Sayfalar

2 Ağustos 2018 Perşembe

BİR GÜNE DÖRT MEVSİM YAZISI

 Bu yazıya dün başlamıştım ama yetiştiremedim, siz dün yazmışım gibi okuyun lütfen 😀

"İlkokuldayken mevsimleri anlatan bir şarki öğretmişti öğretmenimiz, her ayın kendine has özelliği anlatılırdı mısralarında. "Temmuzun sıcağı çok/Başka marifeti yok", "Ağustos ondan beter/Durmadan dökeriz ter". Şu anda klavyenin tuşları burnumla boynumun bitim yeri arasındaki musluktan dökülen terlerle sırılsıklam. Ağustosun geldiği kesin bilgi arkadaşlar, Ankara'da bile ter dökebilme kapasitesine sahip olduğum için kendimi tebrik ediyorum. Oysa dün akşam "Bırr, hava ne kadar serinledi, galiba mevsim kış" demiştim. Bu denli değişken bir havaya sahip olduğu için de Ankara'yı tebrik ediyorum. 

Saçlarımı son olarak seçim için Antalya'ya gittiğimde boyatmıştım, kendisi "tezboyverengiller"den olduğu için 1 ayda uzadı da uzadı, fırsat bulup gidemedim kuaföre. Nihayet dün planımı, programımı yaptım. Niyetim mahallemizin mütevazı ama çok yetenekli kuaföründen ertesi gün için randevu almak, sonra boyayı temin etmek, bir kısım alışverişler yapıp eve dönmek ve bugün için de boya eylemini gerçekleştirmekti. Lakin dün sabahtan başlayarak hava o kadar sıcaktı ki, biraz serinler düşüncesiyle ikindiye kadar oyalandım. Tam hazırlanmaya başladığımda hava bulutlandı. "Aman yaz yağmurudur, serper geçer, ne olacak" diye çıktım evden, çıkarken de ne olur ne olmaz diye bir şemsiye kaptım.Üç-beş damla kafama düşmeden kuaförün kapısına ulaştım, lakin kapıda koca bir asma kilit. Ben şaşkın günlerden salı olduğunu ve bazı kuaförlerin salı günleri tatil yaptığını unutmuşum. "Kader utansın" diyerek dönecektim ki kocaman bir gökgürültüsüyle birlikte yağmur bardaktan değil kazandan boşalır gibi yağmaya başladı. Çaresiz zıplayarak sığındığım saçak altına kendilerini dar atan iki gençle birlikte yağışın hafiflemesini beklemeye başladım. Gençler şakırdayan yağmuru videoya çekerken ben  "ya sabır" çekiyordum. 10 dakika kadar sonra şemsiyeyle idare edilebilir duruma geldi de "bari markete gidip boya alayım" diyerek yola düştüm. Karşıdan karşıya geçerken ne kadar akasya çiçekli su varsa ayakkabılarımın içine doldu. Battı balık yan gider, devam ettim yola, markete yaklaşırken bir gümbürtü oldu. Caddenin paralelindeki yokuştan inen bir tırımsı yan tarafa parketmiş arabalardan birine bir güzel geçirdi, sonra da bir şey olmamış gibi yoluna devam etti. Umarım aracın sahibi kameralar aracılığıyla çarpanı tesbit etmiştir. Yan tarafta olayı seyreden kadının yorumu şu oldu: "Oh olsun, o da oraya parketmeyiverseymiş". Buyrun buradan yakın, yenge sen kimden yanasın, sanki her yer otopark da adam keyfinden yol kenarına parketti. Her neyse sonunda markete girmeyi başardım, 3-5 alışveriş yaptım, sıra uzun ama kasalar yetersizdi, beklemeye başladım. Birkaç kişi önümde 70 yaşlarında, oldukça yapılı, platin saçlarını topuz yapmış, süslü bir hanım yanındaki torununa komut verip dururken birden sayım yapılan kasaya yöneldi: "Siz açık değil misiniz?". "Hayır" dedi görevli, "sayım yapıyoruz, diğer iki kasayı kullanın lütfen". "Ama ne zamandır bekliyoruz" dedi ve sıradan çıkıp kasalardan birine yaklaştı. Tabii önde bekleyenler itiraz etti ve geri, yerine dönmek zorunda kaldı. Bu durum haliyle zoruna gitti, birinden bunun acısını çıkarması gerekiyordu ve en uygun kişi olarak arkasında elinde iki ayranla bekleyen ufak-tefek, orta yaşlı, giyiminden Suriyeli olduğunu düşündüren kadını seçip ona döndü, "Sen benim arkamdasın" dedi. Kadın sesini çıkarmadı, belki de anlamadı, zaten öne geçmek gibi bir hamlesi de olmamıştı sakince bekliyordu yerinde. Lakin platin teyze tatmin olmamış ve rahatlamamıştı, tekrar kadına döndü ve "sen benim arkamdasın diyorum" diye tekrarladı. Kadıncağız ağzının içinde "tamam" benzeri bir şeyler geveledi, belli ki bulaşmak istemiyordu. Platin teyze yine doymadı, "Yabancısın sen değil mi?" dedi. Kadından yine ses çıkmadı, eğildi, kadının kulağına doğru "Yabancı diyorum yabancı, yabancısın değil mi? Benim arkamdasın sen". Arkasıyla derdi neydi anlamadık cümleten, kadının elinde topu topu 2 ayran zaten, önde olsa bile işlemi taş çatlasa bir dakika sürer. Sonunda benim arkamda bekleyen kadın dayanamadı: "Hanımefendi, evet arkanızda ve itiraz etmiyor, ayrıca yabancı olmasının ne ilgisi var da yabancı mısın diye üsteleyip duruyorsunuz" dedi. "Size ne?" diye terslendi platin, "yabancıysa yardımcı olacağım". "Yardım istemiyor ki sizden, niye yabancı yabancı diye söyleniyorsunuz, yabancıysa yabancı, ne olmuş yani" cevabı geldi arkamdakinden. Platin sonunda içindeki zehri kustu: "Evet tabi, yabancı, yardım istemiyor, anamızı ....tiler". Cümleten önce dumura uğradık, sonra yükselen itiraz sesleri arasında platin teyze aldırmasızca kasaya yöneldi, işlemini yaptı ve salına salına çıktı gitti. Bütün bu olup biten sırasında sessiz kalan Suriyeli kadından özür dilemek de bize düştü. Başkaları adına utanmaktan helak olduk, bittik. "

Evet dünden bu yana saçlarım boyandı, yeni bir kitaba başladım, boşalan B12 depolarımı doldurma amaçlı enjeksiyonlarımı yaptırmak üzere aile hekimi kaydımı geçici olarak Ankara'ya aldırdım, ve bugün de kızkardeşle buluşup Ulus'taki 2. Meclis binasında çalışan bir arkadaşımızı ziyarete gittik. Meclisin dışardan belli olmayan, halka kapalı ama benim çocukluğumdan hatırladığım yan bahçesinde dolaştık. O zamanlar adı "Millet Bahçesi" idi ve giriş serbestti. Biz daha çok hemen meclis duvarının dibindeki Yenimahalle otobüs duraklarına kestirme yoldan gitmek için kullanırdık, anneannemin elinden tutar ağaçlara, su kaskatlarına baka baka koştururdum ardından. Her şey bıraktığım gibi, hatta daha gelişmiş daha yeşil olarak duruyormuş meğer. Bir çeşit nostalji oldu benim için:


2. Meclis Binası, 1923 yılında mimar Vedat Tek'in tasarımıyla inşa edilmiş bu şahane bina. Şimdilerde Cumhuriyet Müzesi olarak ziyarete açık. 60'lı yıllarda CENTO binası olarak kullanıldığını hatırlıyorum. Hatta babamın orada çalışan bir arkadaşı yabancı iş arkadaşları aracılığıyla ara sıra bana şahane ithal çikolatalar getirirdi 😀 Çatıda ve arkadaki ek binada düzenleme çalışmaları var. 


Bahçe duvarının üstündeki birbirlerine zincirle bağlanan bu taş küreler ne mutlu çocukluğumdan bu yana değişmeden meclis binasına bekçilik etmeyi sürdürüyorlar. Önünden her geçtiğimde mutlaka her birine ayrı ayrı elimi sürerdim. 


Bu da sözünü ettiğim bahçe, eski adıyla Millet Bahçesi. Çok yeşil, çok ferah, çok güzel ve çimler yeni biçildiği için mis kokulu. Bahçenin dizaynı zamanında yurtdışından getirilen bir peyzaj mimarına yaptırılmış, hatta eskiden CSO'nun zaman zaman konser verdiği küçük bir anfitiyatro bile varmış içinde. 



Kaskatlı havuzun nilüferli, kırmızı balıklı görüntüsü. 

Gezimizin sonunda yemek yemek üzere PTT Müzesi'nin kafeteryasına gittik. Yemekler çok güzel ve kamu personeline hayli hesaplı fiyatlarda sunuluyor. Tavsiye ederim. 

Eh buraya kadar okuduysanız sabrınızı kutluyorum, Ankara'ya az evvel yine sonbahar geldi, dışarıda şakır şakır yağmur yağıyor. Ben gidip bir kahve yapayım ve biraz yağmuru seyredeyim. Haydi kalın sağlıcakla...

4 yorum:

  1. tezboyverengiller :))

    Meclis ve PTT deyince aklıma babam geldi. Teşekkürler. (son resme bakıp Allah Allah kırmızı balıklar nerede yahu deyip birkaç saniye anlyamamam ve hemen üstteki resmi farketmem :D)

    YanıtlaSil
  2. yıllarca Ankara'da yaşayıp bu binayı ve bahçeyi görmemek de benim ayıbım olsun :(

    ne olur yazmayı bırakma, bırakmayalım ve keşke daha çok blogger yazmaya geri dönse...

    YanıtlaSil
  3. Ben de hiç PTT Müzesi'ne gitmediğimi farkediverdim :) tez zamanda gidile :)

    YanıtlaSil
  4. Ankara nın yazını sıcak bilirdim. Daha doğrusu düşünüyordum diyelim.
    Kışın çok soğuk ya :))

    YanıtlaSil