Hello blog, özlemişsindir umarım beni. Yazlık rehavet, sıcaktan evlere kapanma, ekonomik gündem vs vs insanda yazacak hal bırakmıyor. Bugün şöyle bir silkinip klavye başına geçeyim dedim, malum önümüz bayram, benim gibi "bayramdatatileçıkmayangiller"denseniz ve evde kös kös oturup sıkılacaksanız zaten yazacak bir şey bulamazsınız, yazsanız da okuyucu kitlesi kızgın kumlardan serin sulara atlarken bloglara falan gönül düşürmez 😀 O yüzden vakit geçmeden bir "Merhaba" demekte fayda var takipçilerime.
Bu haftanın ilk etkinliği aşağıdaki, neredeyse karşısında saygı durusuna geçeceğim, bana çocukluğumu hatırlatan şahane resmin ressamı Füsun Ürkün ile buluşmak oldu. Biz arkadaşız, bol bol muhabbet ettik, ne konuştuğumuzu boşverin, şu nefis resme bakın:
O duvar halısı, kaneviçeli, dantelli yastıklar, yorgan ağzı, pirinç karyola beni benden aldı. Ne diyeyim, ellerine emeğine sağlık sevgili Füsun Ürkün'ün. Eğer şimdiye kadar resimleriyle tanışmadıysanız Google'da aratın ve ne güzellikler yaptığını görün derim.
Haftanın diğer etkinliği ise PTT Pul Müzesi oldu. Açıkçası müzeyi gezmekten ziyade yemek yemeye gittik. Daha önce detaylı bir şekilde gezmiştik zaten. Müzenin giriş katında bir kafeteryası var, temiz, sade ve düzenli bir mekan. Yemekler çok güzel, fiyatları da son derece makul. Gelen herkese kamu personeli fiyatı uygulanıyor bu ara, ayrıca cumartesi-pazar kahvaltı servisi de var 10.00 ile 14.00 arasında. Özel olarak gitmeseniz bile Ulus'a yolunuz düştüğünde acıkırsanız bir öğlen yemeği yiyin derim. Akşamları ve resmi tatil günleri kapalı oluyor.
Hemen hemen bir aydır yıkadığım her şeyi bir çamaşır sepetinin içinde "Yıkanmış ve ütülenmeyi bekleyen giysiler koleksiyonu" kapsamında biriktirmekte idim. Her çamaşır sonrası koleksiyona yapılan ilavelerle kendim "Korkunç Koleksiyoncu" mertebesine yükselirken dolaptaki askılar da giderek boşalmakta idi. Baktım sonu gelmeyecek koleksiyonu sonlandırayım dedim, kurdum ütü masasını. Lakin onca çamaşır boş boş ütüye bakarak hallolmaz, önce Netflix'i bir kurcaladım. Birkaç diziye göz attım, sonra yeni başlamış bir Meksika dizisinde karar kıldım: "Le Casa De Les Flores". Yani "Çiçekler Evi". ismi tavladı zaten, sonra baktım tam ütülük, fasulye ayıklamalık, sarma yapmalık. Kurdum laptopu ütü masasının karşısına açtım diziyi, "Haydi rastgele" diyerek ilk gömleğin yakasından başladım. Ben yaka-kol-sağ ön-sol ön-arka sırasıyla giderim gömlek ütüsünde, yanlışsa da ben yaptım oldu 😀 Neyse diziyi izliyorum bir yandan, kocaman bir aile var, çiçekcilikle iştigal ediyorlar. Büyük bir malikanede yaşıyorlar, bir bölümü çiçekçi olarak kullanılıyor. Dizinin ilk bölümünde de evin babasının doğum günü kutlanıyor. Herkes şık, herkes güzel, herkes yakışıklı. Derken evin annesi teşrif ediyor doğum günü alanına, kütük gibi bir şey, güzel diyeceğim diyemiyorum, şık diyeceğim diyemiyorum. Boyun nahiyesi yitmiş gibi kadıncağızın, botoksları ve kabarık saçlarıyla vücuduna büyük gelmiş gibi sanki kafası. Renkli, güzel gözleri var ama surat erkeksi, üstelik pek de tanıdık geliyor. Dayanamadım, dizinin künyesini açtım. Aaa, şu bizim kız ayol, bildiğimiz Marianna, hani bizi ekran başına kilitleyen ağlayabilen zenginlerden 😀
Efenim, karşınızda 80'li yılların tek kanallı TV'sinin popüler dizisi:
"Zenginler de Ağlar"
Buyurun bu da baş oyuncumuz "Marianna"mız yani Veronica Castro
Ve öncesi ile sonrası
Bu da ütü dizisinin posteri efendim:
"Le Casa De Les Flores"
Fularlı hanım hanımanamız, yani eski Marianna, yeni Virginia
Arkadakiler de saygıdeğer(!) eşi ve evlatları
Dizide yok yok maşallah, 16 yaşından küçüklere izletilmemesi tavsiye olunur. Her tür domestik işlerinizin eşlikçisi olarak size kolaylık sağlayacaktır. Benden söylemesi. Ben dün bundan 6 bölüm izlerken ütü koleksiyonumu bitirdim, bir tencere yaprak sardım, 12 tane biber doldurdum, bir kilo börülce, 1,5 kilo da barbunya ayıkladım diyeyim, gerisine siz karar verin 😀
Konu tek kanallı TV dizilerinden açılmışken bir anımı da anlatayım. Anneannem bu dizilerin hastası idi. Gerçek hayatmış gibi onlarla yaşar, izlerken transa girerdi. Şimdi adını unuttuğum bir Meksika dizisine çok sarmıştı. Ertesi günü sabırsızlıkla beklerdi yeni bölümü izlemek için. Bir yaz tatili idi ve biz de Ankara'da idik, oğlum daha çok küçük. Anneannem annemlere geldi bir süreliğine. Dizinin de tesadüfen final bölümü var ertesi gün. Dizide bir kayıp adam var, adı Jose Mario mu ne, öyle bir şey işte, tipik bir Meksika adı. Final bölümünde bu kayıp Jose Mario'nun akibeti belli olacak, anneannem sonsuz merak ve heyecan içinde. Sabah erkenden kalktı, suratı bir karış. "Ne oldu, bu ne hal?" dedik. "Sabaha kadar gözüm gözüme değmedi" dedi. Bunun tercümesi "Hiç uyumadım" oluyor. "Hayrola hasta mısın, niye uyumadın?" diye sorduk. "Meraktan" dedi, "aklım Jose Mario'da, adam öldü mü kaldı mı, ne oldu, sabaha kadar onu hayalledim". Tabii ki kahkahayla gülüp anneannemi kızdırdık. Neyse dizinin yayın saati yaklaştı, çizgi film seyreden oğlumu "Kalk bakiyim, benim dizi başlıyor" diyerek kovaladı. Hepimize "Hösün hösün" tembihleri yaptı. Bu da "Susun" demek ve daha başlamadan TV'nin karşısına konuşlandı. Derken büyük an geldi, dizi başladı, anneannem paralize bir şekilde ekrana kilitlendi. Ben birkaç dakika izledikten sonra sıkıldım, daha önce izlemiyordum zaten, kitabımı alıp balkona çıktım. 10 dakika kadar ya geçti ya geçmedi, kitaba dalmışım, sayfalara düşen gölgeyle irkildim. Başımı kaldırdım, tepemde anneannem dikiliyor. Ellerini beline koymuş, surat ifadesi feci halde kızgın, "Utanmaz, arlanmaz, vicdansız" diye höykürdü bana. "Ne oluyoruz yahu?" demeye kalmadan "Sen burada yayıl otur, hiç mi ciğerin sızlamaz, hiç mi merak etmezsin, o Jose Mario'ya ne oldu, öldü mü kaldı mı, yaşıyor mu, insan bir gelir bir bakar, tuu senin suratına" dedi ve koşturarak ekranın başına döndü. Ben malum o günden beri şaşkınlıktan balkonda donmuş bekliyorum 😀😀😀
"Zenginler de Ağlar" görselleri: Buradan
"Zenginler de Ağlar" görselleri: Buradan