Sayfalar

12 Mayıs 2020 Salı

12 MAYIS (KARANTİNA GÜNLERİ/52-BEZELYENİN HATIRLATTIKLARI)

Dün uzun bir aradan sonra ilk kez bezelye pişirdim, hem de annemin yaptığı gibi, kuşbaşı etli, havuçlu, patatesli ve şu pandemi döneminde ilk kez bir yemeği yemekten bu kadar büyük zevk aldım. Madem öyle niye sık sık pişirmedin de bunca zaman bekledin diyeceksiniz, çünkü kocam sevmiyor. Ona rağmen pişirsem de bitiremiyorum, kalıyor, ziyan oluyordu, o nedenle caymıştım. Ara sıra pilavın, etin yanına garnitür ya da enginara arkadaş diye tencereye attığım oluyordu ama bu tarz pişirmeyeli gerçekten yıllar olmuştu. Ben aslında dün bezelyeyi değil, çocukluğumu geri aldım bünyeme.

Hep yazarım, bilenler, hatırlayanlar olacaktır. Bilmeyenler için bir kez daha yazayım; oldukça bakir bir araziye konuşlanmış sosyal konut tarzı bir sitede, mahalle kültürüyle, komşuluk ilişkileriyle sarmalanmış olarak büyüdüm. Pek çok arkadaş, gönlümüzce oynayıp vakit geçirebileceğimiz dönümlerce alan vardı. Evlerimizin dış kapılarının açıldığı uzun, ortak balkonlar kamusal alanımızdı, her yaptığımız o balkona sıralanmış altı daireden her an kafalarını uzatabilecek onlarca göz tarafından izlenebilirdi. Anneler o balkonlarda sosyalleşir, çocuklar o balkonlarda seksek, evcilik, küçük kauçuk toplarla üç buçuk oynar, yemekler yenir, çaylar içilirdi. Yalnız olmanıza hiç izin verilmezdi, hep bir komünal düzen hakimdi. O balkonlar gündüzün seyran yerleriydi, babalara açık değildi, kadınlar ve çocuklar içindi. Erkekler her sabah daire kapılarından çıkar sert adımlarla balkonu geçer, merdivenlerden inip hayata karışırlardı. Mesai dönüşü bu kez tersini yapar ve evlerinin kapısından girip hayattan uzaklaşırlardı. Ve akşam çökerken arka balkonun saltanatı başlardı, orası özel alandı, kamuya açık değildi. Sandık odası büyüklüğünde,  dışarıya uzanan bir kutuydu adeta arka balkonlar. 

Fotoğraftaki anneannemin oturduğu blok, en üst kattaki anneannemin dikoltasının 😃 (bilmeyenlere not, dikolta pazen ya da basmadan dikilmiş, hayli muhafazakar bir nevi kombinezon, genellikle yavruağzı renklerde olurdu, normalde dekoltelikle alakası olmayan bir "dekolte" olsa gerek adı ama anneannem ve çevresi tarafından "dikolta" olarak adlandırılırdı) asılı olduğu balkondan annemi ve minimal boyutlarda benim kafamı görebilirsiniz. Ömrümün 2 yılı burada anneannem ve küçük dayımla geçti, sonra aynı sitede bir başka bloğa geçtik çekirdek aile olarak. Bizim arka balkonumuz önünde yapı olmadığından çok daha manzaralıydı. Tüm Ankara panoraması baharda papatyalar ve gelinciklerle bezenmiş yemyeşil kırların ardından önümüze seriliydi. Atatürk Orman Çiftliği'nden Anıt Kabir'e kadar şehrin tüm belli başlı binalarını görmek mümkündü ama en güzeli baharla çoşan yemyeşil kırlar, buğday başaklarının esintiyle salındığı tarlalardı. 

Babamın eve dönme saati yaklaşırken annem kamusal alanı terkeder, komşularla muhabbetine ara verir, mutfakla arka balkon arasında gidip gelmeye başlardı. Bu gidip gelmelere radyodan"Tarla Dönüşü" programı ile "Yurttan Sesler" korosu eşlik ederdi. Akşam sofrası küçük bir masa ile iki sandalyenin zor sığdığı arka balkona kurulurdu. Balkon duvarına bitişik iki sandalyeden birine ben, birine babam yerleşir, gariban annem kapı girişine sığıştırdığı yarısı içerde, yarısı dışarda bir koltukla yetinirdi. En sevdiğim şey balkon duvarına yerleştirilmiş, içine buz küpleri serpilmiş, erik, çilek, şeftali ve kayısıyla dolu meyve tabağı olurdu, yemek bitene kadar gözümü ayırmazdım. Ve tabii ki sofrada yukarıda bahsettiğim bezelye ve yanında pilav varsa değmeyin keyfime, hele bir de babamın kasayla aldığı ve günde bir taneden fazla içmeme izin verilmeyen Ankara gazozu da yemeğime eşlik ediyorsa hayat gerçekten güzeldi. Güneş ufukta kaybolmaya başlarken çatal kaşık şıngırtılarına radyoda başlayan ajansın spikerinin tok sesi karışır, içime çektiğim yaz kokusunun esrikliğiyle mutlu, babama kahve yapmaya giderdim. 

Şimdi ne o site var, ne de onu çevreleyen el değmemiş arazi. Yerine yapılan kazulet binaları sadece uzaktan gördüm, içine girmedim. Girsem de göreceğim manzaranın apartman çatıları olacağından şüphem yok. Ne papatyalar kaldı, ne gelincikler, ne de nevalemizi toparlayıp tarlaların arasından yürüyerek piknik yapmaya, akşamları donduma yemeye gittiğimiz Atatürk Orman Çiftliği. Zaten dondurmanın da eski tadı yok. Arkasına civciv gibi sıraladığı biz çocukları yemlik ot toplamaya götürerek ilk doğa derslerini veren canım Zehranım teyze, bahçedeki her ağaca mücevhermiş gibi bakan Asker Anası lakaplı Müyesser Teyze, 12 numaranın huysuz ihtiyarı Nazmiyanım, komşu ziyaretlerimizi cümbüşüyle şenlendiren gümrükçü Asım Amca, dükkanında yaptığı tel bacaklı, tepsi  tablalı sehpalarına yardım ettiğimizde bize çekirdek alan Mehmet Amca, merdivenlerimizi yıkayan, incecik vücuduna geçirdiği siyah giysileri ve frengi nedeniyle düşmüş burnunun şeklini bozduğu yüzüyle ödümüzü koparan Varnik, okuma yazma bilmediğinden hapisteki oğluna bana yazdırdığı mektuplarda sürekli gelinini kötüleyen-ama benim o kısımları yazmadığım-Nedimanım Teyze, 7 Bebeliler, edalı yürüyüşüyle güzelim Neriman Abla ve daha niceleri. Hepsi birer hayal oldular ama bir tabak bezelye hatırlatmaya yetti. Anıları hep yüreğimizde kalsın...

2 yorum:

  1. Bazen bir tat, bir koku nasıl da geçmişe götürüyor insanı... Bezelyeyi o haliyle ben de çok severim. Hatta içine bezelyenin kabuğundan da ayıklayıp birkaç tane atarım...

    Sevgiler, mutlu günler ♥

    YanıtlaSil
  2. Harika bir yazı olmuş geçmişe özlem :)

    YanıtlaSil