Sayfalar

17 Şubat 2019 Pazar

17 ŞUBAT (KIYAMAM, KIYAMAM SANA)

Şahane güneşli bir hava var dışarıda, galiba baharın soluğu ensemizde. Bademler çiçek açtı bile, tatlılar beyaz, acılar pembe. Pembenin acının rengi olması tuhaf. Bizim sokakta iki tane vardı eskiden, baharın nabzını onunla ölçerdim, ikisi de inşaat kurbanı oldu. Bina yaparken ağaç kesmeden olmuyor mu acaba? Az ilerimizde küçük bir meydana açılan bir sokak vardı. Civarda en sevdiğim sokaktı. Çoğu bahçeli, 4 katlı evler sıralanırdı iki yanında. Çoğunlukla limon, portakal, mandalina ağaçları süslerdi bahçeleri ve baharda oradan geçmek bir şenlikti. Kokudan mestolurdu insan. Bir başka bahçedeki önceleri ne olduğunu keşfedemediğim, sonra avokado olduğun öğrendiğim ağaç çiçeklendiğinde altında durup uzun süre incelerdim. Pembe bir begonvilin neredeyse uç noktasına kadar tırmandığı selvi, baharda pıtırak gibi çiçek açan erik ağacı, birkaç tane yenidünya ve yaz akşamüstleri fazla maruz kalınırsa baş ağrıtan, ıhlamurumsu kokulu melisalar yine bu sokağın sakinleri arasındaydılar. Oradan geçmeye bayılırdım. Sonra inşaat çılgınlığı başladı, kentsel dönüşüm merkezi adı altında müteahhitlik büroları açıldı. Oysa yasal bir zorunluluk yoktu bu semtler için, tamamen keyfi. Rantsal dönüşüm kentsele evrilerek tırpanlamaya başladı o güzelim evleri, bahçeleri. Şimdi içim acıyor o sokaktan geçerken, evler yıkılmış, bahçeler yokolmuş, ağaçları ara ki bulasın. 8-10 katlı çirkin apartmanlar beton dökülmüş minicik bahçelerde ağaç yerine göğe yükseliyor. Kimisi halen yapılmamış, çamur içinde boş arsalar, sokak büyüsünü yitirmiş, sıradan çirkin bir yola dönüşmüş. Mümkün olduğu kadar yolumu düşürmemeye çalışsam da mecburi geçişlerin her seferinde bilinçsizce ilkokulda öğrendiğim bir şarkı dilime takılıyor:

"Şimdi kuru ve çıplak, ıssız kalan her bahçe
Yere düşen şu yaprak rüzgârlara eğlence"

Sözü fazla uzattım, temizlik var bugün evde, perdeler yıkanıp asıldı bile. Geçenki şiddetli doluda pencerelerden giren su perdelerin de canına okumuştu, şimdi güneşle parıldıyorlar, baktıkça keyfim yerine geldi. Temizliği seviyorum, kendim yapmadığım sürece 😃 Az evvel yeni bir deyiş öğrendim kuzenimden, tam bana göre: "Dandini kişten, kurtuldum işten" 😃

Gelelim meydan okumaya, bakalım bugünkü konumuz neymiş:

17. Takıntı denmez belki ama, bazı eşyalara takılırız eskise de hep onları kullanırız ya, var mı senin de böyle takılıp kaldıkların ?

Olmaz mı, hem de pek çok. Mesela evlenirken alınmış bir battaniyem var, bir türlü vazgeçemem. Üstüne yepisyeni nice battaniyeler edindim ama hepsi dolap beklemeye mahkum oldu. İlle de benim kocaman, yumuşak tüylü, kahveli-bejli battaniyem. 

Yine bir bornozum var. Bana gelmesi hoş bir nedene dayalı olan. Üniversitede öğrenci iken bir gün otobüste bir tanıdığımızın ortaokula giden oğluna rastladım. Ordan burdan konuşurken derslerini sordum. Hepsinin iyi olduğunu ama Almanca'yı bir türlü beceremediğini söyledi. O anda ağzımdan "Gel ben seni çalıştırayım" diye öylesine bir söz çıktı. Ciddiye alacağını hiç düşünmemiştim. O hafta sonu annesiyle kapıda bitti, "Almanca çalışmaya geldim" diye. Çaresiz başladık çalışmaya. 2 yıl sürdü ve ben mi iyi öğrettim, o mu anlamaya istekliydi bilmiyorum hep yüksek notlar aldı. Ve sonradan inanmayacaksınız belki ama Alman Filolojisi'ni bitirdi. Bunlar ailecek esnaftı. Anne-babanın büyük bir işhanında, çeyizlik eşya, iç çamaşırı vs satan bir dükkanları vardı. İşte ders verdiğim sırada-tabii ki kamu yararına veriyorum dersi, para falan yok-annem bu dükkana hal-hatır sormak ya da belki bir şey almak için uğramış. Konu gündeme gelmiş, dersin ne kadar yararlı olduğundan söz açılmış ve ısrar kıyamet derse karşılık dükkandan bir şey alması istenmiş. Annem o gün elinde turkuaz rengi bir bornoz ve takım havlusu ile geldi. "Bu ne?" dedim, anlattı. Gülüp geçtim tabii, henüz üniversite öğrencisiyim, unuttum gitti. Annem her zamanki çeyiz merakı ile sandığa konuşlandırmış. Evlenirken o bornoz benimle geldi ve hala benimle. Bir yerde alnımın teriyle kazandığım ilk eşya bile denebilir 😃 Havlusu dışında cebinin kenarındaki küçük yırtığı saymazsak hala taş gibi üstelik. Vazgeçemediğim eşyalardan biridir o da. 

Ve annemin evinden toplayıp getirdiğim lacivert pyrex tabaklarım. Pyrexin ilk çıktığı yıllarda dayım yurtdışından getirmişti. Yıllarca annem kullandı, bir yaz tatilinde kendi evime taşıdım. Hala kullanıyorum, bana anne-baba evi kokusu getiriyor. 

Dizleri bollaşmış rahat ötesi eşofman altlarını, anneannemden kalma yeşil örgü yeleği, annemden kaptığım kareli cepkeni de tüm eskimişliklerine rağmen kıyıp atamıyorum. Yelek anneannemin, dayımın anneme hediye ettiği cepken ise hem annemin, hem dayımın kokularını taşıyormuş gibi geliyor. Halbuki defalarca yıkanda ama işte...


Battaniye dedik madem, işte bir battaniye sevdalısı: Snoopy'nin Peanuts çetesinden Linus Van Pelt. Bu konuya ancak Linus yakışırdı 😍

5 yorum:

  1. benim de rahmetli babamın bekarlık yorganı hala durur.

    YanıtlaSil
  2. Battaniye ve yastık takıntısı bende de var :)... Emeğinize sağlık ... Selam ve Dua ile ...

    YanıtlaSil
  3. Anısı olan eşyaları saklamak, baktıkça anımsamak ne güzel yada kullanmak :)

    YanıtlaSil
  4. Bu yaşanmışlıkları okumak, iyi bir yemek yemek gibiydi. Üstüne Linus da şööle bol köpüklü Türk kahvesi.

    YanıtlaSil
  5. Bebeklik kıyafetlerim durur mesela benim. Hastalık kurtulamıyorum. Kızımınkilerin çoğunu verdim sadece bir kaçını sakladım. Sürekli aynı eşyayı elinin altında olması demek , hatıraların devamı demek. geçmişe bağlayan bir şeyler var demek. Ne kadar doğru bilemiyorum, ama bana iyi geliyor.

    YanıtlaSil