Sayfalar

29 Temmuz 2018 Pazar

PAZAR SOHBETİ

Sabah kahvaltı sonrası keyif çayımı elime alıp balkona çıktım. Vakit çok erken sayılmazdı ama cadde bomboştu ki bu pek nadir olan bir durumdur. E5 karayolu gibi işler zira kendisi. Günlerden pazar olmasının sakinliğiyle oturdum biraz, hafta içi gürültüden durulmaz. Karşıdaki yurdun görevlisi çıktı bahçeye çok geçmeden, önce bir sigara yaktı, sonra hortumu takıp ağaçları suladı, sonra zemini, son olarak da kaldırımı yıkadı. Kaldırımlar ve cadde akasya çiçeği petalinden bir halıyla örtülü adeta. Mahalle esnafının sabahları ilk işi onlarla boğuşmak oluyor. Görevli kadın daha sulama işini bitirmeden hemen yanıbaşındaki çöp konteynerine  iyi giyimli, gençten bir adam yanaştı. Çöp atacağını sandım ama meğer çöp topluyormuş. Bulduğu birkaç teneke meşrubat kutusunu ayağının altında iyice ezdikten sonra elindeki poşete koydu, çöpün içinden çıkardığı battaniye benzeri bir şeyi bir süre inceledikten sonra almaya değer görmeyip bıraktı ve yoluna devam etti. Derken karşı kaldırıma iki araba yanaşıp durdu. İçinden 6 genç adam indi. Kaldırımın kenarına, akasya ağacının altına dikilip birbirleriyle sigara alışverişinde bulundular. İçlerinden biri Arnold Şıvarzenaygır'ın yerli versiyonu gibiydi. Zaten baklavalarından, kaslarından pek emin kasılmakta idi, uzaktan King Kong'daki gorile benzettim duruşunu. Diğerleri muhtemel ki vücut geliştirmeye yeni başlamışlar, pek baklava, şöbiyet bir görüntüleri yoktu, ellerindeki enerji içeceğini sigaralarına katık edip Şıvarzenaygır made in Turkey'in küçümseyen bakışlarına ve kaslarını iyice kasmasına sebep olmakta idiler. Bir sigara içimi sürede muhabbet edip kahkahalar attılar, sonra arabalarına binip gittiler. Farkettim ki öndeki aracın sürücüsü yerinden hiç kalkmamış, sigaralı eli açık camdan dışarda durmakta idi. Diğer aracın aksine sunroofu olan bir araba kullanmanın ayrıcalığından yararlanmaktaydı arkadaş, Allah isteyen herkese nasip etsin 😀 Derken dizimde bir iğnelenme hissettim, minnak bir sinek siftahını benimle yaptı, sivri biber diye alıp dolma biber çıkan fidelerimizin sineklerinden biri farklı bir lezzet istedi sanırım. "Sana kendimi yedirmem" dedim ve boş bardağımı alıp girdim içeri. 


Bazen mülkiyeti bir vazo çiçek belirler :)
Sözkonusu kaldırım

Babam bir süredir bizimle, içerde onunla biraz sohbet ettik. Çocukluğundan birkaç anekdot anlattı, bazılarını hiç duymamıştım. Buraya da yazayım ki kişisel tarihime not olsun, unutmayayım. Dedem demiryolcu idi. Uzun zaman istasyon lojmanlarında oturmuşlar. Babamın çocukluğu da demiryolu çevresinde geçmiş. Genlerimize mi işlemiş nedir dededen toruna hepimizde bir tren sevdası vardır. Trenle yolculuk etmeye, raylar boyunca yürümeye, gar binalarına bayılırız. İşte bu lojmanlardan birinde otururken olmuş bu yazacağım şeyler. Babam 6 yaşında, halam ondan bir yaş büyük, ilkokula başlayacak ama ilkokul uzakta. Dedem ikisi beraber giderse daha güvenli olur diye babamın yaşını bir yaş büyütmek üzere mahkemeye başvurmuş. Birlikte hakimin karşısına çıkmışlar. Hakim sormuş, dedem derdini anlatmış, katip kız da daktiloda tıkır tıkır yazmış. Babam diyor ki: "O makine tıkırdadıkça büyüyorum sanmıştım" 😀 Yine aynı lojmanda bir sabah babam yataktan kalkarken babaaannem çığlık çığlığa "yılan" diye bağırmaya başlamış. Herkes şaşkın şaşkın bakınırken gerçekten bir yılan babamın yattığı yataktan kayarak inmiş. Meğer gece boyu babamın koynundaymış. Nasıl olmuş da sokmamış, zehirsiz miymiş ya da gerçekten yılan da kendine dokunmayana dokunmaz mıymış meçhul. Son anlatttığına çok güldüm. Babamın yakın bir köyde oturan nenesi lojmana, dedemleri ziyarete gelmiş. Birkaç gün kalıp dönmüş. Köyde tanıdıklar "Nasıllar, iyiler mi?" diye sormuşlar. Nene cevap vermiş: "Ne olacak, yiyiiler, içiiler, evin içine sıçiiler" 😀 Evin içinde tuvalet olması tuhaf gelmiş neneciğe. Babamın bugün anlatmadığı ama önceki yıllardan bildiğim bir tren öyküsü daha vardır ki düşünmesi bile ödümü patlatmaya yetiyor. İlkokul yıllarında lojman arkadaşlarıyla "trenin altına yatarsın, yatamazsın" iddiasına giriyorlar. Babam "yatarım" diyor ve trenin gelme vaktine yakın gidip rayların arasına uzanıyor. Çok geçmeden gelen tren de üstünden geçiyor. Bunu anlattığında "Korkmadın mı?" diye soruyoruz, "Korkmadım ama öyle bir gürültü vardı ki anlatılmaz, nasıl ürküp başımı kaldırmadığıma şaşıyorum, kafamı koparır giderdi tren" diyor. Çocukluğun verdiği cesaret mi desek, kendini ıspatlama çabası mı desek ama her şekilde gereksiz bir çaba, sonucu da üstüne tatlı niyetine, durumu öğrenen dedemden yenen bir araba dayak 😀

Eh, bugünlük bu kadar sohbet yeter. Pazarınız güzel geçsin diyor ve kaçıyorum...

25 Temmuz 2018 Çarşamba

BLOG AÇILDI ŞÜKÜR YAZISI :)

Dün ani gelen bir ilham ve hevesle bilgisayar başına oturup yeni yazı girmek amacıyla blogu tıkladığımda karşıma boş bir ekran ve "Error 404" yazısı çıktı. "Oh my God! What happened?" dedim haliyle, bildiğiniz gibi kendim bizzat mavi kanlı bir İngiliz asilzadesiyim 😁 Vat hepınd olmasına vat hepınd da hakikaten ne oluyor yani? Bir panikle diğer blogları denedim, onlara da girilmiyor. Hemen blogdaşları yardıma çağırdım, meğer çoğu benim gibi 404'le yapışmışlar ekrana. Bütün akşamı ne olduğu konusunda tartışarak geçirdik. Ben Real Fiesta Aslı'yı suçladım. Acenta prenses Meghan'la çok uğraştın o da kocasına şikayet edip kapattırdı blogları dedim 😀 Sonra Dicidürt'ten şüphelendik, zira birkaç yıl önce bir blogdan şikayetci olmuş ve topumuzun bloglarına uzun zaman boyunca girilmesini engelletmişti, zaten o kapanma olayından sonra da blogların tadı kaçmıştı. Derken bazı blogdaşlardan "Bizim bloglarda sıkıntı yok, girilebiliyor" haberi geldi, bu daha da kötü, "biz nettik neyledik de cezalanıyoruz yahu?" diye ağlamaklı olduk. Sonuçta elimiz böğrümüzde yatıp uyuduk açılamayan bloglarımızın üstüne. 

Sabah bir hevesle, belki açılmıştır diye tıkladığımda yine 404 çıktı. Cinim de tepeme çıktı haliyle. "Başlarım bloguna" dedim ve patlıcan yemeği pişirmeye gittim. Patlıcanları Beşiktaş forması gibi soydum, doğradım, tuzlu suya ıslattım. Soğanları, sarmısakları, etleri az yağda çevirdim, domatesleri ekledim, ardından da sularını sıktığım patlıcanları koyup tuzunu attım, suyunu ilave edip kapattım kapağını. Onlar pişedursun kahvemi alıp tekrar bloga bakmaya geldim. Güya blogundan başlayacaktım. Yok annem yok, alışmışız bir kere, gitmesek de, görmesek de o köy bizim köyümüzdür. Diyeceksiniz ki köy nereden çıktı, anneannemin dediği gibi "O da kuş, o da kuş", ha köy, ha blog farketmez. Neyse heyecanla tıkladım, bir de ne göreyim, leylak bahçem seraser önümde. Oh be, dünya varmış. (Bu arada genç kuşak takipçiler için not: Seraser baştanbaşa demek :) Bunu kutlamak lazım dedim ve yazmaya başladım gördüğünüz gibi 😍

Bizim mahallede benim gibi diz ağrısı çekenlerin yokuşa vurmamak için tercih ettikleri bir üst geçit vardır, üzerinde envai çeşit satıcı, dilenci vs bulunur. Yıllar önce keman çalan yaşlı bir amca vardı, aslında keman çalmıyor, bir testereyi madeni bir çubuğa sürter gibi sesler çıkarıyordu ama olsun, insan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar. Gelen geçen üç-beş kuruş bırakırdı önüne serdiği mendile. Epeydir görünmüyor, sanırım rahmetli oldu. Şimdi takma bacağını önüne koyup dilenen bir başka yaşlı adam var. Bu aralar sakallı, entel görünümlü bir de kağıt mendil satıcısı peydah oldu, anlayamadığım nokta sattığı mendillerin yanında içiçe geçmiş bir sürü eğri büğrü kağıt bardak var, 2. el kağıt bardak satıcısı da olabilir mi 😀 Bunların yanısıra her ikindi kazanla kaynamış mısır, korsan kitap, çorap, toka, boncuk ıvır-zıvır ve küçük plastik oyuncaklar satan birkaç tezgah açılıyor. Dün o son tezgahtan ailemize yeni bir birey kattım: Mutlu bir Charlie 😊, ellerinizden öper. 2. el ama olsun, beis yok, Snoopy de 2. eldi zaten 😋


Kendimizi Charlie ile, kitap ile avutmaya çalışıyoruz ruh sağlığımızı korumak için. Her gün yeni bir felaket haberi, her gün yeni bir sıkıntı, ruh boğuntusu. Yunanistan'daki yangın yürek yakarken haber altlarına yapılan yorumlar dehşet uyandırıyor. İnsan bu kadar nefretle nasıl yaşar bilmiyorum. Herkes zehir saçıyor, herkes bilirkişi, herkeste ego patlaması. Az evvel instagramda denk geldim. F.ırat T.anış muhtemelen tatilde çekilmiş bir fotoğrafını koymuş. Gözleri yarı kapalı bir şezlongda, yandan güneş vurmuş, az biraz da beyaz bir giysi görünüyor yakasından. Hayranlar, bilirkişiler, mokyedibaşılar ve maydonozgiller teşrif etmişler fotoğrafın altına. "Çok kötü görünüyorsun", "Yaşlanmışsın abi", "Afyonun patlamamış", "Beyaz atlet, hayır olamazzz", "Abi seri katil gibisin", "Bu ne çirkinlik abi" ve benzeri yorumlar. Abi diyerek olayı hafifletmeye çalışsalar da içimizdeki fesatlığı vuralım dışarıya modundalar. Niye? Neden? Sana ne! Yazdın rahatladın mı? Yorum yapmak zorunda mısın? Ne kadar kötücüllüktür bu. Ah sanal alem, seninle de, sensiz de olunmuyor. Ispatı ilk paragraflarda, bir gece blog kapandı diye dertlere düştük ama keşke düzgün kullanmayı da öğrenebilsek.

Neyse sevgili dostlar, blog açıldı diye sevinçten döşendim yazıyı, gidip patlıcanın yanına bir de biber dolması yapayım. Bugün yemek yapma modundayım, iştahım kaçmadan halledeyim. Kalın sağlıcakla...

16 Temmuz 2018 Pazartesi

OLAN-BİTEN

Yine kaçırmışım ipin ucunu, tam "yeni kayıt" kısmını açıyorum, klavyeye dokunuyorum, bi gülme-pardon bi üşenme-geliyor, cayıyorum. Siz deyin yaz rehaveti, ben diyeyim tembellik. 

Pek kayda değer, şuraya yazılacak bir şeyler de yok esasen, sümsük sümsük oturuyorum, bol bol yemek pişiriyorum (babam yanımızda bu ara), bol bol yemek pişirince bol bol bulaşık çıkıyor, günde iki kez makine çalıştırıp iki kez boşaltıyorum. Tablette "Toyblast" oynuyorum, birbiri ardına kitap deviriyorum, dizi izlemeye çalışıyorum, pek başarılı olmuyor. "Anne with E"nin ikinci sezonuna başladım ama ilki kadar keyif vermedi, ütü yaparken, fasulye ayıklarken falan açıyorum. Kısacası "Leylak Cephesinde Yeni Bir Şey Yok".

Bugün kızkardeşin "Mekanın Cinsiyeti" dersi için öğrencileriyle yaptığı yürüyüşe hocanın ablası kontenjanından kaynak yaptım. Buluşma mekanına gitmek için Yüksel Caddesi boyunca yürüdüm. Ankara akasyaları en verimli çağında, dallar ve yerler akasya çiçeği ile dolu. Yolda yürürken konfeti misali yağıyorlar tepenize. Yağmur yağınca da köpürüyorlar, sanırım deterjan akasya çiçeğinden yapılıyor, ıspatı burada 😀


Bizim caddenin de iki yanı bunlarla dolu, her biri önünde yükseldiği binaların boyunu çoktan aştı, çok güzeller, bir de döktükleri petaller rüzgarla evlerden içeri girmese daha da güzel olacaklar. Geçen gece karşı hizadakilerden birinin koca bir dalı "çatırt" diye kırılıp boyluboyunca asfalta yayıldı. İki saat kadar trafik aksadı, bereket o sırada altından geçen araç ya da insan olmamış. Sonra elektrikli testere ile parçalara ayırıp kamyonetlere yükleyip götürdüler. İki yıl önce de birine sarhoş bir sürücü aracıyla bindirip kökünden sökmüştü. 

Her neyse akasyalı yoldan tepeme çiçekler yağa yağa yürüdüm gittim. Kendi zincirine dolanmış bir Golden Retriever'e-neyse ki sahibi çabuk farketti-siyah, yuvarlak gözlüklü, tombalak yanaklı, şirin mi şirin bir oğlan çocuğuna, park yasağı nedeniyle çekicinin yerinden kaldırmaya çalıştığı aracı dikkatle izleyip fikir yürüten dört kişilik bir aileye, gitar çalarak-güya-İngilizce şarkı paralayan bir sokak çalgıcısına, banklara oturmuş telefon mıncıklayan yeni yetmelere, ayakkabı boyacılarıyla sohbet eden müşterilere göz atarak, henüz kalabalıklaşmamış cafelerden yükselen müziklere kulak kabartarak, iki adımda bir "fal baktırır mıydınız?" diyen çığırtkanlara aldırmayarak menzilime ulaştım. Çok geçmedi yürüyüşe katılacak grup toplandı ve Ankara mekanlarını gayet iyi tanıyan hemşiremin peşinde Dost Kitabevi'nden başladık. Kitabevi binasının yerinde eskiden Sabahattin Ali'nin oturduğu apartman varmış, Ankaralılar kapının girişindeki tabelayı da görmüşlerdir. Sonra Soysal Pasajı'nda mola verip yerine yapıldığı Soysal apartmanı, Süreyya Lokantası ve Ulus Sineması hakkında bilgi aldık. Hanın hemen arkasındaki, hala yapıldığı zamanki şeklini koruyan ve yine Soysal ailesinden bir kadının adını taşıyan Ankara taşından binayı gördükten sonra bulvar boyunca ilerledik. Hepsi yıkılıp yerine çirkin kazulet işhanları dikilmiş eski hanları, pasajları yadettik. Ali Nazmi, Bulvar, And pasajları, Büyük Sinema, Kutlu ve Özen pastaneleri, Piknik, Nahit Hanım, Orhan Veli, Yahya Kemal, Nurullah Ataç sohbetimize konu oldu. Sonra Ulus'a geçtik, erken Cumhuriyet dönemi yapıları hakkında bilgi alarak Roma yoluna vasıl olduk. Roma Yolu'nu köfteci afişinin arasından bir parçacık görebildikten sonra Hacıbayram'a ulaştık. Eh bu kadar yorgunluğun üstüne Hacıbayram Dönercisi'ni ve Gül Kurukahve'yi ziyaret etmeden dönmek olmazdı. Karnımızı doyurduk, kahvemizi aldık ve turumuzu bitirdik. Sağolasın hemşirem.

Şimdi izninizi reca ediyorum, barbunya ayıklamam ve pişirmem lazım, sonra da beş el Toyblast oynayacağım. Kalınız sağlıcakla efenim...

7 Temmuz 2018 Cumartesi

HAZİRAN OKUMALARI

Yaz rehaveti, her şey gecikmeli oluyor, Haziran kitapları da bu akibetten kurtulamadı. Zaten Haziran Ankara'ya alışma çabalarıyla, yolculuklarla, seçim telaşıyla ne olduğunu anlamadan geçip gitti, araya ne kadar kitap sıkıştırabildiysem aşağıda anlatacağım, Temmuz'dan da pek umutlu değilim ama bekleyip göreceğiz. En azından yılın ilk yarısı için hedeflediğim 60 kitaplık sayıyı tutturdum, darısı ikinci yarıya.


-"Franny ve Zooey" İstanbul yüksek hızlı treninde başlayıp tek kelime okuyamadan geri getirdiğim ve ancak Haziran ayı başında bitirebildiğim bir kitap oldu. Yazarın "Çavdar Tarlasında Çocuklar" kitabını yıllar önce "Gönülçelen" adıyla okumuş ve sevmiştim. Franny ve Zooey uzun zamandır kitaplıkta nöbet tutuyordu, çilesi sonunda doldu. Bazı bölümlerini çok sevdiğim, bazılarında ise çok sıkıldığım bir okuma olarak hafızama nakşoldu. Belki bu kadar zaman girmese idi okuma aralarına daha çok sevebilirdim. Yine de hoş bir kitaptı diyeceğim. 


-Oylum Yılmaz'ın bu yılki "Duygu Asena Roman Ödülü"nü aldığı "Gerçek Hayat" kurgusu fantastik, biraz masalımsı ilginç bir kitap idi. Aslında bir süredir ödül almış kitaplardan uzak duruyordum, zira çoğu hayal kırıklığı ile sonuçlanmakta idi, bu da bende ödül mekanizmasına karşı bir antipati geliştirmişti. Açıkçası bu kitabı da "Bizim Büyük Challengemiz" in "ödül almış bir kadın yazar" maddesine karşı gelsin diye okudum. Çukurcuma'da geçen kitabın kahramanları arasında ölmüş kadın yazarlar; Şuat Derviş, Cahit Uçuk ve Fatma Aliye vardı. Biraz mistik, şaşırtıcı bir öyküsü var kitabın, bana çok hitap etmedi. 


-"Ailem ve Diğer Yahudiler" şair  Roni Marguiles'in kendi aile çevresini anlattığı iyi kotarılmış bir biyografik bir kitap. Sade ve akıcı bir dille yazılmış, kendi içine kapanmış bir cemaatin ritüellerini anlatması açısından da ilgi çekici. Bu ay okuduklarım içinde en sevdiklerimden biri oldu.


-"Sokaktaki Adam" yaşlılık, hastalık ve ölüm üzerine yazılmış, buna rağmen insanın ruhunu karartmadan okunan bir kitap. Kahramanı sevemesem de kitabı sevdim. İlk Philip Roth okumam ve sanırım son olmayacak...


-Yazarın daha önce okuduğum kitapları bana pek hitap etmediği için ihtiyatla yaklaştığım "Aile İçi Muhabbet"i kitabevindeki görevlerinin ısrarlı tavsiyesi üzerine almıştım.  Ancak başladıktan sonra elimden bırakamayıp görevliye hak verdim. Üstelik semtten çok fazla bahsedilmese de çocukluğumun ve ilkgençliğimin mekanı olan Yenimahalle'de geçiyor olması da kitaba ayrıca bağlanma sebebim oldu. Bir aile öyküsü bu, hepimizin yaşadığı sıradan hayatların, sıradan olayların çok tanıdık, çok akıcı anlatımı. Okursanız seveceksiniz. 


-"Hamili kart yakinimdir" tarzı bir okuma oldu bu. Ebru Askan blog ve instagram aracılığı ile tanıdığım ama henüz yüzyüze görüşemesem de ahbap olduğum genç bir arkadaş. Yaşından beklenmeyecek kadar da yetkin bir kaleme sahip. Daha önce Ayizi Yayınları'ndan çıkan "Beni Kim Sevsin?" isimli öykü kitabı ile tanımıştım öykülerini ve çok beğenmiştim. "Böyle İyi mi?" de beni yanıltmadı. Ev içi yaşamın gerginliklerini ve kadının konumunu sorguladığı kısa öyküleri çok okunası...


-Nasılsa okumayı atladığım bir Barış Bıçakçı kitabı "Baharda Yine Geliriz". Bir "Sinek Isırıklarının Müellifi" ya da "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" değil tabii. Ama bizim görüp geçtiklerimiz o yazınca öyküye dönüşmüş, tarzını sevdiğim. Yeni kitabını sabırsız ve çaresizce beklemekteyim :)


-Komiser Galip'in ardarda maceralarının sıralandığı bir polisiye "Doktor Ceyda'yı Kim Öldürdü?". Polisiyede öyküden ziyade uzun soluklu okumaları sevsem de Çağatay Yaşmut'un tarzını bildiğim için sıkılmadım. Çok fazla beklentiye girmeden bir yaz eğlenceliği olarak okunabilir.  


-"Şimdi Uzaklardasın"da  çağdaş edebiyatın artık hayatta olmayan ünlülerinden anıları (Onat Kutlar, Metin Altıok, Edip Cansever, Ruhi Su, Aziz Nesin vb) maalesef şu an kendisi de hayatta olmayan Mehmet H. Doğan kaleme almış. Edebiyatseverler için ilgi çekici olabilir...


-Ayın son kitabı bir grafik roman oldu: "Gozo ve Sagre". Uğur Erbaş'ın yazıp resimlediği, sevgili "Bilgeveannesi"nin sayesinde okuduğum kitap çok başarılı bir grafik roman, fantastik öykülere mesafeli yaklaşan beni bile bağladı kendine. Arka kapaktaki tanımlamayla "trajik bir dünya tarihi" ve fantezi olamayacak kadar da gerçek. Çizimler müthiş, öykü ürkütücü ve tanıdık, okunmalı...

Temmuz kitaplarında buluşmak dileğiyle... 

4 Temmuz 2018 Çarşamba

EGE HAVASI

Ufak çaplı seyahatimizin ikinci bölümü yine iç Ege civarındaydı, bol üzümlü, bol zeytinli. Bu yaşa kadar yaptığım zorunlu yolculuklarda araç camlarından görülen manzaram genelde buğday ve pancar tarlaları olurdu. Bu kez halı saha görünümünde bağlar eşlik etti bize, öyle ki kimi zaman toprak görünmez oldu. Bugünkü posta bol fotoğraf eşlik edecek, zira kelimeler gereksiz çoğunda:


Denizli'den sabah yola çıktık ve kısa bir süre sonra Sarigöl'e ulaştık. Bizi sevinçle karşılayanlardan biri bu köpecikti :)



Ardından bağlarla tanıştık. Üzümlerin bu kadar estetik görüntü verdiğini bilmezdim. Tamam dedemin de bağı vardı ve ben koruk yemekten mide fesadına uğrardım çocukken ama onlar klasik asmalardı. Yüksek sistem henüz hayata geçmemişti. Buralarda ise yer gök asma idi.




Üzüme fazla merakı olmayan beni bile imrendiren güzellikte salkımlar. Yemekten ziyade fotoğraflarını çekmelere doyamadım. 


Burası Alaşehir ve Sarıgöl ovalarının sulayan Afşar Baraj gölü. Yağmursuzluk ve sıcak nedeniyle fazla suyu kalmamış ama içinde sazan balığı yetişiyor. Nitekim akşam yemeğimizi bu baraj gölünden çıkma balıklar oluşturdu. 


Kırkıldıkları için kel kalmış ve koyundan ziyade köpeğe benzemiş sürü bize resmigeçit yaptı :)


Oturduğumuz restoranın tavan lambasına yuva yapan kırlangıç ailesi. Anne ve baba kırlangıç çamurla yaptıkları yuvadaki yavruları sırayla besliyorlardı. Ani bir uçuşla havada yakaladığı sineği getirip yavrunun ağzına veren anne ya da baba fotoğraftaki. İzlemek hayli ilginçti. 


Bunlar da kırkılınca ceylana benzemiş sanki :)


Bu arkadaşın adı Minik, pek sevdi bizi, ahbap olduk. Öyle bir kuyruk salladı ki az daha pervane olup kanatlanacaktı kuyruğuyla :)


Üzüm bitiyor zeytin başlıyor buralarda, haliyle görüntüler de pek pastoral oluyor. 


İlk gün akşamı  bağda ettik, asmaların arasından veda etti bize güneş.


Sabah erken, Sarıgöl meydan


Bozdağ'a tırmanırken yolda manzara molası


Kırkoluk
İçerseniz dileğiniz olurmuş, ben söyleyenin yalancısıyım. İçtim tabii ki, dileğimi de tuttum.




Yolüstü serin ve sulak bir mola, Koygun Çay Bahçesi
Kırkoluk'tan sonra pazarın içinden geçerek ulaşılıyor, çay-kahve içip dinlendikten sonra Gölcüğe doğru yola koyuluyoruz. Tırmanmaya devam.

Ve Gölcük

İnsan bu kadar yüksekte bir göl olacağını düşünemiyor. İsmet İnönü de düşünememiş ki 1938 yılında gittiği tepede gölü görünce ağzından "Aaa!" diye bir hayret nidası çıkmış. O günden bu yana da tepenin adı "A Tepesi" olmuş. Rakım 1050 metre, bilgi Google'dan :)

Göl kıyısında bir restorana oturuyoruz ve menüde gördüğümüz üzere "keşkek" sipariş ediyoruz. Keşkeğe bayılırım, gelen tabak öksüz doyuran cinstendi, ne kadar bayılsam da tamamını bitirmem mümkün olmadı. 

Keşkekler yenip çaylar kahveler içildikten sonra rotayı Bozdağ'dan aşağıya, Birgi'ye doğru çeviriyoruz. Birgi harika bir yer ama en meşhur mekanı olan Çakırcalı Konağı tadilat nedeniyle kapalı. Hemen yanında tezgah açmış yaşlı teyzeye konakla ilgili bir şeyler soruyoruz ama o bize sürekli "bebek alın, bilezik alın" diye sattığı ürünlerin reklamını yapıyor :) Hatırı kalmasın diye parlak turkuaz renkli bir boncuk bileklik alıyor sokaklar arasında gezinmeye başlıyoruz. 







Dervişağa Camii




Üstteki taş bina Ödemiş Kadın Kooperatifine ait. Yöre kadınlarının el emekleri sergileniyor ve satışa sunuluyor. Hammadde olarak geleneksel yolla yörede üretilen ipek kullanılıyor. Oldukça şık ve zevkli ürünler mevcut, ben de sözkonusu ipek ipliğiyle işlenmiş iğne oyası bir gözlük zinciri ve kolye aldım kendime. 




Bu bol çiçekli ev herkesin ilgisini çekiyordu. Evin önündeki teyzeler çiçekleri satıyor muydu, yoksa eve aitler mi idi bilemedim, sormadım da, önemli olan güzel görüntüsüydü. 






Kısacası Birgi'yi gezmeye doyamadık ama vaktimiz kısıtlı idi. Daha geniş bir zamanda tekrar gelebilmek arzusuyla ayrıldık. Akşamına da yola çıktık zaten. Görmediyseniz Birgi'yi mutlaka görün derim. Bizim gibi yapmayın ama daha uzun vakit ayırın ve rahat rahat, ince ince gezin.

Yeni gezilerde buluşmak dileğiyle...