Sayfalar

27 Eylül 2018 Perşembe

ES-ES (YA DA YENİ BİR BACISAL SEYAHAT ETKİNLİĞİ)

Dün sabah erkenden, yazdığı dizi senaryosunun bazı çekimleri Eskişehir'de yapılan eniştenin peşine takılıp ailecek YHT'ye attık kendimizi. Hava daha evden dışarı çıktığımızda kendini belli etmişti esasen ama gün ilerledikçe bir nebze de olsa ısınacağını düşünmüştük, çok iyi niyetliymişiz, Eskişehir soğuğu diye bir olguyu hesaba katmamışız :) Yüksek hızlı trenleri seviyorum, rahat, çabuk ve temiz, sayelerinde günübirlik şehirlerarası seyahat yapma imkanı buluyoruz birkaç yıldır. Kaç kez Eskişehir'e gittim unuttum doğrusu, Konya, İstanbul, Bursa'yı da dahil edebilirim Eskişehir sıklığında olmasa da. Nitekim 1,5 saat sonra Eskişehir garında idik. Bizi şık bir ayaz karşıladı, kendimizi "Ayrık Otu" isimli cafeye atıp çay içerek ayıldık :) Hava öyle serindi ki cafenin üstü ve etrafı kapalı bahçesinde bile üşüyüp içeri girdik. Pek hoş bir mekan idi, özellikle duvar resimlerine ve hemen altındaki masaya oturduğumuz Jeanne Moreau ve Yves Montand'ın kocaman seramik tablosuna bayıldım. Ben çay içtim, bildiğimiz çaydı ama kızkardeş gelen filtre kahveyi çok beğendi. Eskişehir'e yolu düşeceklere önerilir:



Sonrasında senaristimizi sette bırakıp biz şehri turlamak üzere yola düştük. Düştük düşmesine de Ankara'yı yazlık mekan olarak kullanan biz haliyle kışlık giysilerimizi yanımıza almadığımız için bir miktar ince kaldık. Böyle durumlarda sık başvurduğumuz çözüm olarak civarda bir LCW aradık. Bu amaçla girdiğimiz uçmaya niyetli AVM'yi mesken tutmamıştı kara gün dostu mağazamız. Vitrininde "Son İndirim", "Damping" benzeri çeldirici afişler olan ve hesaplı bir yere benzeyen bir dükkana daldık-sorsanız adını bile hatırlamıyorum şimdi-bulduğumuz en ehven kazaklarla zırhlanıp kaldığımız yerden şehri gezmeye devam ettik. Benim zırhım parlament mavisiydi, kocanınki siyah. Kızkardeş zaten kış ortamına uygun giyindiği için onun yedeklenmeye ihtiyacı olmadı :) 

İlk olarak daha önceki gelişlerimde uğrama fırsatı bulamadığım Kentpark'a gitmeye karar verdik. Tabii bir ön hazırlık çalışması gerekliydi, önce tramvay bileti alabileceğimiz bir büfe, sonra da tramvay durağını bulduk. Çok geçmeden gelen tramvaya yerleştik. Oturacak yer de bulunca hem ısındık, hem dinlendik. "Otogar" son duraktı, karşısında da "Kentpark", sonbahar yapraklarının döküldüğü atkestaneli bir çimenlikten geçerek girdik Kentpark'a. Bir adet atkestanesi çantama yerleşti haliyle:


Sonbahar yapraklarının üstünde ayaklarımızın izini de bıraktık ki tekrar gelelim ama mümkünse daha sıcak bir havada. Bu arada en çirkin benim ayakkabım çıkmış, bak şimdi, üzüldüm :))))


Kentpark'ın kapısını gören Buckhingam Sarayı'na giriyorum sanacak :)


Park pek hoş, pek yeşil ve pek ıssızdı. Rüzgar meydanı boş bulmuş ağaçlıklı yollarda ahenkle dans ediyordu:


Tabanı maviye boyanıp deniz hissi verilmiş plajımsı sezon bitince kaderine terkedilmiş, şezlonglar bomboş ve mahzun, şemsiyeler ağlamaklıydı (amma salladım) :)))


Daha önce bize önerilmiş ve burada olduğunu düşündüğümüz restoran ne yazık ki başka bir yerdeymiş, Kırımlıların çibörek evini önerseler de bu aralar ete şarbon alerjimiz olduğu için şehre dönüp karnımızı orada doyurmaya karar verdik. 



Bizi uğurlamak için saygıyla önümüzde eğilen hanım kızımıza veda edip tramvay durağına doğru yollandık. 

Odunpazarı civarında indik tramvaydan, geçen gelişlerimizden birinde yemek yiyip memnun kaldığımız "Arzu'nun Yeri"nde karnımızı doyurmaya karar verdik. Yolüstü girdiğimiz hediyelik eşyacıda bize zorla lületaşı kolye satmaya çalışan hafif üşütük satıcıdan paçayı zor kurtarıp Arzu'nun mekanındaki kilim desenli sedirlere kurulduk. Toyga çorbası ve mercimekli, cevizli mantı sipariş ettik. Sonra da bu kadar yoğurtlu taamı yedikten sonra "umarız uyumayız" diyerek Odunpazarı'nın dördüncü kere keşfe çıktık. 


Simit almak için tavsiye edilen fırına gittik önce, Ankara simidi gibi bol susamlı ve çıtır olmasa da yöresel simit merakımızı gidermek için birkaç tane edindik:



Sözkonusu fırın, içeriden ve dışarıdan

Elimizde simit, midemizde yoğurtlu hamur birkaç tur attık Odunpazarı sokaklarında. Bir cam atölyesinden minik cam kolyeler, küçük bir fırından "Talkan kurabiyesi" denen leblebi unundan yapılma kurabiyeler aldık. Ben yerken ıslık çalmayı denedim ama başaramadım :))))


Bunlar vitrin dışı Odunpazarı evleri, restorasyona girmemiş doğal halleriyle yaşamlarını sürdürüyorlar.


Bu arkadaşımız da "Yıkılmadım ayaktayım" türküsüne konu olmuş olabilir :)


Ve dalında kurumuş üzümleri, sararmış yapraklarıyla duvardan sarkan bu asma "Sonbahar geldi ey gafiller, haberiniz ola" diyor.

Odunpazarı'nda yeteri kadar dolaştığımızı düşünerek Köprübaşı ve Adalar'a doğru kırdık rotayı. Bu kez daha önce geçmediğimiz Hamamyolu'nu seçtik yürümek için, hayli kalabalık, yer yer eski ve güzel binalara rastlanan, yeni elden geçirilmiş, araç trafiğine kapalı bir yol burası:



Şekilde görüldüğü gibi bazı dazlak kafaların eşlik ettiği renkli ve hoş binalar göze çarpmakta :)


Ve dünyanın en hüzünlü, en bıkkın görünümlü yelekleri :))

Sonunda Porsuk kıyısına ulaştık ve fena halde yorulduk, dinlenmeye ve sıcak bir şeyler içmeye ihtiyacımız var:



Hep adını duyduğum "Adımlar Kitap-Cafe"de alıyoruz soluğu. Kitap görüntüsü ve kahve kokusu, süper ikili. Gondollu Porsuk çayı manzarası da ekstrası:

 
"Akasya 13" numaralı masaya oturuyor ve menüdeki "Sultan Çayı"nı ısmarlıyoruz, içinde benden başka her şey var, adeta bir baharatçı dükkanı. Fincan gelince içine parmağımı batırıp kendimi de dahil ediyor ve bünyeye yolluyorum. "Oh!", gerçekten pek güzelmiş, tam bu soğuk havaların içeceği:


"Ee, Leylak hanım, buraya oturmaya mı geldiniz? Hani kitaplar?". Hayali piyanist şantörün uyarısı üzerine fincanım boşalınca içeriye girip kitabevini dolaşıyoruz kızkardeşle. Adetim olduğu üzere (her gittiğin şehirden bir kitap) bir kitap alıyorum kendime, Metis Yayınları'ndan yeni çıkan Eduardo Berti'nin "Yabancı Bir Baba"sını. İki ayraç, bir de magnetle alışverişimi tamamlıyor, bu defa kahve içmek için tekrar dışarı çıkıyorum. 


Kahvem bittiğinde beni bir sürpriz bekliyor. Sultan çayını instagrama koymuştum içerken, blogdan tanıyıp sanal alemde ahbap olduğum ama hiç görüşmediğim sevgili Eda giriyor kapıdan içeri. Yerimi instagramdan saptamış ve koşup gelmiş sağolsun. Bağırış çığırış kucaklaşıyoruz. Trenimizin hareket saatine kadar sohbet ediyor ve tekrar görüşmek dilekleriyle ayrılıyoruz. 

İstasyonda kızkardeşin eşiyle buluşuyor, trene yerleşiyoruz. Arkamızda bir adam oturuyor, az sonra bir başka adam gelip "Burası 4. vagon mu?" diye soruyor diğerine. Gayet kendinden emin "Hayır"ı basıyor arkamızdaki, oysa burası 4. vagon gerçekten. Adam gidiyor fakat uyarmak gereği duyuyoruz vagon numarası hakkında, "Yaa, hay Allah" diyerek kalkıp gidiyor. Çok geçmeden vagon numarasını soran kulaklarından ateşler çıkararak ve küfrederek gelip berikinin boşalttığı yere oturuyor. Neredeyse on dakika süreyle basıyor kalayı kendini yanıltan adama, en kibar sözcüğü "Öküz" diyeyim siz anlayın gerisini :)))

Sonuçta başka bir vukuatla karşılaşmadan, kitabımı okuyarak Ankara'ya ulaşıyoruz. Eryaman'a geldiğimizde kitabın son cümlesi de sona ediyor, gayet senkronize bir okuma oluyor böylece.

Efendim, diyorum ki yeni seyahatlerde buluşmak dileğiyle kalın sağlıcakla...

20 Eylül 2018 Perşembe

YENİLER-ESKİLER

Cevriye ile şu aralar ilişkimiz hem var, hem yok gibi. Kendisini fazla dürtüklemez, aşırı yormazsan sindiği köşede sessizce oturuyor, arada bir, özellikle geceleri "Ben buradayım, bir yere gitmedim ha!" diye dürtmüyor değil ama idare ediyoruz artık. Lakin dün gece Cevriye'yi kıskanan Adviye (kendisi kronik kolik ağrım olur) "Tam mevsimidir" diyerek çıktı geldi. Sabaha kadar hem beni, hem Cevriye'yi taciz ederek yerleşmeye çabaladı. Öyle zorladı ki ortamı uyumak mümkün değil, "Hep mi Cevriye, biraz da Adviye" diyerek sabahı buldurdu bana. Yetmezmiş gibi 15 gün önce arkadaşın bahçesinde üstüne bastığım atkestanesi kabuğunun topuğumu mesken edinmiş dikenlerinden biri de "Ben buradayım, hu huu!" demesin mi? Oysa hepsini çıkardım sanıyordum, meğer minicik bir tanesi gözümden kaçmış. Bakmayın boyuna bosuna, nasıl bir acı veriyor anlatamam. Bir yandan Adviye, bir yandan topuktaki diken, arada bir hallenen Cevriye deli olmak işten değil. Gece vakti, ulaşılamayan bir bölgedeki, üstelik toz zerresi görünümündeki bir kıymığı çıkarmak mümkün olmayacağına göre tek yapabildiğim yumuşatsın diye topuğuma kantaron yağı sürüp sabahı beklemek oldu. Ey mübarek atkestanesi, oysa seninle nasıl şahane bir geçmişimiz, nasıl güzel bir ilişkimiz vardı, daha minik bir bebekken evi vuran sel baskınından annemle birlikte senin dallarına çıkarak kurtulmadık mı? Bir nevi canımı kurtaransın. Öylesine severim seni ama seviyorum diye gelip de topuğumun derinliklerine bir parçanı yerleştirmen mi lazımdı yani, Hannibal miyim ben sevdiğimi gövdeye indireyim. Nitekim sabah kocamın cerrahlığında, ucu ateşte yakılıp sterilize edilmiş bir yorgan iğnesi ve cımbız marifetiyle ayırdık bünyeden. Öyle minikti ki neredeyse göremeyecektik ama verdiği acı boyuyla gerçek anlamda ters orantılı idi. Bu duruma biraz üzülmüş ve hissikablelvuku yardımıyla zihnine girmiş olacak ki öğleden sonra buluştuğum arkadaşım dizime iyi gelir diye atkestanesi jeli getirdi. Yani kaçarı yok, bir şekilde bünyeye dahil olacak sebeb-i hayatım :)

Ankara'daki günlerimiz yavaş yavaş tükeniyor, Antalya yolları ufukta görünse de bu yıl kaderde film festivalini kaçırmak varmış. Neden bu kadar erkene almışlar anlamadım ama kısmet değilmiş. Zaten ulusal yarışma kalktığından beri eski tadı da kalmamıştı diyerek avunayım bari :)

Hiçbir zaman kışlık hazırlayan biri olmadım, ne dipfriz doldurmak, ne domates kaynatmak, ne turşu kurmak alışkanlıklarım arasına girmedi. Tek yaptığım nane kurutmak, o da dışarda satılanlara güvenmediğim için, ha bir de zamanı geldiğinde zeytin yaparız ki o da kocamın ilgi alanına girer. İşi tembelliğe vurunca destek atan çok oluyor sağolsunlar; sarmalık yaprağım arkadaştan, eş-dosttan, turşularım yiğenlerden, tarhanam görümceden derken kış geçip gidiyor zaten. Sebzeye gelince, yemiyorum ki yaz gelene kadar özleyeyim fasulyeyi, bamyayı, patlıcanı. Barbunya dersen al kurusunu pişir. Ne yorulacağım yahu, aşure bile yapmayacağım bu sene, zira yaparsam hepsini kendim yiyorum :) Aşure demişken bu sabah instagramdan biri hatırlattı, 6 yıl önce daha hamaratmışım, aşure yapmış, yapmakla kalmamış bir de masalını yazmışım. Şuraya bırakayım da okumayan varsa okusun, zira unutmuşum ne kadar güzel yazdığımı (övündü :).


"Bir varmış, bir yokmuş, bir değil birçok ülkede komşu tarlalarda büyüyen buğdaylar, nohutlar, fasulyeler varmış. Birbirlerine uzaktan uzağa bakar iç geçirirlermiş. Sonra bir gün içlerinden en görmüş geçirmişi olan buğday komşularına seslenmiş: "Bre kardeşler, şu uçsuz bucaksız tarlalarda, bahçelerde yıllardır rüzgarın müziğiyle kendi başımıza danseder dururuz, neden biraraya gelip de bir etkinlik yapmıyoruz?" "Makul" demiş nohut, "Takla atma yarışması yapalım", kısa boyu, tombul gövdesiyle yuvarlanarak. "Boşver sportif faaliyeti" demiş buğday, "yemeli, içmeli birşeyler olsun". "Altın günü yapalım" demiş içlerinde en evcimen olan fasulye, sırtını kamburlaştırıp göbeğini içeriye çekerek. Kısa bir an düşünmüşler buğdayla nohut, "İyi fikir, başka arkadaşlar da buluruz bize katılacak, yapalım yapalım" diye çığrınmışlar. Hemen organizasyon yapılıp tertip komitesi seçilmiş. Buğday başkan, fasulye başkan yardımcısı, nohut da yazman olmuş. Etkinlik mekanı olarak kalaylı, büyük boy bir bakır tencere seçilmiş. Zaman olarak da yılda bir gün tesbit edilmiş ama eğer canları isterlerse arada bir yine toplanmaya karar vermişler. Altın son günlerde çok pahalandığı için herkesin şık bir porselen kase getirmesi şart koşulmuş ve sıra gelmiş etkinliğe katılacak başka arkadaşlar bulmaya. Buğday demiş ki: "Şu ilerideki sulak arazide benim uzaktan bir akrabam ikamet ediyor, asıl sülalesi Uzak Doğu'da ama göç yoluyla buraya da gelmişler, pirinç diyoruz aile arasında biz onlara. Kalabalık katılamazlarsa da küçük bir grup olarak dahil olurlar aramıza. Nitekim pirinç sevinerek kabul etmiş bu daveti ve demiş ki, "ben sulak mekanlara alışkınım, etkinliğimiz de sulu bir yerde olsun". Diğerleri de uygun bulunca Altın gününü bakır tencerenin içine su doldurarak bir nevi havuz içerisinde yapmaya karar vermişler. Ardından da "Altın günümüze katılacak yeni dostlar aranıyor" diye yerel gazetelere ilan, yerel TV'lere reklam vermişler. Başvurular gelene kadar da havuz sefası yapmaya karar verip tencereye dalmışlar. Onlar suyun içinde şişedursun bu durum şeker pancarının kulağına gitmiş, "Ben de katılmak isterim, tatlı yiyelim-tatlı konuşalım" diyerek gruba dahil olmuş. Buğday, nohut, fasulye, şeker bir muhabbet içinde hemhal olurken ardarda konuklar kapıya dizilmiş. Kayısı ağaçtan atlamış, üzüm asmadan zıplamış, incir "ben de varım" demiş, portakal bile "benim neyim eksik, yer açın dostlar" diyerek kabuğuyla dalmış havuza yani tencereye. Karışmışlar, kaynaşmışlar, fokur fokur kaynamışlar, kakır kakır gülmüşler, bir muhabbet bir muhabbet. Derken kuru ahali görünmüş Altın Günü kıvamını bulduğunda, ceviz önde fındık arkada, fıstık en sonda serilmişler muhabbetin orta yerine. Ardından nefes nefese susam yetişmiş, eteğine hindistan cevizi yapışmış, dolmalık fıstık "beni de alın aranıza" diye seslenmiş. Nar durur mu, hasetinden çatlamış, tencereye atlamış. Rüzgar esmiş, toz bulutu gibi bir tarçın bulutu getirip Altın gününü yaldızlamış. Sonra Dedem Korkut görünmüş, boy boylamış soy soylamış, görelim ne soylamış: Ey katılımcılar, görürüm ki biraraya gelmiş, karışmış kaynaşmış bir güzel lezzet çıkarmışsınız ortaya. Adınız "Aşure", ömrünüz uzun olsun, bir yiyen bir daha yesin, biraraya getirenlere "eline sağlık" desin" demiş ve eteklerini savururak yürümüş gitmiş. Bu masal da burada bitmiş. Gökten üç tas aşure düşmüş; biri pişirene, biri komşulara, biri de sabırla okuyan sizlere..."

Bu arada, Çatlak Zemin isimli internet sitesinde Ayten Kaya ile "Mutfağın Hatıra Defteri" hakkında yaptığımız bir söyleşi yayınlandı. Okumak isteyen olursa linki aşağıda:


13 Eylül 2018 Perşembe

YEMEKLER-ŞARKILAR-KİTAPLAR

Sabahın köründe panikle uyandım, havaalanına ulaştırılması gereken biri vardı ve telefonun alarmı çalmadı. İç saatime kurban olayım, digital out, manual in 😀 Neyse yolcuyu geciktirmedik ama bir daha uyku tutmadı, zaten gece boyu yatakla düello etmiş ve sabaha karşı ancak sızmayı başarmıştım, kısacası yine uykusuzum. Yataktan o saatte kalkınca yemek yapmaya karar verdim. Hava netameli görünüyordu, yağacak gibiydi, gri bulutlar yığılmıştı gökyüzüne. Ben mutfaktayken şöyle bir serpip geçmiş, şimdi günlük güneşlik. 

Menü olarak zeytinyağlı barbunya, şehriyeli pilav ve imambayıldı belirledim. Malum şarbon var, etten uzak duruyoruz. Ayrıca her zaman üç çeşit yemek yapmam, yarın işim çok, o yüzden elim değmişken mevcut sebzeler tencereye girsin dedim. Patlıcanları yıkayıp soymaya başladım ve birinin tadına baktım, acı. O zaman ne yapacağız, tuzlu suda bekleteceğiz. Kendilerine Beşiktaş forması giydirip toksinlerini atsınlar diye havuza yolladım, paltolarını çıkarmış barbunyalara duş aldırdım, acıklı bir şeyler düşünerek soğan doğradım ki gözyaşlarım boşa gitmesin, sarmısak soydum, düdüklü tencereye koydum, ben bir yemek uydurdum, duma duma dum, kırmızı mum. Sonra pilava giriştim, şehriyeleri sıvı yağda kavururken yağ gözüme çok az göründü, biraz daha ekleyim dedim. Yağ şişesi yerine bulaşık deterjanı şişesini elime aldım ve ne yaptığımı ancak yağ yeşerince anladım. Hayatımın ilk Kurbağa marka, aloe vera deterjanlı pirinç pilavı deneyimini başlamadan sonlandırdım. Deterjanlı yağda kavrulmuş şehriyeleri bir poşete döktüm, dökerken sıcaklığını hesaplamadığım için poşet delindi ve şehriyeler mutfak zeminine yayıldı. Valla sinirlenmedim, sadece "Kendim ettim kendim buldum, gül gibi sararıp soldum, eyvah eyvah" türküsünü çığırmaya başladım. Yerleri sildim, tekrar yağ koyup pilavı bu kez-kesin bilgi-deterjansız hallettim ve kimselere duyurmadan, kendi kulağıma eğilip "çaktırma ama galiba yaşlanıyorsun" dedim, sonra kendi kendimi tokatlayıp "Hadi ordan densiz!" diye çıkıştım. Bahaneyi uykusuzluğa ve henüz kahvaltı yapmamış olmama buldum, patlıcanlara "siz biraz daha yüzün" dedim ve kahvaltı tepsimi alıp bilgisayarın başına geçerek bir süre internette gezindim. Ardından 5 el "Toyblast" oynadım, 3 gündür geçemediğim aşamayı hala geçemeyince tableti kapatıp mutfağa geri döndüm. Sudan çıkardığım patlıcanları fırçayla yağlayıp tepsiye dizdim ve havuzdan sonra sauna uyar diyerek fırına gönderdim. Sebzelere spa hizmeti veren muallimelikten tekaüt fedakar bir ev kadınıyım. Zaten Meddiha Şenşen de o evlere şenlik şarkısını benden ilham alarak yazmıştı: "Aydın bir Türk kadınıyım".

Bu arada imamı bayıltan lezzetteki iç harcı da ocakta birbiriyle hemhal olmuş, patlıcanların ağuşuna yerleşmek üzere bekliyordu. Sauna faslı bitene kadar makineye çamaşır attım, sonra da harcı, imambayıldı olmak üzere karnıyarık formunda fırınlanmış patlıcanların göbeğine doldurdum, biraz su, süslemek için domates dilimi, yallah tekrar fırına. Oh! Yemek derdi bitti. Çamaşırlar da yıkandığına göre günün geri kalan kısmı keyfime keder 😋

Bugün size dün bir akşam boyunca okuyup bitirdiğim kitaptan bahsedeceğim, Tülay German'ın özyaşamöyküsü olan "Düşmemiş Bir Uçağın Kara Kutusu"ndan:


Tülay German'ı çok yeni nesil dışında herkes bilir diye düşünüyorum. Bizim kuşak, hatta bizden bir önceki kuşak ise çok daha iyi bilir. Ben O'nu ilk mısraını hayli uzatarak söylediği "Burçak Tarlası" adlı şarkısı, daha doğrusu türküsü ile tanımıştım. Tok ve şahane bir ses "Sabahtan kalkım kiii ezaan sesi vaaaaaaar" diye giriyordu melodiye. İlkokuldaydım ve Tülay German adı çığ gibi büyümekteydi memlekette:


Yıllarca bu şarkı hep onun adıyla anıldı. Dün okuduğum kitapta ise sözlerinin zorunluluktan değiştirildiği yazıyordu. German sahnede başka, plakta başka kullanıyordu şarkı sözlerini sansür nedeniyle. Türkünün hikayesi şöyle imiş: Şehirli bir kız köyden bir gence aşık olur ve evlenip onun köyüne yerleşir, lakin evlendiği gün zaptiyeler gelip eşini askere alırlar. Zavallı kızcağız baba ocağından, eşinden ve alıştığı düzenden ayrı düşmüş, köyde kaynananın yanında, tarlada burçak yolmaya başlamış, hayatından bezmiştir. Üstüne üstlük köyün ağası da taze geline göz koymuştur. "Aman da kızlar ne zor imiş burçak yolması/Burçak tarlasında yar yar gelin olması" şikayeti bundandır. "Bakın şu adamın kaç tarlası var" diye söylenen mısranın esası ise ağayı kastederek "Bakın şu deyyusun kaç tarlası var" şeklindedir. Lakin plağa alınırken sansür nedeniyle "deyyus" adam olarak, kocayı askere alan zaptiyeye edilen beddua da "zaptiye"den "kaynana" olarak değiştirilmiş, "İlahi kaynana, ömrün tükene" olmuş. Tülay German sahnede şarkıyı plağa okuduğu şekliyle değil "deyyus" ve "zaptiye" sözcüklerini kullanarak söylerken bir gece adamın biri tabanca çekip "Bu orospunun yüzünden tarlalarımız elimizden gidecek" diye bas bas bağırarak sahneye yürümüş. Adamın elinden tabancayı o sırada gece klübünde olan Kadir Has almış.

Tülay German 4 yaşında "Gurbet elde kimsesizim, buna sebep yar oldu" şarkısını hatasız söyleyerek müzik hayatına ilk amatör adımını atmış, sonra da bir daha müzik hayatından kopmamış. Hayatına giren en önemli insan ise 30 yıllık hayat arkadaşı Erdem Buri. Türkiye'de zirveye yükseldiği yıllarda Erdem Buri'yle birlikte Fransa'ya yerleşmiş ve orada da ünlenerek sahne hayatını 1997'de sonlandırana kadarpek çok plak doldurup konserler vermiş. Erdem Buri Tülay'ın hayatında çok önemli bir yere sahip, bu kitap da biraz ona adanmış zaten. Aşağıdaki fotoğrafta Tülay German, Erdem Buri ve ona "Tract" adlı elektronik müzik albümünü yapan İlhan Mimaroğlu birlikteler:


Çok renkli bir yaşamı olmuş Tülay German'ın, kitabı zevkle okudum ve okurken de en sevdiğim şarkılarını dinledim; "Burçak Tarlası", "Kumbaya", "Ave Maria", "Kızılcıklar Oldu mu?".

1935 doğumlu sanatçı halen hayatta, kalan ömrü sağlıklı olsun, kitabı okursanız seveceksiniz:


Fotoğraflar: Buradan

3 Eylül 2018 Pazartesi

AĞUSTOS OKUMALARI

Şaka maka yazı yolcu etmek üzereyiz, Ağuştos'u da selametledik diyeceğim ama o bizi pek selametlemedi. Dolarlar, eurolar zıpladı, kriz kapıya dayandı, yetmedi şarbon telaşı sardı. Dur bakalım Eylül ne sürprizler sunacak, Egeli lehçesiyle "Yetti gaari!" diyor ve Ağustos kitaplarına geçiyorum. Bu ay 10 tam, bir yarım kitap okumuşum ama bence 15 kitabı bedel, zira 3 adet tuğla vardı okuduklarım arasında.


-İşte tuğlalardan ilki, çok sevdiğim ve okumakta nedense bugünlere kadar geciktiğim Bulgakov'un pek şükela eseri "Usta ve Margarita". T. İş Bankası Kültür Yayınları tüm kitaplarını, hem de pek hoş kapaklarla basmış, ben de denk geldikçe okuyorum. Külliyatı tamamlamama bir ya da iki kitap kaldı yanılmıyorsam. "Usta ve Margarita"ya gelince; Moskova'ya inen şeytan ve maiyetinin maceralarının yanısıra Usta ve Margarita'nın aşkını, eski Kudüs'te vali Pontius Platus'un yaşadıklarını "bu kadar da olmaz, bu nasıl hayalgücü doktor?" düşüncesiyle okumak çok keyifliydi. Alttan alttan gelen keskin Sovyet hicvi ise ayrı bir mevzuydu tabii ki. Gerçi son sayfalara doğru Woland ve avanesinin marifetlerinden bezip "eh, artık yeter" dediysem de onu da kitabın tuğlalığına verin. Bence okumadan ölünmeyecekler arasında...


-"Oya Baydar hakkında bilmediğim bir şey kalmış mıydı?" diye düşündüm kitabı alırken ama nehir söyleşi okumanın cazibesi baskın geldi. Dürüst, samimi ve sıcak bir söyleşi olmuş "Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk", Ebru Çapa iyi iş çıkarmış, tabii çıkarana değil çıkartana da bakmak lazım :) Zorlu bir yaşam karşısında dik duruşu satır satır hissediyorsunuz okurken. Son kitabı "Yolun Sonundaki Ev"in de izini sürüyorsunuz ayrıca. Zaten Oya Baydar'ın külliyatını ve hakkında yazılanları okuyanlar o kitapta O'ndan çok şey bulmuşlardır. Romana konu olan mor salkımlı ev yazarın şu anda oturduğu evmiş.Oya Baydar sevenlerin kesinlikle beğeneceği bir kitap, okumadan geçmeyin...


-Tuğlaların arasına bir polisiye arası verip kafayı dağıtmaktı amacım ama vermesem de olurmuş. "Mina" açık ara bu ayın en tatsız okuması oldu. Kitaptaki aynı avukatın isminin Fatih'le başlayıp Fırat'a, oradan Adnan'a ve sonra tekrar Fatih'e evrilmesi ilginç bir durumdu. Yazar farkında değildi belki ama okur farkında, ben ettim, siz etmeyin...

   
-"Doğal Roman"a roman demek ne kadar doğru bilemeyeceğim, eğlenceli ve düşündürücü metinlerden oluşmuş bir kitap. Tuvaletler, sinekler, kediler, bitkiler, gündelik hayatın sıradan detayları, kısacası adı gibi "Doğal" bir kitap ve çok keyifli. Okuyunuz...


-Çocukluğumun ve ilkgençliğimin (benim kuşağım iyi tanır) en popüler gazetecisi Mete Akyol'u okumak hoş oldu, yakın tarihe geri döndüm. İsmet İnönü'lü, Ecevit'li, Cevdet Sunay'lı zamanları, Kıbrıs Çıkarmasını yeniden yaşadım, bazı anılar oldukça eğlenceliydi. Tek kanallı, siyah-beyaz TV zamanlarının ekranına bakıyor gibi oldum, Nostalji sevenlerdenseniz "Bir Başkadır Benim Mesleğim"i seveceksiniz.


-Yapı Kredi Yayınları bu aralar oldukça güzel kitaplar basmakta. "İnsan Dengesi" de bunlardan biri. Birlikte uzun zamandır aynı ıssız adada tatil yapan iki aile yola çıkmak üzereyken aralarına eski bir arkadaşın kızı ve köpeği katılır. Annesi ve babası üvey abisi tarafından öldürülen kız uzun bir psikolojik tedavi sürecinden geçmiştir. Adaya birlikte gidilir ve 30 gün kalınan adada gün gün neler olduğunu okuruz. Hem ada tasvirleri, hem kızın yaşadıklarının anlatımı açısından benim bu aralar okuduğum en iyi kitaplardan biriydi, tavsiyelerimden bir diğeridir...  


-Bu ayın tuğlalarından ikincisi Fransız yazar Jean Michel Guenassia'nın "İflah Olmaz Optimistler Kulübü" idi. Kitap sevgili Macera Kitabım Özlem'in bana yeni yıl hediyesi idi, okunmak için Ağustos ayını bekliyormuş. Soğuk mevsimde gelip sıcak mevsimde içimi ısıttı :) 725 sayfayı okurken bir anından bile sıkılmaz mı insan, çok beğendim. Çok okuyan, fotoğraf çeken, matematikle arası iyi olmayan, Balto isimli cafede langırtta önüne geleni yenen ergen Michel Marini günün birinde o cafedeki arka odayı keşfeder. Burası Demir Perde ülkelerinden kaçıp gelmiş, sevdiklerini arkalarında bırakmış ve kendilerine "İflah Olmaz Optimistler Kulübü" adını vermiş bir grup insanın buluştuğu bir mekandır, Michel çok geçmeden onların aralarına karışır. Zaman zaman bu mekana Sartre ve Joseph Kessel de takılır. Michel bir yandan burada hayatı öğrenirken bir yandan da ailevi ve kişisel sorunlarıyla boğuşmaktadır. Sonra Sacha girer hayatına, bir sırla birlikte. Yazarın kendi yaşamından da izler taşıyan kitaptan daha fazla spoiler vermeden derim ki çok okunası, sayfa sayısı gözünüzü korkutmasın...


-Araya bilindik Nasreddin Hoca fıkraları sıkıştırılarak bir nevi masalımsı roman yazmış Rus yazar Solovyov. Nasreddin Hoca Buhara'da ve kötülüklere karşı (en çok da Buhara emiri ve yardakçılarına karşı) savaşıp huzur kaçırmakta. Lakin bizim Hoca beynelminel olmuş "Huzur Bozan Nasreddin"de, biz Sivrihisar'da doğup Akşehir'de ölmüş bilirdik ama yazara bakarsanız Buhara eşrafındanmış :) Hoca'ya çok özel bir sevginiz ve ilginiz yoksa kendinizi yormayın derim :)


-Alberto Manguel'in alışılmış kitaplarının aksine bir kurgu roman "Yabancı Bir Ülkeden Haber Geldi" ve okuma üzerine kitaplar yazmış bir adamın kurguyu da ne kadar güzel yapabileceğini ıspatlıyor. Kanada'da başlayan öykü geri dönüşlerle muhtelif kişilerin ağzından (çocuk, anne, baba) Cezayir, Paris ve Arjantin'de devam ediyor. Spoiler vermek istemiyorum ama şahane bağlantılarla dünya çapındaki toplumsal sorunlar ele alınmış. Bence okuyun bu sert kitabı, çok etkileneceksiniz...  


-Ve ayın en ağır tuğlası, 800 küsur sayfa ve yazarın üslubu açısından okuması oldukça zorlayıcı bir kitap "İtiraf Ediyorum". Zira Jaume Cabre birinci tekil şahıs olarak anlatıp dururken birdenbire kendinden üçüncü tekil şahıs olarak bahsetmeye başlıyor. Alışana kadar bir süre iki farklı kişiden bahsedildiğini sanıyorsunuz. Sonra ana öykü akıp giderken, tam öykünün içine girip olayları ve sahısları çözmeye başlamışken hop paragraf arası bile vermeden yüz yıl geriye dönebiliyorsunuz. Kitabın yarısına kadar bu anlatım nedeniyle hayli bocaladım, esas itibarıyla iyi bir konu, çok detaylı, geçmiş zamanlar katmanlı, olaylardan olaylara atlanıyor. Bir kemanın ve el yazmalarının peşinde yolculuk yapıp duruyoruz. Bunca kalın  bir kitabın ve bunca olayın hakkından gelmek haliyle biraz zaman istiyor. Her dakika yanımda taşımak kütlesinden dolayı imkansız olduğundan bir başka kitapla birlikte sürdürdüm okumayı, hala 200 sayfam var ama azimliyim iki güne bitireceğim. "Tavsiye eder misin?" derseniz, daha sade bir üslupla yazılmış olsaydı "Belki" diyeceğim ama bu durumda "Hayır!"


-Ve Ağustosun son kitabı, Norveçli yazar Dag Solstad'ın yine YKY'den çıkmış "Mahcubiyet ve Haysiyet"i oldu.  Çok fazla methini duyduğum 110 sayfalık bir roman, lakin YKY dışında başka bir yayınevi bassa 110 sayfa olur muydu emin değilim. O minnacık puntoları takip edeceğim diye gözlerimden olacaktım :) Son zamanlarda enfes kitaplar basıyor YKY, gelgelelim puntolar, ah o puntolar... Kitaba gelince, beklentim epey yüksekti umduğumu fazla bulamadım ama yine de iyi bir okumaydı. Meslek yaşamının sonuna yaklaşmış, kendi halindeki edebiyat öğretmeni Elias Rukla sıradan bir okul gününde, Ibsen'in "Yaban Ördeği" isimli eserini yorumladığı bir dersten çıkınca yaşadığı, görünüşte basit bir olayla hayatını sorgulamaya başlayacaktır. Sonrasında da hayatı bir daha eskisi gibi olmayacaktır. İlgi çekici bir roman, psikolojik açılımlardan hoşlananlar için daha da keyifli olabilir...

Eylül ayında da güzel kitaplarda buluşmak dileğiyle...