Günlerdir yataktan adeta spatula ile kazıyarak kaldırıyorum kendimi, güne başlamak için öyle isteksizim. Pandemide göğsüme oturan öküz salgının hafiflemesiyle en azından poposunu yana kaydırmıştı ama 6 Şubat'ta yanına arkadaşlarını da alarak daha ağır çöktü üstüme, daha doğrusu çoğumuzun üstüne. Her sabah öküzü güç bela itekleyip, evlenirken komşumuz Hatice Abla'nın elceğiziyle diktiği ağır yün yorganı tekmeleyip söylene söylene kalkıyorum yataktan. Aynada gördüğüm surat hoşafa benziyor, çoğu zaman bakmadan yıkıyorum yüzümü gözümü, saçıma iki fırça sallayıp kuşlarımla hasbıhal etmeye gidiyorum. Moklukuyruk ve partnerine iri boy ve açık renk bir koca kumru eklendi, huysuz ve bencil. Ağzına layık bir kırıntı varsa çanağa konan bütün kuşları bir kanat darbesiyle egale edip yumuluyor kendi başına. Öyle edepsiz. Mahalle kavgalarında haksız ama üsttenci tipler vardır ya, aynı onlar gibi. Kaç kere yalnız yakaladım, "Bana bak" dedim, "dağdan gelip bağdakini kovamazsın. Bu sofra Moklukuyruk hatrına açılıyor, sen sonradan yanaştın, hakkını ye, uç git. Milleti kovalama". Yeminle kafasını bile kaldırmadı, öyle yüzsüz, insan en azından "Haklısın" bâbında bir "Guguukguk" der, tıkınmaya devam etti. Eh elim kadar kuşu dövecek halim yok, annemin ağzıyla "Edepsizden edebini satın al" deyip girdim içeri. Serçeler cin gibi, bir pikeyle tabağa iniyor, ağızlarıyla bir parça kapıp uçup gidiyorlar. Artık neresi uygunsa orada tüketiyorlar yemeklerini, ne Moklukuyruğa yüz veriyorlar, ne edepsiz tombalağa. Devir uyanık olma devri. Geçen gün kimi gördüm dersiniz? Mutfakta yemek yapıyordum, o melodik cıvıltıyı duydum. Kafayı çevirdim, tahminim doğruydu. Geçen yıl uzun süre soframızın konuğu olan Arap bülbülü, artık bizzat kendisi miydi, yoksa evlat, torun kontenjanından akrabası mıydı bilmiyorum. Şöyle bir göründü, biraz yedi, bastı gitti. Bir daha da göremedim.
Kuşlar yemeklerini yalayıp yutup, çanağı da sıyırınca ben de kendi işlerime dönüyorum. Ne kadar bakmayacağım desem de Twitter başından pek kalkamıyorum. Yeterince üzülüp sinirimi bozduysam elime kitabımı alıyorum. Neyse ki onlar var, neşelisi de, kederlisi de insana üzüntüsünü bir süre unutturuyor.
Depremden tüm etkilenenler içimi yakıyor elbette ama Antakya'yı düşündükçe gözyaşlarımı tutamıyorum. İkinci depremle kalan ne varsa yıkıldı ya, benim de içimde bir şeyler yıkıldı. Eski mahallelerdeki güzelim konaklar, kiliseler, serin bahçesi, güzel zemin mozaikleri, pespembe rengiyle insana neşe veren Haytalı'sı ile Affan Kahvesi, Meclis Binası, özel okul olarak kullanılan taş Konak, çatısından çan ve minarenin bir arada göründüğü Katolik Kilisesi, 2500 yıllık HabibiNeccar Camii, dünyanın ilk ışıklandırılan caddesi olan Kurtuluş Caddesi'nin iki yanındaki tarihi binalar, Saray Caddesi'ndeki dükkanlar, herbiri tek tek kalbime batıyor. Belki şehirden birşeyler görürüm diye tuttum zamanında izlemediğim "Asi" dizisini açtım. Her Antakya görüntüsünde bir "Of!" çekiyorum. Üzüntümü, öfkemi, hıncımı, çaresizliğimi yenemiyorum. Eminim hemen hepiniz benim gibisiniz. Yaralar sarılacak belki ama izleri hiç geçmeyecek.
Doğaysa rutinini sürdürmeye devam ediyor, 2. Cemre düştü bile, bu sene kış görmedik desek yeridir. Geçen gün yürüyüş yaparken baktım günlerdir patlamaya çalışan tomurcuklar çiçeğe durmuş, ortalık mis gibi kokuyor:
Yeni bir haftaya başlarken iyilik, güzellik, dürüstlük kazansın diyerek ayrılıyorum huzurdan...