Sayfalar

21 Ekim 2024 Pazartesi

ADIM ADIM ANKARA 6 / 21 EKİM

Dün her zamanki Ankara gezilerimizden biraz daha fazlasını, biraz daha detaylısını yaptık kız kardeşin yürütücülüğünde, küçük bir grupla birlikte. Instagramda "Şehrin Hikayeleri" adıyla takibe alırsanız farklı Ankara yürüyüşleri hakkında da bilgi alabilir, arzu ederseniz katılabilirsiniz. Kız kardeşim bir süredir bu tarz Ankara yürüyüşlerinin yürütücülüğünü yapıyor, şimdilerde onunla birlikte bazı arkadaşları, öğrencileri de bu yürüyüşlerde ona destek oluyorlar.

Dünkü yürüyüşümüzün ismi "Ulus'un Mekanları" idi. Ben daha önceleri Ankara'nın pek bilinmeyen mahallelerine birlikte yaptığımız yürüyüşlerden, sonraları katıldığım bu tarz yürüyüşlerden onun Ankara hakkındaki ilgisini ve bilgisini zaten biliyordum, dünkü etkinliğe yeni bir rota olduğu için bir kez daha katılmak istedim. Katılımcılarla eskiden "Emlak ve Eytam Bankası" olan, şimdilerde "PTT-Pul Müzesi" olarak kullanılan Avusturya'lı mimar Holzmeister'in imzasını taşıyan binanın önünde buluştuk. Bu arada "PTT-Pul Müzesi"ni gezmediyseniz mutlaka gezin derim, son derece zengin bir koleksiyona sahip, giriş ücretsiz.

Pul Müzesi'nden Heykel yönüne doğru yürüyüp ilk sokaktan sağa dönünce "Kediseven Sokağı"na giriyorsunuz. Şimdilerde tabelasında cadde yazıyor ama cadde olamayacak kadar kısa bir sokak. 


Bir tarafında boylu boyunca şimdiki adıyla Ulus Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi olarak anılan, 1900'lerin başında açılmış Sanayi Mektebi'nin binası uzanan sokağı Bilge Karasu ile hafızalarımıza kaydetmişiz. Karasu Ankara'ya gönülsüz gelmiş ama ilk rastladığı sokağın adı "Kediseven Sokağı" olunca içi ısınmış. Malum, kendisi "Ne Kitapsız, Ne Kedisiz" diyenlerden. Biz de Bilge Karasu'yu anıyor ve Sanayi Caddesi'ne kıvrılıyoruz. Fotoğrafta görülen Mongeri imzali kubbeli bina, şimdiki adıyla "Yunus Emre Enstitüsü", uzun süre Tekel İdaresi olarak kullanılmış, bulvarı süsleyen çok zarif binalardan biri. Bizi köşede Ankara'nın simge ağaçlarından sonbahar renklerine bürünmüş bir at kestanesi uğurluyor:

Laf aramızda Sanayi Caddesi kalabalık ve sevimsiz bir cadde, aynı zamanda minibüs güzergahının işlediği bir yol. Genelde orta dönem mimarlık binaları yer alıyor ve hemen hepsi işhanı. Biraz daha Heykel'e doğru ilerleyince sol yanda üç katlı, küçük bir apartman var: Yüzbaşıoğlu Han. Ama bugün dış yüzü brandayla örtülmüş ve bir müjde veriyor, Belediye'nin kültür mirasına dahil edilmiş, sadece o değil, yan tarafındaki sokak da, sonuca ulaşırsa düzenlenip Cumhuriyet yolu olacakmış. Ulus açık hava müzesi olmakta çok geç kaldı zaten.


Bu küçük apartman 1940-1966 yılları arasında, Hasan Ali Yücel tarafından kurulan Maarif Tercüme Bürosu olarak hizmet veriyormuş. Bugün hala aynı şekliyle okuduğumuz pek çok klasik burada çevrilmiş. Nurullah Ataç, S. Eyüboğlu, S. Ali, Yaşar Nabi, Reşat Nuri, Orhan Veli, Nahid Sırrı gibi pek çok yazar çevirmenlik yapmış, yolları buradan gelip geçmiş. En çok devam ettikleri mekanlar da yine restore edilmek üzere üzeri kapatılmış yan sokakta yer alan ve tabii ki şimdilerde mevcut olmayan Kürdün Meyhanesi ve Şükran Lokantası imiş. Aşağıdaki kapı onlardan birinin kapısı imiş:


Binanın kültür mirası olarak restorasyona alınmasına çok sevindim, zira son zamanlarda mezbebelik gibiydi. Yıllar önce katlara yayılmış ayakkabıcılar vardı, ünlü mağazaların ellerinde tek kalan ürünler epey indirimli fiyatlardan satışa sunulurdu. Birkaç ayakkabı almışlığım da vardır 😀

Tekrar bulvara çıkıp Ulus İş Hanı'na giriyoruz. Çocukluğumun ve ilk gençliğimin pek çok anısını, ayak izini taşıyan bir mekandır burası. 50'li yıllarda inşa edilen ve zamanın en ünlü alışveriş merkezlerinden biri olan iş hanının  zemin katında mağazalar, diğer katlarında ise bürolar mevcut. Ara avlulardaki tek başına inşa edilmiş iki katlı yapılardan biri uzun süre Akman Pasta Salonu ve Dodanlı Yerli Mallar adıyla kumaşçı olarak hizmet vermişti. Bugün ikisi de yok, biri Mado, diğeri de kebapçı olarak çalışıyor şimdilerde. Bir ara yıkılması gündeme gelmişti ama sonra vazgeçildi, çevre düzenlemesi yapılıp hizmet vermeye devam etmekte. Aslında yapıldığı yılların mimari özelliklerini taşıyan özgün bir iş hanı ve umarım uzun süre öyle kalır. 



Tavan dekoruna, sütün seramiklerine dikkatinizi çekerim, ayrıca ara katlarda da çok güzel seramikler var, spiral merdivenler de ilgi çekici.



Eskilerden kalan iki eski mağaza, Ali Uzun Şekercisi ve Eyüp Sabri Tuncer Kolonyaları. "Kolanyacı 1968" 😀

Ve geldik Atatürk Anıtı'na ya da halk diliyle Heykel'e:


Halkın parasal destekleriyle Avusturyalı heykeltraş Krippel'in yaptığı, Atatürk'ü Sakarya isimli atının üstünde temsil eden anıt 1927'de açılmış, harf devrimi henüz yapılmadığı için kitabesi de (atın hemen altında görünüyor) Osmanlıca olarak eski harflerle yazılmış. Şimdilerde anıtın altında Türkçesi'nin yer aldığı levhalar eklenmiş: "Düşmanın anâsırı asliyesi imhâ edilmiştir. Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir ileri!"

Sırada Roma Yolu var. Uzun süre Ulus'un çarşı kalabalığında toprak altında kalmış olan Roma Yolu bir çarşı kazısı sırasında bulunmuş ve yenilerde halen devam eden ciddi bir restorasyona başlanmış. Tarihin ilk kanalizasyon buluntularına da burada rastlanmış:


Roma Yolu'ndan ters istikamete dönüp eski Sümerbank, şimdi ise bir üniversiteye tahsis edilen binanın önüne geliyoruz.


Milli Mücadele ve sonrasında ikamet yönünden çok önemli rol oynayan Taşhan'ın yerine mimar Martin Elsaesser tarafından 1937-38 yılları arasında yapılan, arkasında son yıllarda müzeye dönüştürülen İş Bankası'nın tarihi binasının yer aldığı, Ankara taşından yapılma kunt bina çocukluğum boyunca benim okul ayakkabılarımı, evlerimizin perde-çarşaf, giysilerimizin basma-pazen kumaşlarını temin etti. Serin ve loş büyük salonun kumaş kokusu hâlâ burnumda. Artık Sümerbank ile de vedalaşıldı, zihinlerimizdeki ve anılarımızdaki yeriyle vedalaşmak ise mümkün değil. Zaten bakınız "Sevgim kalbinde, resmim albümde dursun" dercesine bir anı bırakmış üniversite binasına:


Ulus Şehir Çarşısı yıkıldıktan sonra parka dönüştürülen alana bir göz atıyoruz. Yıkılan çarşıdan önce benim çocukluğumda yerinde başka bir çarşı vardı ve ünlü Karpiç Lokantası da orada yer alıyordu. Aynı şahıs tarafından mı işletiliyordu, yoksa sadece ismini mi taşıyordu bilmiyorum ama ben 5-6 yaşlarındayken lokanta hala mevcuttu. Asıl Karpiç, yani devrim sonrası Rusya'dan göçen bir beyaz Rus olan Baba Karpiç tarafından işletilen, Atatürk'ün de sık gittiği, devrin ileri gelenlerinin uğrak yeri olan, kravatsız girilmeyen Karpiç ise Cumhuriyet'in ilk yıllarına damgasını vurmuş, Ankara halkını yeme-içme konusunda geliştirmiş, şehrin en önemli lokantası imiş.


Çarşının yerine yapılan park solda, Karpiç Lokantası da yüzü Bulvar'a bakmak üzere bu lokasyonda idi.

Son duraklarımızdan birine, Ankara Palas'a doğru yürüyoruz. Sağımızda İlk ve İkinci Meclis ve İkinci Meclis'in eskiden Millet Bahçesi olarak kullanılan, su kaskatlarıyla ünlü bahçesi var. Çocukluğumda giriş serbestti, anneannem her Ulus'a inişimizde götürürdü beni, şimdilerde giriş yasak.


İkinci Meclis'in güzelim binası ve ne mutlu ki hala mevcut olan, zincirlerle birbirine eklenmiş beton kürelerden oluşan dış duvarı. Çocukken bu kürelere elimi sürmeden geçmezdim, o alışkanlığı hâlâ sürdürüyorum desem bana gülmezsiniz değil mi?



1924-27 yılları arasında inşa edilen, mimar Vedat Tek'in başlayıp Mimar Kemalettin'in tamamladığı bina Cumhuriyet'in ilk yıllarında barınma ihtiyacına cevap vermek amacıyla düşünülmüş. O yıllarda şehrin kalburüstü simalarına ev sahipliği yapan, balolarla, ziyafetlerle tanınan mekan bir süre otel olarak işletilmiş, sonraları Sanayi Bakanlığı'na hizmet vermiş, daha sonra Devlet Konukevi olarak kullanılmış ve sanırım bu yıl da müze olarak ziyarete açılmış. Fotoğrafta arkada görülen yüksek bina bir zamanların en ünlü otellerinden Stad Otel idi, şimdilerde el değiştirdi ve şehirde açılan onca lüks otelden sonra eski debdebesini yitirdi. Yalnız Ankara Palas'ın bu kinin sarısı rengini hiç sevmedim 😕

Ve son durağımız, Ankara'nın en sevdiğim binası, Evkaf Apartmanı. 



Mimar Kemaleddin tarafından tasarlanan (eline sağlık vallahi, şahane tasarlamış) ve 1930 yılında tamamlanan bina şimdilerde Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü olarak kullanılıyor, Küçük Tiyatro ve Oda Tiyatrosu'na da ev sahipliği yapıyor. Vakiıflar Genel Müdürlüğüne ait olan bina önceleri yurt ve lojman olarak da kullanılmış, oda oda kiraya verilmiş. Reşat Nuri, Tanpınar, Yahya Kemal, Hasan Ali burada kalan ünlülerden. Orhan Veli de bir dönem burada çalışmış, şiirlerinden birinde de söz eder: "Beni bu güzel havalar mahvetti/Böyle havada istifa ettim Evkaf'taki memuriyetimden".

Binada bir Tiyatro Müzesi var, izinle gezilebiliyor. Ayrıca eski yıllardan kalma ama pek kullanılmayan kafesli bir de asansöre sahip. Devlet Tiyatroları Müdürlüğü yapan Muhsin Ertuğrul ve Cüneyt Gökçer'in çalışma odaları da sergilenenler arasında. 

Yalnız bina epey yıpranmış, arka tarafın balkonlarının sıvaları dökülmüş, tuğlaları görünüyor, bir elden geçse çok iyi olacak.

Evet turumuz burada bitiyor, grup vedalaşıp ayrılıyor, biz de pek kimselerin bilmediği, çocukken anneannem ve annemle kestirme olsun diye otobüsten inip bulvara çıktığımız merdivenlere yöneliyoruz:


Genel hatlarıyla söz ettiğim Ulus turu ilginizi çektiyse, çok daha fazlasını, anekdotlar eşliğinde görüp tanımak isterseniz "Şehrin Hikayeleri" sayfasını Instagram'da takibe almanızı bir kez daha öneriyorum. Yeni rotalarda buluşmak dileğiyle...




9 Ekim 2024 Çarşamba

EKİM'DE BİR GÜN / 9 EKİM

Güç bela atlattığım gribin yadigarı tansiyon dalgalanmaları yaşarken dün gece de dişim su koyuverdi. Baktım ağrının geçeceği yok, randevu aldım kız kardeş aracılığı ile diş hekiminden, bu sabah saat 10.00 için. Ayrancı civarına gidecektim o yüzden erken çıktım yola, Kızılay'a kadar yürüdüm. Ev yemekleri yapan beşibiryerdeli teyze bu yıl beşibiyerdeleri çıkarmış, mutfakta öğlen hazırlığı yapıp dururdu. Yanındaki nargilecinin önünden geçerken burnumu tıkadım, kokusu alerjimi tetikliyor, dükkanın minik Şivava'sı "Hev hev" etti ardımdan. Şahane ürünler yapan bir pastaneyken kıraathaneye evrilen mekanda belli ki evinden çayını acele içip kahveye koşturan bir adam sabah gazetelerini kıraat ediyordu. Herkeste bir telaş, yüzler asık, görüntüler mutsuz, arabalar cayır cayır. Gökkçek'in Mithatpaşa'ya diktiği lenduha üst geçit kaldırıldıktan sonra güya yaya geçidi yapıldı ama ipleyen yok, kendinizi yola atmazsanız hiçbiri durma arzusu göstermiyor. Karşıya sağ salim ulaştığım her seferinde "Şükür, ezilmedik" diyorum. Gözlemecilerin, kebapçıların, çiğköftecilerin arasından geçip polislerin karargah kurduğu Yüksel'e dalıyorum. Gençliğimin kitapçılarının, dekorasyon mağazalarının, ayakkabıcılarının yerini telefoncular, takıcılar, simit cafeler, insanın iştahını kaçıran lokantalar almış. Karşımdan gelen iki genç kız uzun süredir atıl duran ama bir süredir bir giyim mağazası için inşaat ve düzenleme çalışmaları yapılan binaya girmeye niyet ettiler. Kapıda sabah çaylarını içen ustalar, "İş başvurusu mu yapacaksınız?" dediler. Kızlar yanlış yere girdiklerini fark edince kocaman kahkahalar atıp birbirlerini dürtükleyerek önüm sıra yürüyüp gittiler.

Metro girişine gelince duraksadım, alttan mı, üstten mi ulaşsam menzilime diye, sonra Güvenpark'ta düzenleme çalışmaları olduğunu, geniş bir alanın perdeyle kapatıldığını hatırlayınca yaya geçidine yöneldim. Beni diş hekimine götürecek minibüs dolmak üzereydi, hemen atladım. Hareket ettiğinde sol tarafımda bir takırtı oldu, bir yere mi çarptık acaba diye bakındım ama bir şey göremedim. Meğer arkamdaki adam telefonunu düşürmüş yere. Bir süre arandı, bulamadı. Kalktım, benim koltuğun altına bakmasını da sağladım ama orada da yoktu. Sonra yanındaki yolcuya numarasını söyleyip aramasını istedi, zil sesini takip ederek ve bin güçlükle koltuğun daracık altından çıkarmayı başardı. Telefon bu, bir lira değil sonuçta, kalsın, ne olacak denilmez 😀

Yol boyu neden daha yüksekte olan Ayrancı'ya "Aşağı Ayrancı", aşağıda olanına "Yukarı Ayrancı" dendiğini çözmeye çalıştım ama bu sorunsala çoğu kişi gibi ben de çözüm getiremedim. İnince buluştuğumuz kız kardeş de getiremedi. Bırak dağınık kalsın diyerek diş kliniğinden içeri girdik, galoşlandık, bilgilerimizi girdik sonra çok sempatik bir genç adam olan diş hekimi geldi, muayene ettikten sonra ağrıya sebep bulamasa da panoramik röntgene gönderdi. Başımın etrafında melodimsi bir sesle dönen alet "Dizi dizi inciyim/Güzellikte birinciyim" tekerlemesine çocukken bile layık olmayan dişlerimin içyüzünü ortaya serdi. Röntgende de çürük görülmedi. Diş eti hassasiyeti, plak ve diş sıkma durumuna bağlandı. Gece dişliği ya da botoks önerdi, ikisini de almayım dedim, hassasiyet için diş macunu kullanarak bir süre denemeye karar vererek ayrıldık muayenehaneden.

Sonra kız kardeşle pekçok lafın belini kırarak, derin magazinel sohbetler yaparak (çünkü kendisi bu aralar bir kitap hazırlığı için arşiv batağına gömülmüş durumda) 365 Alışveriş Merkezi'ne kadar yürüdük. Kahve Dünyası'na yorgun ve sıcaklamış bedenlerimizi yerleştirip kahvelerimizi lüplettik. Diziler üzerine ahkam kesip TV'de seyre değer dizi kalmadığına, izlediğimiz iki diziyle-Kızılcık Şerbeti ve Bahar-ile de tüm ilişkilerimizi kesmeye karar verdik. Arkamızdaki kolejli olduklarını laf arasına sıkıştıran oldukça yaşlı iki hanım da dizilerden söz ediyordu, onlar psikiyatr bir kadının senaryolarından bahsedip etik dışı olduğundan konuşurken biz kalktık. Kız kardeş beni minibüse bindirip evine doğru yola düştü. Ben de evimin durağında inip bu yaz ikinci kez kullandığım merdivenlerden tıkır mıkır aşağı doğru yollandım. Sonbahar çirkin merdivenleri bile güzelleştiriyor kimi zaman...




2 Ekim 2024 Çarşamba

EYLÜL DÖKÜMÜ / 2 EKİM

Şiirli miirli yollamıyorum Eylül'ü, gidip gidip geri geliyor nasılsa. Gidince gelemeyen bizleriz, bir de bunlara şiir yazıyoruz.😃 Üstelik iyi başladıydı, giderayak hasta edip canıma okudu. Ekim'den daha iyi performans bekliyoruz diyeceğim ama o da maşallah Aralık ayı sanki, bugün dr kontrolüm vardı, gidip dönene kadar dondum. Kışlık giysi de getirmemişim, altı kaval üstü şişhane geçirdim üstüme bir şeyler, muayene sonrası bir mağazaya uğrayıp 1-2 mevsimlik giysi aldım. 

Eylül'ün ilk yarısı keyifli, neşeli, gezmeli tozmalıydı. Son yaz günlerinin tadını çıkardık kız kardeşle. Şuraya şöyle bir kolaj bırakayım:


İstanbul'da yaşananlar malum, Eskişehir'de de, yazmıştım buraya. Diğer fotoğraflar Saraçoğlu Mahallesi, Uğur Deveci-Uğur Terzi söyleşisi, Kurtuluş Parkımız ve Ankara'nın denizi Gölbaşı'ndan.

Ayın ilk yarısındaki gezip tozmalar ve ikinci yarısındaki hastalığın getirdiği halsizlik nedeniyle sekiz kitapla yetinmek durumunda kaldım, ikisi incecik bir şey üstelik.

Bu ayın kitapları arasında "Nisyan" ve "Gözlemevi Apartmanı"nı ayrı bir yere koyuyorum, ikisini de çok severek okudum. "Nisyan" için yazarın babasını anlattığı bir anı kitabı da diyebilirim ki insanı hem gülümsetip hem hüzünlendiren bir öykü. Çok seven, çok sevilen ve ne yazık ki bir suikast sonucu erken yaşta kaybedilen bir baba figürü var kitapta. Okumanızı öneririm.

"Gözlemevi Apartmanı" ilginç karakterlerin boy gösterdiği ilginç ama çok iyi bir öykü. Sıradışı kahramanları seviyorsanız bu kitabı da çok seversiniz.

Fatmanur Kaptanoğlu'nun yeni çıkan kitabı "Babam, Ev ve Yumurta Kabukları" ince ama etkileyici bir kitap. "Nisyan"daki babanın tam tersi bir baba figürü var burada. Anlatıcımızın babası, ölüm döşeğindeyken yıllardır görmediği babasının son zamanlarına tanıklık etmek için uzun süredir uğramadığı evine dönüyor. Ben çok severek okudum, finali ayrıca yüreğe dokunuyor. 

"Çocuklar Treni" 2. Dünya Savaşı sonrası Güney İtalya'da yokluk içinde yaşayan bir grup çocuğun ülkenin kuzeyine, bir süre bakımlarını üstlenecek ailelerin yanına bir trenle götürülmelerini ve orada yaşadıklarını anlatan hoş bir kitap. Okuyun derim.

"Bez Bebek Alfabesi" için karanlık, ürkütücü, grotesk ve fantastik kelimelerini kullanmam şaşırtıcı olmaz. Son derece tuhaf kahramanların yer aldığı öyküler bunlar ve işin açıkçası hiç tarzım olmayan bir tür olduğu için okurken biraz zorladı. 

"Meral" babaannesinin günlüğündeki yırtık sayfaların peşinde koşan bir genç kızın öyküsü. 

"Watson Ailesi" Jane Austen'in bitirilmemiş bir kitabı, "Emma"nın altyapısını oluşturduğu söyleniyor. 

"Bir Paris Semtinin Tüketilmesi Denemesi" Georges Perec'in tüm kitapları gibi değişik, okunmasa da olur kategorisinden, yazarın üç gün boyunca Paris cafelerinde oturup geleni geçeni, otobüsleri kamyonları, çoluğu çocuğu kaydettiği bir günlük gibi, hiçbir özel yanı da yok ama insanda bir cafeye oturup aynı notları tutma isteği uyandırıyor. Çünkü Perec böyle biri...

Gelelim dinlediklerime:


-Kemal Tahir'le başlamak istiyorum. Storytel'deki tüm kitaplarının dibini kazımak üzereyim. Bu ay "Kurt Kanunu" ve "Körduman"ı dinledim. "Kurt Kanunu" İzmir suikastini konu alan bir kitap. Farklı bir açıdan ele alınmış, ilgiyle dinlediğim bir kitap oldu, keşke Mazlum Kiper'in ağdalı okuyuşuyla sunulmasaydı. "Körduman" ise "Sağırdere"nin devamı niteliğinde. Kemal Tahir'in yazdıklarını çok severek dinliyorum ancak köy hayatını konu alan kitaplarından vaz geçmek üzereyim. Çünkü kadınlar için o kadar alçaltıcı, aşağılayıcı nitelemeler yapılıyor ki pes diyorsunuz. Köyün kadınlarının tamamı, genci, yaşlısı, evlisi, bekarı içi lokum dolu bir mendile, bir çift pabuca gönül indirip önüne gelen erkeğe "he" diyecek insanlar gibi ele alınmış. Oldukça maço bir söylem ve beni biraz kızdırdı.

-"Eflatun Koza"yı yıllar önce yayınlandığı hafta okumuştum, Cahide Birgül'ü kaybetmemizden birkaç gün önce, benim için anlamı bu nedenle çok farklıdır. Çok sevdiğim ve genç yaşta yitirdiğimiz bu yazarın son kitabını bir kez de dinleyip hatırlamak istedim. Başak Meşe'nin güzel seslendirmesi ile kitabı bir kere daha sevdim. 

-"Mona'nın Gözleri" sanat tarihi anlamında çok yararlı bir kitap. Gözlerini kaybetme tehlikesi olan küçük kız torununu her hafta müzeye götürüp bir tablo hakkında bilgi sahibi eden bir dede var. İnsanın vakti çok olsa kendini o küçük kızın yerine koyup söz konusu resmi önüne açarak dedenin dikkat çektirdiği hususlarla incelese ne kadar güzel olurdu. Resim sanatını sevenler için çok iyi bir dinleme olabilir. 

-Herman Hesse'nin "Ağaçlar"ı İstanbul'a giderken trende dinlediğim bir kitaptı. Yazar sevdiği ağaçları tek tek anlatmış, ben de onunla sevdim. 

-"Bayan Ming'in Hiç Olmayan On Çocuğu" tek bir çocuğu olmasına rağmen her birinden on çocuğa sahipmiş gibi bahseden, Çin'in bir kasabasında tuvalet bekçiliği yapan Bayan Ming'i anlatıyor. Çok severek dinlediğim, keyifli bir kitap oldu.

-Murat Eken'in şahane seslendirmesiyle dinlediğim Oğuz Atay'ın "Eylembilim"i 12 Mart sırasında bir akademisyenin yaşadıklarını konu alan bir kitap, yazarın son kitabı. O yıllara ergen yaşlarımda şahit olduğum için ilgiyle dinledim. 

-Ve son olarak Osman Balcıgil'in "Yağmur Çiseliyor"u. Çorum olayları ve 12 Eylül darbesinin arka planını belgelere dayanarak anlatan bir kitap, bekletimi oldukça aştı ve beni öğrencilik yıllarıma döndürdü. Murat Özgen'in başarılı seslendirmesi ile ilgiyle ve hüzünle dinledim. 

Eylül ayı film izleme açısından biraz yetersiz oldu. 4 film ve uzun süre sonra izlediğim bir dizi ile kapattım Eylül sezonunu. Aslında "My Favourite Cake" için sinemaya alınmış bir biletim vardı, hasta olunca iptal etmek zorunda kaldım ama aklım da filmde kaldı. Sadece bu değil şahane bir konserin biletleri de aynı nedenle iptal edildi. Kısmet diyelim:



-"Crossing" uzun zamandır izlemeyi arzu ettiğim bir filmdi, malum ortamlara düşünce izleme imkanı buldum ve çok beğendim, denk gelirseniz ihmal etmeyin. Yine Mubi'de izlediğim "Suna" bu ay severek izlediklerimdendi. "Columbus" konu itibarıyla beni çok etkilemese de filme adını veren kentteki mimari eserleri görebilme açısından ilginçti. "His Three Daughters" ise ölüm döşeğindeki babalarının başında bekleyen üç kız kardeşin yer yer çekişmelerini ve yer yer uyuşmalarını konu edinmişti, vasat diyeceğim bir filmdi.

"The Perfect Couple" isimli Netflix dizisini eminim çoğunuz izlemişsinizdir, mumya yüzlü Nikol'ün başrolde oynadığı polisiye için değerlendirmem de ortalama. 

O zaman haydi kahvelerimizi içmeye, kendileri İstanbul, Eskişehir ve Ankara imalatı:


Ekim ayı lütfen artık biraz ısınsın, henüz sonbahar moduna giremedim ben...