Bugün aylık angaryalardan birini daha yerine getirmek üzere kuaförün yolunu tuttum. Her daim sulanıp gübrelenen bereketli bir çayır gibi, olması gerekenden fazla uzayıp dibinden gelen natürelllerle aslını ifşa eden saçlarımı boyatmak için koltuğa oturdum. Kalfa saçlarıma kardığı boyayı sürüp beni suratına çorap geçirmiş bir banka soyguncusuna benzeterek başka bir müşteriye yöneldi, ben de yıkama zamanı gelene kadar ömrüm boyunca hayatıma karışmış kuaförler hakkında tefekküre daldım.
Kuaförde vakit geçirmeye bayılan biri hiç bir zaman olmadım, hatta uzun yıllar saç kestirmek dışında kapısından içeri bile girmedim diyebilirim. Bunda saçlarımın bir pırasa kadar düz olmasının ve tıpkı bir şampuan reklamının sloganındaki gibi "yıka ve çık" moduna uygun olmasının etkisi tartışılmaz. Çocukluğumda annemle birlikte giderdim kuaföre, annemin de benden çok farkı yoktu, özel günlerde "mizanpli", bazen de "ondüle" yaptırmak ve saç kestirmek dışında pek uğramazdı. En çok evimize yakın olan "Çinçi Kuaför"e takılırlardı komşularla. "Çinçi" bir kuaför ismi olarak hayli tuhaftı. Sanırım sahibi olan adama çocukluğunda takılan bir isimdi, aklımda öyle kalmış. En yakın komşumuz Şefika abla "Çinçi" adını bir türlü benimseyemez '"Çın Çın"a gittik' diye bahsederdi kuaförden. Annemin beni sürüyerek götürdüğü mecburiyet günlerinde onlar kafalarına dolma gibi yerleşmiş bigudilerle uzun bacaklı kurutma cihazlarının altında sıcaktan oflayıp puflarken benim oflayıp poflama nedenim sıkıntı olurdu. Sıcaktan etkilenmesin diye kulaklarına kapatılan istiridye benzeri kapaklar duyma güçlerini azalttığından seslerinin ne kadar yüksek çıktığının farkına varmaz, "Çinçiii, şunun ayarını biraz kıs, yandım" diye feryat ederlerdi. Makinenin altında oturana da, oturanları bekleyene de geçmek bilmezdi zaman. Muhtelif kuaförsel kokular arasında bakılmaktan incelip lime lime olmuş dergilerdeki saç modellerine bakar, ileride saçıma hangi modeli verdireceğim konusunda hayaller kurarak annemin ve komşu teyzelerin saçlarının kuş yuvası gibi kabartılıp spreyle betonlaştırılması işleminin bitmesini beklerdim sabırsızlıkla. Annem kabarttırdığı saçlarıyla gururlu eve döndüğümüzde babam ondaki değişikliğin farkına bile varmaz, annemi hayal kırıklığına uğratırdı. Ya da tam tersi, "Kaç para verdin bu saça, iki mislini vereyim de bozayım" diye dalga geçerdi.
Kimi zaman başka şehirlerde yaşayan akrabalarımızın düğünlerine giderdik. Halalarımdan birinin düğününde, yaşadıkları ilçede kuaför olmadığı için en yakındaki ilçeye topluca kuaföre gidilmişti. Arabada yeterli yer yoktu ve benim evde kalmam buyurulmuştu. Yer mi Anadolu çocuğu? Çılgınca ağlayıp, "ya ben de giderim, ya da annem de gitmez" diye ortalığı birbirine katmış, şerrimden bezen zavallı annem kuaförden falan caymış, benimle kalmıştı. Ekip saçları yapılmış döndüğünde gelinliğiyle arabadan inen halama bir heves koşturup fena halde terslenmiştim, "Anneni göndermedin, ben sana küsüm". Tekrar ağlasam mı diye bir süre düşünmüş, sonra caymıştım, ortalıkta ağlayan çoktu sonuçta, onları izlemek daha eğlenceliydi. İlçenin hem sinema, hem düğün salonu olarak kullanılan yegane mekanında gerçekleşen düğün sırasında halamla barışmış, hatta onunla dans edip fotoğraf bile çektirmiştim 😃
Yenimahalle'den taşındıktan sonra annem ya saçları hafiften ağarmaya başladığı için ya da süslü komşularının etkisiyle daha çok kuaföre gider olmuştu, benimse kuaför ziyaretlerim iyice dibe vurmuştu. Upuzun saçlarımı kurutmak için fön makinesine bile ihtiyaç duymuyor, yazsa güneş ışığında, kışsa soba başında hallediyordum. Çoğu zaman ucunun kırıklarını da becerikli bir arkadaşıma aldırıyordum. Yakınların düğünleri için sürüklenerek götürüldüğüm kuaförlerin saatlerce uğraşıp şekil verdikleri saçım daha eve gitmeden eski haline dönüyordu. Nişan günümde gittiğim şehrin en parlak kuaförlerinden biri, beni oryal dökülüp temizlenmemiş bir koltuğa oturtmuş, yeni diktiğim ve çok sevdiğim elbisemin sırt kısmının tamamen ağarmasına neden olmuş, kuaförlere karşı mesafemi arttırmıştı. Nikah günüm ise ülkenin enerji tasarrufu nedeniyle dönüşümle elektrik verilen zamanlarıra denk gelmişti ve işe bakın ki tam o saatlerde bulunduğumuz semtte elektrikler kesikti. Haliyle uzak bir semtteki kuaförden randevu alınmıştı. Tüm aksilikler üstüste gelmiş, gelinliğin fermuarı patlamış, civardaki terziden temin edilen iğne iplikle açıklık kapatılıp üzerindeki pelerinimsi parça ile kamufle edilmiş, gelinliğin altına giyilecek ayakkabılar unutulduğu için postallarla nikaha gidemeyeceğimden mecburen eve geri dönülmüş, nikah saatine yetişmek için sürat yapıldığından trafik polisi yolumuzu kesmiş, tam ceza kesecekken damada acıyıp vazgeçmişti. Saçım mı, o daha kuaförden çıkarken makûs talihine uğramış, eski haline geri dönmüştü 😃
İki yıl kaldığım Denizli'de tek bir kuaför salonu görmedim. Antalya'ya yerleştikten sonra kuaförlerle aramdaki buzlar erimeye başladı. Önce Almanya'daki kuaförlük macerasından kesin dönüş yapmış bir kadının küçük bir odayı andıran kuaförüne takıldım, ardından çok iyi bir kuaförken kumar merakı yüzünden sermayeyi kediye yükleyen bir adamın salonuna. Gerçekten memnun kaldığım ve uzun süre devam ettiğim kuaför ise kuaförlük dışında her işi yapıyordu neredeyse, saçınıza fön çekilmesi ya da kesim esnasında en az on kez telefona cevap veriyor, salonda yer alan birkaç kafeste cikcikleyen muhabbet kuşlarıyla cilveleşiyor, kapıya kiralık ya da satılık ev sormak için gelen kişilerle pazarlık yapıyor, bu esnada siz aynada yarım kalan saçlarınıza kederli gözlerle bakarak bekliyordunuz. Son olarak ense makinesiyle ensemdeki et beninin yarısını uçurunca kendisiyle vedalaştım.
Emlakçı-kuşçu-arasıra da kuaförden öteye geçemedim, kalfa gelip saçımın yıkanacağına söyledi. İyi ki söyledi, yoksa bu post uzayıp gidecekti. Kader bana daha ne kuaförler gösterdi ama onlar da bir başka yazının konusu olsun. Saçlarınıza gözünüz gibi bakınız efendim, rastgele kuaförlere emanet etmeyiniz, kalın sağlıcakla...