Ülkemizi kavuran, bizim de içimizi yakan yangınlar yetmezmiş gibi sabah yine tatsız haberlere uyandık. Günlerdir bitmeyen hastane koşuşturmaları yaşıyorum, zaten sinirlerim laçka, memleket hali de üstüne tüy dikiyor. O doktorun izni, bu doktorun raporu derken üç günde bitecek iş üç haftaya yayıldı. Sonunda küçük bir operasyonla noktalı virgül koyduk, nokta için haftayı bekliyoruz. Hayattaki en önemli şeyin sağlık olduğunu kendisi sinyal verince anlamak gibi de bir aymazlığımız var. "Yumurta kapıya gelmeyince gıdaklamıyorsun" derdi annem deyimi kibarlaştırarak. Aslında ben yumurta daha portakalda vitaminken yapılacak işi tasarlamaya başlarım, son güne bırakmak hiç adetim değildir, bir tek doktora gitmek konusunda böyleyim (komik ama diş doktoru hariç), sanki korkunun ecele faydası var. Neyse zor ve uzun oldu ama hallettik neredeyse.
Operasyon sonrası bir süre evde dinlenmem gerekti haliyle, sıkıldım. Çok az kişinin haberi vardı, imdat kolum, kız kardeşim hep yanımdaydı. Sonra sürpriz olarak Hollanda'da bizi konuk eden sevgili genç arkadaşlarımız geldiler, sohbetleri ve çiçekleriyle hem neşemi yerine getirdiler, hem de mutlu ettiler.
Evin içinde yata-otura dördüncü günü doldurdum. 3 film izledim, Storytel'de 5 tane kitap dinledim, bir sürü şeker patlattım, bir kitabı yarıladım ve sonunda sıkıntıdan patladım. Dizlerim sinyal vermeye başladı, o zaman dedim, yürüyüş zamanı gelmiştir. İkindi üstü çıktım ve 20. adımda daha ince giyinmem gerektiğini anladım, zira hava fena halde sıcaktı. Geri dönmedim tabii ki, gölgeden gölgeden ilerledim. Niyetim yıllar önce halamların oturduğu, evimize yakın sokağa gitmekti. Bülbülderesi Caddesi'ne geçiş yaptım. Ankaralılar bilir Seyranbağları semti bir zamanların bağlık bahçelik mekanı imiş, ismi oradan geliyor. Şimdilerde cadde olan Bülbülderesi ise gerçek anlamda bir dere, yani asfaltın altında dereler var. Bu arada belirteyim "Asfaltın Altında Dereler Var" adıyla Ankara'nın şimdi üstü kapatılmış derelerini anlatan bir belgesel var. Bulursanız izleyin derim.
Caddeyi Olgunlar Sokak-esasında cadde-keser. Sola dönüp Olgunlar'ın dik yokuşundan tırmanmaya başlıyorum ve yıllar öncesinden bir anı geliyor gözümün önüne. Bir bayram günü halamlardayız. Büyük dayım ve yengem de geldiler bayram ziyaretine, berbat karlı bir gün, yerler buz, Olgunlar yokuşu kayak pisti gibi. Dayımın bir Vosvos'u var, apartmanın önüne park edip geldi. Geldi gelmesine de gitmesi o kadar kolay olmadı. Vosvos buzlu yokuşta kaymaya başladı, epey bir uğraşıdan sonra zapt edilebildi. Hem korkutucu hem de komik bir durumdu. Yokuşun sonunda Belkıs Sokağa dönüyorum, Gerçi ismi değişmiş "Şehit Lütfü Gün" olmuş. Halamların evi tam köşede idi, aşağıdaki apartman.
Yıllarca Yenimahalle'den Bakanlıklar otobüsüne binip Olgunlar Sokak boyunca yürüyerek geldik bu apartmana, defalarca kapısından girip birinci kattaki o dairede halam, eniştem ve kuzenlerle uzun saatler geçirdik. Tuhaf olan sokağın devamını hiç merak etmemem. Bu bina ve karşıdaki apartmanın altındaki bakkalla sınırlı kalmışım. Bu defa sokak boyu yürüdüm ve sokağın güzelliğine hayran oldum. Tüm apartmanlar bahçe içinde, bahçelerse ağaç ve çiçek içinde. Birkaç tane yeni bina olsa da çoğu Ankara'nın balkonlarının ferforje demirleri işlemeli, kişilikli apartmanları ve her bahçede en az iki tane leylak ağacı. Bu sokakta yaşıyor olsam baharda leylak kokusundan esrirdim eminim. Sadece leylak değil hanımelleri, güller, gül hatmiler, mor salkımlar, akşam sefaları. Eskilerden kalmış güzel binalar:
Bahçeyi saran çitte bu iklimde pek yetişmeyen Acem borularını görünce şaşırdım. Yükseltilmiş balkon demirleri tuhafıma gitmişti ama ilerleyince çocuk yuvası olarak kullanıldığını fark ettim.
Derken Hacıyolu'na çıktım, Ankara'nın en dik yokuşlu sokaklarından, devam edip Yaprak Sokağa ulaştım, orada Belkıs Sokak bitti zaten. Sağa kıvrılıp Bülbülderesi'ne indim tekrar. Seyranbağları'ndan Küçükesat'a doğru yollandım. Yine güzel evler, güzel bahçeler gördüm, Hassas Bölgeler'e gelince Tahran Caddesi'nden Nene Hatun'a çıktım. Artık Kavaklıdere'ye gelmiştim. Buralar da bağlık bahçelik yerlermiş zamanında, hatta benim hatırladığım yıllarda Tunalı'nın sonunda Kavaklıdere Şarap Fabrikası'nın bağları ve binaları vardı. Şimdi yerinde Sheraton Oteli yükseliyor. Burası Ankara'nın yeşilliğini hala koruyan, eski ama asil görünümlü apartmanların bulunduğu güzel bir semttir. Lakin hava sıcak ve ben de yorulmuştum. Nene Hatun'un en eski pastanelerinden birine girip soluklanmak istedim. Oldukça eski bir apartmanın altında küçücük bir bahçesi olan, kendisi de küçücük bir pastane Hatun Pastanesi. Her yer doluydu, pek sevimsiz bir köşede bir masa bulup yığıldım, zira tansiyonum düşmüştü. Kahve ve soda ile kendime gelip yola devam ettim. Bu defa ayaklarım beni Bülten Sokağa taşıdı. Çünkü orada da küçük dayımın evi vardı:
Ne çok ayak izimiz var şu girişte. Zemin kattaki dairesinin bahçesini çiçeklerle bezeyen, mangal yakıp etleri pencereden uzatan dayım acaba bugün önünde durduğumu fark etmiş midir başka bir diyardan?
Yola devam ettim ve bakın karşıma ne çıktı, meğer benim dizler doğdukları yeri özlemişler, ondan bu yöne çevirmişler beni 😂:
İkinci kat pencerelerine bir selam çakıp Bilir Sokağa döndüm, sokağın adını "Abay Kunanbay" diye değiştirseler de (Kazak bir şairmiş kendisi) o bizim için her zaman Bilir Sokak. Zaten girişteki Bilir adını taşıyan kasabın bahçesindeki kocaman inek ve koyun replikaları unutturmuyor sokağın eski ismini. Buraya kadar gelmişken Sevgi Soysal'a da bir selam vermeden gitmek olmazdı:
"Tante Rosa" adını taşıyan cafenin bulunduğu binada bir dönem Sevgi Soysal yaşamış ve "Yürümek" romanını burada yazmış. Apartmanın bahçesinde muhteşem bir ıhlamur ağacı var. Cemal Süreya görseydi "Keşke yalnız bunun için sevseydim seni" derdi.
Artık Büklüm Sokağa (Bu semtte sokakların adı B ile başlar; Bardacık, Balo, Billur, Bestekar, Belligün, Bahar, Büyükelçi gibi) giriyor ve sokağı tak gibi kapatan yıllanmış ağaçlarının altından yürüyerek Tunalı'ya varıyorum. Buraya kadar gelmişken markete uğramamak olmaz. Peynir-zeytin reyonunda bakınırken komik tipli görevli dikkatle, hatta üstüme doğru eğilerek bana bakıyor. Kesinlikle birine benzetti, halimi hatırımı sordu zira, renk vermedim. Havadan sudan sohbet ettik, bir miktar zeytin aldım, satıcının ısrarlı peynir tekliflerini reddedip kasaya yöneldim.
Yoruldum, iki elimde iki ağır market poşeti ile Tunalı yokuşundan aşağıya vurdum kendimi, tansiyonum yine düşer gibi olduysa da yüz vermedim. Sonunda eve ulaştım, yoruldum ama bu yürüyüşten de epey keyif aldım. Bir dahakine başka sokaklara...
Not: Bu yazı cumartesi yazıldı, yayınlanması pazar gününe kaldı.