Sayfalar

30 Nisan 2020 Perşembe

30 NİSAN (KARANTİNA GÜNLERİ 40-KIRKLAR GÖTÜRSÜN)

Sadece karantinanın değil blog yazılarının da kırkı çıktı, coronanın canı çıkmadı, eski bakkalımızın deyimiyle "cibilleeetsiz". Lakin gördüğüm kadarıyla millet kendini sokağa atmış, azıcık işler iyiye gidiyor demeyegör, mokunu çıkarmakta üstümüze yok, bu gidişle zor sepetleriz biz bu virüsü. 

Mahallemiz monoton günlerimizi şenlendirmeye devam ediyor, imece usulü bahçe temizleyerek, 23 Nisan'da "Angara'nın Bağları" ile göbek atarak renk ve virüs kattıkları hayatımıza dün gece uykumuzdan hoplatarak tavan yaptırdılar. Sahur zamanıydı ya da belki daha sonrası, sokaktan gelen seslerle uyandım ama çok da ciddiye almadım, genelde geceleri coşan bir yapısı var yan sokağın. Yine birileri kavga ediyor ya da dernek kamuflajlı kumarhane hala açıksa oradan geliyordur sesler diye düşündüm uyku sersemi. Lakin kesilmek bilmedi gürültü ve çok geçmeden bir de siren sesi eşlik etti olaya, ortalığı zangırdatarak yan sokağa daldı ambulans olduğunu düşündüğüm araç. "Eyvahlar olsun, mahallede corona çıktı" diyerek kendimi yataktan dar atıp balkona koştum, koca zaten bir süredir seyrandaymış orada. Gelen araç ambulans değil itfaiye tankeri imiş. Ortalıkta kesif bir benzin kokusu. "Amanın coronadan sıyırdık, yangın var" moduna geçiş yaptım hızla. Apartmanlardan birinin ev gibi kullanılan zemin kat dükkanının önünde 10 kadar polis, bir-iki bekçi ve bir miktar meraklı kalabalığı toplanmıştı. İnsanlar üzüm salkımı gibi balkonda, muhtemel ki ihbarı yapan da komünal apartmandan biriydi. Polisler kapıyı çalıyorlar ama açan yok, her kafadan bir ses çıkıyor, benzin kokmaya devam ediyor ama ortada ateş yok, bir gürültü, bir karmaşa. Sonunda itfaiye aracı kapının önünde duran motosikleti bir güzel ıslattı, gelmişken boş dönmeyeyim diye düşündü herhalde ve gitti. Polisler olay yerine intikal eden yeni araçlarla bir süre daha beklemeye devam ettiler, ben benzin kokusu kaybolunca gidip yattım. Olayın esası ne idi çözemedik kısacası ama gecemize benzin kokulu bir renk kattığı aşikar 😃

Dün günün yarısını marketten gelen ve karantina süreleri dolan sebze ve meyveleri yıkamakla geçirdim, anne kırkayağın çocuklarının banyo günüydü anlayacağınız. Bugün bir parti de sanaldan geldi ama kesseler yıkayamam, balkonda yağmuru izlesinler romantik romantik, şiir yazarlar belki. Bostan patlıcanını şiir yazarken düşünemedim ama hadi neyse. O ağır poşetleri taşımak ve saatlerce ayakta dikilip meyve sebze ovalamaktan tüm kaslarım kasılmış durumda. Bugün yaptığım yegane iş internet aracılığı ile mecburiyetten aile fertleri arasına dahil ettiğimiz saç kesme makinesi ile kocamın saçlarına şekil vermek oldu. Pek düzgün bir şekil olmadı ama acemilikte bu kadar olabiliyor, ikinciye daha güzel iş çıkaracağıma eminim. Herkes bu karantinadan fırıncı olarak çıkacak, benden de berber olur belki, Charlie ile tükkan açarız 😃


Kitaplığın okunmamışlar rafı erimeye devam, "Dinle Lisa" bitti, pek sevmedim. Bugün en sevdiğim yazarlardan birinin, Mairo Vargas Llosa'nın "Yeşil Ev"ine başlayacağım, ufak çaplı bir tuğla kendisi, neyse ki puntolar göz yormayacak cinsten. Dolapları karıştırırken iki adet puzzle buldum, pek sevindim, arada oyalar beni. Biri Van Gogh'un "Ayçiçekleri", karantina hatırası olarak çerçeveletirim bile belki ama duvarlarda asacak yer yok. 

Gri, kapanık ve yer yer yağmurlu bir Antalya gününden selamlıyorum sizi, bitti-bitiyor demeyin, gerekmedikçe sokağa çıkmayın, kalın sağlıcakla...

28 Nisan 2020 Salı

28 NİSAN (KARANTİNA GÜNLERİ/38-YİNE MARKET)

Bugün yine market alışverişi yapmam gerekiyordu, zira evde bir adet acı biberle, üç adet havuçtan başka bir şey kalmamıştı. Aklıma George Perec'in "Yaşam Kullanma Kılavuzu"ndan bir bölüm geldi. Orada bir evin kileri anlatılıyordu. Aman Yarabbim, kilerde değil bir on aileyi bir yıl boyunca besleyecek gıda ve kullanım malzemesi depolanmıştı, Perec alem adamdır ya, bunların hepsini tek tek markalarıyla anlatmıştı o bölümde. Şu kilerdekilerin dedim onda biri bizim evde olsaydı değil pandeminin sonunu bulmak, 5 yıla kadar alışveriş etmeye gerek kalmazdı 😃 Sebze ve meyve ağırlıklı bir alışveriş yapacağımdan marketin daha ziyade manav kısmıyla ilgilenecektim ama çıkmışken iki kez üstüste gelen şifreme binaen eczaneye uğrayıp maskemi almam gerekiyordu. Malum giysileri geçirdim üstüme, bu defa çanta almak zorunda kaldım, eczacı belki şifreyi ve kimlik no'mu gözüyle görmek ister diye telefon ve kimlik kartımı koymak için, bir miktar para ve banka kartını da yerleştirip çöpleri yüklenip çıktım dışarı. Hava mis, güneş parlıyor ama tat yok. Eczaneye yollandım, sokaklar tenha idi, birkaç dükkan açıktı ama müşteri görünmüyordu-ki biri çerçeveci idi, acil ihtiyaç kabilinden çerçeve yaptıracaksanız adres vereyim-kimseye bulaşmadan eczaneye ulaştım. Eczacımız sosyal mesafe hattı çekmiş, maskesini çenesine sıyırmış oturuyordu. Beni görünce maskeyi burnunun üstüne çekti, biraz maskeli maskeli sohbet ettik, şifremi verip maskemi ve birkaç gerekli ilacı alıp çıktım. Maske ne menem bir şeydir bakmadım valla, kendisi şu anda paketiyle birlikte D vitamini almak için balkonda güneşleniyor. (Son cümleyi maske parantezine alınız lütfen, tam karantinalık olmuş 😃)

Sonra market macerama doğru koşar adımlarla atıldım Tarkan'ın Kurt'u gibi. Manav marketin dışında yer alıyor, yeni poşetler getirmiş, hepsi Marilyn Monroe gibi sarışın. Kaptım birkaç tane, ne bulduysam doldurdum, dedim ya dolaba fare girse başı yarılacak, kuru yemekten kuruduk. Abartmışım sanırsam, bunu eve dönerken daha iyi anladım. Neyse ödeme için içeri girdim, girmişken birkaç parça da içerden kaptım. Kuru maya rafları boşalmış ama yaş maya çoktu. Bir de hala pötibör bisküvi yoktu. Kasada işimi bitirip evden getirdiğim poşetlere aldıklarımı doldurdum ve bir yüklendim ki yandım Allah. Eve nasıl geldim, merdivenleri nasıl çıktım bilmiyorum. Cır cır cırlayan Cevriye'ye, fibromiyaljimin mır mır mırlayan Miyaseleri de eklenince son basamağı çıkarken "İmdaaat!" diye bağıracaktım. Poşetleri bir gayret balkona atıp temizlenme faaliyetine giriştim. O kadar yoruldum ve o kadar zorlandım ki bugüne kadar kargo elemanlarına acıdığım için vermediğim sanal siparişi kendime acıdığım için bugün verdim. Alınacak ağır ne varsa sanal market getirsin bundan sonra, yoksa bu süreçten bel fıtığı, lif kopması, Cevriye'nin öbür dize de yerleşmesi sonuçlarıyla çıkacağım. Şu anda ağrıdan sol kürek kemiğimi hissetmiyorum diyeyim siz anlayın. 

Yeterince mızıldandıysam bana jest olarak çınarımda açan leylağın fotoğrafıyla bitireyim. Demokrasilerde çareler tükenmez, yapma leylağı takarsın dalın birine, al sana leylak ağacı 😍🌸


26 Nisan 2020 Pazar

26 NİSAN (KARANTİNA GÜNLERİ/34-35-36 - GEÇSİN GÜNLER, HAFTALAR)

Yine kaçtı ipin ucu da ne bulup ne yazayım her gün evin içinde dönenirken. Sokağa çıkma yasağının son günü bugün, komik aslında sanki diğer günler serbestmiş gibi, kırkımız çıktı, biz çıkamadık. 

23 Nisan akşamı mahalle, daha doğrusu 3-5 apartman coştu. Şu çapraz karşımızdaki bina, hani çok gürültülü ailelerin bir çeşit komünal yaşadığı apartman, önceden ciddi hazırlık yapmış. Saat 21.00'e doğru sokaktan gelen 10. Yıl Marşı ile balkonlara fırladık. Kurulan ses düzeninden eşlik edilen 10. Yıl Marşı, İzmir Marşı, ardından İstiklal Marşı derken iş çığırından çıktı. Bizim çapraz klan aniden "Angara'nın Bağları"na geçiş yaptı, hem çaldılar, hem oynadılar. Bir sonraki istek parçası "Erik Dalı" idi ki içeri kaçtım. "Angara'nın Bağları" kadar orta malı bir parçaya rastlamadım bugüne kadar, her yörede, her durumda, kalarda, koparda, hazarda, seferde çalınabilitesi ve oynatabilitesi var (Türkçe'yi biraz da ben sefil edeyim 😃)

"Nisan yağmuru" diye bir yağmur türü vardı bir zamanlar, hatta gençliğimde, kısa süre çalıştığım EİE nâm resmi dairede Nisan ayında işten çıkar çıkmaz başlar, eve gidince dinerdi, adını "Memurıslatan" takmıştık hatta. Şarkısı bile vardı, "Nisan yağmuru kadar/Kısa süren hayatımız/Durmaz bir saadet arar/Bir sevgiye canı adar". Bahar mevsiminde çekilen Yeşilçam filmlerinin favori şarkısıydı, Belkıs Özener'den az dinlemedik Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit falan ağzını oynatırken 😃 Hani ne oldu? Koca Nisan'da iki serpti geçti, doğru dürüst ıslatmadı bile, o da karantinada galiba. Yazın ne edeceğiz bilmem susuz kalırsak şu virüslü zamanlarda. 

Öğretmenliğimin ilk yıllarında Denizli'de çalıştım bir süre. Hayli düzenli, kıdem sırası gözetilen bir okuldu, biz çaylaklar kıdemli öğretmenlerin koltuğuna bile oturamazdık. O kıdemli arkadaşlardan biri 23 Nisan geldi mi çoraplarını çıkarır bir daha da kar yağsa bile giymezdi. Kadın öğretmenlere pantolonun yasak olduğu, mutlaka etek ya da elbise giyilmesi gereken zamanlardı, haliyle de altına o başbelası külotlu çoraplar giyilecekti. O yüzden çorapsız okula gidebileceğimiz günleri iple çekerdik, o bile kayda şarta tabiydi, yazlık kıyafet sirküleri çıkacak da, imzalayacaksın da falan filan. Pek de dinlemezdik yani, hava ısındı mı çoraplar fora, gel gör ki 23 Nisan gerçekten erken bir tarihti, lakin arkadaş kendine kural koymuştu ve hiçbir şartta çiğnemiyordu. Sabah kalkıp ayağıma çorapları geçirirken otomatikman aklıma geldi. O etek zorunlu günlerimizde sabahın köründe kalkıp okula gitmek için hazırlanırken giyeceğin çorap daha ayağına geçirirken kaçar, yenisini giyersin aksilik ya o da kaçar, geride ya yedek yoktur ya rengi giysine uymaz. Vaktin varsa giysini değişirsin yoksa o kaçık yere bir damla uhu damlatıp atarsın kendini okul yoluna. Teneffüste en yakın tuhafiyeye koşup çorap alırsın, amaan ne sıkıntıymış yahu. Pantolon serbest bırakılınca  rahat etmiştik. 

Efendim buralarda olmadığım süreçte banyoyu temizledim, birazdan da eve girişeceğim. "Alevlerin Ardından" isimli bir dönem dizisi izledim Netflix'de, az evvel de Blu TV'de "Alef" dizisinin dördüncü bölümünü. Ronit Matalon'un yazdığı "Ayak Seslerimiz" bitti, kitap okuma hızım çok düştü, hep coronadan sebep, ruh yorgun olunca zevkler bile yeterli gelmiyor. Ekmek falan yaptığım yok, zaten niyetim de yok. Zeytinyağlı barbunya, pilav ve mercimek çorbası pişirdim dün, bugün de onları yiyeceğiz, belki yanına salata eklerim. Bugünlük benden bu kadar, sizde ne var ne yok?

Fotoğraftaki Umut bebek, aslını görene kadar onunla idare edeceğiz artık:


23 Nisan 2020 Perşembe

23 NİSAN (KARANTİNA GÜNLERİ 33-ÇİFTE BAYRAM)

Ben hiç 23 Nisan törenine katılmadım ilkokul hayatım boyunca, hep heveslendim ama mümkün olmadı. Büyük şehirde yaşamanın sonucu olsa gerek, onca öğrencinin tamamını stadyuma taşımak mümkün değildi. Biraz da öğretmenimizden kaynaklıydı sanırım. Diğer öğretmenlere göre daha yaşlıydı ve tarzı biraz daha değişikti, sanki o okulun içinde ayrı bir klandık biz, daha farklı, daha içine kapanık. Tek bir kere, 3. sınıftaydım sanırım, kapı çaldı bir grup öğretmen içeri girdi. Hepsi pek süslü, döpiyesli, topuklu pabuçlu, saçları mizampleli nisbeten genç kadınlardı, bizimki ise eski tayyörlerinin altına uzun paçalı don ve lastikli çorap giyip, kalın tabanlı ayakkabılarla dolaşan, muhtemel ki ak düşmüş saçlarını bile kendi kesen, 60'ını aşmış bir ulu çınar. Neyse şık öğretmenler içeri girdiler ve şöyle buyurdular: "Firdevs hocam, 23 Nisan töreni için kız öğrenci bakıyoruz". "Buyrun" dedi Firdevscim, "Ayağa kalkar mısınız?" dedi süslüler, zarp diye dikildik ayağa bütün kızlar. Kalpler de gürp gürp, "Ayy, acaba beğenirler mi ki?". Sanırsınız görücü geldi, öyle bir heyecan. Mizampleli saçlar ve tıkırdak topuklar sıraların arasında dolaştı ve karatahtanın önünde birleşti. Sonuç: "Ah Firdevs hocam, kızlarınız çok güzel ama boyları kısa". "Beenim yaaarim çook güzel gızannem, aazııcık booydan gısa gızannem, hop ninnanayıı, ninnayı gızannem de gel oynayıı, oynayıı gızannem". Halt etmişsiniz tıkırdak topuklar ve mizample saçlar, pekala uzun boylularımız da vardı, anlaşıldı ki siz bizim muhteşem Firdevsimize karşı cephe almışsınız. Hicran yine hicran mı bu aşkın sonu böyle. Yattı bizim 23 Nisan geçit töreni.

İlkokul törensiz, stadyumsuz geçti. Tek bir kere, bir 10 Kasım günü şiir okumak nasip oldu, gerisi sıradan rutin hayat, sahne hayatımı başlamadan bitirdi o mizampleli saçlar, tıkırdak topuklar. Ortaokul ve lisede ise en beceremediğim ders Beden Eğitimi idi, 19 Mayıs törenleri de zaten niyet etmeden geçip gitti. Kısacası bayram iştiraki sıfır bir öğrenim hayatı yaşadım. Ama bir 23 Nisan günü bana şahane bir bayram hediyesi sunuldu. 14 yaşındaydım, ebediyen tek çocuk olarak kalacağımı düşünüyordum bir kardeş geleceği müjdesi aldım. Önce biraz bozuldum ama içinde bulunduğu kabın şeklini çok kolay alabilen bir akışkanım Allahtan, kabullendim bu fikri, hatta biraz da heyecanlandım. Törene gidemiyorsak tören bize gelsindi. Aslında daha sonraki günlerde bekliyorduk ama 23 Nisan sabahı uyandığımda evde annemle babamın yerine anneannem vardı. Bizimkiler bana hediye getirmeye gitmişler. Anneannem "baban gelince bana haber versin" diyerek evine gitti, kaldım evlerde yalınız yalınız. Ne kadar komşu kızı varsa bize topladım ben de, çaldık çığırdık. Çok gürültü etmiş olmalıyız ki babam merdivenlerden çıkar çıkmaz daha müjdeyi veremeden bütün apartmanın anası Müyesser Teyze yetişti ve beni şikayet etti: "Anası öldü kaldı mı hiç merak etmedi bu düşüncesiz, topladı mahalleyi, ortalığı ayağa kaldırdılar". Ben düşüncesiz eğdim kafayı, neyse ki babam bir kız sahibi daha olmanın mutluluğuyla Müyesser teyzeyi yatıştırdı, anneanneme haberi verdi ve bana "Haydi hazırlan halanlara gidiyoruz" dedi. Eh, abla olduğuma göre biraz süslenebilirdim. Gri kloş eteğimi, kolları ve yakası dantelli beyaz bluzumu ve o yıl çok moda olan cart kırmızı uzun örgü yeleğimi giydim, halamlarla gelen bebeği kutladık. İki gün sonra annem minik bir bohça ile çıkıp geldi. İyi ki geldi, iyi ki doğdu, hayatımın rengi canım kardeşim, büyük kızım, can dostum. Doğum günün kutlu olsun, nice yaşları birlikte devirelim.

Tüm çocukların yüzlerinin hep güleceği, daha güzel zamanlarda kutlanacak nice bayramlara...


Fotoğraf: Annem, halam ve paketiyle benim hediye 😍

22 Nisan 2020 Çarşamba

22 NİSAN (KARANTİNA GÜNLERİ/29-30-31-32 SEPET)

4 gün ara vermişim, pardon, sanki yazacak konu vardı da biz yazmadık..deermişim 😃

Yenimahalle'den Küçükesat'a taşındığımızda evimizin altında bir bakkal dükkanı vardı; "Kayseri Bakkaliyesi". Küçük, loş, tıkış tıkış bir dükkandı. Kapının hemen sağ yanında maviye boyalı, ahşap bir ekmek dolabı, yerlerde dizili bisküvi tenekeleri, bakliyat çuvalları, duvarda raflar,  karşıda camekanlı bir tezgah, tezgahın arkasında da Kayserili bakkal Ahmet amca. Ahmet amca kırmızıydı, muhtemelen kızılderili ataları Amerika'da zora düşünce "Gahın gardaşlar, beyaz adam bizi yimeden biz Gayseri'ye gidip az sucuk, pastırma neyin yiyek" diyerek Kayseri'ye göç etmişler ve bunun sonucunda nesiller sonra kırmızı Ahmet amca doğmuş. Kırmızı dediğime bakmayın, Ahmet amca bir de sinirlendi mi bildiğin bordoya dönüşürdü. O bordo suratın üst tarafında mavi gözleri çipil çipil ateş saçardı. Anneannem pek sevmezdi, "Gök gözlü kırmızı herif" derdi arkasından, anneannem zaten açık renk gözlüleri başka bir dünyanın insanı olarak kabul eden cinstendi, pek makbul saymazdı (açık renk gözlülerden özür diliyorum, benim fikrim değil sonuçta, üstelik kocamın gözleri de renkli 😃) Ahmet amca hem bakkalımızdı, hem de yan taraftaki apartmanda otururdu ailesiyle birlikte, yani ailecek de görüşürdük. Hatta annem yaşındaki karısı oraya taşındığımızda 3 yaşında olan kardeşimin en iyi arkadaşıydı, canı sıkıldı mı: "Ben Hatçe'ye gidiyorum" diyerek kapıya koşardı. Evin kızı ile annesi aynı ismi taşırdı: "Hatice". Birbirinden ayırmak için anneye Hatçe, kıza Hatice derdik 😃 Hatçe teyze o bakkal çalışmaya devam ettiği sürece kocasına yemek taşıdı, hatta daha uzak bir semte taşındıklarında bile eksik etmedi öğlen yemeğini. Bakkala öğlen vakti girerseniz gördüğünüz manzara şu olurdu; Ahmet amca tezgaha sefertasını koymuş, koca ekmek bıçağıyla iki dilim ekmek kesmiş (o yıllarda bakkala girip yarım ekmek alabilirdiniz, hatta diğerlerinden ayırmak için kırmızıya boyalı pişmiş yumurta satıldığı da olurdu) iştahla yemek yiyor, arada da yanında duran alüminyum demliğin ibiğinden bir fırt çay çekiyor 😃 Bardak kullanmazdı, ibikli demlik işini görürdü. Dükkana giren pek hazetmediği biriyse istifini bozmazdı, yemeği ağır yemeye devam eder, sonra da lütfedip isteneni verirdi. Kazara mahallenin çocuklarından biri dükkana girer ve Ahmet amcayı kızdıracak bir şey yaparsa bordoya dönüşür, sopayı çektiği gibi "Seni cibilliyetsiz" diye kovalardı. 

Üçüncü katta oturuyorduk ve evin genç nüfusu olarak bakkal alışverişi üstüme kalıyordu haliyle, merdiven in çık işinden bezince annem bir sepete ip bağladı ve balkondan sepet sallamaya başladık. Bir süre sonra komşular da bu yönteme başvurmaya başladılar. Herkesin bakkalı haberdar etme tarzı farklıydı. Ben sepeti balkondan sarkıtır, sonra uzun balkonun bir ucundan öbür ucuna hızla sallardım. Salıncak gibi sallanan sepeti gören Ahmet amca, kapıya çıkar, yukarıya kaldırdığı için güneş giren gözlerini kısar: "Ne var yine, ne var?" diye güya sinirlenirdi. Alacağımız şeyi söyler, "Yaz bir kenara, akşam babam ödeyecek" derdik. Herkesin sepet sallama biçimi farklıydı, yan apartmandaki Eray abla sepet bakkalın görüş alanına girmediği için dublaj yapma gereğini de duyardı: "Ahmeeeeet, Ahmeeeet, sağır mısın Ahmeeet!". Ahmet biraz gecikirse "Nerdesin sürünesice?" diyerek kimsenin ciddiye almadığı, ağız alışkanlığı yapmış bedduasını da ilave ederdi. 

Şimdi bunu niye anlattın diyeceksiniz. Dün mutfakta birşeylerle uğraşırken aşağıdan gelen sesle balkona çıktım, bir nevi Barış Mahço şarkısı çalıyordu adeta sokakta: "Domates var, patlıcan var, patatis var, soğan var". Kenarına file içinde limonlar asılmış kamyoneti görünce limon almak istedim. Geçenlerde marketten temin ettiğim ipi Gratis poşetine bağlayıp sarkıttım aşağı parayla birlikte. Yukarıya çekiştirirken de Ahmet amcayı ve ona salladığımız poşetleri hatırladım. Mavi önlüğü, kırmızı suratı ve huysuz halleriyle çıktı geldi yılların ötesinden, şu fotoğrafı buldum internetten:


Görsel: Buradan

Her ne kadar burada sepeti Rapunzel sallamışsa da bu corona bizi eski alışkanlıklarımıza döndürecek sosyal mesafe uğruna besbelli. Tez geçer dilerim. Bugün de böyle olsun bakalım, kalın sağlıcakla...

18 Nisan 2020 Cumartesi

18 NİSAN (C/27-28 YASSAH!)

Sanki günlerdir evde oturan ben değilmişim gibi, "Hımm, bugün sokağa çıkma yasağı var" düşüncesiyle uyandım. Bana neyse, benzine zam var dediklerinde Temel'in cevabı gibi: "Ben 10 liralık alırım", ben de yasaksa da, değilse de evde kalırım. Yine de yataktan çıkar çıkmaz balkona zıplayıp kontrolümü yaptım. Kimseler yoktu, balkonlarda bile. Tam çayı koymuştum ki dışardan melodik bir ses yükseldi: "Eeeek-meeeek-çiiii". Şaka maka değil, şarkı söyler gibiydi boneli, maskeli ve eldivenli görevli. Ya amatör şarkıcı ya da hafızlık dersi falan almış. Akabinde birkaç balkon hareketlendi, sepetler sarkıtıldı, ekmekler çekildi, iki muhabbet edildi, sonra tekrar sessizlik.

Öğleye kadar ekmekçiden sonra iki kere kargo aracı geçti, onun dışında sokak hareketsizdi. Ben de kahvaltımı yapıp BluTV'de bir diziye başladım: "Alef". Yönetmenliğini Emin Alper'in yaptığı, Kenan İmirzalıoğlu, Ahmet Mümtaz Taylan ve Melisa Sözen'in yer aldığı bir polisiye, korkunçlu sahneler var, o zaman gözümü kapatıyorum 😃 1,5 bölüm kadar izledikten sonra "Vaktidir" deyip kahveleri yaptım ve pazar gezmesine çıktık, balkona 😃 Mahalle hareketlenmişti, Yaz boyu çay ve sigara içip öksürerek balkonda oturan amcanın yerini evin sahibi çekirdek aile almıştı. Minik oğlanlarına birtakım etkinlikler yaptırma derdindeydiler. Aynı sıkıntıdan muzdarip üst kat balkonun mûkimleri de yine küçük oğullarını oyalamak için balkon demirlerine renkli balonlar asıyorlardı. Karşı komşu bahar temizliğine dünden girişmişti, bugün görevi kocasına devretmiş yıkadığı perdeleri astırıyordu. Derken bir diğer balkonda halı yıkama faaliyeti başladı, hortumlar takıldı, halılar köpürtüldü. Çapraz apartmandan elektrik süpürgesi sesleriyle karışık türküler yükseldi. Bağırış çağırış, mahalle balkonlarla hayata döndü birdenbire. Baktım olmayacak kitabımı alıp içeri girdim. 

Ian McEwan yine beni yanıltmayan güzel bir kitap yazmış, "Kayıp" bitti bugün. Yeni bir kitap seçip başlamak için kitaplığa doğru yürürken şeytan dürttü. Bu corona karantinası başladığından beri insanlar boyuna ekmek, pasta, börek yapıp dururlar. Biz de her öğle sonrası boş boş çay içip dururuz. "Benim başım kel mi?" dedim-laf aramızda tepem açılmaya başladı hafiften ama siz yine de kimseye söylemeyin-kitaplıktan vazgeçip mutfağa çarkettim. Neredeyse bir yıldır unlu mamul üretmeyen ellerimin ayarı kaçmış, döke saça poğaça yaptım. Peynirleri de bol bol basmışım içine, pişerken hepsi dışarı uğradı, tepsiden kazıyıp yuttum hepsini 😃 


Eh artık çayı koyup poğaçaları mideye göndermenin zamanı gelmişti, çıktık yine balkona. Çapraz apartman coşmuş durumdaydı. Üç komşu kadın çocuklarını da yanlarına alıp bahçeye indiler ve de bir avuç toprağa dikilmiş üç-beş çiçeği çapalayıp temizlemek için maskesiz, sosyal mesafesiz neredeyse bir saat uğraştılar. Sinirim bozuldu gördüğüm manzaraya girdim içeri. 

Bu mutena Cumartesi günümüz de böyle geçti sevgili takipçilerim, yarın bir benzerini yazmak dileğiyle kalın sağlıcakla...

16 Nisan 2020 Perşembe

16 NİSAN (C/26-BAHAR HAVASI)


Charlie ve Snoopy'nin size selamı var, evde kalmanızı rica ediyorlar 😃

Sabahları babamla, çocuklarla ve kardeşimle haberleşmeden rahat bir nefes alamıyorum. Bir müddet sonra bu kaosa da alışır, rutine döndürür müyüz bilmiyorum ama şimdilik çok can yakıcı. Yine de bir ay öncesine göre sürü bağışıklığı oluşmasa da durum bağışıklığı yavaş yavaş oluşuyor. Bu aralar rüyamda sürekli birileriyle toplaşıyoruz ama corona olayı mevcut ve ben toplantıya katılan yabancılardan aynı evin içinde kaçmaya çalışıyorum ya da kalabalık ortamlarda maskesiz ve korunmasız buluyorum kendimi. Hayret verici bir şeydir ki normal şartlarda uykusu çok hafif olan, çoğu geceleri uykusuz geçiren ben bu süreçte gayet iyi uyuyorum. Bu bir depresyon belirtisi mi yoksa yatmadan önce aldığım antiallerjik tabletin etkisi mi işte o konuda kararsızım.

Sabah iki parti çamaşır yıkayıp astım, ilki havlular, ikincisi günlük giyeceklerdi yani eşofman ve türevleri. Onun dışında ev işine bulaşmadım, kitabımı aldım balkona çıktım. Derken koca da bana katıldı, masanın üstüne virüslü oldukları varsayılarak serilmiş şafak sayan soğan ve sarmısaklara bakarak içtik. Hava o kadar güzeldi ki, hani "limonata gibi" dedikleri cinsten. Hafif bir esinti saçlarımızda dolaşırken çınarı mesken tutmuş kumruların ve serçelerin cıvıltılarını dinledik. Bir ara neredeyse mutlu oluyordum ki sokaktan geçen maskelileri görünce vazgeçtim 😃

Yeni bir kitaba başladım, Ian McEwan'dan, beni takip edenler bilir, en sevdiğim yazarlardan biridir. Kitabın adı "Kayıp", her zamanki gibi derinlikli ve hüzünlü bir kitap. Üç yaşındaki kızlarını süpermarkette kaybeden bir çiftin yaşamını anlatmış yazar. Algıda seçicilik midir nedir, bu ara elime aldığım her kitapta şu yaşadıklarımızı çağrıştıran bir şeylere rastlıyorum. Bunda da stokçuluk çıktı karşıma. ABD ile Rusya arasındaki füze krizi sonrası insanlar marketlere hücum ediyorlar. Stoğu yapılan mallardan bilin bakalım biri ne? Günümüzle çok uyumlu, tabii ki tuvalet kağıdı 😃 Popolar tüm zamanlarda çok kıymetli anlaşılan 😃

Şu anda ekranlarda günlük koronavirüs tablosu var, bakmak, görmek, öğrenmek istemiyorum. Asap bozmaktan başka bir işe yaramıyor. Sokağa çıkmayarak ve dikkat ederek görevimi yaparım, gerisi için elimden gelen bir şey yok ne yazık ki

Yazımı güzel bir şeyle bitireyim, sevgili Beste ta Fransa'dan benim için paylaşmış, bahçesinin leylakları. Bu yıl kokusunu duymasam, kendisini görmesem de sağolsun dostlar beni fotoğraflar aracılığı ile mahrum bırakmadılar. Leylakları kucaklayıp koklayabileceğimiz zamanlar bir an önce gelsin dileğiyle hoşçakalın...


15 Nisan 2020 Çarşamba

15 NİSAN (C/23-24-25 BİTMEYEN EKSİKLER)


Çocukken Doğan Kardeş, Çocuk Haftası, Mavi Kırlangıç gibi bir takım çocuk dergileri alırdım, şahane şeylerdi, benim gibi bir kitap kurdu için besleyici bir yemlik. Hatta herkes benim gibi bunları alır ve okur sanırdım, öyle ki Çocuk Haftası'nın artık çıkmayacağı haberini son sayısında okuduğumda çok üzülmüş ve okula gider gitmez sıra arkadaşım Hande'ye, "Biliyor musun, Çocuk Haftası artık çıkmayacakmış" demiştim ağlamaklı bir sesle. Hande'nin cevabı: "Çocuk Haftası ne?". O gün anladım ki herkes seninle aynı zevkleri paylaşmıyor. Her neyse diyeceğim şu, bu dergilerde bol miktarda absürd bilmeceler olurdu, bunları ezberler ezberler önüme gelene satardım, en iyi müşterim de babamdı. En rağbet ettiğimse şuydu: "Anne kırkayağın en yorulduğu gün hangisidir?". Cevap: "Yavrularının ayaklarını yıkadığı gün". İşte az evvel fotoğrafta gördüğünüz zerzevatı ve daha fazlasını, bu olay patlak vermeden önce dünya para verip aldığım- iyi ki aldığım-bitkisel kökenli bir deterjanla köpürte köpürte yıkarken kendimi tüm sebze ve meyvelerin annesi gibi hissedip yıllar sonra kırkayağa hak verdim. Stok yapmayıp lazım oldukça ihtiyaç temin eden bir aile olduğumuz için de mevcutların ne kadar çabuk tükendiğinin farkına varmıyormuşuz meğerse. Buzdolabının rafları boşalmaya başlayınca anlaşıldı ki market işkencesi de başlıyor. Pazartesi gününü bu hafta sonu da sokağa çıkma yasağı olacağını öğrenen heyecanlı ve stokçu kalabalığa bırakıp salı günü aynı kostümler ve çift maske ile yola düştüm. Gerçekten manav reyonu çekirge sürüsü geçmiş gibiydi, normalde bizim markette eksik olan bir şeye rastlamamıştım bugüne kadar. Görevliye "Niye bu kadar boş bu tezgahlar?" dediğimde "Dün boşalttılar abla, bir saate gelir takviye" cevabını aldım. Ne bir saat bekleyecek, ne de tekrar gelecek halim vardı. Çekirgelerden kalanlardan bir şeyler yüklenip içeri girdim. İçeride rafları boş olan iki şey vardı:
1- Pötibör bisküvi
2- Maya
"Turkeygeti'de yaşayan karantina halkı ev yapımı ekmekle beslenip sonrasında keyif çaylarına batırdıkları pötibör bisküvinin sıcak sıvıda dağılışını izleyerek vakit geçirmekteler" diye seslendirme yaptım en belgeselci tonumla maskemin altından 😃

Market önceki iki seferime göre biraz daha kalabalıktı ama yine de sosyal mesafeyi korumak mümkündü, tek istisna brokoli alırken yanıma yanaşıp "Ben bunu pek severim, yanında et ve patates püresiyle" diyen, kırık şivesinden Alman olduğunu düşündüğüm teyze oldu. "Afiyet olsun" diyerek dar kaçtım yanından, bereket maskeliydik her ikimiz de 😃

Geçen yıl bugünlerde önce Grup Abdal konserine, ertesi gün de Bülent Emin Yarar'ın oynadığı "Hamlet" oyununa gitmişim. Acaba aklıma gelir miydi bir yıl sonra tüm etkinliklerin sona erip, evlere kapanıp, sokakla ilgili tek faaliyetimizin maskelenip markete gitmek olacağı..Hayat çok kötü çelme taktı hepimize, umarım ruh ve beden sağlığımızı yitirmeden affeder bizi. Ben gideyim de kuru bamya ile pilav pişireyim. Bir pötibör püskevitim bile yok ki çaya banayım...

12 Nisan 2020 Pazar

12 NİSAN (C/20-21-22 SAÇ MESELELERİ)

İki gündür yazamadım, zira hayatım çok hareketli geçiyor, fırsat bulamıyorum iki satır çiziktirmeye 😜 Kolay mı odadan mutfağa, mutfaktan balkona, balkondan salona, salondan tekrar balkona gidip gelmek. İnsan sokağa çıkmaya bile imkan bulamıyor, varsa yoksa ev telaşı 😋

İki günlük yasak bu gece sona eriyor, bizim için farkeden bir şey yok, zaten evdeydik, yine evdeyiz ve yine evde kalacağız. ara sıra da eziyete dönüşen market turları yapacağız o kadar. Aslında bu yasak uzasa belki cuma gecesi kalabalığın riski biraz önlenir, daha çabuk çıkarız şu kabustan ama tabii ki bu işler bizim boyumuzu aşar, evimizde oturup söyleneni yapmaya devam.

Dün epeydir aklımda olan bir işi hallettim. Saçlarım hep hızlı uzamıştır, boyama aşamasına geçtiğimden beri benim için sıkıntı yaratıyor. Bazen üç haftada bile dip boya gerekebiliyor. Malum izolasyon günleri başladığında boyamı yaptıralı 15 gün falan olmuştu, eh üstüne bir ay daha eklenince bir nevi Beşiktaş fanatiği görüntüsü oluşturdum. İş başa düştü mecburen, son market alışverişimde sepete attığım boya setini çıkardım, karıştırdım, aynanın karşısına geçtim ve "Ya Allah!" deyip giriştim işe. İlk zamanlar boyamı kendim yapardım ama sonraları tembelliğe alışınca ve carpal tunnel sendromdan dolayı ellerimi çok fazla yukarıda tutamayınca kuaförde boyatmak daha kolay gelmeye başladı. Böylece uzun bir aradan sonra sil baştan yapıp özüme döndüm. Boyadım mı boyadım, hem de oldukça iyi boyadım. Sonuç güzeldi, lakin aşka gelmiş olacağım ki saçımın ön tarafındaki balyajı da boyayıvermişim, yıkayınca farkettim ama hiç de önemsemedim. Şu günler geçsin inat için kırmızı yaptırmazsam o balyajı 😃 Ha tabii sağa sola, çamaşır makinesinin örtüsüne, duşakabinin camlarına, fayanslara sıçrattığım boyaları es geçiyorum, silince çıktı sonuçta. Ben boyayı yaptım, aynada gördüğüm bakımsız saçlarımdan kurtuldum ya gerisi vız gelir tırıs gider.

O gazla elektrik süpürgesini açıp üstüne bir de ortalığı silince biraz moral buldum. Netflix'i açıp "Unorthodox" dizisini izledim. Pek beğendim, çoğunluk izlemiştir mutlaka ama izlemeyenlere öneririm. Ardından da "Hayvan Müzesi"ni bitirip bu kadar kapsamlı ve katmanlı bir kitap yazabilen 33 yaşındaki yazar Carlos Fonseca'ya onun farkına varmayacağı bir selam gönderdim. 

Pazar sabahına balkon komşularının sesleri ile uyandım, sepetleri sallayıp ekmek alma derdinde idiler. Hem belediye, hem de özel bir ekmek arabası caddede ve sokakta dolaşıp dururdu. Ben 15 gün önce yeterince buzluğa depo yaptığım için oralı olmadım. Kahvaltı sonrası kuaförlük zenaatime geri dönüp bu defa kocanın uzayan saçlarına birkaç makas attım, en azından ensesini ve yanlarını rahatlattım, şimdi tek kulakla hayatına devam ediyor 😃

Sonra balkona çıkıp çınarın yeşilliğine bakarak kahvemi içip yeni başladığım Hasan Gören'in "Altı Yaprak Üstü Bulut" kitabını okudum biraz, ardından "Zıtlar Mecmuası" için bir balkon yazısı yazıp yolladım. Birazdan kalkıp mutfağa gidecek ve yeşil mercimek çorbası pişireceğim. Evdeki erzaklar azaldıkça hafakanlar basıyor, market hayali kabusum oluyor ve Ahmet Muhip Dranas'ın kulaklarını çınlatıyorum "Olvido" şiirini değiştirerek:

"Bir el çıkarmaya başlasın bohçamızdan
Kolonya kokan kederleri"

Kalın sağlıcakla...

Fotoğraftakiler: Lö Balcon çınar ve Lö Balcon selvi



9 Nisan 2020 Perşembe

9 NİSAN (C/19-GÜNLÜK)

Bugünün ilk atraksiyonu çalan zil oldu. 19 yaşındaki Cavit Bey hayatımıza dahil olduğundan beri çalan 4. zildi. Biri maske, biri market kolisi getiren  iki kargocu ve bir ihtiyacımız olup olmadığını soran alt katta oturan yiğen dışında kimse gelmedi. Daha kapıyı açmadan karşı komşuyla olan diyalogdan anladım geleni. Belediye görevlisi astronot kıyafetlerini giymiş, ucundan tuttuğu poşeti "Buyur abla" deyip sosyal mesafesini aşırı derecede koruyarak uzattı. Yetişmek için düşüyordum az daha, üst kata çıkan merdivenin neredeyse üst basamağına ulaşmıştı ben kapıyı açana kadar. Poşette Muratpaşa Belediyesi'nin iyi dilekleriyle üç adet bez maske vardı. 60 derecede yıkanıp ütülenerek tekrar kullanılma özelliğine sahipmiş. Bilemem artık ben poşette yazanların yalancısıyım. Ve belediyemize bu jestinden dolayı teşekkür ederiz. 

Günün ikinci atraksiyonu ise telefonuma gelen mesaj oldu. Sizler de biliyorsunuz ki günlerdir evdeyim, Yaklaşık 10 günde bir yarım saatliğine bir koşu-o da mecburiyetten-gittiğim market dışında yalvarsalar da çıkmam zaten. Çöpleri bile biriktirip market yolunda atıyorum. Ama Sağlık Bakanlığı'ndan gelen mesaj yüksek dozda iftira içeriyordu 😃 Peşin korkutalım dediler galiba, mesajın içeriği şuydu: "İzolasyon bölgenizin dışına çıktığınız tesbit edildi. Herkesin iyiliği için evde kalın". Bir kere izolasyonda değilim, ikinci olarak evden çıkmadım, üçüncü olarak yaşa takılmadım, e peki bu ne? Bir kere benim nerede olduğumun bilinmesi için telefonuma bir aplikasyon yüklenmesi gerekmiyor mu? Anlamadım bu işi, İl Sağlık Müdürlüğü'ne telefon ettim. Antibiyotiklerin rastgele kullanılmasının zararları konusunda uzun bir monolog-sağlık kuruluşu da Strauss dinletecek değil ya-sonrası operatöre bağlandım. Ben derdimi anlatmaya başlarken "Hatta kalın" deyip başka bir servise bağladı. Telefondaki kibar hanıma gelen mesajdan bahsedince günboyu bu konuda telefon aldıklarını, bu konunun onlarla ilgisi olmadığını, muhtemelen deneme yapıldığını söylediler. Bilemedim artık neyin nesiyse. Ama yani evdeyken niye dışarı çıktın demeleri kalbimi kırdı doğrusu, ben terbiyeli bir çocuğum söz dinlerim, ayrıca hasta mıyım yahu, niye izolasyon, pof! Ruhum daraldı.

Her neyse, insan dışarıyla ilgisini kesince dar alanda kısa paslaşmalar yapıyor (Ne güzel filmdi yahu o, tekrar mı izlesem ne yapsam), mutfak balkonundan sokağı keserken (fakat ne yazık ki sokak boştu) apartman girişindeki çam ağacı dikkatimi çekti. Yeni sürgünler vermeye başlamış ve sürgünlerin ucunda bildiğin çiçek açmış. Gittim fotoğraf makinesini getirdim ve zumlayarak çektim sürgünleri, evet gerçekten çiçek açmış, papatyaya benzeyen bir şey, buyrun bakın:


Çiçek değil de başka bir şeyse ve bilen varsa anlatsın lütfen. İnsanın detayları görebilmesi için şartlarının değişmesi gerekiyormuş galiba. Ben yine de normal hayatıma dönmeyi tercih ederim, sağlıkla, eksiksiz, tüm etrafımdakilerle. Hepiniz için dileğim budur. Evde kalın, yoksa şikayet ederim sizi, bana gelen mesajdan size de gelir...

8 Nisan 2020 Çarşamba

8 NİSAN (C/18-GÜNLÜK)


Günün yüz güldüreni:


Geçen yıl bu vakitler arkadaşım aynı leylaklardan bir kucakla ziyaretime gelmişti. Bu yıl yollar, yasaklar ve zalım virüs girdi aramıza. Ama sağolsun arkadaşım bahçesinde açan leylağı fotoğraflayıp yolladı bana, tembih ettim benim adıma derin bir nefes de çekecek...

Günün dizisi:

Pek bir şey izlediğim yok, koca sürekli evde olunca TV tam mesai çalışıyor ve genelde haber programları ve belgeseller açık. Bugün bir ara fırsat bulup internetten "Babil"in 10. bölümünü izledim. Onun da tadı kaçtı gerçi, aynı sakızı çiğneyip duruyorlar. 

Günün yemeği:

Her gün yemek mi yapacağım yahu, ben instagram ekmekçileri, yemekçileri gibi hamarat değilim. Dünden kalan makarna+mercimek çorbası. Yeter de artar bile.

Günün kitabı:

Henüz elime almadım ama yemek sonrası okuyacağım. "Hayvan Müzesi"ne devam.

Günün diğer günlerden farkı:

Bir aydan beri ilk kez şarkı söyledim, daha doğrusu türkü, birdenbire içimden fışkırıverdi, biraz acıklıydı ama diyorum ya hiç düşünmeden ağzımdan dökülüverdi. Ben de sesli mesajla sabık kraliçeme yolladım bana yolladığı türküye karşılık olarak. Ee, adettir tabak boş gönderilmez :)

Eh, bugünlük bu kadar, sağlıcakla ve evde kalın...

7 Nisan 2020 Salı

7 NİSAN (C/16-17 CENUP CEPHESİNDE YENİ BİR ŞEY YOK)

Dünkü günü atladım, kusura bakmayın. Belki de farkında bile değilsiniz ama ben kibar bir insanım, özürümü dileyeyim de ne olur ne olmaz. Önemli bişi de yoktu zaten (ne olacakdıysa). Bu sabah içimde bir sıkıntıyla uyandım, zira markete gitme zamanım gelmiş idi, en kısır mevsimde zepze ve meyve almam gerekiyordu. Normal zamanlarda bile Antalya'nın güzelim pazarlarında sebze bulamam bu geçiş döneminde, şimdi gariban market manavında ne bulacağım ki. Neyse zırhlandım, rengi atmış eşofman pantülü, bilekleri tirfillenmiş eşofman ceketi, balkonda bekleyen market ayakkabısı ile kuşandım ve bu defa tülbent yerine maske taktım(maske iğrenç bir şey, kesin bilgi), kapüşonu kafaya geçirdim. Poşetleri ilk etapta bırakmak için yere gazete serdim, çamaşır sulu su hazırladım, cebime kartımı, fısfıslı kolonyamı, kağıt mendilimi ve 5 adet ev poşetini koyup eldivenlerimi giydim, balkonda birikmiş çöpleri yüklendim ve yola düştüm. Market kapısına kadar "o eski hislerim birden coştu/fakat ne yazık ki sokak boştu" diyerek Acdaa Pekkan'ı andım. Market kapısında ağzında maskesi ile market sahibi, manav reyonunda ise ağzı maskesiz manav çalışanı vardı. Maskesiz olmasını affettim, zira elindeki kolonya ile tartıyı, tartının durduğu dolabı ve civardaki tüm yüzeyleri siliyordu, ayrıca benim maskem vardı, yanına da yanaşmadım. Bir market arabası kaptım, sapına kolonya fısfısladım, bir fısfıs da eldivenlerime yapıp birkaç sebze, biraz meyve aldım. Sonra içeri girdim, herzamanki gibi gayet sakindi, alacaklarımı aldım, market içindeki 4-5 maskeli kişiye mesafemi korudum, kasaya yanaştım. Kasa görevlisi kolonya ile tezgahı siliyordu, takdir ettim. Aldıklarımı kendi poşetlerime yerleştirdim, kartı okuttum ve çıktım. İşte asıl mesele burada başladı, zira poşetler çok ağırdı. "Çekemedim akça kızın göçünü" diye söylenerek eve geldim. Poşetleri fırlattım gazetenin üstüne, ayakkabıları önce kapıya, sonra balkona bıraktım. Poşetleri diğer balkona götürdüm. Sonra da giysileri çamaşır makinesine, kendimi duşa attım. Arkadaş bu ne eziyettir yahu, bununla bitse, daha yıkanıp paklanacaklar var. Meğer marketten al, dolaba koy yaparken ne mutluymuşuz biz. 


Bu aralar en çok gördüğüm manzara bu, mutfak balkonumuzun leb-i derya, panoramik görüntüsü 😃. Bizim apartmanın çamı, Almanyalı'nın zeytinleri, zemin kattaki tabelacının kamyoneti ve asfalt yol. Araçları tekne, asfaltı da ırmak olarak hayal ederseniz hiç fena değil, iki zeytin arasına bir de salıncak, gel keyfim gel. Oof of, evde biraz daha kalırsak hayal gücümüz boyut değiştirecek bu gidişle. 

Neyse, yeni bir kitaba başladım, "Hayvan Müzesi". Yine tuğla boyutunda, sıkı bir kitap. Üçte birini okudum ama okuduklarımdan gayet memnunum, Google eşliğinde okuyorum, ufkumu açıyor. Onun dışında başlıkta da yazdığım gibi "Cenup cephesinde yeni bir şey yok". Şimdi ben kitabıma döneyim izninizle. Başka çareniz olmadığına göre "Evde kalın"...

5 Nisan 2020 Pazar

5 NİSAN (C/15-YABANCI)



Malum yuvarlak şeyden bahsetmek istemiyorum artık, biraz eskilere dönmek, güzel anıları, hoş gezileri anlatmak niyetindeyim. Fotoğrafta gördüğünüz cafe "Maide". Balat'ta. 2018 yılının Mayıs ayında benim kitabın imza günü için kızkardeşle birlikte İstanbul'a gitmiştik. Fırsattan istifade Sabancı Üniversitesi'nin düzenlediği "Cins Adımlar" isimli bir gezi etkinliğinin Balat ayağına dahil olmuştuk. İstanbul'a gelmeden konuşup geziye birlikte gitme kararı aldığımız Qunegond ile Kadıköy'de vapura binerken karşılaşmış ve yola birlikte devam etmiştik. Ama öncesinde hoş bir anekdot daha var. Bostancı'da bir arkadaşın evinde kalıyorduk ve o güne kadar Kadıköy'e hep metro ile gitmiştik. Ev ile metro istasyonunun arası biraz uzakça olduğu için benim Cevriye sorun çıkarmış, madem öyle bu sefer dolmuşa binelim demiştik. Ankara'dan geldiğimiz gün kendimizi apar topar Burgazada'ya attığımız ve dönüş için Kadıköy vapuru yerine Heybeliada vapuruna bindiğimiz için bu defa yanlışlık yapmayalım diye durdurduğumuz minibüsün şoförüne "Kadıköy'e gidiyor değil mi? Biz yabancıyız da" diye sormak gereğini duydum. Cevap şu oldu: "Yabancısınız ama Türkçe'yi çok güzel konuşuyorsunuz" 😃 Hani Yeşilçam filmlerinin değişmez replikleri vardır ya onlardan birinde "Güzel olduğunuz kadar küstahsınız da" der jön efendi, kelimelerin başına "n" getirerek, onun gibi bir şey oldu. Kadıköy'e kadar güldüğümüzü söylememe gerek yok herhalde. 

Balat'a vardığımızda gezi için daha vaktimiz olduğundan Sveti Stefan Kırım Kilisesi'ni de sıkıştırdık araya, şu malum demir kiliseyi. Sonra da hayli kapsamlı bir Balat gezisi yaptık.

Geziden sonra kızkardeş vereceği bir ders için Kadın Eserleri Kütüphanesi'ne yollandı, biz de Qunegond ile onun işi bitene kadar kahve içmeye karar verip fotoğraftaki Maide Cafe'ye yerleştik. Laf lafı açtı, kahveler, çaylar derken muhabbetin en koyu yerinde içeriye bir kadın girdi. Orta yaşı epey aşmış, saç baş dağınık, biraz meczup kılıklı, garip giyimli bir kadın. Bizim masaya yanaştı ve bir şeyler söyledi. Hafiften peltek bir konuşması vardı, anlamadık önce. Şaşkın şaşkın yüzüne bakarken o sürekli bir şeyler söylüyordu, "Kedi, yemek, mama, yardım" seçebildiğimiz laflardı ama tam olarak ne istediğini hala anlamadığımız için bakmaya devam ediyorduk ki kadın topuklarının üstünde geri döndü ve şöyle dedi: "Haaa, yabancı bunlar yabancııı, anlamıyorlar ne dediğimi", sonra çıkıp gitti. Olayı o gidince çözdük ama gülmekten birbirimize laf edecek halimiz kalmamıştı. Artık bilmem gerçek, bilmem yalan kediler için mama parası istermiş bizden ama o kadar damdan düşme bir tarzdı ve ne dediği o kadar anlaşılmıyordu ki haliyle biz donduk. O da sessizliğimizi yabancı olduğumuza bağladı. Gün içerisinde ikinci kez yabancı olarak nitelenmek ilginçti, Allah'ın hakkı üçtür diye bekliyordum ama olmadı, ikiyle kaldı yabancılığımız. 

Yine böyle güzelliklere, hoş gezilere sağlıkla kavuşabilmeyi diliyorum, bu vesileyle de sevgili Qunegond'a buradan selamlarımı gönderiyorum...

4 Nisan 2020 Cumartesi

4 NİSAN (C/13-14 HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM)

Sabah dilimde şu dizeyle uyandım: "Dışarda gürül gürül akan bir dünya". Benim kuşağım hemen bilmiştir dizenin hangi şiirden olduğunu, tabii ki "Hasretinden Prangalar Eskittim". Bir şiirin ancak bu kadar şiirli bir ismi olabilir (nasıl bir cümle kurdumsa, koyver gitsin). Üniversitedeydim, "Arkadaş" filmi gösterime girdi, izlememek adeta ayıptı. O filmde Yılmaz Güney (Azem), Melike Demirağ'a (Melike) "Hasretinden Prangalar Eskittim" kitabını hediye eder ve bir sahnede de şiirlerden birini okur. Filmin ardından kitapta patlama yaşandı adeta, ardarda baskılar yaptı, Ahmed Arif'in adı da böyle duyuldu. Bir dönem elimin uzantısı gibi gezdirdiğim kitabın içindeki şiirlerin çoğunu ezbere bilirim, sahip olduğum o erken baskıyı bir şekilde kaybettim. Şimdi elimde olansa Cem Yayınevi'nden çıkmış 31. baskı. Cem kapandığına göre hangi yayınevi basıyor, kaçıncı baskı olmuştur bilmiyorum ama hala çok sattığına eminim. Her neyse işte şiirler kafama öyle yerleşmiş ki, sabah gözümü açtığımda kendi kendime "Dışarda gürül gürül akan bir dünya" diyerek uyandım. Akıyor valla, hem de bahar akıyor tek bir çiçekli ağaç göremeden. Aksın bakalım, gün olur biz de eşlik ederiz bu akışa "kararmasın yeter ki sol mememizin altındaki cevher"*

Dün yazamadım, hem yazmaya değmeyecek kadar boş geçen bir gündü, hem de akşam haberleri sinir katsayımı yükseltti. Alışacağız, alışmak zorundayız, sonuçta kendi evlerimizdeyiz, bilinçli davrandığımız sürece risk faktörümüz fazla değil, aklım fikrim yakınlarımda olsa da sağlık çalışanlarını düşününce şöyle bir kendime geliyorum. Dün sabah sokaktaki bir boru patlağını tamir için belediye ekipleri geldi, 6-7 kişi kadardılar, bir kepçe ve bir hafriyat kamyoneti ile birlikte. Maske, eldiven hak getire, eminim vardır ve kullanmıyorlardır. Zira en az yarım saat dipdibe verip sigara içerek muhabbet ettiler, gençliğin getirdiği umursamazlık ve ataklık desem içlerinde yaşı daha büyük insanlar da vardı, ben inanamıyorum bu aymaz tavırlara. 

Geçiyorum bu adını anmak istemediğim konuyu, yeni kitabım "Şeytan Tangosu" demiştim. Macaristan'da ıssız bir köyde geçiyor, toplam nüfus sayısı 20'yi geçmez ama hepsi birbirinden tuhaf insanlar. Kasvetli, karanlık bir ortam, simgesel bir anlatım. Zor okunuyor ama sıkı kitap, sanırım bugün bitiririm. Filmi de varmış, bitirince izleyeceğim. 

Bugünlük bu kadar olsun, yazıyı 3 yıl önce Antalya Müzesi'nin çok sevdiğim mor salkımlı bahçesinde çektiğim bir fotoğrafla bitireyim. Dilerim tez zamanda kavuşuruz bu güzel bahçelere, parklara, şehirlere...


*Hapiste Yatacak Olana Bazı Öğütler/Nazım Hikmet

2 Nisan 2020 Perşembe

2 NİSAN (C/12-KISACIK)

Çelınç dedik, şalanj dedik, söz verdik, hapırsak da köpürsek de yazacağız. Genelde haberleri izledikten sonra günün en moralsiz saatlerini yaşıyorum ama bu defa gecikmiş yemek telaşı kesintiye uğrattı neyse ki. Bu konuyu geçiyoruz.

Bu sabah sabık kraliçem bana sesli mesajla bir türkü yolladı, hem de kendi sesinden, hem de anneannemin en sevdiği türkü: "Cevizin yaprağı dal arasında". Omuzuma sıcak bir dost eli değmiş gibi hissettim ve çok duygulandım. Keyfimin daha iyi olduğu bir zamanda iade-i ziyaret yapacağım aynı teknikle 🎵

Bir süre Toyblast, Candy Crush Saga ve Candy Crush Soda oynadıktan sonra yeni bir kitaba başladım: "Şeytan Tangosu". Aşağı yukarı bir yıldır rafta okunmayı bekliyordu, kısmet bugünlereymiş. İşin tuhafı bu aralar okuduğum kitaplar bir şekilde gündemle bağlantılı çıkıyor. Bitirdiğim kitap Çin'de geçiyordu, yazmıştım hatta, Wuhan'a bile uzandık bir sebeple. Bu kitabın arka sayfasındaki tanıtım yazısı da şu cümleyle başlıyor: "Yaşamın fiili olarak durduğu bir Macar köyünde, güz yağmurları başlamıştır". Eh bizde de bir nevi öyle değil mi, üstelik adı da anlamlı, şu yaşadıklarımız bir nevi Şeytan Tangosu. Lakin adına ve konusuna rağmen bir güzellik sundu sayfalarını açtığımda, geçen yıldan kalma, kurutulmuş bir leylak dalı. Evren bana jest yaptı, bu yıl tazesini görme şansın pek yok evde kapalı kaldığın için, kurusuyla bari idare et dedi. 🌸

Ve akşamüstü canım Ferminanımcım'dan leylaklı, güzel mi güzel bir sanal kart aldım. Bugün güzel arkadaşlarım beni mutlu ettiler, pek keyifli oldu bu kart işi. Haydi katılmayanlar varsa niyet etsinler, şu sıkıntılı günlere güzellik katalım. 💌

Ben de sizlere geçen yılın Nisan ayından bir fotoğrafla bir nevi kart yollamış olayım. Denize, güneşe, hanımellerine bir an önce kavuşmak dileğiyle...


1 Nisan 2020 Çarşamba

1 NİSAN (C11/MART OKUMALARI)

Her gün yukarıya o musibet adıyla corona yazmaktan ikrah getirdiğim için artık kendisinden baş harfi ve sayı olarak bahsedeceğim. 

Kötü ve huzursuz bir gece geçirdim ama sabah biraz kendimi toparladım, çöp dökme ve su alma eyleminin ardından eylemden uzun süren bir temizlik faslı yaptım. Çınarlı balkonu pakladık, arada bahara kaçarız diye, ağaç şahane yeşerdi çünkü. İki parti çamaşır yıkayıp astım, kabak dolması yaptım, bir miktar kitap okudum ve hatta biraz uyudum, sıra blog yazmaya geldi. Bugün corona morona demeyeceğim ve direkt kitaplara geçeceğim, sevimsiz Mart'ta neler okumuşuz bakalım:


-"Üvey Kardeş" için uzun zamandan beri okuduğum en güzel kitaptı diyerek başlayayım. O minicik puntolarıyla ve 700 sayfasıyla savaşırken perişan olan gözlerime değdi bu güzelim aile hikayesi. Son sayfaya gelene kadar hevesle, merakla ve keyifle okudum. Barnum'u, Peder'i, Vivian'ı, Boletta'yı, Vera'yı ve gece adamı Fred'i çok özleyeceğim. Her biri kendine has, muhteşem yaratılmış karakterlerdi. Yazara ve çevirmene benden kucaklar dolusu teşekkür. İskandinav edebiyatı asla yanıltmıyor...
Okuyacak olanlar için kitabın başında bende oluşan kafa karışıklığını başkalarında önlemek için küçük bir ipucu; Peder bir özel isim, baba anlamında çevrilmemiş. 


-"Kör Pencerede Uyuyan" ile tanıdığım Nihan Eren birbirinden güzel öyküler yazmış yine. "Hayal Otel" tam da şu belirsizlik ve huzursuzluk zamanlarında ilaç gibi geldi. Küçük bir Ege kasabasında, açılmak üzere olan bir otel ve otelin her birinin ayrı bir hikayesi olan beklenmeyen konukları birbirleriyle bağlantılı olarak, bitki adları taşıyon 12 güzel öyküyle anlatılmış, okumalısınız.


- "İyi Adamın 10 Günü"nden sonra "Kötü adamın 10 Günü"nü de aynı keyifle okudum. Sadık, Adil ya da kendine verdiği son isimle Öcal yine birtakım işler peşinde. Mehmet Eroğlu polisiye işinde de gayet iyi olduğunu bu iki kitapla gösterdi. Şu tatsız zamanlarda kafa dağıtmak için birebir...


-Sibel Öz'ün yüksek lisans tezi olarak yazdığı "Oyuncu/Yeşilçam Yıldız Sisteminde Bir Anti-Yıldız: Adile Naşit"tam bir biyografiden ziyade akademik bir çalışma fakat Yeşilçam ve sinema konusuna ilgi duyanlar için oldukça ufuk açıcı, Adile Naşit sevenler için de tabii ki...


-Bedia Akartürk yıllardır Türkiye'nin en sevilen Türk Halk Müziği sanatçılarından biri olarak yerini korur. Sahnede seyretmişliğim de vardır. Akrabası olduğunu düşündüğüm Tolgahan Vurgun sanatçı ile bir nehir söyleşi yapmış, adı: "Bedia Akartürk/Turnanın Türküsü". Çocukluğundan başlayarak tüm yaşam öyküsün okuyabilirsiniz bu kitapta Akartürk'ün, kendisini seviyorsanız tam size göre... 


-Sağ tarafta gördüğünüz kitabı halamın eşi yazıp bastırmış. Çocukluğunu ve "Sıradan" isimli köyünü anlatmış "Köyümüz, İstanbulumuz "Sıradan"da.  Zorlu bir çocukluk, zorlu bir yeni yetmelik, Köy Enstitüleri, hafızasına hayran olarak okudum. Geleceğe güzel bir miras olmuş...


-Jorge Amado'yu çok severim, "Dona Flor ve İki Kocası"nı da büyük bir hevesle aldım. Başlangıçta gayet güzel gidiyordu, aslında eğlenceli bir kitap ama o kadar çok ayrıntı vardı ve konular o derece uzatılmıştı ki bir süre sonra zorlanmaya başladım. Üstüne bir de corona günleri başlayınca ruhum daha fazlasına elvermedi. Bitmesine çok az bir bölüm kala daha sakin bir zamanda görüşmek üzere vedalaştım. Buhranlı günlerde uzak durunuz diyeyim... 


-Havada uçan harfleri ve ilginç kapağı ile son okuduğum kitap "Bundan Sonra Her Şey Biziz", Kanada'ya yaşayan Çinli bir ana kızın öyküsüyle başlayıp Mao dönemine kadar geri dönüşlerle uzanıyor. Çok kapsamlı, ufuk açıcı, zaman zaman iç acıtan, sistemleri sorgulatan bir kitap. Ben çok ilgiyle okudum, tavsiyemdir... 

Bugünlük bu kadar, bu tatsız günlerde kitaplara sığınalım, kalın sağlıcakla...