Sayfalar

3 Ocak 2018 Çarşamba

ANKARA SOKAKLARINDA ADIM ADIM

Madem ki Ankara'ya geldik, imzaları attık, kutlamaları yaptık, eski yılı savdık, eh şimdi biraz kızkardeşle şehri didikleme vaktidir diyerek düştük yollara dün. Benim çocukluğum ve ilk gençliğimde son derece kişilikli ve vakur bir şehir olan Ankara çoktan pespayeleşmeye başladı. O güzelim taş binalar yerini çirkin beton yapılara bıraktı, vitrinine bakmaya doyamadığımız mağazalar arka arkaya kapanıp yerine neredeyse çerçi işi dükkanlar açılıyor. Kitapçılar birer birer yokoluyor, pastaneler dönercilere dönüştü, yeni nesil cafelerde dost sıcaklığı yok, bulvardaki çınarlarda tepemize işeyen güvercinler bile başka mekanlara göçtü sanki. Kızılay'ın ortasındaki vaha Saraçoğlu mahallesi çürümeye terk, oysa ne çok insanın anılarında yer etmiştir o yemyeşil sokaklar, bir örnek giyinmiş memurlar gibi mütevazı lojmanlar. Yine de ışıltılı, kocaman AVM'lerin karşısında boynunu bükmüş eskinin şaşaalı çarşıları, ranta kurban gitmemek için neredeyse yandaki binanın arkasına saklanacak güzelim eski apartmanlar, şimdilik sit alanı olsa da ileride ne olacağı belirsiz erken Cumhuriyet devri yapıları, gecekondular arasında kaybolmuş akmayan tarihi çeşmeler, mücevher gibi minnak, tuhaf isimli camiler, türbeler, debdebesini yitirmiş yokolmayı bekleyen eski ahşap konaklar hala mevcut arayana. Kızkardeşle bizim işimiz de bu, iyice yokolmadan bunları görmek, keşfetmek, fotoğraflamak. O bir Ankara sevdalısı, Ankara araştırmacısı, ben onun yancısı dolanıp duruyoruz fırsat buldukça Cemal Süreya'nın şiirindeki gibi:
"Bende tarçın, sende ıhlamur kokusu
Yürürüz başkentin sokaklarında"*

İlk durağımız önünden her geçişimde kucaklamak isteğiyle dolduğum, şimdi Devlet Tiyatrolarının yönetim binası ve iki sahnesi olarak kullanılan Evkaf Apartmanı oldu.


Küçük Tiyatro ve Oda Tiyatrosu dışında binanın içini görmüşlüğüm yoktu ve merakta idim, sağolsun kızkardeş beni gezdirdi. Önce kimliklerimizi verip ziyaretçi kartımızı aldık ve eski, madeni asansöre binip kütüphaneye çıktık:


Devlet Tiyatrolarında sahnelenen tüm oyunların yer aldığı digital bir kütüphane Refik Ahmet Sevengil Kütüphanesi. Kapıda bu ismi okuyunca çocukluğumun radyo günleri geldi aklıma, "40 Yıl Geçti Aradan" diye bir sohbet programı sunardı Refik Ahmet Sevengil, bayılırdım o yaşımda dinlemeye. Program bir kantonun hareketli müziğiyle başlar, sonra sözleri duyulurdu: "Ateş gibi yanmıştı avuçlarımda elin/Göğsüme dayanmıştı benim güzel sevgilim". Ardından da tok bir ses "Kırk Yıl Geçti Aradan" diye anons yapardı. Derken gelsin Refik Ahmet Sevengil'in çoğunlukla tiyatro üstüne sohbeti. Vay be ayaklı tarih gibiyim, benden ansiklopedi yapsınlar 😀 Aşağıdaki fotoğraflar kütüphane ve içindeki kafeteryadan. Kütüphaneden herhangi bir CD ya da kaset almadığımız için o güzel mekanda çay bile içemedik, öyle bir kural var.





Vitrinde sergilenen modellere oyunlarda kullanılan kostümlerin benzerleri giydirilmiş, yan taraftaki bölümde bilgisayar aracılığı ile istediğiniz oyuna arşivden ulaşabiliyorsunuz. Aşağıdaki fotoğraf ise pencereden bir Ankara panoraması, çağdaşım çoğunluk gibi benim de nikahım Gençlik Parkı havuzunun baş tarafında görünen beyaz çatılı yerde, eski Göl Gazinosu, o zamanların nikah salonu olan binada kıyılmıştı:



Kütüphaneden çıkıp katlar arasında dolaşarak çıkışa yöneliyoruz. Binanın için tiyatro müzesi gibi, keşke ciddi anlamda bir müze kurulup ziyarete açılsa. Aşağıdaki alet ışık masası olarak kullanılmış zamanında:


Ve Muhsin Ertuğrul ile Cüneyt Gökçer'in çalışma masaları:

 

Bina labirent gibi, çıkışı ararken yolumuz Küçük Tiyatro'nun balkon girişine düşüyor, e girip bir bakmayalım mı salon boşken 😀


Artık böyle güzel, tavanları, sütunları süslemeli, localı, balkonlu, ferahfeza tiyatro salonları yapılmıyor, mücevher kutusu gibi sanki. Sahnedeki dekor da geçen gün izlediğimiz "İhanet" oyununun dekoru. Sonunda çıkışı buluyor ve tiyatro fuayesine ulaşıyoruz. Geçen gün kalabalıktan doğru dürüst çekemediğimiz "Ankara Hatırası" dekorunun önünde fotoğraf çektirmek istiyoruz. Lakin ortam loş ve tam dekorun önünde WC'yi gösteren bir tabela konmuş. Yardımsever bir görevliye denk geliyoruz, biz daha ağzımızı açmadan yardımcı olup tabelayı kaldırıyor ve ışıkları yakıyor. Seviniyoruz bu yardıma, Ankara hatıramızı çektirip ayrılıyoruz güzel binadan, kimliklerimizi almayı unutumuyoruz tabii ki.

İkinci durağımız Anafartalar Çarşısı ve seramikleri, lakin yorulduk ve acıktık. Ulus bu bakımdan biraz fakir, nerede otursak diye düşünürken yeni açılmış simitçi mekanlarına rastlıyoruz tam Heykel'in dibinde. Hemen yerleşiyoruz üst katta bir masaya. Güler yüzlü bir Özbek delikanlısı servis yapıyor, kırık Türkçesiyle anlaşmaya çalışıyoruz. Pencereden Heykel meydanındaki güvercinleri ve kalabalığı seyredip çay-simit partisi düzenliyoruz 😀


Karnımızı doyurup dinlendiğimize de kanaat getirince rotayı Anafartalar Çarşısı'na kırıyoruz. Bu çarşı bir zamanların AVM'si idi, ilk yürüyen merdivenler burada hizmete girmişti-ilkinin Modern Çarşı'da olduğu söyleniyor aslında ama hemen hemen aynı yıl ve burası daha halka açık bir mekan olduğu için daha çok bilinir-Ankara'ya taşradan gelen konuklarımızı buraya getirir ve onların yürüyen merdivene binişlerindeki ürküntüyü izlerken çaktırmadan gülerdik. Giysiler buradan alınır, çeyiz alışverişleri buradan yapılırdı. Eski saltanatını hatırlayınca şimdiki tenha haline ve kalite düşüklüğüne bakıp yüreğim burkuldu. Oysa ne kadar özenilmiş ki yapılırken Türkiye'nin en ünlü seramikçileri duvarlara kocaman seramik panolar nakşetmiş 1963 yılında. Katlar arasında, hemen hemen boş koridorlarda dolaşıp seramikleri tek tek fotoğraflıyoruz. Aşağıdakiler Füreya Koral'a ait:



 Şunlar ise Seniye Fenmen'in:




 

Yürüyen merdivenin yan duvarlarında kalan ve giriş katından son kata kadar tüm duvarı kaplayan rölyef seramikler ise Cevdet Altuğ'a ait:


 Giriş katındaki tüm duvarı kaplayan seramik pano Attila Galatalı'nın eseri, detayları pek şahane:





Katlarda seramiklerin yanısıra Nuri İyem ve Arif Kaptan tarafından yapılmış duvar resimleri de var. Nuri İyem'e ait olanı göremedim ama Arif Kaptan'ın resimleri aşağıda:



Ne yazık ki çarşıda dolaşanların çoğu seramiklerin farkında bile değil, zaten bir kısmının önü esnafın sergilediği eşyalarla kapanmış, bazıları boya lekesi olmuş. Füreya'ya ait birkaç seramik daha varmış ama vaktimiz kısıtlı olduğu ve inip çıkmaktan başımız döndüğü için başka bir zamana bırakıyoruz. Burada geçen yıl bir sergi düzenlenmiş, hala bazı sergilenen eserler kaldırılmamış duruyor, bir tanesi de seramikleri üreten sanatçılar adına, bir şükran belgesi olarak yapılmış aşağıdaki pano:


Keşke bu kadar vandal olmasak da sanat eserlerini korumayı bilebilsek, bunun üstüne afişler yapıştırılmış, bir diğerinin önünde ise bol miktarda çöp vardı.

Anafartalar Çarşısı'ndan çıkıp Hâl tarafına yöneliyor, oradan Sulu Han'ın içinden geçerek Sobacılar Çarşısı'na giriyoruz. Arka sokaklarında ilginç binalar, dikkatli bakıldığında görülebilecek şaşırtıcı detaylar var, aşağıdaki binanın katlarının arasına eklenmiş seramikler gibi:


Bazen pastoral bir görüntü çıkıyor karşımıza:


Bazen de adeta soyut bir resim:


 Kimi zaman bir kedi "Ne işiniz var buralarda?" der gibi bakıyor:


Derken kediye cevap kendiliğinden görünüyor: "Yıkılmadan yakalamaya geldik o güzel balkonları":


Yorulduk, Ankara turumuzu Hâl'den pek taze rokalar ve karşısındaki fırından köy etmeği alarak noktalıyoruz. Artık bir kahveyi hakettik, istikamet Tunalı 😀 Umarım okurken ve fotoğraflara bakarken yorulmadınız...

*Roman Okudum Seni Düşündüm/Cemal Süreya

14 yorum:

  1. NE güzel bir tur oldu, ayaklarınıza sağlık.

    YanıtlaSil
  2. Merakla seyrettiğim ama hep acıyarak iç geçirdiğim binalar, ah o binaların dili olsa da konuşsa...Emeğinize sağlık.

    YanıtlaSil
  3. Geçen hafta oyun çıkışı bahsettim anneme yukarıdaki Refik Ahmet Serengil kütüphanesinden , keşke İstanbul'a da gelse , o kadar çok oyun izlerim ki .
    Ama her defasında bir şey mi almak zorundayım cafe de çay içmek için.?
    Saçma değil mi ?

    YanıtlaSil
  4. Yazıyı okurken yüreğimde bıraktığı o sıcacık his ile Ankara özlemim biraz daha arttı.Orada yaşarken şehre haksızlık ettiğim duygusu ile de kendimle bitmeyen hesaplaşmalarım iyice perçinleşti. Kaleminize sağlık, sevgiler

    YanıtlaSil
  5. Bence de senden ansiklobedi yapsınlar :))
    Ansiklobedi gibi kadınsın vesselam
    sayende ne güzel bilgiler öğreniyoruz
    sağolasın

    YanıtlaSil
  6. Ne güzel bol bol fotoğraflı gezi oldu bana da . Ankara'da gittiğim tiyatroların hiçbiri bu sahneye denk gelmemişti. O yüzden bilmiyorum. Gidip görmek isterim..
    Sevgilerimle

    YanıtlaSil
  7. Cafe Lab önerilir Leylakaanım :) Kızılaydaki şubesi. Caribou'yla beraber uğrak yerlerim. Saygılar.

    YanıtlaSil
  8. Ankara'yı ilk gittiğimde sevmemiştim. Ama zamanla insan alışınca kopmakta çok sıkıntı çekiyor. Bu güzel görseller için teşekkürler.

    YanıtlaSil
  9. Of, yorulur muyum hiç? Şahaneydi. Sayenizde gezmiş olduk. Devlet tiyatroları binası müze olmalıymış hakikaten.

    YanıtlaSil
  10. Kaybolan bu güzellikleri hatırlatıcı. tarihe kayıt düşücü bu yazılarınıza devam, lütfen

    YanıtlaSil
  11. Harika bir tur oldu. Teşekkürler. Babamın ilk iş yeri Anafartalar çarşısındaydı. Çok küçüktüm hiç hatırlamıyorum bu seramikleri falan. Ama o çarşıda bir dükkanda, kendisi kırmızı yakası beyaz kürklü bir mantoyu babamın bana almayışını ve gözümün hala onda kalışını çok iyi hatırlıyorum.

    YanıtlaSil
  12. Okurken yorulmak ne kelime aksine keyif alarak okudum. İçinde ruhu olan yaşanmışlıkları sizin kaleminizden okumak büyük zevk benim için. Zira ben de kendi geçmişime, yaşadığım mahallerin bildiğim zamanlarına yolculuk ediyorum zihnimde.

    YanıtlaSil
  13. Harika bir geziydi. Hele ki bugün Cemal Süreya'nın ölüm yıldönümünde onun dizeleriyle birlikte yazınızı okumak çok keyifliydi. Refik Ahmet Serengil kütüphanesi ne hoş dekore edilmiş. Bu güzel Ankara turu için teşekkürler.

    YanıtlaSil
  14. Gezdik, gördük, hatırladık.Bina yıkılınca eserler ne olacak acaba umarım molozlarla birlikte atılmaz.Telekkürler

    YanıtlaSil