Sayfalar

4 Eylül 2019 Çarşamba

4 EYLÜL (NİĞDE GEZİSİ 2)

Geldik kısa gezimizin son gününe. Yine erkenden kalkıp yola düşüyoruz, niyetimiz Kale ve Saat Kulesi'ni görmek, hatırladığım kadarıyla bir cafe vardı Kale'de, uygunsa orada kahvaltı etmek. Ama önce evinde kaldığımız büyük teyzenin kışlık evini bulmak niyetindeyiz. Şimdi kaldığımız bloklar silsilesi zamanında devasa ve yemyeşil bir bahçe idi, içinde minicik bir yazlık ev vardı. O küçük eve onca insan nasıl sığardı şaşırıyorum. Hele düğünlerde iyice kalabalık olurduk ama kimse de halinden şikayet etmez, bir şekilde becerirdik yerleşmeyi. Çok sonraları o ev yıkılınca benzer bir konu geçtiğinde büyük teyze şöyle açıklamıştı bu durumu: "Evvelce evler dardı ama gönüller genişti. Şimdi evler genişledi, gönüller daraldı". Yıkılana kadar yazları gittiğimizde bahçedeki evde, sonraları ise kışlık evde geçti tatillerimiz. Bahçeye çok yakındı, yazları Adana'nın sıcağından kaçıp gelenlere kiraya verilirdi, evin bir odası depo gibiydi, kapalı olurdu. O odaya bayılırdım, Ali Baba'nın hazine dairesi gibiydi benim çocuk gözümde. İhtiyaç duyulan bir şeyi almak için kuzenlerden biriyle giderdik bazen, yazlık evden çıkar, evin arkasındaki muhteşem kavaklığın içindeki patikadan yürür, sokağı geçer ve kışlık eve girerdik. Adanalı kiracılar tahta zemine yayılmış sohbet ediyor olurlardı. Yerlerde halı olmayınca kiracıların fakir olduklarını düşünürdüm. Oysa sıcak nedeniyle yerdeki yün halılar toplanıp kaldırılmış olurdu. Onlara bir "Merhaba" deyip depo odaya dalardık, ben mutluluktan sarhoş. Her gittiğimde bir ganimetle dönerdim, bazen bir kitap, bazen bir küçük biblo, incik boncuk, hiçbir şey bulamazsam mutfaktaki kilerden ceplerimi Şam fıstığı ile doldururdum. Anılarımızda öyle yer etmişti ki kız kardeş bile orada çok fazla zaman geçirmemesine rağmen rüyalarına girdiğini söylerdi. O yüzden Kale'den önce bir nostalji yapmaya karar verdik. Çok aramadan çıktı karşımıza ev, elbette biraz harap, oldukça eskimiş. Zaten sokaktaki evlerin tümü öyle, bir çoğu da yıkık dökük. İçeri giremedik tabii ki, kapı kilitliydi, dışarıdan baktık, anılar akıp gitti gözümüzün önünden. Sofra toplarken eşiğe takılıp kırdığım üstüste dizilmiş bir yığın tabak, merdivenin başındaki tutunup sallandığım demir, balkondaki kadife çiçekleri, eniştenin kitaplıktan çekip orada kaldığımız sürece yüksek sesle okuyup neredeyse Hayyam'dan soğuttuğu "Rübailer", hep birlikte yenen neşeli düğün yemekleri, insanın içine işleyen Niğde ayazında bürünüp yattığımız sıcacık yorganlar, daha nice anılar. Dalarsak çıkamayacağız diyerek vurduk kendimizi Kale yollarına.


Kale ve Alaattin Camii'ne Cevriye'yi delirten bir yokuşu tırmanarak ulaştık. Çok erken gelmişiz tabii ki, Kale'ye giriş kapısı kapalı, camiin de ışıkları bile yakılmamıştı. Ünlü "Taçlı Kadın Başı" olan kapının fotoğraflarını çekip camiin içini de loş ışıkta şöyle bir gezdikten sonra Kale'ye yönlendik ama yazdığım gibi kapısı henüz açılmamıştı. 



Kapının üstündeki kadın silüetini fotoğrafta daha rahat görebilirsiniz. Efsaneye göre 1223 yılında Niğde Sancak Beyi Ziyneddin Beşare tarafından yaptırılan caminin inşaatında çalışan taş ustası sancak beyinin kızına aşıkmış. Kavuşamayacağını bildiği için de bu aşkı sonsuza dek yaşatmak için kızın silüetini taşa oymuş derler. Ne derece doğrudur, tesadüf müdür bilinmez ama gerçekse taş ustasının hünerine ve aşkının büyüklüğüne şapka çıkarılır. 


Caminin içinden, loş ışıkta ancak bu kadar çekebildik. 

Kale'nin kapalı olduğunu öğrenince daha sonra uğramak üzere ayrıldık ve her zaman ilginç ve görülesi olan, eski evlerin yoğunluklu olduğu Kaleiçi sokaklarına vurduk kendimizi. Yalnız ayrılmadan önce Kale Parkı'ndaki kurumuş havuzun ortasını süsleyen, itibarlı zamanlarında fıskiye görevi yapmış devasa laleden fırlamış yavru laleleri görmenizi isterim, size sarı laleler aldım Niğde Kalesi'nden 😃


Kale'den ayrılıp sokaklar boyunca yürüdükçe bunca zamandır buralara hiç gelmediğimi farkedip şaşıyorum:




Dar sokaklardan geçerek Eskisaray Mahallesi'ne geliyoruz. Sungurbey Camii restore edildiği için gezemiyoruz ama karşımıza 1913 tarihli bir Rum Okulu iken şimdi ilkokul olarak kullanılan Dumlupınar ilkokulu çıkıyor. Okulun yan tarafı hayli ilginç:



Ön tarafta dış duvarlarının restorasyonu yeni yapılmış irice bir bina görüyor ve  yakından bakmak için ilerliyoruz, buranın eski bir Rum Kilisesi olduğunu fark ediyoruz. Dışının restorasyonu bitmiş gibi ama içeride iskeleler kurulu ve restorasyon devam ediyor gibi ya da durmuş bilemiyorum. Kapı kilitli zira, pencereden görebildiğimiz kadarını fotoğraflıyoruz.



Kilisenin hemen karşısında Eskisaray Parkı adında bir yeşil alan, içinde de restoreden geçmiş tarihi bir yapı var. Meraklıyız ya, illa öğreneceğiz. Buranın da kapısı kilitli, oradaki iki adam ilgileniyor. Restorasyondan sonra Sanat Merkezi'ne dönüştürülen bir Ermeni Kilisesi imiş. Henüz açılışı yapılmamış. Bizi o gün Yeşilburç Köyü'nde düzenlenecek açık hava sergisine davet ediyorlar. "Nasıl gidebiliriz?" sorusunu ise şimdiye kadar aldığımız cevaplara çok benzer şekilde cevaplıyorlar: "Vardır mutlaka oraya giden bir vasıta". O zaman teşekkürler, almayalım.


Vakit neredeyse öğleye geliyordu ve biz hala kahvaltı edememiştik. Yol üstünde bir fırına rastlayınca simit bari alalım dedik. Simit yokmuş yağlı ekmek teklif etti görevli genç kız, aldık ve paylaştık kardeşle. Pek sevmediysem de açlığımızı bastırdı en azından. Derken karşımıza "Ak Medrese" çıktı. Gökte ararken yerde bulmuş gibi olduk ama her zamanki gibi kapısı kilitliydi. 1409'a tarihlenen Ak Medrese'nin güzelim taş oymalarına bakmakla yetinip bitişiğindeki "Küçük Ev" isimli cfeye kendimizi dar atarak kahve ve çay ihtiyacımızı giderdik.


Cevriye'nin dinlendiğine, vücuda yüklediğimiz kafeinin de yeterli olduğuna kanaat getirince Fertek Köyü'ne gitmek üzere hareketlendik. Tabii ki öncesinde yol sormak, tarif almak ve hiçbirinden sonuç elde edememek vardı. İlk rastladığımız amca "Bizim evin önünden kalkıyor minibüs" demişti malum, evi hakkında birkaç ipucu aldıktan sonra durağı bir gün önce gördüğümüzü hatırladık ve "Bir daha bu yolları aynı hevesle yürür müyüm?" şarkısını çığırarak dün Kayardı'ndan gelirken geçtiğimiz yollara tekrar vurduk kendimizi. Neyse ki durakta çok beklemeden minibüs geldi. Tonton bir şoföre denk geldik, sorduğumuz sorulara tek kelimeyle ama istekle cevap verdi ve bizi takriben 10-15 dakika sonra Fertek'te, kendince uygun gördüğü bir durakta indirdi. Yine daldık ara sokaklara. Fertek yemyeşil ve güzel, eski tip evlerin olduğu bir köy. Niğde'de bir söylencedir Fertek'in eğitim düzeyinin ne kadar yüksek olduğu, çoğunluğun üniversite eğitimli olduğu. Hâlâ öyle midir bilmiyorum ama biz köyü-ya da mahalleyi-çok beğendik.







Yorulunca yolda rastladığımız kapı önü muhabbeti yapan fotoğraftaki teyzelerin tavsiyesiyle Çamlık Restaurant'a girdik. Girmeden önce dışardan bazlama fırını zannettiğimiz tuhaf yapıların peri bacası şeklinde inşa edilmiş kapalı oturma mekanları olduğunu gördük. Orada oturmak hayli sıkıcı olsa gerek. Biz sıcaktan bunalmış bünyeyi aşağıdaki alamet-i farika ile serinlettikten sonra ayrıldık mekandan.


Tesadüf bu ya bizi getiren aynı minibüsle ayrıldık Fertek'ten, dün yemek yediğimiz yerde karnımızı doyurduktan sonra tekrar Kale'ye gitmeye niyet ettik. Yerel bazı ürünler almak için girdiğimiz dükkanda çalışanların tavrını sevmeyince vazgeçip tekrar tırmandık Kale'nin yokuşunu. Aslında Niğde'ye Perşembe gününü içeren zamanlarda gelmek lazım, zira o zaman Kale'nin dibinde pazar kuruluyor ve şahane ürünler bulunuyor ama kısmet değilmiş. Kale ve Saat Kulesi kocaman bir hayal kırıklığı ve Cevriye için de zorlu bir parkur oldu. Kale'nin içine girilmiyor, surlara çıkılmıyor, cafesi bakımsız, kahvesi bayat, satış mağazası saçma sapan objelerle dolu ve Kale'den görünen manzara da iç acısı bir beton yığını idi. Yıllar önce yeşilden gözünüzü alamazken aynı noktadan bir binalar denizine bakmaktaydınız:



Yorgunlukla ve sıcaktan bezmiş şekilde tekrar merkeze dönüp yerel ürünler satan bir başka dükkandan (Niğdelioğulları) aldığımız ürünlerin ağırlığıyla eve ulaştık. Otobüsümüzün saati yaklaşmıştı. Valizimizi yüklendik ve bizi terminale götürecek taksiye yerleştik. Hoşça kal Niğde, bir daha ne zaman görüşürüz, görüşür müyüz bilmiyorum .

"Velhasıl bir garip adamım ki Niğde'de 
Ömrümüm otuzuncu, evimin beşinci katındayım 
Sormayın günlerimin nasıl geçtiğini 
Başka sefere anlatayım..."


Demiş Ümit Yaşar Oğuzcan, o anlatmak istememiş ama ben detayıyla anlattım. Umarım sıkılmadınız, yeni bir seyahate kadar kalın sağlıcakla...

2 yorum:

  1. Sıkılmak ne mümkün... Bir daha aynı yolları aynı hevesle yürüyeceğiniz nice güzel seyahatler dilerim yeniden <3

    YanıtlaSil