Diz Üssü Alfa'yla vedalaştık pazartesi günü, "merak etme" dedim, "seninle muhabbetimiz bitmez, en kısa zamanda, olmadı yazın tekrar görüşeceğiz, yeter ki sağlığımız yerinde olsun". Saat 11.00'de çocuklarla buluşup arka arkaya yola düştük. Henüz dizleri tam anlamıyla sağlığına kavuşturamadığım için bir hayli endişeli bindim arabaya, onca yolu nasıl gideceğim diyerek. Neyse ki bir miktar ağrı dışında fazla sıkıntı vermedi. Dört aydır o kadar bunalmışım ki normalde ruhumu daraltan, bitmez tükenmez Sivrihisar-Bayat arası bile gözüme eğlenceli göründü, en çok bulutları izledim:
Seydiler'deki peri bacaları benzeri bu kaya oluşumu çok ilgimi çekiyor, mağaralar, ilginç kaya şekilleri var ve sanırım tesis yapılıyor yanına. Umarım bir gün yakından görme imkanı bulurum.
Molayı her zamanki gibi İkbal'de verdik, cümle tatilciler İkbal'e hücum etmişti. 1,5 yılın üstüne ilk kez yemek yedik yolüstü tesisinde. Restoran kısmında masa bulamadık, kapalı mekanı da içimize sindiremedik. Self servis terasında mesafeli bir masaya yerleştik. İkbal fiyatları temelli uçurmuş sağ olsun, porsiyonları da tam tersine küçültmüş. Meşhur ekmek tatlısı da eski kalitesinde değil, vişne suyu yerine gıda boyası kullanıldığı çok belli ve sanırım bir miktar glikoz da tatlandırıcı olarak işlev görmekte. Yıllardır gidiş-dönüş yediğimiz ya da yanımıza aldığımız için tadındaki ve görünüşündeki değişikliği gayet iyi teşhis edebiliyorum. Yemek üstü kahvemizi kağıt bardak tercih ettiğimiz için başka bir mekanda içip farklı yöne gidecek çocuklarla vedalaştık ve vurduk kendimizi Antalya yoluna.
Sandıklı ile Keçiborlu arasında rüzgar türbinleri var, önceleri çok severdim onları. Ne zamanki Antakya'da Simon Manastırı'na akşam çökmek üzereyken çıktık ve türbinlerin tam dibinden geçtik, fena halde ürktüm. O kadar kocamanlar ki yakından ve karanlıkta yanıp sönen kırmızı ışıkları ile masallardaki devlere benziyorlar. Çıkardıkları sesten hiç bahsetmeyeyim, kuşların bile ödü kopuyormuş ama uzaktan pek estetik ve zarif görünüyorlar.
Afyon'dan sonra yolu yarılayınca daha bir rahatlıyor insan. Sıcaklık da o ölçüde artıyor, Burdur'dan sonra iklim değişip Akdeniz oluyor ama Burdur Gölü de giderek yok oluyor. Uzaklarda mavi-beyaz bir çizgi şeklinde hayal meyal görüyoruz artık. 40 yıldır bu yoldan gider geliriz, her seferinde biraz daha uzaklaşıyor göl bizden.
Yol manzaraları yaklaştıkça yeşeriyor, Çeltikçi Beli'ni aşınca mahallemize gelmiş gibi oluyoruz. Eskiden tam belin başında İsviçre şalelerini andıran çok güzel bir ev vardı, yol değişince ev görünmez oldu, yerini ufak çaplı bir pazar aldı. O pazar her gün mü kuruluyor, biz pazarın olduğu gün tesadüfen yolda mı oluyoruz tesbit edemedim.
Sonunda Çubuk Beli'ne ulaştık. Antalya'ya gelişin nirengi noktası, tırman ve in. Pek de güzel bir türküsü vardır:
Biz Antalya'ya girerken güneş de Beydağları'nın ardında batmaya hazırlanıyordu. Çok özlemişim dağları, sevdiğime kavuşmuş gibi oldum.
Eve ulaştık ulaşmasına da tam karşımızdaki adada üç apartman rantsal dönüşüm nedeniyle daha biz Ankara'ya gitmeden boşalmaya başlamıştı. Ben de yokluğumuzda yıkılır, gürültüsü, tozu biter diye düşünmüştüm. Pek iyiniyetliymişim. Bizi bu zevkten mahrum etmemek için 4 ay beklemiş ve şerefimize kepçeleri sokmuşlar. Sabahın sekizinde gümbür gümbür seslerle uyandık. Daha tam karşımıza gelemediler, bir haftaya sıra oraya gelir, çok mutluyuz, kutluyuz. Uzun zamandır toza ve gürültüye hasret kalmıştım. Ankara'da tavuk döner kokusundan yılmıştık, burada daha güzelini bulduk.
Ben gelmeden ayarlayıp evin temizliğini yaptırmıştım, güzel de yapmış sağolsun yardımcım, perdeleri de yıkamış. Ne kadar temiz eve geldimse de yeri değişen objeleri eski yerine koymak, valizleri boşaltmak, çamaşır yıkamak, sanal marketten gelen siparişleri yerleştirmek temizlik yapmış kadar yordu. 3 aylık prenseslikten birdenbire kahya kadın moduna geçiverdim. Dizler bu konudan pek memnun kalmadı haliyle ama kendilerinden özür dileyerek "geçici bir durum, idare ediniz" ricasında bulundum.
Sonra çocuklar geldi, tabii minnoşumuz da. Birlikte uzun bir aradan-muhtemelen bir yıl-sonra Falez Park'a gittik. Bir yıl önce yine onlarla gitmiştik, sonra da benim dizler su koymuştu. Parkta Altın Portakal Film Festivali hazırlıkları vardı, içim gitti. Bu yıl yine bensiz geçecek ne yazık ki. Hem pandemi, pandemi de bir yana, dizler izin vermeyecek. Nasıl keyiflidir oysa o festival haftası. Bir salondan diğerine koşturmalar, bir filmden çıkıp diğerine girmeler, canlanmış, rengarenk, ışıklı mekanlar, oyuncularla birlikte izlenen filmler, film çıkışları ekiple yapılan söyleşiler, arada iki lokma bir şeyler atıştırmalar, bilet telaşları, katalog incelemeleri, yıllardır Ekim ayının rutini haline dönüşmüştü. Kahrol pandemi bizi nelerden mahrum bıraktın.
Altın portakallı kızımız sizce de biraz yaşlanmamış mı? Kolay değil, 58 yaşını eda ediyor bu yıl. Bir önceki belediye zamanında festival devam ediyordu ama ne hikmetse adındaki "Portakal" ibaresi kaldırılmş, Altın Portakal heykeli de muhtemelen göğüsleri açıkta olduğu için müstehcen görülüp siyaha boyanmış ve soyut hale getirilmişti. Neyse ki "Portakal" ibaresi de, eski heykel de geri döndü.
Parkımız sizce de çok güzel değil mi, mercan ağaçları ikinci parti çiçeklerini açmışlar, günnükler sararmaya, manolyalar yakuta benzeyen kırmızı tohumlarını büyütmeye başlamışlar.
Ankara'da eve kapanıp kalmaktan dünyayı unutmuşum, yorulsam da gözüm gönlüm açıldı. Çorapları, atletleri, hırkaları çıkarıp tekrar sıcağa geçiş yaptık, kapıları pencereleri fora ettik. Hala yaz havası taşıyan, festival için ışıklandırılmış parkı geride bırakıp eve doğru yola koyulduk.