Sayfalar

31 Mayıs 2018 Perşembe

GELENEKSEL BACISAL SEYAHAT ETKİNLİĞİ-İSTANBUL 1

Epeyce ara verdim. Yoğun günler geçirdim ve ancak yazabilecek aşamaya geldim. Önce Ankara öncesi hazırlıklar, arkasından Ankara yolculuğu, ardından 2 gün sonra İstanbul, İstanbul'da koşturmaca derken pazartesi akşamı adeta pert olmuş bir biçimde döndüm eve. Kendimi ancak toparlayabildim ve sonunda geçtim blogun başına. 

Cuma sabahı kızkardeşle YHT Gar'da buluştuk. İkimizin elinde de birer kitap yerleştik yerimize, lakin kitabı ne kadar okuyabildik tartışılır, daha çok sohbetle geçirdik yolculuğu. Yolboyu yer yer yağış eşlik etti bize. İstanbul'a ulaştığımızda bulanık bir hava vardı, her an yağmur yağabileceği gibi her an güneş de çıkabilirdi. Bir an metro mu, minibüs mü tartışması yaşadık ve önümüzde duran minibüse binmeye karar verdik. Minibüste bizden başka bir kişi daha vardı ve dolmasını beklemeye başladık, bu arada genç ve bıçkın şoförümüz kaldırımın kenarındaki parmaklığa oturmuş arkadaşı ile muhabbet halinde idi. O kadar uzun bekledik ki İstanbul'da geçireceğimiz sürenin bir kısmını ziyan ettiğimizi düşünüp taksiye binmeye karar verdik. Oflaya poflaya valizleri indirmiştik ki şoför efendi direksiyona geçti. Valizler tekrar minibüse yüklendi, yerlerimize geçtik ama şoför sadece direksiyona oturmuş, yine beklemeye başladık. Vaktimizin bir kısmını daha ziyan ettikten sonra sonunda hareket zamanı geldi. Sarsıla sarsıla yol almaya başladık. Git git bitmez, git git bitmez. Bu hatayı iki yıl önce yapmıştık, bir kez daha niye tekrarladık diye söylenirken kırmızı ışıkta durduk ve şoför yandaki minibüsün şoförüne bizi alenen postaladı. Valizleri yüklendik, arkadan zar zar korna çalan belediye otobüsü bizi ezmesin diye tekerlene mekerlene diğer minibüse geçtik. Minibüs çok kalabalıktı, valizleri zor bela sığdırdık, karşımızda oturan iki süslü kokoştan "cık cık cık" nidalarıyla üstü kapalı azar işittik. Derken "geldik" dedi sürücü, gelmişizdir tabii ki, Bostancı ile ilk kez muhatap olacaktık, o yüzden şoföre inanmak zorundaydık :) İndiğimiz yerde taksi beklemeye başladık. Semti bilmediğimiz için haliyle bizi götürecek bir araca ihtiyaç vardı, lakin epeyce bekledikten sonra gelen taksinin sürücüsü de bilmiyordu gideceğimiz adresi. Ama efendiden bir adamcağızdı, bir taksi durağına yanaşıp adresi öğrendi ve bizi götürdü kalacağımız yere. Taksilere niye navigasyon cihazı zorunluluğu getirmezler bunu da anlamam hiç. Her neyse kalacağımız apartmana geldik, anahtarı bizim için görevliye bırakmıştı arkadaşımız, çaldık zili ama açan olmadı. Telefon ettik cuma namazında olduğunu öğrendik ve bahçedeki çiçeği, ağacı fotoğraflayarak vakit geçirdik gelene kadar. Bu arada belirteyim ki Bostancı inşaat cennetine dönüşmüş. Her boydan apartman var, 4 katlısından, 14 katlısına kadar çeşit çeşit. O güzelim bahçeler de yavaştan mefta olma sırasına girmişler, oysa vaktinde çok güzel bir semtmiş belli ki. 

Derken görevli geldi, anahtarımızı aldık, dairemize çıktık, eşyalarımızı bıraktık, o sırada güneş göz kırpmaya başladı. Sevdi bizi, kısa bir müzakerenin ardından önceden yaptığımız planı uygulamaya koyup Burgazada'ya gitmek için gözümüzü kararttık. Kaptık çantaları, attık kendimizi sokağa ve Bostancı İskelesi'ne doğru yürümeye başladık. 


Mavi Marmara'nın motorlarından birine atladık ve Burgazada'ya doğru yola koyulduk. İstanbullu ve dışarlıklı farkı en çok vapurlarda anlaşılıyor. İstanbul ahalisi gazetesini okuyor, yanındakiyle sohbet ediyor, bilemedin uyuyor ama bizim gibiler küpeşteye yapışıp "Aa dalga", "Oo martı", "Ayy teknelere bak", "Off manzara nefis" nidalarıyla bir yandan denize bakıp, bir yandan fotoğraf çekiyor. Biz de kendimizi belli ettik, derken adaya ulaştık.



Tabii bu arada vakit hayli ilerlemişti, ilk iş mesai saati bitmeden "Sait Faik Müzesi"ni ziyaret etmeye karar verdik. Bize tarif edilen sokaklara dalıp müzeye ulaştık:



Fotoğraftaki beyaz köşk Sait Faik'in evi, bahçe kapısından aceleyle girdik ve ağaçların arasında gönülsüzce vakit geçiren görevliye müzenin açık olup olmadığını sorduk. "15 dakika var" dedi, jet  hızıyla daldık, hatta galoş bile giymedik. Aslında giymeye teşebbüs ettik ama görevli "gerek yok" dedi. Sanırım bir an önce gidelim ki kendisi de gitsin istiyordu. Koştura koştura katlar arasında gezdik. Ben tavanarası odasına bayıldım, fotoğrafta belli olmuyor ama manzara olağanüstü idi. 


Cıbıklı bicaması varmış Sait Faiğin :)



Sözkonusu oda

Evi gezince haliyle rotamızı hediyelik eşya bölümüne çevirdik, asla uğramadan geçmeyiz :) Hayattan mı, işinden mi, müzeden mi bezmiş olduğunu çözemediğimiz, ağzından cımbızla laf alınan görevli "Ne alacaksanız alın da çekip gidin" edasındaydı. Kırmadık dillendirmediği arzusunu, üç adet magnet aldık Sait Faik kitabı formatında, sonra da çekip gittik. Benim kitabım "Son Kuşlar" ile "Lüzumsuz Adam", kızkardeşinki ise "Alemdağ'da Var Bir Yılan" oldu. Sonra bahçeye çıktık, bahçede Sait Faik'in ellerini öne doğru uzatmış, boşlukta oturuyormuş gibi, hayli kızgın bakan anlamsız bir heykeli var, rahmetliye hiç benzemiyor üstelik. Sanki piyano çalıyormuş da biri piyanoyu önünden çekip almış. Yanına iliştik, "Üstad nedir bu hal? Pek rahat görünmüyorsun" dedik, cevap vermedi. Arsızlık ettik, kollarına yapışıp fotoğraf çektirdik.


Müze ziyaretimiz bitince sıra sokakları arşınlamaya geldi. O sokak senin, bu sokak benim, evlere, bahçelere, çiçeklere, ağaçlara bakmalara doyamadan gezdik de gezdik.




Bir evin çatısında aşağıdaki aileye rastladık. Hanım lohusa idi, bebek de yeni doğmuş:


Biz adada dolanırken baba da evin iaşesi ve ibatesi için alışverişe çıkmıştı, önce sokak aralarında kuru gıdaları temin etti, sonra sahile inip balık avladı. Malum yeni bir boğaz eklendi aileye :)



E biz martı kadar yok muyuz, biz de acıktık, hava da izin vermiş, güneş çıkmış, esinti üşütmüyor, keyifler keka, gidip beslenmeye karar verdik, istikamet Barba Yani:



Hem karnımızı, hem gözümüzü doyurduktan sonra vapur saatini öğrenip tekrar ada sokaklarına daldık. 



Bienal gibi :)



Bir ara Kalpazankaya'ya çıkmaya niyet ettik ama at benzinine zam gelmiş sanırım, oldukça yüksek bir fiyat söylediler. Üstelik atlara yazıktı, üstelik kötü kokuyordu, caydık. 

Bu arada vapur saati gelmişti, iskeleye yöneldik ama ortada vapur falan yoktu. "Biraz gecikecek" dedi görevli, saati de bize kendisi söylemişti. Hakikaten 10 dakika kadar gecikmeyle yanaştı, bindik, oturduk. Fakat beni bir şey dürttü, "Acaba doğru mu bindik?" dedim kızkardeşe, gidip sorduğunda Kadıköy değil Heybeliada vapuruna bindiğimizi öğrendik. Eniştem olsa "Acemi olduğun belli" diye dalga geçerdi, bereket yoktu :) Ama kabahat bizde değil ki, tarifede farklı saat, görevlinin söylediği farklı saat, vapur farklı saat.  Ortalamasını almak gerekiyor sanırsam :) Eh bindik madem Heybeliada'yı da görürüz böylece dedik. Yarım saat kadar da Heybeli'de turladıktan sonra nihayet Kadıköy vapuruna yerleştik. 

Niyetimiz Kadıköy çarşıda dolaşıp Baylan'da kupgriye yemekti ama içeri girmeye niyet ettiğimizde kapanıyordu. Biz de Şekerci Cafer Erol'a gittik:



Öyle güzel görünüyordu ki meyve şekerlemesi tabağı istedik, lakin şeker komasına girme ihtimalini düşünerek bitirmedik. Aklım tabakta kalmadı dersem yalan olur :)


İlerleyen saatlerde yorgun ama keyifli kalacağımız yere döndük ve bir seyahat klasiği olarak geceyi neredeyse uykusuz geçirdik. 

İkinci günde görüşmek üzere şimdilik hoşçakalın...

18 Mayıs 2018 Cuma

CUMARTESİ GİBİ CUMA

Dün akşam okuduğum kitabın üstüne düşen başımı, düştüğü yerden kaldırmadan doğru yatağa götürdüm. Sadece insanlara değil, uzuvlara da iyilik yaramıyor. Götürdüm götürmesine de taş çatlasa iki saatlik uykunun sonrasında yerleştirdiğim yastıkta sağa sola dönüp kapalı duran gözlerini cart diye açtı. "Hayrola" dedim, niye uyandın?". "Bir sebep olması mı lazım, kaçtı uyku" dedi. Benim başla başedilmez, kafasına göre takılır. Bir süre ayağımda, pardon beynimde sallayıp uyutmaya çalıştım ama nafile, savmış uykuyu, cin gibi olmuş. Gidip tableti ve üzerine düştüğü kitabı alıp geldim. Gece lambasını yakıp bitene kadar kitabı okudum. Sonra tableti elime alıp yeni keşfim olan ve "Candy Crush"ın pabucunu dama atan "Toyblast"o açtım. Tesadüf bu ya 3 gündür atlayamadığım leveli ilk elde hallettim, üstelik 4 saatlik oynama hakkı kazandım. Başımın varmış bir bildiği, eh oyna dur gaari :) Şarj bitene kadar ne domuzlar avladım, ne şişeler kırdım, ne balonlar patlattım, ne hayvanları esaretten kurtardım. Kahramanca mücadelemin sonunda sabah olmuştu. Tableti biten kitabın üstüne koydum, başımı da tekrar yastığa. Bir-iki saat kadar uyumuşum. 

Antalya fena halde yaz moduna geçti, bugün derece 31'i gösteriyor, sıcak neyse de nem kötü. Kaç gündür Bey Dağları gelin duvağı gibi bir pusla örtülü. Bunaltıcı bir hava var. Zaten günleri falan şaşırmaya başladım, bu da benim yaz modum. Bugünü uzun bir süre Cumartesi sandım, sonra akşam tiyatroya gideceğimi hatırlayınca ayıldım Cuma olduğuna. Ankara'ya gidişimiz yaklaştı ya, bu geçiş döneminde ben biraz karışırım, en sevmediğim zamanlar. Ev toparlanacak, götürülecek şeyler ayarlanacak, buzdolabı ve erzak dolapları boşaltılacak falan fişmekan. Aynı şeyleri bir de dönerken yaparsın, bu kısır döngü de insanı haliyle bunaltır. Neyse tek derdimiz bu olsun. Dün Tiyatro Festivali başladı. Eski görkemi olmasa da izlenecek bir-iki iyi oyun bulunuyor. İlk başladığı yıllarda İtalyan Sokak Tiyatrosu gelirdi ve açılışta olağanüstü bir açıkhava gösterisi düzenlerdi. Havada uçan insanlar falan, tam bir görsel şenlik. Şimdilerde adı uluslararası olsa da çoğunluk bizim Devlet Tiyatroları, birkaç tane yabancı grup var, onlardan ikisine bilet aldım, zaten Ankara'ya gidişimle çakışıyor, istesem de diğerlerine gidemezdim. Bu akşamki oyun "Yllana Theater" isimli İspanyol bir ekibin sahneye koyduğu "The Gagfather". Genelde sözsüz oyunları seçiyorum, geçen yıllarda aynı ekibin "Bankerler" isimli bir oyununu izlemiş ve olağanüstü performanslarına hayran kalmıştım. Pazartesi günü gideceğim oyun ise Brezilyalı "Academia de Palhaços" grubunun "Elveda Ölü Palyaçolar" isimli gösterisi. Bakalım memnun kalacak mıyım?



Dün sabahtan beri bir türlü yakalamaya muvaffak olamadığımız bir minik kedi sürekli miyavlıyor. Çoğunlukla bizim arabanın altını mesken tutuyor ve ne yaparsak yapalım yanaşmıyor. Arabanın yanına su ve yiyecek koyuyoruz, çıkıp yemiyor, miyav miyav devam. Hatta gece o kadar çok miyavladı ki kocam geceyarısı inip süt götürdü. İçti mi bilmiyorum, mizantrop bir kedi bu, insanlardan kaçıyor, kendi içine dönük :) Az evvel balkona çıktım, yine miyv miyv sesi geliyordu, sesi var kendi yok :)

Sıcağa ve neme rağmen Antalya en güzel demlerini yaşıyor, yavaş yavaş veda turlarına başladım. Denize karşı kahveler, sohbetler. Hele Beydağları duvağını kaldırdıysa deymeyin keyfime:


Ve son olarak 52 haftalık çelınçta 20. haftanın sorusunu cevaplayıp kaçayım, iş çok:

-Bir kurgusal/hayali kararkter olma şansınız olsa kim olurdunuz?

Düzenli takipçim olup da Küçük Kadınlar'ın Jo'sunun dün, bugün ve yarın idolüm olduğunu bilmeyen yoktur herhalde. Eh haliyle ben de Jo olmak isterdim, duyorum ve gidiyorum...

13 Mayıs 2018 Pazar

ÇELINÇLI ANMALAR

Çelınç'da geciktim bu hafta. Bir nevi görev oldu sanki ama başladığım şeyi bitirmek gibi bir alışkanlığım var, son gün de olsa hafta sona ermeden yazayım dedim, hem de günün mana ve önemine uygun bir yazı olsun:

-19. Hafta: Sevdiğiniz biri hakkında yazın:


Annem ve anneannem, şimdi ikisi koyun koyuna, Karşıyaka mezarlığında bir çam ağacının gölgesinde yatıyorlar. Annem dar ve kapalı yerlere, sıkıntıya pek gelemezdi, umarım alışmıştır son istirahat yerine. Anneannemse bir ağacın altında yatmaktan mutludur diye düşünüyorum, hele çam değil de kavak olsa, rüzgar estikçe hışır hışır hışırdasa, eminim ki ta oralardan "Es kara bağrıma es" diyecekti. Ama o çamı da oğlu getirip dikmişti, o yüzden kavaktı, çamdı pek dert etmemiştir. Bir türlü büyütemediği, yere göğe koyamadığı, haylaz oğlu. Sekiz yıl sonra ardından gidip, o da babasının koynuna girecek kara gözlü oğlu. 

İnsan şu fotoğrafa baktıkça artık bu dünyada olmadıklarına inanamıyor. Yıllar yıllar önce, annemin hala ince topuklu stilettolar giydiği, ince yazlık hırkaların omuzlara şöyle bir atılıverdiği, altın bileziklerin bilekleri süslediği zamanlar. Üzerindeki döpiyesin rengi bile aklımda, kırmızı. Anneannem yıllar boyu kullandığı kocaman çantalarından birini kucaklamış. Henüz siyah başörtülere geçiş yapmamış, her ütü masası açıldığında tiril tiril ütülü olsa da kapıp ütülemem için getirdiği eşarplarından biri başında. Ve galiba mutlu, dudağındaki çaktırmak istemediği tebessüm ve bakışlarından belli. Zor mutlu olan kadınlardandı o (ya da mutluluğunu belli etmeyenlerdendi), sertti, yerine göre hoyrattı hatta. Hayatta en çok, 40 yaşındayken bile "Öksüzüm, tırnak kadar etim" dediği oğlunu, sonra da kendini sevdi. Annem bile sıralamada üçüncü sırayı-belki-kapabilirdi. Lakin öyle uzun ve görkemli bir şeytan tüyüne sahipti ki etrafında ciddi bir fan kitlesi vardı. Tüm apartmanın, hatta koca sitenin Niğdeli teyzesiydi. Birazcık gürültü ettikleri için kapıdan kovaladığı çocuklar yüksünmeden bakkaldan ekmeğini alır, merdiven inmesin diye çöpünü dökerlerdi. Halkla ilişkiler uzmanı olsa kafalayamayacağı insan olmazdı diye düşünüyorum. Kardeşim ve benim için anneanneden ziyade Zarif'di o. Gözümüzü açtığımız günden beri hep hayatımızda, yakınımızda oldu. Kimi zaman birlikte oturduk, kimi zamansa komşu olduk. Keyfi yerindeyse pamuk şeker, canı sıkkınsa pul biber tadında olurdu. Küçükken uzun saçlarımı onun taramasını isterdim. Annem sabırsızdı zira, canımı acıtırdı tararken. Anneannemse sanırım kendi saçlarından alışkın, usulunce, acıtmadan, sakin sakin yapardı bu işi. Bir tasa su koyar, tarağı suya batırır, saç tutamlarını ucundan başlayarak ağır ağır, yolmadan tarardı. Birlikte geçirdiğimiz en şefkatli anlardı o anlar. Yoksa parlamaya hazır kıvılcım gibiydi, kızdırmak an meselesiydi. Banyo yapmaya bayılır, kendi evinde termosifonu yakmak zoruna gittiği için kimin evinde sıcak su bulsa yıkanırdı. Yıkanmasının ritüelleri vardı, sırtı mutlaka keselenmeli, banyo çok sıcak olmalı, su öyle çabucak soğumamalı idi. Banyo sonrası giyinip tarağını eline alırdı. Artık neredeyse bir tutam kalmış uzun, ak saçlarını tıpkı benim saçlarımı taradığı gibi ağır ağır tarar, bir lastikle bağlayıp örer, lastiğin etrafında çevirip tokalayarak topuz yapar, tarakta biriken saçları da asla atmaz ya sobada yakar ya da bir yerde saklardı. Sebebini sorunca da "Kuşlar götürür, aklım da onlarla gider" derdi. "Kessene Zarifciğim şu saçları, zor olmuyor mu böyle?" diye sorardık, "Olur mu hiç, ahirette o saçlara tutunarak kalkacağım mezardan" diye cevaplardi. Biz gülerdik, ardından da "Çekilin gidin başımdan, köpek suratlılar" diye azarı yerdik. Sinemaya, teetoraya, gazinolardaki kadınlar matinelerine, pikniklere, seyahatlere bayılırdı. Nerede bir yeşillik görse, "Şurada bir bulgur pilavı pişirip yesek" derdi hevesle. Bağlarda, bahçelerde büyümüştü, el kadar yeşillikte bile o günleri anardı. Çocuk yaşta evlenmiş, hovardameşrep kocasından çok çekmiş, üstüne kumalar gelmiş ama kan kusup kızılcık şerbeti içmiş. Sertliği, hoyratlığı biraz da bu yaşadıklarından kaynaklı idi. Ölene kadar yardımsız yaşadı, kimseye muhtaç olmadı. Ne zaman "Cevizin yaprağı dal arasında" türküsünü duysam ince bir sızıyla onu hatırlarım. Ruhun şad olsun Zarifanım, anneme selam söyle. İkinizin de Anneler Günü'nüz kutlu olsun...

11 Mayıs 2018 Cuma

MARMARİS 2

Marmaris'teki ikinci sabahımızda sohbet-muhabbet kahvaltımızı ettikten sonra yine önceden ayarlanmış minibüsümüze doluşup yola düşüyoruz. Bu defa rotamız Gökova'ya doğru. Ama önce Marmaris'teki tüm bağlantılarımızı halleden sevgili arkadaşımızın Kızılyaka Köyü'ndeki çiftlik evini ziyaret edeceğiz. Nostalji olsun diye Marmaris'in o güzelim, iki yanı okaliptüslü eski yoluna sapıyoruz:


Midibüsün camından ancak bu kadar çekebildim, kusura bakmayın. İnip yürümek isterdim aslında ama program kapsamlı, vakit dardı. 

Derken menzilimize ulaşıyoruz, arkadaşımızın kocaman, yemyeşil  bir bahçe içindeki güzel evine, dökülüyoruz araçtan, atıyoruz kendimizi bahçedeki kara dutların altına :)


Elimizi, yüzümüzü yeterince dut kırmızısına boyadıktan sonra aklımız başımıza geliyor, evin terasına yerleşiyoruz:



Ortam güzel, hava mis, oksijen bol, yeşil dersen göze şifa, muhabbet dersen gırla, onca yıl sonra buluşulmuş, insankızı daha ne ister ki (Bu arada Kız Lisesi mezunu olduğumuzu belirteyim). Benimle her yere gelen Charlie bile mutluluktan mest durumda:


Kahveler, meyveler, yemişler ne varsa yedik içtik, güldük, şakalaştık, eh daha gidilecek yerler var, bahçeyle ve şu aşağıdaki arkadaşlarla vedalaşıp yola koyuluyoruz:



Şimdi sırada Gökova Körfezi ve Akyaka var ama önce karnımızı doyurmamız lazım. Azmak kıyısındaki Cennet Restaurant'a konuşlanıyoruz. Aman Allahım, burası gerçekten Cennet:


Hemen kıyıdaki masaya oturuyor ve yemek yerken kendimizi suya atabilme hayalleri kuruyoruz, öylesine cazip çünkü görüntü.




Yemek sonrası Akyaka'da küçük bir tur atıyoruz, ardından sıra tekne gezisinde. Ama önce keçi sütü ve gerçek meyveden yapılmış dondurma yemek ve dondurmaya begonvil fonlu poz verdirmek lazım:


Akyaka'ya daha önce iki sefer gelmiştim. İlk gelişimde sakinliğine, yeşilliğine, temizliğine, evlerin güzelliğine hayran olmuştum. İkincisinde şehrin içinde pek fazla dolaşma imkanım olmamıştı. Lakin bu sefer çok farklı buldum. O eski sakinlik, huzurlu ortam pek kalmamıştı. Sezon açılmadığı halde çok kalabalık (hafta sonu olmasının etkisi olabilir) ve ne denir, tam uygun lafı bulamıyorum, pasaklıydı sanki. Kaldırımlara taşmış ıvır zıvır hediyelik eşya, çöp konteynerlerinin yanına atılmış çöpler o güzelim yöreyi biraz avamlaştırmıştı. Bilhassa sahil kesiminde çok yoğundu bu durum, sokak araları yine aynı çiçekli, yeşil, huzurlu görünümünü koruyordu. İnsan "Keşke keşfedilmese de eski sakin, güzel halini korusa" diye düşünmeden edemiyor ama sonuçta orada yaşayanların da paraya ihtiyacı var. Her ne hal ise biz elimizde dondurmalar tekne turu yapılan yere doğru ilerliyoruz ve kalabalık oluşumuzdan dolayı iki tekneye pay ediliyoruz. Şimdi sıra güzelim Azmak'ın sefasını sürmekte:






Suyun altında adeta bir orman var, opalin bir camdan yeşil bir koruya bakar gibi oluyorsunuz eğildiğinizde. Balıklar gözle görülür durumda, ördekler geçen teknelere "Alanımıza fazla dalıyorsunuz ha!" dercesine vakvaklıyor. Gerçek dünyaya geri dönene kadar hayatın güzel olduğuna kanaat getiriyoruz :)))

Bu akarsuya Kadın Azmağı deniyormuş, sebebi de eskiden kadınların köylerinde su olmadığı için çamaşırlarını buraya gelerek yıkamaları imiş. Ne derece doğru bilemem, ben Google amcanın yalancısıyım. 

Tekne turu sona erince grubun bir kısma sahilde dolaşmak için ayrılıyor, bizler de bir grup ara sokaklara dalıyoruz. Niyetimiz Nail Çakırhan-Halet Çambel evini gezmek. Nail Çakırhan hiçbir mimarlık eğitimi olmadan yapmış bu evi ve Ağa Han Mimari Ödülü kazanmış. İki seferdir hep dışarıdan ağzım sulanarak bakıyordum, bu kez içini kezmek azmindeyim ve benim gibi meraklı arkadaşları ardıma takıp evin olduğu sokağa dalıyorum. Ve fekat sonuç hüsran. Kapı duvar, çalıyoruz açan yok, utanmasam parmaklıklardan aşacağım ama çok yüksek, işin içinde haneye tecavüzden kodesi boylamak da var :) Kös kös dönüyoruz göremeden. Yandaki aparttan bir kadın bekçinin kafasına göre gelip gittiğini söylüyor, burada olduğu bir zamana denk gelseymişiz ne ala, ne yapalım kader utansın, belki bu Akyaka'ya bir kez daha gelmek için bir işarettir.




Nail Çakırhan-Halet Çambel evi en üstteki, tabii ki duvarlardan bir şey görünmüyor. Akyaka sokaklarındaki tüm evler çok güzel, zaten belirli bir plana uygun olarak yapılıyormuş, bahçeler derseniz çiçekten, ağaçtan geçilmiyor. 

Aracımız gelmiş, bizi bekliyor, dönüş yoluna vuruyoruz kendimizi. Yorulduk biraz ama gezme isteğimiz bitmedi. Bir miktar dinlenme ve yemek sonrası bu defa Marmaris Yat Limanı'na iniyoruz. Geldiğimizden beri şehirle ilk buluşmamız. Lakin hayli yorgunuz, çok gecikmeden otelimize dönüyoruz.

Marmaris'teki son tam günümüzde müthiş bir sağanak "Günaydın" diyor bize Antalya yağmurlarını aratmayacak şiddette bir yağışa bakakalıyoruz. 


Otel çok kalabalık aslında ve neredeyse bizim grubun dışında herkes yabancı. Bol miktarda devasa boyutlu siyahî var, Ruslar ve Arapların popülasyonu da onlardan kalmaz ve müthiş gürültücüler. Odamız tam asansörün karşısında ve gece inip binenlerin yüksek volümlü konuşmaları, yan odalardakilerin müzik sesleri yüzünden pek uyuyamıyoruz. Ne yapalım, "kavgada yumruk aranmaz" derdi annem. Eve dönünce bol bol uyur, telafi ederiz :)

Otelin sahili olmasına rağmen havuz çok kalabalık oluyor ama anlaşılan o ki yağmurda yüzmekten hoşlanan tek bir kişi var, fotoğrafta belgelenmiş bulunuyor :)

Öğlene doğru yağmur dinince şehre inmeye karar veriyoruz. Arkadaşlar Kale'ye çıkıyorlar, ben daha önce gördüğüm için Cevriye'yi sinirlendirmemek uğruna bir cafede oturuyorum. Birkaç arkadaş da bana eşlik ediyor. Sonra biraz çarşıda dolaşıp ufak-tefek alışveriş yapıyoruz. Marmaris'in içinde tek bir fotoğrafımız bile yok henüz, ayaküstü birkaç poz veriyor ve otele geri dönüyoruz. Zaten yağmur her an "geliyorum" diyebilir. Aslında ertesi gün için Datça planımız vardı üç arkadaş ama havanın durumunu görünce planı iptal ediyor ve biletimizi öne alıp dönmeye karar veriyoruz. Otele dönünce benim minik kuşlarım Dilek ve Nesrin ziyaretime geliyor. Onları görmeden dönsem üzülürdüm, ikisiyle de kısa da olsa hasret gideriyoruz. Arel'e yeni kardeş gelmeden önce Diloş'u görmek keyifli, keza Nesroş Teyze'yi de :)

Son günümüzü Marmarisli arkadaşımızın bizi götürdüğü mekanda Türk Gecesi ile noktalıyoruz. Çok eğlenceli bir gecenin ardından ertesi sabah yola çıkmak üzere vedalaşıyoruz. 

Söyleyeceğim şu, 45 yıl sonra birarada olmak büyük mutluluktu, Marmaris'in güzelliklerinin buna fon teşkil etmesi bir başka güzellikti. Bu şahane buluşmaya katılan ve emeği geçen herkese, başta tüm bağlantılarımızı sağlayan Nazlı'ya buradan çok çok teşekkür ediyorum. İyi ki varlar, iyi ki varız. Nicelerine diyelim...

10 Mayıs 2018 Perşembe

MARMARİS 1

Geçtiğimiz hafta bugün yaklaşık 1,5 aydır hazırlıklarını yaptığımız "Lise Kızları Marmaris Buluşması"na dahil olmak üzere valizi kapıp otogara yollandım. Bekleme salonunda oturmuş arkadaşımı beklerken karşımdaki koltukta uyuyan kedi uykusuz geçirdiğim geceyi ve ne kadar uykumun geldiğini hatırlattı:


Gözüm kedide ağrıyan dizimi ovuştururken kedinin yanındaki koltukta oturan teyze anlamlı bakışlarını önce dizime, sonra bana dikti. Bir şey söylemek istiyordu, kararsızdı. Sonunda baklayı ağzından çıkardı: "Doktora gitsen zayıfla der". Dakika bir, gol bir. Bu eve dönene kadar diz-kilo bağlantısı hakkında verilen ve benim hiiiç bilmediğim(!) tavsiyelerin ilki olarak kişisel gezi tarihime geçti. Sözkonusu teyze en ve boy olarak benim iki mislim hacmindeydi ve sonra-sanırım dilimde değil de bakışlarımda gelişen terslenmeden kaynaklı-"Yani bana öyle diyorlar, sana demezler, sen kilolu sayılmazsın" diyerek çevir kazı yanmasın yaptı. Teyzeye ve muhabbetine daha fazla devam edemeyeceğime karar verip bagajımı teslim etmek üzere perona yürüdüm. Zaten otobüs de, arkadaşım da gelmişti. Yerleştik yerimize, rahat servis olduğunu iddia eden otobüs, " fazladan 2 yolcu kârdır" hesabıyla pigmelerin rahat edebileceği seviyeye indirmişti koltuklarının arasını. Önümüzdeki koltuklar da geriye yatmış olunca sıkıştık kaldık. Küçük oğluyla ön sıraya yerleşmiş genç hanımdan dikleştirmesini rica ettik, pek gönüllü olmasa da normal hale getirdi de sığışabildik. Oldukça mikrofonik bir kadın sesinin "Bayanlar, baylar ve sevgili çocuklar, otobüsümüze hoşgeldiniz" anonsuyla yola koyulduk. Anons otobüsün sunduklarının çok üstünde incelikliydi :)

Bahar çıldırmıştı yollarda, yemyeşil ağaçlar, tarlalar, otlar, gelincikler, papatyalar, sapsarı katır tırnakları otobur gözlerimizi hayli doyurdu. Bekçiler'de mola verdik. İnsanlar yemek yemeye gitti, biz mıntıka keşfine. Yan taraftaki soğan tarlasında keçiler önlerine atılmış ezik soğanlarla kendilerine ziyafet çekmekteydiler:


Otobüs dilenci vapuru gibiydi, yol üstündeki her yerleşim yerinin otogarını ziyaret etti. Fethiye, Dalaman, Ortaca, Köyceğiz otogarları varlığımızla şenlendi. Haliyle bu durum bir hayli zaman kaybına sebep oldu. Marmaris'e ulaştığımızda saat 16.30'du, hemen bir taksiye atlayıp otelde bizi bekleyen arkadaşlara doğru yola düştük. Odaya çıkıp üstümüzü değiştirir değiştirmez soluğu arkadaşların yanında aldık. Dile kolay, içlerinde 45 yıldır ilk kez görüşeceklerimiz vardı. Haliyle bağırış çağırış kucaklaştık. Her yeni gelen grupla neşelenip ilk günü bitirdik.

Ertesi gün Marmaris'te yaşayan arkadaşımızın planlayıp ayarladığı minibüslere doluşup çevre turuna çıktık. İlk durak Hisarönü idi:


Sahilde kimseler yoktu, deniz pırıl pırıl ve durgundu. Dayanamayıp denize girenler oldu içimizden. Biz kıyıdaki salaş mekanda kahvelerimizi yudumlayıp eskileri deşmeye devam ettik. Daha sonra Selimiye'ye doğru yola revan olduk.

Marmaris'e defalarca gittim, çevrede pek çok yeri gezdim ama Selimiye'ye gitmek bir türlü kısmet olmamıştı. Sağdan soldan onca methini duyduğum için de çok merak ediyordum. Methettikleri kadar varmış. Sezon açılmadığı için sakin, sessiz ve çok huzurlu idi, bayıldım:



Bu arkadaş biz minibüsten indiğimizde suyun içinde hoplayıp zıplayıp duruyordu. Meğer balık ararmış. Az sonra ağzında balıkla kıyıya doğru yollandı zaten :)



Fotoğraf çekerek sahil boyunca yürüdük de yürüdük. Dünyadan başka bir yere ışınlanmış gibiydik. Meğer huzura ne çok ihtiyacımız varmış.


Çok şirin bir hediyelik eşya mağazası ve cafe idi burası, magnet vs birkaç şey satın aldık.


Eskiyen kayıkları kırpıp çiçek saksısı yapıyorlarmış :)




Ne yapsam, ne yapsam
Bir hamak alıp sallansam
Kurtulur muyum bunalımdan
Hamakta sallansam
Mazhar Alanson'un kulaklarını çınlatmazsak ayıp olurdu bu manzara karşışısnda 



Begonvillerin, zakkumların, sardunyaların hüdayinabit yetiştiği bir şehirde yaşasam da her seferinde hiç görmemiş gibi heyecanlanıyorum karşıma çıktıklarında. 

Selimiye turumuzu bitirip minibüsümüze yerleşiyoruz tekrar ve lise anılarımızı anlata anlata Bozburun'a doğru yola koyuluyoruz. 


Bozburun gerçekten Bozburun, dağlar çorak ama kendine özgü bir güzelliği var her kıyı kasabası gibi. Karnımız da acıktı ama sezon açılmadığı için restoranların çoğu kapalı. Tek tük balık restoranları açık ama balık yemeyi pek canımız çekmiyor. Sonunda tost yapan bir yer buluyor ve çöküyoruz kıyıdaki masalara. Matah bir şey değil yediğimiz bazlama tostu, midemize lök diye oturuyor ama olsun varsın, keyfimiz yerinde. 


Bazlama sonrası ufak bir çevre turu yapıyoruz, otantik giysiler satan bir dükkanda uçları leylak desenli bir fular buluyorum, ben kasaya gidene kadar arkadaşım alıp hediye ediyor. Şahane bir hediye bu, hem görüntüsü, hem hatırlattıkları nedeniyle. Her kullandığımda bu buluşmayı anımsayacağım. 

Bozburun'dan sonra dönüş yoluna vuruyoruz ama önce Bayır Köyü'nde bir mola veriyoruz. Yaşları bin yılın üstünde iki çınarın altındaki kahvede bir kadınlar ordusu oturuyor adeta:


Sonradan bunların tura gelmiş Arap (ülkelerini bilmiyorum) kadınlar olduğunu öğreniyoruz. Öyle kalabalık ve gürültülü ki meydan oradan kaçmak için çınarın arkasındaki "Eski Yağhane" yazan yere dalıyoruz ama karşımıza tuvalet çıkıyor. "Eskiden zeytinyağı tuvalette çıkarılmış" tarzında kötü espriler yaparken bir emmi peydahlanıyor arkamızda, "Yağaneye mi gitceniz, gelin gelin, ardımdan gelin gari" diyor. Takılıyoruz peşine:


O emmi, bu emmi. Şekilde görüldüğü gibi "Gelin gelin" diyor. Yağhane dedelerine aitmiş ve oğlu açık müze haline getirmiş, emmi de bir gönüllü rehber gayretiyle tanıtıyor çevreyi. Ufak tefek ürünler de satılıyor, zeytinyağı, badem, sabun ve bazı otlar gibi. 


Yağhanenin terasının böyle yeşil, panoramik bir manzarası var, okaliptüs ve defne kokuyor ortam. 


Eski, doğal arı kovanları


Taşları döndüren mankenleri ilk anda gerçek sandığımı itiraf etmeden geçemeyeceğim :)


Yağhanede Cadılar Bayramı kutlaması da yapıldığını düşünmekteyim :)

Hayli detaylı bir alan ama emmi o kadar çok ve o kadar kesintisiz konuşuyor ki kafam kazan gibi oluyor, dinlemekten cayıp çınarların olduğu meydana geri dönüyorum. Diplerine konmuş tabelada "etrafında dönerseniz uğur getirir, huzur getirir" benzeri bir ibare var. "Ya tutarsa" deyip dönüyoruz. E haydi rastgele...


Devamı yarına...