimce zaman geçirebilme olanağına ancak dün kavuşabildim. Duvarlara bakınca kitaplarımı görmek harika birşeymiş, odadan içeri dolan parlak ışığı ve hala pencerelerin, kapıların açık olmasını saymıyorum bile. Kahve kupamı, çay fincanımı dahi özlemişim. CD'de İncesaz'ın "Eylül Şarkıları" dönerken köşeye kıvrılıp kitaba dalmak huzur veriyor insana.

Yanda kapak fotoğrafını gördüğünüz Duygu Asena'nın anılarını okuyorum şu sıralar, bitti bitecek. Anı okumayı hayatımın her döneminde çok sevdim, özellikle beğendiğim bir yazarın ya da hoşlandığım bir ünlünün anılarını okurken kendimi onunla özdeşleşmiş gibi hissediyorum. Bazen düşünüyorum, anı okumak röntgencilik yapmak gibi birşey olabilir mi? Bu düşünce rahatsız ediyor beni, sonra diyorum ki yazan kişinin bilgisi dahilinde, senin öğrenmeni istediği kadarıyla okuyorsun, dolayısıyla röntgencilikle ilgisi olamaz. Olsa olsa paylaşmaktır, o halde okumaya devam.

Duygu Asena bir yazar olarak hiçbir zaman olağanüstü gelmedi bana, kitaplarında da edebî bir yan asla bulamadım, sadece ilginç geldiği için ve vakit geçirmek için öylesine okudum. Ama insan olarak her zaman takdir ettim, bir kadın olarak hayata bakışını, toplum karşısında verdiği mücadeleyi, inadını, sabrını, direnişini çok saygıdeğer buldum, erken ölümüne de çok yas tuttum. Beş yıl önce Doğan Kitap'ın düzenlediği "Edebiyat Günleri" kapsamında bir grup yazarla birlikte Antalya'ya imza ve söyleşi için gelmişlerdi. O zaman tanışma ve sohbet etme fırsatı bulmuş, makyajsız yüzüne, 60'a yaklaşan yaşına rağmen duru güzelliğine, hiç ağarmamış saçlarına ve sıcaklığına, alçak gönüllülüğüne hayran olmuştum. Yanıbaşında kitaplarını imzalayan Gülriz Sururi bu işi yüzümüze bile bakmadan alelusül yaparken Duygu Asena ile çok samimi bir sohbet gerçekleştirmiş, yukarıya yazdığım düşüncelerimi onunla da paylaşmıştım. "Bu konuda mütevazı olamayacağım" demişti, "gerçekten çok çile çektim, çok dışlandım, kendimi ve düşüncelerimi topluma kabul ettirinceye kadar" diye dert yanmıştı bir anlamda. Çok geçmedi bu tanışmanın üzerinden, birkaç ay sonra hastalandığı haberini aldık, ardından da mâlum son. Rahat uyusun yattığı yerde. "Eşit, özgür, mutlu ve güçlü bir yaşam dilerim" diye yazmış adıma imzaladığı "Aslında Aşk da Yok" adlı kitabının iç sayfasına, o tarihten 15 yıl önce basılmış bir kitaptı ve çok şaşırmıştı bu kadar eski bir baskıyı elimde görünce. Hayat acımasız, şimdi bu mücadeleci ve güzel kadının Ayşe Emel ve Zeki Coşkun tarafından hastalığından kısa bir süre önce kaleme alınmış adeta bir veda niteliğindeki anılarını okuyor ve gerçekten haketmediği sıkıntılar yaşadığını bir kez daha görüyorum. Cesaretine de tekrar hayran oluyorum.

Okuyacağım bir sürü kitap birikmiş aslında, bir o kadar da Ankara'da bırakıp geldim, artık kitaplar kitaplığımın raflarına sığmıyor, işin kötüsü kitaplık koyacak yer de kalmadı. Bu işin en kötü tarafı rastgele bir yerlere sıkıştırdığım kitapları lazım olduğunda bulamamam. Halbuki birkaç yıl öncesinde gözüm kapalı çekerdim rafından okuyacağım kitabı. Aslında tüm kitapları indirip elden geçirmek, bazılarını ayırıp tasfiye etmek lazım ama kıyamıyorum saplantılı bir bibliyofil olarak. "11'e 10 Kala" filmindeki koleksiyoncu yaşlı adam gibi neredeyse ekmekten çıkan fırın etiketlerini biriktireceğim, sonra da çöp ev diye zabıtalar boşaltmaya gelecek.

Eh, bu kadar yeter, ben şimdi kitabıma döneyim. Hava müthiş sıcak ve nemli, döktüğüm terler yağ olsaydı birkaç kilo vermiştim kesinlikle. Sizlere de bu kadar olmasa da sıcak günler diliyorum...

21 Ekim 2009 Çarşamba

PARKTA YAZDAN KALMA BİR SO(M)BAHAR GÜNÜ


Sonunda ev telefonumdaki sorun halledildi de hastaneden randevu alabildim. İnternette ve cep telefonunda yaptığım onlarca deneme sonuçsuz kalmıştı çünkü. Santraldeki yorgun ve bıkkın mekanik ses 20 Ekim günü saat 10'da Endokrinoloji Polikliniği'nde olmamı emretti. Ankara'da, Acil Servis'te bir tiroid sorunundan şüphelenmişlerdi, ben de oradan başlamaya karar verdim. Her ihtimale karşı Mekanik Hanım'ın dediği saatten bir saat önce Endokrinoloji Polikliniği'ndeki sekreterin önündeydim. Hastane 1,5 yıl kadar önce ek bina yapılarak yenilendi ve ben o zamandan beri bir kez hasta ziyareti, bir kez de bir arkadaşıma doktora giderken refakat amacıyla girmiştim bu yeni binaya. İşlerin hala eski hastanedeki gibi yürüyeceği düşüncesindeydim ama korktuğum olmadı ne mutlu ki. Sekreter kız verdiğim referans numarasını aldı, bilgisayara gereken bilgileri girdi ve elime üzerinde numara olan bir barkod verip "Geçmiş olsun" dedi. Hayırdır inşallah diye düşünerek muayene olacağım doktorun kapısına gittim (ha bu arada internette doktorların günlere göre görev yaptıkları poliklinik numaraları da belirtilmiş yani doktorunuzu da seçebiliyorsunuz). Elimi çantama atıp yanımda getirdiğim kitabı beklerken okumak üzere çıkarıyordum ki ışıklı tabelada numaram yandı. Şaşkınlıkla girdim doktorun kapısından içeri ve hayrettir son derece güler yüzle ve iyi karşılandım. Elle yaptığı kısa bir muayeneden sonra hormon tetkikleri istedi ve laboratuara gidip kan vermemi, öğleden sonra sonuçlarla tekrar gelmemi söyledi. Ben istem kağıdı beklerken de gülüp online olarak yolladıklarını belirtti. Şaşkınlıktan ağzım bir karış açık 3.kattaki laboratuara çıktım, kaydımı yaptırıp hemen kan verme koltuğuna oturdum, hemşire ile tombul kollardan kan almanın zorluğu üstüne (belirteyim o benden daha tombuldu) muhabbet ederken bu işlem de sona erdi ve ben daha internette verilen randevu saatine bile ulaşmadan işim bitmişti.

Öğleden sonra hastaneye gelmeden internetten tetkik sonuçlarımı öğrendim, normal değerler arasındaydı hormonlarım ama doktor görsün yine de diyerek gittim hastaneye. Yazıcım bozuk olduğundan basamamıştım sonuçları o yüzden 10 dakika kadar sırada bekledim, sonra da hemen doktorun yanına. Tiroid sorunum olmadığı bir kez de doktor tarafından teyit edildikten sonra kaçar gibi uzaklaştım zorla geldiğim hastaneden ve sinemaya gitmekten dolaşmaya fırsat bulamadığım, en sevdiğim parka doğru yürüyüşe geçtim. Hava o kadar sıcak ve nem oranı o kadar yüksekti ki bu yürüyüş mesafe kısa olmasına rağmen hayli eziyetli oldu. O yüzden yukarıda girişinin fotoğrafını gördüğünüz Kır Kahvesi'ne ulaşıp da bir bardak maden suyuna kavuşunca kendimi çok mutlu hissettim.


Bu memlekette henüz sonbahardan eser yok, hem havalar hem de ağacın, yaprağın, çiçeğin görünümü yaz tadında. Dün neredeyse koskoca parkın tamamını tavaf ettim, şu yukardaki erkenci, yaramaz kırmızı yapraktan başka sonbahar hazırlığı yapan yoktu. O da bu aceleciliğinden olsa gerek böcü-börtünün hışmına uğramış, kemirmişler zavallıyı, testere dişine dönmüş.


Bunca senedir bu parka gelir giderim şu fotoğrafta gördüğünüz çiçeği ilk defa görüyorum, ağacını da yeni keşfettim. Nasıl zarif, nasıl kibar, nasıl şık birşey anlatamam, koparmaya kıyabilsem alıp saçıma takacaktım inan olsun.


Meşe palamutları olgunlaşmış, bunlar ağaçta değil de pırnal denilen çalı cinsinde yetişenlerden, daha küçük ve daha sevimli oluyorlar. Her sene bir sürü toplar hasır bir sepetin içinde biriktiririm kuruyup şekillerini kaybedene kadar.


Böğürtlen çalıları, küçücük olsa da hala üzerlerinde meyve olmasına şaştım.


Park bu sıralar fotoğrafta gördüğünüz ağaç minelerinin cenneti haline dönmüş. Sarısı, kırmızısı, turuncusu, pembesi, eflatunu, beyazı yaprakları bastırırcasına çiçek açmışlar. Tohumları da çok ilginç, aynı böğürtlene benziyor.


Çadır benzeri dallarını sarkıtmış ağacın altından denizin görünümü harikaydı.


Bu kırmızı meyveler pırnallara dahil mi değil mi anlayamadım, bilen varsa söylesin.


Tesbih ağacı; Antalya'da çok bulunur. Bir adı da Hint leylağı olan bu ağaç baharda leylak rengi, salkım halinde minik çiçekler açıyor ve bu çiçekler çok güzel kokuyor. Hatta halk arasında buna Kolonya ağacı da diyorlar. Tesbih tanesinden biraz büyük meyveleri de kışın hayli sertleşiyor ve gerçekten tesbih yapımında kullanılabiliyor. Yapraklıyken de yapraksızken de hayli dekoratif bir ağaç.

Fıskiyeli sulama yapıldığı için ıslak toprak kokusu, taze kesilmiş çimen kokusu ve çeşitli çiçek kokuları arasında Falezlere yayılmış bu parkta yaptığım yürüyüş sırasında çektiğim fotoğrafları Antalya'nın klasik görüntülerinden biriyle bitireyim. Beklerim buyrun, birgün de beraber çıkaralım parkın keyfini...


19 Ekim 2009 Pazartesi

SİNEMA ANILARI


Evimizin yanında kocaman bir boş arsa vardı ve bir gün oraya bir yazlık sinema yapıldı. Şenlik ayağımıza gelmişti, üstelik sinemanın duvarları alçak tutulmuştu yani perde dışardan tabak gibi görünüyordu. Sinemanın sahibi aklını ve parasını toparlayıp da dış duvarları yükseltene kadar tam 1 yıl kilimlerimizi serip bardağı 25 kuruştan ayçekirdeği külahlarımız elimizde çitleye çitleye keyifle beleş sinema izledik. Haa, Allah için arada bilet alıp içerden izlediğimiz de oluyordu ama çoğunluk arsadaydık. Ertesi yıl duvarlar yükselince eskisi kadar sık olmasa da film izlemeyi sürdürdük bu defa duvarların içinde. Yalnızca film değildi izlediklerimiz; konserler, folklor ve illüzyon gösterileri, çeşitli derneklerin yararına yapılmış eğlenceler ve siyasi parti liderlerinin seçim konuşmaları. Birgün sinemaya bitişik arsada bir grup yakantop oynuyorduk, hareketlenmeler oldu. Nedir, ne oluyor derken baktık İsmet İnönü geliyor. Bıraktık topu daldık sinemaya, yaşlanmaya başlamış İnönü ile genel sekreteri gencecik ve incecik Bülent Ecevit'i dinleyip tempo tuttuk.

Yazlık sinemaların üç vazgeçilmezi vardı: Tahta sandalyelere koymak için minder, gazete kağıdından yapılma külahlarda ayçekirdeği ve gazoz. Gazoz içilince şişesinin sandalyenin altına bırakılması adettendi. Ayçekirdeği kabukları ise sinemanın çakıl döşeli zemininin üstünde ikinci bir tabaka oluştururdu. Filmin sonuna doğru serinlik başlar, yanımızda getirilen hırkalar giyilir, hırkamızı unutup üşüdüm diye sızlanırsak da bir güzel azar işitirdik yanımızdaki büyüklerden.

Bir süre sonra komşu yazlık sinemamız Güneş'in, yine çok yakınımıza bir de kışlık salonu açıldı. Artık 3 sinemamız olmuştu. törenle açılışı yapıldı kışlık Güneş sinemasının ve neredeyse bütün Yenimahalle halkı gidip gördü oynayan filmi: "Tayga Kahramanları". Tabii ben de gittim ama pek birşey hatırlamıyorum izlediğim filmden. Güneş Sinemasına'da çok gittik ama asıl maceralarımız Seyran Sineması'ndadır. Kısmen renkli filmler olurdu o zamanlar, genellikle Zeki Müren filmleri. "Hayat Bazen Tatlıdır"ı izlemiştim, hiç unutmam, Zeki Müren'in şarkı söylediği sahneler renkli olarak gösteriliyordu. "Bu yağmur, ah bu yağmur, seni bana getirse" adlı bir şarkıyı söylemişti, rüya gibi renkler ve rüya gibi bir dekor hatırlıyorum, çok hoşuma gitmişti.

Sanırım ortaokulun ilk yılındaydım, çok yakın bir mahalle arkadaşımla gidiyordum genellikle filmlere. Bu arkadaşımın 4-5 yaşlarında sarışın, mavi gözlü, tombul bir taşbebek kıvamındaki kızkardeşi nereye gitsek annesi tarafından peşimize takılırdı. Bu durumdan hoşnut olmasak da el mahkum taşırdık ufaklığı. Yine birgün Seyran Sineması'nda "Oliver Twist"i izliyoruz. Filmin en heyecanlı yerinde minik kız tarafından dürtüldük: "Çişim geldi". "Tut biraz" dedi ablası, "Şimdi çıkamayız tuvalete". "Ama çok geldiii" diye mızıldanmaya başladı ufaklık. Film çok heyecanlı, bırakıp çıkmak işimize gelmiyor, öte yandan çocuk neredeyse altına kaçıracak. Dahice bir plan yaptık, oturttuk koltukların arasına küçüğü, "Yap" dedik, çok sıkışmış gariban, saldı şırıl şırıl. Sinema anfi tarzı, arkadan öne doğru eğimli, tabii dere gibi aktı ön tarafa ufaklığın ifrazatı, bir yandan da şırıltı. Evdeki hesap çarşıya uymadı, yakalanacağız. Başladık ayaklarımızla yere vurmaya şırıltıyı kamufle için, ıslaklığı soran olursa "gazoz döküldü" diyeceğiz hesapta. Kokuyu pek kaale aldığımız yok. Ne oldu, nasıl oldu, yakalanmadan atlattık bu vartayı ama çektiğimiz heyecandan filmi hakkıyla izleyebildiğimizi hiç sanmıyorum. Çocukluk işte...

O yıllarda "Ses Dergisi" yayınlanırdı, sinema ağırlıklı bir dergi idi. Bir dönem ünlü sanatçıları, başvuran okuyuculardan kurada çıkanların evine çaya götürdükleri bir kampanya başlatmışlardı. Tesadüf bu ya, o sıralar ününün doruğundaki Murat Soydan Yenimahalle'li bir okuyucunun evine denk geldi kurada. O kalabalığı unutamıyorum. Siyah bir Chevrolet İmpala ile gelen Murat Soydan kalabalıktan zor sıyrılıp gideceği eve ulaşabilmişti. Annelerimiz, anneannelerimiz bile Murat Soydan'ı görmek uğruna dalmışlardı o kalabalığın içine, sonraki günlerde de kabul günlerinin baş konusu olmuştu Murat Soydan'ın bu ziyareti.

"Yumurcak"lar, "Ömercik"ler, "Küçük Hanımefendi"ler, "Tarkan"lar, "Camoka"lar, "Karaoğlan"lar, "Turist Ömer"ler geldi geçti, farkına varmadan büyüdük, Türk filmlerine burun kıvırır olduk. Başka dünyaların, başka yaşamların filmlerine merak saldık. Derken sinemalarda izlenecek film bulamaz olduk. Seks furyası sinema salonlarını girilmez hale getirdi, unuttuk film izlemeyi, sonra bir dönem videolara takıldık. Neyse ki Türk filmleri eski saltanatına kavuştu, sinema eski itibarına ulaştı. Bize de bu şenliğin tadını doya doya çıkarmak kaldı...

17 Ekim 2009 Cumartesi

MUHABİRİNİZ PORTAKAL ÇEKİRDEĞİ ALTIN PORTAKAL FİLM FESTİVALİ'NDEN BİLDİRİYOR 5

Sabah uykudan keskin bir kavrulmuş soğan kokusuyla uyandım. Aman dedim, ne güzel iyi saatte olsunlar gelmiş bize yemek hazırlıyorlar. Kalktım, gittim mutfağa, ne gezer, ne in var ne cin ortalıkta. Kimbilir hangi komşunun yemek hazırlığının kokusu bizim evi sarmış, böyle bir baca sistemi yapan müteahhite mi kızmalı, çizen mimara mı bilemedim. Üstelik yemek kokusu davul sesine benzemiyor, uzaktan hoş falan geldiği yok, aksine iğrenç oluyor. "Kavur bakalım soğanını" dedim kimliği belirsiz komşuya, "nasılsa ben sinemaya gideceğim", toparlandım, giyindim tam kapıdan çıkıyorum, baktım tshirtimi ters giymişim, "uğurdur" deyip düzelttim ve fırladım evden. Bu sefer gideceğim sinema eve biraz uzakta, ben yokken açılan bir alışveriş merkezinde olduğu için durağa gidip dolmuş beklemeye başladım. Gelgelelim 15 dakika geçti ne gelen oldu ne giden, söylenerek bir başka caddeye yürüdüm ve sonunda başardım bir dolmuşa kapağı atmayı. Kocaman bir alışveriş merkezine daha kavuşmuş şehrimiz, çok ihtiyaçtı ya; çıktık en üste, sinemaların olduğu kata. O arada arkadaşlarım da geldi, girdik bilet kuyruğuna ama aldığımız cevap "Bilet kalmadı" oldu. Israrcı olduk, nasılsa gazeteci ve davetliler için ayrılan kontenjan dolmaz, oradan verin bilet diye, beklememizi, yardımcı olabileceklerini söylediler. Bir süre bekledik, sonra kapılar açıldı girip bir yere oturduk, ardımızdan gelen görevli bize "buyrun hocam" diyerek bilet getirdi. Meğer mezun bir öğrencimizmiş gişe görevlisi, "Vay be" dedik, "öğretmen olmanın avantajını emekli olunca yaşamaya başladık" ama iş biletle bitmedi. Filmin oynayacağı salona kapasitenin çok üstünde izleyici ve bir minibüs dolusu oyuncu ve davetli gelince işler karıştı. İçlerinde Görkem Yeltan'ı seçebildiğim grup sanırım "Uzak İhtimal" filminin ekibi idi. Hal böyle olunca başka bir salona aktarıldık daha geniştir diye ama oraya da sığılmadı. Sonunda önce biletli seyircilere filmin izletilmesine, gösterimi biten makaranın davetlilerin olduğu salona aktarılmasına karar verildi ve yarım saatlik gecikme ile film başlayabildi.


Zeki Demirkubuz beğendiğim bir yönetmendir ve "KISKANMAK" filmini merak etmekteydim. Bunca eziyete de o yüzden katlandım zaten. Film konusunu Nahit Sırrı Örik'in "Kıskanmak" adlı romanından alıyor, birkaç yıl önce onu da okumuştum, merakım biraz da bu sebeptendi. Başrollerinde Nergis Öztürk, Berrak Tüzünataç ve Serhat Tutumluer'in oynadığı film geçkince yaştaki ve çirkin bir kız olan Seniha'nın Zonguldakta'ki madende mühendis olarak görev yapan ağabeyi ve güzel yengesinin yanında yaşadıklarını konu alıyor. Kıskançlığın bir insana neler yaptırabileceğini ilginç bir biçimde anlatan film ne yazık ki umduğumu vermedi bana. Bilhassa Berrar Tüzünataç'ın yetersiz oyunu filme müsamere havası katmış. Hatırla Sevgili dizisinde "Ayla" rolünde izlediğimiz Nergis Öztürk ise oldukça başarılıydı.


Festivalin kapanışını yine bir yerli filmle "UZAK İHTİMAL" ile yapmadan önce gidip ince bir kazak satın aldım AVM içindeki mağazalardan birinden. Zira ilk filmi izlerken klimaların yaydığı soğuk yüzünden kendimi kış günü paltosuz sokakta kalmış gibi hissetmiş ve çok üşümüştüm. Salona girer girmez kazağımı giydim ve hem üşümedim hem de bu filmi daha çok beğendim. Yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun, ana oyuncular ise Görkem Yeltan ile Nadir Sarıbacak idi ve oldukça iyi kompozisyonlar çizmişlerdi. Film İstanbul'da bir camiin müezzinliğine atanan taşralı Musa ile komşusu rahibe adayı Clara'nın arasındaki açıklanamamış sevdayı anlatıyor. Yer yer çok güzel sahnelerin olduğu filmin sade ve duru bir anlatımı var.

Festivale vedayı iyi bir filmle yapmanın keyfiyle durağa yürüdüm ve yine epeyce bekledim ama bu bekleyiş eğlenceli oldu. Bir ara durağa yanaşıp kapısını açarak müşteri bekleyen dolmuşlardan birine genç bir kız yanaştı ve "Kütahya'dan geçiyor musunuz?" diye sordu ve akabinde yaptığı hatayı anlayıp kahkahalarla gülerek "Konyaaltı demek istemiştim" diye düzeltti ama hem o, hem ben, hem de şoför gülmekten yerlere yattık. Bugün günüm şaşkınlıkla başlayıp şaşkınlıkla devam etti.

Evet, güzel bir festivale veda zamanı geldi, bu akşam Kapanış Töreni'ni TV'den izleyeceğim, bakalım beğendiğim film ve oyunculardan ödül alan olacak mı? Yeni bir festivale sağlıkla ulaşmak dileğiyle sevgiler arkadaşlar. Beni izlediğiniz için teşekkür ederim...

16 Ekim 2009 Cuma

MUHABİRİNİZ PORTAKAL ÇEKİRDEĞİ ALTIN PORTAKAL FİLM FESTİVALİ'NDEN BİLDİRİYOR 4

Kuşluk vakti yine yollardaydım (bu kuşluk vakti lafına bayılırım ben, masalda yaşıyormuşum gibi bir duygu yaratır bünyemde). Bindiğim otobüs 25 yıl boyunca kesintisiz çalışıp emekliye ayrıldığım okulun önünden geçerken kendimi zorladım; hani böyle bir duygu kırıntısı, hissiyat kımıltısı, gözyaşı sızıntısı falan olacak mı diye, nafile. Duygularım taşlaşmış, umurumda bile olmadı, sadece dış cephe boyası yenilenen okula renk olarak seçilen pembe tonunu beğenmedim, anında aramızın pek parlak olmadığı müdürün zevksizliğine bağladım olayı ve çevirdim kafamı yan tarafa. Aa, bir de baktım yanımda bir yeni yetme oturmakta. Çocuksu yüzünde yeni çiçek açmaya başlayan ergenlik sivilceleri, çenede seyrek bir-iki sakal teli, burun yüze göre aşırı büyümüş, saçlar yağlanmaya başlamış. Sağ bileğinde üzerinde barış amblemi olan deri bir bileklik, boynunda iri siyah taşlardan dizilmiş, erkek çocuğuna pek yakışmayan bir kolye. Üst baş sıradan, spor ayakkabıları üzerindeki kocaman ambleme rağmen ben taklidim diye bağırmakta. Elindeki anahtarlığı bıçkın bir edayla sallamaya çalışıyor ama beceremiyor, hala prova aşamasında. Düşündüm, eğer koruyup kollayan bir ailesi yoksa geleceği dün izlediğim filmdeki Çaça'dan pek farklı olmayabilir. Ossaat duygulandım işte, geride bırakılan 25 yılın okul için sağlayamadığı hislenmeyi yanımda oturan ergenliğinin başındaki bu ufaklık 5 dakika içinde yarattı. Boğazıma bir yumru gelip oturdu, içim şefkatle doldu, o yağlı saçlı kafasını okşamak istedim. Öğretmenlik kana karışan bir mikrop gibi, bıkıp usansan da, emekli olsan da, aradan yıllar geçse de, çalıştığın yerin sağlayamadığı duygu yoğunluğunu okuttuğun öğrencilerin yaşındaki biri ortaya çıkarıveriyor. Neyse ki filmin başlama saati yaklaşıyordu da durakta inip acele sinemanın bulunduğu AVM'ye dalarak sildim kafamdan gördüklerimi.


İzlediğim ilk film Pelin Esmer'in "11'E 10 KALA"sı oldu. Filmin en önemli iki oyuncusu kapıcı rolündeki Nejat İşler ile koleksiyoncu yaşlı adam rolündeki Mithat Esmer idi. Aslında rolündeki demek yanlış, çünkü Mithat Esmer yönetmen Pelin Esmer'in amcası ve gerçekten filmdeki gibi müthiş bir koleksiyoncu yani adam kendini oynamış. Eline geçen herşeyi, bilhassa kitap ve basılı yayınları biriktiren yaşlı Mithat Bey'den, oturduğu apartmanının deprem tehlikesi nedeniyle yıkılmasına karar verilince dairesini boşaltması istenir. Onca eşyanın taşınmasındaki zorluk ve Mithat beyin alışkanlıklarına bağlılığı yüzünden herkes taşındığı halde kapıcı Ali ve yaşlı adam boş apartmanda yaşamaya devam ederler. Ama bu böyle sürmeyecek, sonunda Mithat Bey iyice yalnızlığa gömülecektir.

Gerçek bir öyküden hareketle çekilen filmi başarılı buldum. Nejat İşler malum, güzel iş çıkartır her daim. Mithat Esmer"in vurgulama ve seslendirme hatalarını saymazsak izlenebilir nitelikte bir oyunculuk sunuyor o da bize. Hasılı memnun çıktık sabah seansından. İzlediğimiz film gala filmi olmadığı ve Kültür Merkezi salonunda oynamadığı için gözümüze çarpan tek oyuncu tuvalet kapısında selamlaştığımız Selda Alkor oldu.

Öğleden sonra bir Rus filmi izledim: "KAĞITTAN ASKER". Yönetmenliğini Alexey Germen Jr.'nin yaptığı film Kazakistan'da Baykonur Uzay Üssü'nun kuruluş yıllarında, uzaya ilk insanlı füzenin fırlatılma sürecini anlatan bir filmdi. Üsde görevli bir doktorun kozmonotların hazırlık aşamasında çektikleri zorluklar ve uzaya gittikten sonra geri dönüp dönmeyecekleri yönündeki kuşkularından dolayı çektiği psikolojik sıkıntıları konu alıyor. İlginç bir konuydu belki ama o kadar uzatılmış sahneler ve bitmez tükenmez diyaloglar vardı ki bıktırdı. Sıkıntıyla izledik ve film bitiminde oyunculardan biriyle yapılacak söyleşiyi bile beklemeden ayrıldık salondan.

Yarın festivalin son günü. Muhtemelen bir film daha seyrederim, kapanış ve ödül törenini ise TV'den izleyeceğim. Gördüğüm filmler içinde tek bir adayım var; en iyi ya da yardımcı erkek oyuncu dalında Volga Sorgu. Bakalım, yarın akşam belli olur herşey. Görüşmek üzere...

Not: Sevgili Yasemin Venüs heykellerinin altın yaldızlı rengini sevmediğini yazmışsın. Atatürk heykeli konusunda sana hak veriyorum ama adı üstünde bu festival Altın Portakal olduğu için heykellerin altın rengi oluşu yıllardır süren bir gelenektir. Sevgiyle...

15 Ekim 2009 Perşembe

MUHABİRİNİZ PORTAKAL ÇEKİRDEĞİ ALTIN PORTAKAL FİLM FESTİVALİ'NDEN BİLDİRİYOR 3

Bu sabah uyandığımda yağmur kesilmiş, hava açmıştı. Hangi filme gideceğim konusundaki kararsızlığımı yenmek için internette biraz gezindikten sonra seçenekleri belirledim. Sabah seansının filmi "KARA KÖPEKLER HAVLARKEN"i önce ismini sevmediğim için es geçmiştim. Broşürü kurcalayıp çok uygun başka film bulamayınca (bu sene çok fazla sinemada gösterim var, eve yakın olanları tercih ettiğim için seçenek kısıtlanıyor) internette kısa bir araştırma yaptım ve oyuncular arasında Erkan Can ve son yıllarda beğenerek izlediğim genç oyuncu Volga Sorgu olduğunu öğrenince "bu film seyredilir" kararını verdim, aldım çantamı düştüm yola.

Yine çok kalabalıktı Kültür Merkezi"ndeki gala, sanatçı katılımı da çoktu bugün. Gözüme ilişenler arasında Nurgül Yeşilçay, Lale Mansur, Şerif Sezer, Pelinsu Pir, Yavuz Bingöl, Mert Fırat, "Bizimkiler" dizisinin Nazan"ı Ayşe Sarıkaya ve ismini çıkaramadığım başka oyuncular vardı. Ha, unutmadan festivalin demirbaşları Selda Alkor ile İzzet Günay'ı da ekleyeyim.

Film, gala olduğu için oyuncuların ve yönetmenin sahneye davet edilip tanıtılmasından sonra başladı. Yönetmenden, müzik direktörüne ve tüm oyunculara kadar hepsi tam kadro hazırdı. Hepsi tanıtılıp yerlerine geçtikten sonra da film başladı. Yönetmenliğini Mehmet Bahadır Er ile Ukrayna'lı Maryna Gorbach'ın üstlendiği filmin konusu İstanbul'un kenar mahallelerinde geçiyor ve iki varoş delikanlısının hayata tutunma ve sınıf atlama mücadelesini anlatıyordu. Başlıca rollerde Cemal Toktaş, Volga Sorgu, Erkan Can, Ayfer Dönmez (Hatırla Sevgili dizisinin Işık'ı) ve Murat Daltaban vardı. Ummadığım kadar iyi buldum filmi ve özellikle varoş delikanlısı Çaça rolünde Volga Sorgu'nun oyununa bir kez daha hayran kaldım. Erkan Can'ı anlatmaya gerek yok zaten, çok az görünse de perdede yaptığı işin hakkını verenlerden o. Görüntüsüyle de beni çok şaşırttı, dizi ve filmlerde kısa boylu ve hayli toplu görünen adamcağıza meğer kameralar ihanet etmekte imiş. Kısa sayılmayacak bir boya ve hayli ince bir vücuda sahip. Film sonrasi yan taraftaki Portakal Cafe'de oyuncularla yapılan söyleşiyi izledik.



Hava bugün çok sıcak olmasa da havadaki rutubet ısının iki misli hissedilmesine neden olduğu için en az iki kilo ter akıttım gerek film sırasında, gerek sonrasında. Söyleşi biter bitmez Kültür Merkezi"nin bulunduğu parkın içinden yine ter içinde geçerek öğleden sonraki filme yetişmek için diğer sinemaya koşturduk. Bu arada Lale Mansur ve Mert Fırat'ı birlikte poz verirken görünce ben de basıverdim deklanşörüme. Bu kadını hem çok güzel hem de çok yetenekli bulurum. Festivale düzenli katılır, evvelki yıl jüri üyeliği yaptığı için pekçok filmi aynı salonda izlemiş ve halkın ilgisine verdiği samimi karşılığa hayran olmuştum. Oyuncular içinde kimsenin gözüne görünmeden yan kapıdan kaçanları veya kendisine selam verenlerin yüzüne bile bakmayanları da gördüğüm için bu konuda takdir etmekteyim kendisini.

Öğleden sonra izleyeceğimiz film "Uluslararası Özel Gösterimler" kapsamında bir Macar filmi idi. Filmin yönetmeni Karoly Makk aynı zamanda "Uluslararası Uzun Metrajlı Film" yarışmasının jüri üyelerinden biri ve "AŞK-SZERELEM" de onun son filmi imiş. Film siyah-beyaz ve hayli ağır tempolu, karşılıklı diyaloglarla yürüyen bir film olarak pek hoşumuza gitmedi. Oğlunun hapiste olduğundan haberi olmayan hasta ve çok yaşlı kadını, kocasına aşık ve onun yolunu gözlemekten bıkmayan gelini sık sık ziyaret etmekte ve oğlunun Amerika'da film çektiği yalanını söyleyerek kendi yazdığı mektupları ondan gelmiş gibi yollayarak son günlerini mutlu geçirmesini sağlamaya çalışmaktadır. Konu kısaca bu ve film de neredeyse son birkaç sahneye kadar hasta yatağındaki yaşlı kadın ve gelini arasındaki diyaloglarla yürüdü, o yüzden sıktı. Epeyce izleyici film bitmeden salonu terk etti, biz de hayli bunalarak izledik ne yalan söyleyim. En komiği film bitip ışıklar yanınca iki sıra önümüzdeki hayli yaşlı beyefendinin, "Yahu, bu nasıl film, yeni mi çekilmiş, eski filmi gösterip bizi mi kandırıyorlar" diye makiniste doğru bağırmasıydı.

Yarın biletleri alınıp hazırlanmış bir yerli, bir de Rus filmi izleyeceğim kısmet olursa. Festivalin sondan bir önceki gününde buluşmak üzere kalın sağlıcakla...